• DOLAR
    34,0519
    %0,00
  • EURO
    37,6074
    %-0,27
  • G. Altın
    2.740,78
    %-0,76
  • Ç. Altın
    4.480,76
    %-0,12
  • BIST
    9.762
    0.78
  • BITCOIN
    59,185.02
    -0.16
  • ETHEREUM
    2,522.04
    -0.16
  • DOLAR
    34,0519
    %0,00
  • EURO
    37,6074
    %-0,27
  • G. Altın
    2.740,78
    %-0,76
  • Ç. Altın
    4.480,76
    %-0,12
  • BIST
    9.762
    0.78
  • BITCOIN
    59,185.02
    -0.16
  • ETHEREUM
    2,522.04
    -0.16

ÇALIŞAN ANNE OLMAK ZOR

 

                Günümüzde kadınlar ekonomik bağımsızlığını korumak ve yıllarca emek verdikleri mesleklerinden kopmamak adına, çocuk sahibi olduktan sonra da çalışma hayatlarına devam ediyorlar. Ancak aşırı sorumluluk yüklenme ve bu sorumlulukların hepsini kusursuz bir şekilde yerine getirme çabası, çalışan annenin yaşamına bazı zorluklar getiriyor.

                Anne olmak her kadının hakkı. Ancak içinde bulunduğumuz çağda kadınların istedikleri eğitimi alıp iş dünyasında kendilerine yer edinmeleriyle birlikte, anne olmak isteyen kadınların bu isteklerini bir süre askıya aldığına şahit oluyoruz. Çalışma hayatı ile anneliği bir arada yürütmek isteyen kadınları ise, çocuk bakıcısı arayışı, aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk ile suçluluk gibi problemlerle karşı karşıya kalıyorlar.

                Bir bölümü ekonomik yetersizlikler, bir bölümü ise yıllarca emek verdikleri işlerinden kopmak istememeleri yüzünden çalışma hayatı ile anneliği bir arada yürütmek durumunda olan kadınların karşılaştıkları bu sorunları çözebilmelerindeki ilk adım ise bu sorunlar karşısında bilinçli olmak…

                Çalışan bir anne için çocuğunu kime emanet edecek en büyük soru işaretidir. Çocuk için uygun bir bakıcı arayışınaise genellikle doğum gerçekleşip kadının doğum izninin bitimine yaklaşıldığı dönemde girilir. Oysa çocuğa kimin bakacağı doğumdan önce anne ve babanın birlikte karar vermesi gereken bir konudur. Günümüzde anne ve babaların çocuklarına bakacak kişi ile ilgili olarak genellikle ‘akraba’ ve ‘bakıcı’ seçenekleri üzerinde durdukları görülür. 

                Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir akraba ise, bu kişinin çocuğunuza bakmaya gerçekten gönüllü olup olmadığından mutlaka emin olmalısınız. Burada önemli olan bir diğer noktada, söz konusu kişiden çocuğunuza kendi evinizde bakmasını istemeniz. Çocuğunuz geceleri ve hafta sonları mutlaka sizinle kalmalıdır.

                Eğer çocuğunuzun bir bakıcının gözetiminde büyütülmesine karar verdiyseniz, söz konusu kişinin çocuk bakıcılığı için gerçekten yeterli olduğundan emin olun. Bir bakıcıdan neler istediğinizi sıralayın ve önceliklerinizi belirleyin. Bu kişinin çocuğunuza kendi evinizde bakmasını sağlayın. Bakıcınızın yatılı kalması ve siz evdeyken de çocuğunuzla ilgilenmesi uzmanlar tarafından doğru bulunmuyor.

Geceleri ya da hafta sonları çocuğunuzun sizinle yalnız kalması çok daha sağlıklı. Bu nedenle bakıcınızın yatılı kalmayarak sadece siz işten dönene kadar çocuğunuzla kalması çok daha doğru olacaktır. Eşinizle birlikte, bakıcının çalışma düzenini ve iş tanımını önceden belirleyin; çocuğunuzun bakımı Ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizi söz konusu kişiyi açıkça belirtin. Bakıcınızı mümkünse evinde ziyaret edin ve çocuklarıyla ilişkisini gözlemleyin. Son olarak referans ve komşularıyla görüşün ve kendisi ile ilgili gerekli bilgileri temin edin.

Aşırı sorumluluk yüklenmesi ve yorgunluk, çalışan annelerin en büyük problemlerinin başında gelir. Bunun başlıca sebebi evde alışılan düzene be belli olan yapılacak işlere artık geceyi gündüze katan bir bebeğin eklenmiş olmasıdır. 24 saatlik günün büyük bir bölümünde dışarıda çalışarak geçiren bir kadının sorumluluklarını eve geldiği zaman tüm gece ilgilenmesi gereken bir bebeğin eklenmesi ise, yorgunlu kaçınılmaz kılar. böyle değerlendirildiğinde de çalışan anneler için durum gerçekten umutsuz görünüyor değil mi? Aslında değil, gerektiği gibi planlayarak iş listenizi hafif etmeniz mümkün. Bunun için öncelikle gerek ev gerekse işte, yükünüzün arttığı dönemlerde bir süre yalnızca acil ve önemli olan işlerin izle ilgilenmeniz gerekmektedir.

Bazı işleri başkalarına devretmek ya da yakınınızda bulunanlardan yardım istemek bu konuda işinize çok yarayacaktır. Örneğin henüz bebeğiniz yokken, ev işleriyle daha çok siz ilgilenmiş olabilirsiniz. Ancak bebek doğduktan sonra ev işleri konusunda mutlaka eşinizden yardım almalısınız. Aile içinde yapılacak düzenlemeler size rahat bir nefes alma olanağınız sağlayacaktır.

Yükünüzün çok arttığını hissettiğiniz yerde bazı alışkanlıklarınızdan tamamen vazgeçin, bunun için kendinize önceden vazgeçilebilir listesi bile hazırlayabilirsiniz. Örneğin, ev işleri için düzenli bir yardımcı alamıyorsunuz ve iki haftada bir mutlaka mutfağın dolaplarını temizlenmesini gerekli buluyorsunuz ve artık buna ayıracak zamanınız yok. Eşiniz hayatta yapmaz böyle bir işi, anneniz çok yaşlı, arkadaşınıza böyle bir şey teklif etmeyi düşünemezsiniz bile… O zaman bu alışkanlığınızdan vazgeçin ya da bu düşüncenizi terk edin; iki haftada bir mutlaka mutfağın dolapların‘ı silinmesini gerekli bulan bir kadın değilseniz artık. Mutfak dolapları bekleyebilir, arkadaşlarınız bekleyebilir, müşteriler ve hatta müdürünüz bile bekleyebilir, ama çocuğunuz bekleyemez. İnsan yaşamında pek çok şeyden istifa edebilir herhalde, ancak annelikten istifa edemez.

Yazının Devamı

SEVGİ , SAYGI VE ŞEFKAT

İnsan hayatında çok yüce ve çok anlamlı bir yeri ve değeri olan bu duygular, insan yavrusunda doğuşta mevcut değildir. İnsanoğlu bu duyguları doğduktan sonra yaşayarak görerek öğrenir, o da bu duyguları başkasına göstermeye uygulamaya başlar. Bu duyguları çocuk önce annesinden öğrenir. Herhangi bir ihtiyacını karşılamak amacıyla yavrusunu kucağına alan, bağrına basan bir anne,bu davranışıyla çocuğuna sevilmenin sevmenin ilk derslerini vermektedir.

Sevilmeyi böylece öğrenmeye ve yavaş yavaş alışmaya başlayan çocuk, kısa bir süre sonra da bir besin maddesi gibi sevgiyi sevilmeyi bekler. Diğer bir deyişle sevgi böylece temel bir ihtiyaç haline gelir çocuk için. İşte bu noktadan sonra, özellikle anneleri artık çok dikkatli olmaları gerekmektedir.

Çocuğuna gösterdiği sevginin ölçüsünde yanlış bir istikamete yöneltmek, hem ileride çocuğu ile olan ilişkilerini içinden çıkılmaz bir duruma sokabilir, hem de çocuğun perişan olmasına neden olabilir.

Yaşamın ilk yıllarında çocuk, annesinin sürekli bakımına muhtaçtır. Bu yüzden anne ile çocuk arasında çok yakın bir bağlılık durumu gelişmeye başlar. İşte tam bu sırada annenin çocuğuna göstereceği ilgi, sevgi ve şefkat gibi duyguların ölçüsünde bir anormallik bir dengesizlik gelişebilir. Örneğin bir bitkinin gelişip büyümesinde suya, güneşe ve gübreye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçları ancak belli ölçüler içinde alabilen bitkiler sağlıklı olarak büyüyebilir. Gelişimi sırasında ihtiyaçtan fazla verilen su fidanın çürümesine yol açabilir. Susuzluk ise fidanı kurutur. Sevgi ve şefkatin de insan yaşamında buna benzer bir yeri ve etkisi vardır. 

Dengesi ve ölçüsü iyi ayarlanmamış bir sevgi ve şefkat duygusu, hangi yönde gelişirse gelirsin çocuğun eğitimi üzerinde daima olumsuz etkiler yapar. Bu da duyguların sunuluşunda, doyuruluşunda azlık ya da çokluk çocuğun kişiliği üzerinde olumsuz etkilerde bulunmaktadır. 

Önce aşırı sevgiden söz edelim. Aşırı derecede sevilerek yetiştirilmekte olan bir çocuğu ele alalım. Anne - babası tarafından her zaman okşanmaya, el üstünde tutulmaya, her isteği yerine getirilmeye, övülmeye alıştırılmış olan çocuklar anne -babası arasında son derece yakın bir bağlılık meydana gelir.  Bu bağlılık önce çocuğun gelişmesini ve olgunlaşmasını önler, geciktirir. Yaşının ilerlemesine rağmen çocuğun çocuk kalmasına neden olur. Bunun yanı sıra, aynı sevgiyi diğer insanlardan da bekler. Bunu bulamayınca da büyük hayal kırıklığına uğrar. İnsanların kendisini sevmediğini, ona değer vermediği gibi yanlış düşüncelere kapılabilir. Bunun sonucu olarak da çevresindeki insanlara düşman kesilir ya da düşmanca duygular gelişir çocukta.

 Yapılan araştırmalara göre ana-babaları tarafından aşırı derecede sevilmeleri ya da korunmaları öne çıkarılan çocuklar; Ailenin tek çocukları, en küçük çocukları, anne-babanın yaşlılık döneminde dünyaya getirdikleri çocuklar, çok güzel çocuklar, uzun yıllar bekleyişten sonra dünyaya gelen çocuklar, bir evin bir kızı ya da bir oğlu olan çocuklar, nine ve dedeler tarafından özel bir sevgiyle sevilen çocuklar gibi ...

Aşırı sevgi, şefkat ve ilgi çocukların eğitiminde yukarıda söz ettiğimiz sorunları öne çıkartarak aileyi ve toplumu zor duruma soktuğu gibi çocuğa yapılabilecek en olumsuz davranış biçimi olarak da değerlendirilmekte, çocukları gelecekte beklediğini söylediğimiz hayal kırıklıklarından ve tehlikelerden koruyamamanın ana nedenlerinden birisidir.

Yazının Devamı

TYANALI APOLLON

3. bin yılı insanlığının aradığı özgürlük ve doğruluk bilgesi Tyanalı Apollon "Anıtlar aynı yerde kalırlar. Yalnızca bulundukları yerde görülürler. Oysa, değerli kişiler, her yerde kendilerini gösterirler, seslerini duyururlar ve yeryüzünde dolaşabildikleri bütün yerlerde, kentlerinin ününü yayarlar "diyerek Tyana kentinden çok" Tyanalı Apollo’nun ününü yaymıştır. 

" TYANALI APOLLON SEMPOZYUMU DÜZENLENMELİ "

Tyanalı Apollon M.Ö. 5. yılda Tyana'da doğdu. M.S. 95 yılında öldü. Yöre halkına göre Zeus'un oğludur. Hiçbir yerde mezarı yoktur. Bir tapınakta göğe çekildiği  yazılı. Gençliğinde olduğu gibi yaşlılığında da çok güzeldi. Görkemli bir görünüşü vardı.

Öğrenimini Tyana, Tarsus, ve Aygay (Taşucu)  kentlerinde yapar. Kaldığı tapınağı akademiye çevirir. Tyana'daki tapınağı krallar tapınağı gibiydi. Krallar kendilerine yaraşır gördüklerini, Apollon’ada yaraşır görürlerdi. Ayrıca gene Tyana’da doğduğu çayırın yanında bir tapınağı daha vardı. Efes'te de bir tapınağı olması gerekir. 3. yüzyılda birçok tapınakta O’nun heykelleri vardı.  Kemerhisar'a adını veren su kemerlerini, Apollon’a adeta tapan Roma İmparatoru Caracalla 212-217 yıllarında annesi ile birlikte Tyana’ya gelip uzun süre kaldığında yaptırmış olmalı. 

“ Bilgelik beni nereye götürüyorsa ben oraya gitmeliyim”  diyen Tyanalı Apollon, bilgisini arttırmak amacıyla, Mezopotamya, Babilonya, Kafkaslar, Hindistan, Mısır, Sudan’a yolculuk yapar.  Anadolu, Yunanistan ve İtalya'yı da dolaşır. Ninova'da ona katılan Asurlu Damis hiç ayrılmaz. Titizlikle tuttuğu notlara dayanılarak M.S.  2. yüzyılda şimdi elimizdeki yaşam öyküsü yazılır. 

İlkesi, "Gerçek bilge boyunduruk altında yaşamayı kabul etmez " olan Tyanalı  Apollon güçlülerin, diktatörlerin yaptıkları haksızlıklara karşı çıkmış gerçeği söyleyip kimseden korkmamıştır. "Neron’a insanları korkutma gücü veren Tanrı, bana ondan korkmama gücünü vermiştir… Yeryüzü diktatörünse, saklanarak yaşamak değil açıkta ölmek daha soylu bir davranıştır. Gerçek bir insan yapısını değiştirmez, kendisini köle yaptırmaz "olan Tyanalı  Apollon yalnız Neron’a  değil Domizianoya’da karşı  çıkmış, ona meydan okuyarak Roma'ya gelip yargılanmayı göze almıştır. 

Geçmişin en büyüklerinden, yedi bilge arasına bile konmuş birisi olan, yalnızca Roma İmparatorluğu’nu değil Hrıstiyanlığı etkileyen Tyanalı Apollon adına uluslararası sempozyum düzenlenmeli, "Felsefe Sempozyumu” adı altında  Tyana Kültür ve Sanat Festivali uluslararası niteliğe kavuşturulmalı. 

NOT: Tyanalı Apollon ile ilgili bilgilerin tamamı Prof. Dr. Asım Tanış’a aittir. 

Yazının Devamı

YUNUS EMRE VE SEVGİ

 

 Büyük adamları yaşatan iki şey vardır. Birincisi, büyük adamın çıktığı bilim, sanat veya tarihsel olayların kuşaklar boyunca geliştirip sürdürülmesi için, ikincisi onun kişi olarak değerlerinin eğitim içinde ele alınıp, gelecek kuşaklara aktarılması. 

Yunus Emre, halkın yıllarca sevdiği, gönül verdiği, şiirlerini içtenlikle benimsediği bir şair, halk büyüğüdür insanların onu anlaması için bir takım şeyleri bilmesine gerek yoktur. Sadece insanı insan yapan, başta sevgi olmak üzere, temel duygulardan yoksun bulunmaması gerekir. 

Yunus Emre, insanın duygu dünyasının büyüğü olduğu için yalnızca bazı bilgileri almış kimseleri değil, tüm insanları kucaklamaktadır. Yunus Emre, 

“Dünya bizim rızkımızdır. 

Halk benim halkımdır “ diyor. 

 

Herkes bu dünyada bir rızık için geçim için uğraşmıyor mu? Peki: geçim kavgası içinde olan insanlar, neden kendilerini bir halktan gibi görmüyorlar? Nedir bu silahlanma yarışı? Bugün ellerinde dünyayı yok edecek bombaları bulunduranlar, acaba neyin peşindeler? 

Bu bombaları patlatıp da havasını, suyunu, doğasını paylaştığımız dünyanın üzerinde bir tek canlı kalmazsa, kim kendisini, ne için ve kime karşı zafer kazanmış ilan edecek? Hepimizin birlikte yaşadığı, geçimini sağladığı şu dünyada nedir bu düşmanlıklar? 

Yunus Emre’nin yaşadığı zamanlarda, insanlar değil uzayı feth etmek belki de havada uçurtma bile uçuramıyorlardı. Ama yunus Emre, kendi uzayın da dünyayı görüyordu. Şimdi insanoğlu aya gitti, uzayda dolaşıyor, yine de uzay silahları ile bu dünyada birlikte yaşadığı insanları, diğer bir ifade ile kendi cinsini yok etme düşüncesinden kurtulamıyorum. Yunus Emre 13. yüzyılda yaşadı biz de 21. yüzyılda yaşıyoruz. Gelin görün ki, Yunus Emre’nin insanlık anlayışı ile bizim anlayışsızlığımız arasındaki 700 yılı kapatmak bir yana, durmadan da aramızı açıyoruz. Yunus Emre bu sorunu bizlerden daha iyi görebildiği için, bize şu dizeleriyle adeta yalvarıyor: 

Gelin tanış olalım. 

İşi Kolay Kılalım 

Sevelim Sevilelim 

Dünya Kimseye Kalmaz 

İnsanlar arasında, işleri sorun haline getiren, düşmanlıkları zemin hazırlayan, sevgi, barış ve huzur ortamından uzak bir dünya bizim için cehennemden farksız bir dünyadır. Dünya kime kalmış ki bize kalsın diyen Yunus Emre bize acı gerçeği anımsatıyor: 

Yalancı dünyaya konup göçenler. 

Ne söylerler ne bir haber verirler. 

Üstlerinde türlü türlü ot bitenler. 

Ne söylerler ne bir haber verirler. 

 

Bu dünyadan göçenlerin belki bir zamanlar malları, mülkleri çoktu, Varlık içinde idiler. Nerede bunlar şimdi? Sonunda hepsi kolu cebi olmayan o son gömleğe kefene sarılıp toprağa bırakılmadılar mı? Onlar ki çoktu malları 

 Gör nice olduğu halleri 

Sonucu bir gömlek imiş 

Onun da yoktur yenleri 

 Yunus Emre’ye göre ölmeden daha yaşarken neler yapmalı; 

Ben gelmedim dava için

Benim işim sevgi için 

Gönüller dost evi için 

Gönüller yapmaya geldim

 Yunus Emre’nin şiirlerini sevilmesi ve okunması, dilinin yalınlığından ve anlaşılırlığından kaynaklanır. Tekke şiirinin kurucusu sayılan Yunus Emre insancıllığı, insana verdiği değerle herkes tarafından sevilmiştir. Halk zevkine yakınlığı, duygusallığı ve alçakgönüllülüğü ile tüm gönülleri fethetmiştir. Deyişleri Türkçe, halkın konuştuğu Türkçedir. Sevgi, ölüm, din ve tasavvufla ilgili konular Yunus’un şiirlerinin ana temasıdır. Yunus Emre, şiirleri ile çığır açan, Anadolu’ya tasavvuf düşüncesini şiirleri ile yayan, sevgiyi, Allah sevgisini şiirlerinde ilke haline getiren efsanevi bir şairdir.

Yazının Devamı

KİTAP VE KÜTÜPHANE

 

                Kültürlü insanların en büyük dostu, yardımcısı ve eğlencesi kitaptır. Kitaplar zihnimizin ve gönlümüzün ihtiyaçlarını en kestirme yoldan karşılayan bir hazinedir. Kitaplar hayal gücü sınırlarını genişleten bir gücü olduğunu unutmayalım.

                Kitap okumanın zevkine bir kere eriştik mi bir daha kitapsız edemeyiz. Artık o, bizim her yerde sadık dostumuz, kılavuzumuz olur. Her hangi bir konuda geniş bilgi edinmek, alemlerin sırrını çözmek, oturduğumuz yerde dolaşmak istiyorsak hemen ona el atarız; bizi hiç yanıltmaz ve doyurur. İnsanlardan uzaklaştığımız, kendi kabuğumuza çekildiğimiz zamanda türlü bunalımlarla gerilen ruhumuzu sakinleştirmek, gönlümüzü eğlendirmek için yine onu yanımıza alırız. Her kitap yeni bir ülkenin fethedilmesi gibi bize birçok şeyler kazandırır. Görüş dünyamız genişler, gördüklerimizin bilincine varırız. Hassasiyetimiz gelişir.

                Kitap sayfalarındaki  o cansız gibi görünen kelimeler öyle bir güce sahiptir ki, zamanla kelime dağarcığımıza birikerek güzel ve kolay konuşabilme yetisini kazanmamıza neden olur. Sözün kısası  kitaplar duyularımıza, görüşlerimize, hareketlerimize aklın ve düşüncenin kılavuzluğunu sağlar. Okuma zevkinden yoksun insanlar ne yazık ki; karanlık bir dünyada yaşıyor gibidirler. Konuşmaları ve düşünceleri basit düzeyden ileri çıkamaz. İstediklerini, duygularını etkili ve güzel bir şekilde anlatamazlar. Hayalleri donuktur, kısıktır. Çekici bir yanları bulunmaz. Bir şeyi anlamakta, anlatmakta güçlük çekerler. Aydın çevrenin ortamına girdikleri zaman varlıklarını hissettiremez, çevrelerine ayak uyduramazlar. Hassasiyetlerini bile yerinde kullanamazlar. 

                Seçkin bir kişi olmak  istiyorsak, görüş ve anlayış kudreti, güzel konuşma yetisi kazanmak istiyorsak kitaplar bizim ebedi dostlarımız olmalıdırlar. Kütüphaneler; okur ve araştırmacılar tarafından kullanılmak üzere oluşturulmuş kitap koleksiyonu ve bu tür bir koleksiyonu barındıran mekan olarak tanımlanabilir. Bugün kütüphanelerde kitapların yanı sıra süreli yayın, film, dia, ses kaydı v.b. düşünce ve sanat ürünlerine de yer verilmektedir. 20. Yüzyılda çeşitli bilim dalları, mühendislik, tıp, işletme, hukuk gibi alanlardaki gelişmelerin yakından izlenebilmesi amacıyla, özellikle süreli yayınların derlendiği çok sayıda uzmanlık kütüphaneleri kuruldu.

                Kütüphanelerin kökeni kayıt tutma uygulamasına dayanır. Daha M.Ö. 3 BİN YILDA, Babil kenti Nippur’dakil tabletlerdeki kayıtların bir tapınakta saklandığı bilinmektedir. M.Ö. 7. yüzyılda Asur Kralı Asurbanibal’in toplayıp düzenlediği kayıt koleksiyonundan günümüze tam ya da parça halinde, yaklaşık 20 bin tablet kalmıştır.

                İlk kütüphaneler, Eski Yunan’da M.Ö. 4. Yüzyılda tapınaklarda ve felsefe okullarında oluşturulan kitap depolarıydı. Türklerde ilk kez Orta Asya’da Uygurların bir kütüphane oluşturduğu bilinmektedir. Karahoça ve Turhan kazıların da 30 bin yazma eser ortaya çıkarılmıştır. 

Türklerin islam dinini kabul ettikten sonra kurdukları ilk devlet olan Gazneliler’deGazneli Mahmut’un Büyük Saray Kütüphanesi ünlüydü. Osmanlı’larda genellikle medrese bünyesinde yer alan kütüphanelerin ilki Osman Bey döneminde İznik’te, ikinicisi Lala Şahin Paşa tarafından bursada kuruldu. Adnan Ötüken’in girişimiyle 16 Ağustos 1948’de Ankara’da ‘Milli Kütüphane’ açıldı. 

                Günümüzde etkinlik gösteren toplam kütüphane sayısı yaklaşık 900 dolayında, kitap sayısıda 7 milyon civarındadır. Tarihin derinliklerinden beri Kültür Merkezi olan Niğde İlinde her devrin fikir ürünlerine, koleksiyonlar halinde rastlanmaktadır.  Bu nedenle Niğde İlinde kültürün temeli olan kitap ve benzeri araçlar sürekli ilgi görüp önemli yerlerini almışlardır. 

                İlmin ve milli kültürün merkezi olan kütüphanelerin Niğde İlinde M.S. 1335 YILLARINDA Emir- Ül-Ümere Seyfeddin Sungur Ağa tarafından Niğde Merkezinde Sungur Bey Cami yanında kurulduğu, bununla beraber her Medresenin kendine özgü kütüphanelerinin olduğu, ayrıca camilerde ve mescitlerde de kendi çaplarında kütüphanelerin oluşturulduğu bilinmektedir. Niğde İli, Atlı arabalı gezici kütüphaneleri, Halk Kütüphaneleri, bölge Cilt Atölyesi ile ülke çapında örnek il olmayı başarmıştır.” Kitap Sevgisi” ne ulaşma dileğiyle.

Yazının Devamı

SİVİL TOPLUM VE ÖNEMİ

 

En geniş anlamı ile sivil toplum, bireylerin ve grupların devletten kaynaklanmayan ve devletçe yönetilmeyen her türlü toplumsal faaliyet içeren kollektif bir harekettir. Çoğunluk, bağımsızlık dayanışma, toplumsal bilinçlenme katılım, eğitim ve sorumluluk içeren bir aktivitedir.

Son yıllarda, hem Avrupa’da hem de ülkemizde gündemi meşgul eden tartışmalarda yeni ve güçlü bir ses yükseliyor: Sivil toplum... Sivil toplum örgütlü binlerce dernek, girişim, ajans ve sivil toplum kuruluşunu temsil eder. Demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti kavramlarının yerleşmesiyle ilgili talepleri, ekonomi ile ilgili endişeleri “toplum adına” gündeme getirir. 

Sanayileşmiş toplumları ve "Avrupa Kimliği"nin yansıması ve ayrılmaz bir parçası haline gelen sivil toplum, sosyal Avrupa'nın inşasında ve Avrupa bütünleşmesinde de önemli bir yere sahiptir.

AB’nin tarihsel gelişimi izlendiğinde, topluluk politikalarında ve etkinliklerinde sivil toplumun, insan haklarının ve demokratik değerlerin giderek daha fazla önem kazandığını görmekteyiz. 

İlk topluluk antlaşmalarında üzerinde pek durulmayan temsili demokrasi ilkeleri ve insan haklarına saygı, çok geçmeden Avrupa bütünleşmesinin, dünyada kendini kanıtlamasının başlıca araçlarından biri olmuştur. Temel hak ve özgürlükleri ve insan haklarının korunması ve güçlendirilmesi, dünya barışının ve adaletini sağlanmasına katkıda bulunacaktır. Bu açıdan elbette hükümetlere önemli görevler düşmektedir. Ancak, bu hedeflere uluslararası kuruluşların, örgütlü sivil toplumun ve vatandaşların katkısı olmaksızın ulaşılamayacağı da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. 

Artık her şey devletten beklemeyen uygar toplumlar, temsil ettikleri farklı çıkarlar, ilgi alanları ve hedefler için yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde örgütlenmekte, Avrupa çapında hızla yayılmaktadır. Böylelikle, kitlelerini taleplerini daha güçlü bir şekilde dile getirmektedirler. Avrupa toplumları devletin sorumluluklarını paylaşıp bilinçli ve çağdaş insanı temsil etmektedirler. 

Adaylık statüsü 1999 Aralık ayında Helsinki Avrupa Birliği Konseyince kabul edilen ve AB ile uyum hazırlıkları için kolları sıvayan ülkemiz penceresinden, sivil toplum ve AB ile ilişkilerini ele aldığımızda, Türkiye'de de sivil toplumun çeşitli konularda sesini yükselttiği ve rolünün giderek arttığı izlenmektedir. Yeni yeni güçlenen sivil toplumu, Avrupa ile bütünleşme sürecinde önemli görevler beklemektedir. 

Bir aday ülke olarak Türkiye'de örgütlü sivil toplumun AB’ye uyum sürecine aktif katılımının sağlanması daha çok önem kazanmıştır. Bu konu katılım ortaklığında da vurgulanarak, Türkiye'nin kısa vadeli önceliklerinden biri olarak, topluma ve dernek kurmaya ilişkin yasal ve anayasal garantileri güçlendirmesi ve sivil toplumun gelişimini teşvik etmesi öngörülmüştür.

AB'de olduğu gibi ülkemizde de sivil toplum, yönetimde yeni açılımlarım, işbirliklerinin, sorumluluk paylaşımının, şeffaflığın, toplumda ise uzlaşmanın motoru olma konumundadır.

Çağdaş toplumlarda sivil toplum, devlete karşı olmayıp devlet, ekonomik pazar ve vatandaşlar arasında üçüncü bir sektör olarak rol üstlenmek üstlenmiştir.

 Ülkemizde sivil toplum; siyasi partileri, vakıfları, dernekleri, sanayi ve ticaret odalarını, sendikaları, farklı platform ve vatandaş girişimlerini içine almaktadır. Bu örgütler merkezi otorite ile vatandaş arasında bir nevi arabuluculuk yapmakta köprü görevini üstlenmektedirler…

Yazının Devamı

DOKUMA HALISI NOSTALJİ OLDU

 

                Halının ilk vatanı Orta Asya’dır.Türkler nereye gitmişse halıyı ve halı dokuma sanatını oraya götürmüşlerdir. Yabancı kaynaklar halı kelimesinin anlamı üzerinde çeşitli yorumlar yapmışlar, kendi milletlerinin malı olarak göstermişlerse de rahmetli Sami Çölgeçen  de uzun ve bilimsel araştırmalardan sonra bütünüyle kelimenin Türkçe’den geldiğini, halı kelimesininde Türkçe kaynaklı olduğunu , dokunan her halıda, özellikle deseninde ecdadımızın duygu ve düşüncelerini yansıttığını, el sanatlarına verdiği önemi kanıtlarıyla ortaya koymuştur.

                Geçmişlerde evlenecek genç kızların temel çeyizi, evinin örtüsü, duvarının süsü olarak en önce ,belki de daha beşikteyken hazırlanan, dokuma tezgahlarına konan, annenin kızına öğrettiği başlıca el sanatıydı. 

                Halıcılık, Niğde ilinin, Kayseri’den sonra ata yadigarı sanatıdır. Eskiden özellikle kırsal kesimde hemen hemen her evde halı tezgahı bulunur, boş zamanlarda  halı başta olmak üzere el sanatlarını üretmekle (dokumakla) geçirilirdi. Niğde ve yöresinde dokunan halılar dokunduğu yere göre anılır ve piyasaya sürülürdü. Uluağaç Halısı, Taşpınar Halısı, Beyazkışlakçı Halısı, Bor Halısı,Ortaköy Seccadesi, Türkmen Kilimi, Arısaman Halısı v.b. gibi…Niğde Halıcılığı özel konumundan kurtarılarak kurumsallaştırılması 1972 yılında İl Özel İdaresinin önderliğinde yerel yönetimlerin iştiraki ile mümkün olmuştur. Vali Selami Celayir’in çabaları ile “Mahalli İdareler Halıcılık Birliği” kurularak birliğin yönetiminde Niğde Merkezde “Halıcılık Okulu” açıldı ve 90 genç kız okula devam ettirildi. Okulda 900-1000 yıl öncesine kadar Niğde ve civarında dokunan eski Türk halılarının motifleri büyük araştırmalarla elde edilerek slayt haline getirildi. Her biri dokunarak Niğde Halıcılığı Sanatı kaybolmaktan kurtarıldı. Halı Müzesi kurulması yolunda önemli adımlar atıldı.” Geleneksel Niğde Halıları Projesi” kapsamında 70 dolayında otantik halı dokunup sergilenmiştir. Yine Mahalli İdareler Halıcılık Birliği M.Ö. III. Ve II. Yüzyıllar arasında Türkler tarafından dokunan ve dünyanın ilk düğümlü halısı olarak bilinen, Sibirya’da Altay Dağlarında bulunan “Pızırık Halısı” diye adlandırılan halıyı dokuma başarısını göstermiştir.

                İhtiyaç amacıyla elde yapılan üretim zamanla ekonomik faliyetedönüşmüş, ticari değer taşımayan el ürünleri kaybolma sınırına yaklaşmıştır. Sanayinin gelişmesi sonucu, zamanla insan elinde hayat bulan birçok ürün fabrikalarda üretilmeye başlanmıştır. Böylece büyük emek ve uzun sürede elde yapılan üretim yerine, sanayi kuruluşlarında daha ucuza, hızlı bir üretim dönemi başladı.El ürünleri artık müzeler, sergi salonlarına, kitaplara veya küçük yerleşim yerlerinin ıssız sokaklarında birkaç eski dükkanın son yaşlı ustalarının ellerinde tutuklu kalmaktadır.

                Türk El dokuma halıcılığı da el sanatlarının bu gerilemesinden payına düşeni almıştır. Çin, İran, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerde ucuz işçilikle dokunan halıların dünya pazarlarında,hatta iç pazarda ağırlığını hissettirmesi Türk El Dokuma Halıcılığı ve El Sanatlarının kan kaybetmesine neden olmuştur. Şimdilerde “dokuma halı” eski önemini kaybetti. Evlerin tabanını dokuma halı yerine makine halıları örtüyor. İnsanımız desen, kökboya, dokuma işçiliği, ilmek sayısı gibi özellikleri düşünmek yerine, al benisi daha fazla, sık sık değiştirme imkanını yaratan makine halılarını tercih ediyor. Artık dokuma halısı nostalji oldu.

                

Yazının Devamı

GÜL SEN GÜLÜN OLAYIM

 

Düşündüm, taşındım bir de günlük yaşantımızda yeri olan, bir çok şaire, bestakare, sevenlere, sevdirenlere konu olan, yetiştirilmesi için büyük emekler verdiğimiz, evimizin, bahçemizin en güzel köşelerini ayırdığımız, çocuklarımıza adını koyduğumuz gülden bahsedeyim istedim. 

Gül, güzel kokusu ve çeşitli renklerdeki çiçekleri ile, çağlardan beri insanları derinden etkilemiş ve bütün kültürlerde seçkin bir yeri olan şairlere göre bülbülün sevgilisi, gonca halinde birliği, açılmış şekliyle birliğin çokluk haline gelişini, gül bahçesi (gülşen) gül gönül açıklığını veya kirinden, pasından temizlenmiş, ilahi güzelliği yansımasına hazır hale gelmiş kalbi temsil eder.

 Gül, gülgiller ailesinin Rosa cinsinden dikenli, tırmanıcı bitki türünün ortak adı. Türlerinin çoğunun ana yurdu Asya’dır. Güzel kokusu ve gösterişli çiçekleri nedeniyle hemen hemen bütün dünyada yaygın olarak yetiştirilir. Anadolu’da doğal olarak yetişen 25 kadar gül türü bulunmaktadır. Al, pembe, sarı, siyah, katmerli çeşitleri ile yaşamımızın her evresinde insanlara ilham kaynağı olmuş ve bütünleşmiştir.

 “ Gül gibi çok iyi, gül gibi çok güzel”, “Gül gibi bakmak“, “Gül gibi geçinmek“, “Gül üstüne gül koklamamak“, “Gülünü seven dikenine katlanır“,  Gülâbdan: gül suyu serpmek için kullanılan, ağzı emzikli, armut biçiminde kap, Gülbank: Hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua ya da ant. Gülbeşeker: Gül çiçeği ve şeker ile yapılan macun kıvamında bir çeşit reçel, Güldeste: Antoloji, Güllaç: Nişastadan yapılan çok ince kuru yufka ve bu yufkadan hazırlanan tatlı.

 Gül, insanların  adlarında da yer alarak onları mutlu edebilmenin simgesi olmuş, güzelliğin, zerafetin, inceliğin ifade edilmesinde yer almıştır. Gül, Gülistan, Gülser, Gülsever, Gülgün, Gülse, Gülsen, Güler, Gülben… 

 “Gül ağacı değilem, her gelene eğilem“, “Gül sen gülün olayım, bahçende gülün olayım“, “Gül yanaklı, al dudaklım“, “Güller arasında seni bensiz gören olmuş“ dizeleri Türk Sanat Müziğinin unutulmaz bestelerine konu olan güfteler… 

“Bahar erişti vü yıkıldı cihani nurani, 

Gelin teferrüc edelim gülü gülistanı.“  Hoca Dehhani 

“ Gülistanlar da yaylarsın, 

Taze gülleri yıylarsın, 

Yavlak zarılık eylersin, 

Niçin ağlarsın, bülbül, hey?…“ Yunus Emre 

Türk İslam Kültüründe gül, tasavvuf alanları anlamları dışında, peygamberimiz içinde güzel dizelerin yazılmasını vesile olmuş, sevgili peygamberimizin tenine benzetilmiştir. Bunu yunus Emre; “Gül Muhammed tenüdür.“ Mevlüd’ ün yazarı Süleyman Çelebi de, “Terlese güller olurdu her teri /Hoş direrlerdi terinden gülleri“ dizeleriyle ifade etmişdir. 

Gülü divan edebiyatının şairleri şiirlerine konu edilerek her fırsatta terennüm etmişler, sevgililerine ulaşmada vasıta kılmışlardır. Divan Şiirinin ustalarından Nedim “ŞARKI“ adlı şiirini son dörtlüğünde; 

Sen açıl gül gibi zar ile hezar olsun Nedim 

Bend bend olsun ham-i zülfin şikar olsun Nedim 

Sen salın cana yolunda haksar olsun Nedim 

İydir çık naz ile seyrane kurban olduğum.

(Sen gül gibi açıl, Nedim inleyerek bülbüle dönsün. /Saçının kıvrımları düğüm düğüm bir tuzak, Nedim de bu tuzağa tutulan ay olsun. /Sen nazlı nazlı gezin, Nedim de yolunda toprak olsun./ Ey sevgili ey kurban olduğum, bayramdır, naz ile gezintiye çık.)

 Gül her şeyden önce sevgidir, sevgilidir, tüm güzellikler ona yakıştırılır. Günlük hayatımızın, duygu ve düşüncelerimizin ayrılmaz bir parçası olan, baharla birlikte çeşitleriyle, güzel görünümüyle, kokusuyla içimizi ısıtan “GÜL”ü yetiştirmek, bahçelerimizi gül ağaçlarıyla donatmak, balkonlarımızın süsü haline getirmek, dikilenleri koruyup geliştirmek, yenilerini dikerek çevremizi güzelleştirmek hepimiz için vazgeçilmez bir görev olsun. Hepimizin yüzü gülsün, gönlümüz gül neşesi ile dolsun…

Yazının Devamı

ÇOCUKLARDA SEVGİSİZLİK

 

 Hiç bir anne-baba kendisine katı yürekli denmesini istemez. Ne var ki, zaman zaman elde olmayan nedenler yüzünden de çocuklarımıza böyle davrandığımız çok katı, çok sert çıkışlar yaptığımız da bir gerçektir. 

 Çocuklarımızın beğenmediğimiz davranışları karşısında sert çıkışlar yaparız, bağırıp çağırırız, “Artık sen bizim çocuğumuz değilsin, sevmiyoruz seni... “ gibi bir bakıma blöf niteliğinde çıkışlardır bunlar. Oysa bir çocuk için cezaların en büyüğü onun gözünde çok büyük anlam ve değer taşıyan annesinin ya da babasının sevgisini kaybetmektir. Bu gibi davranışlara sık sık başvuran anne ve babaların çocuklarında büyük bir güvensizlik duygusu, çekingenlik ve korku hali görülür. Yalnız kendine değil, anne ve babasına karşı olan güveni de azalır çocuğun. 

Kötü, beğenilmeyen davranışları karşısında çocuğa gelişi güzel söylenmiş olan “Artık seni sevmiyorum "gibi sözleri çocuk ciddiye alır. Çocuk için çok yakıcı ve derin izler bırakan etkileri olur bu gibi sözlerin. Oysa herkes bilir ki; sevilmeyen, beğenilmeyen çocuğun kendisi değil davranışlarıdır.  Lakin çocuk bunu anlayamaz, kavrayamaz aradaki farkı. 

Gelişi güzel söylenmiş sözler ya da bu konudaki hatalı davranışlar çocukta “ Artık annem babam beni sevmiyorlar" gibi yersiz bir takım duygu ve düşüncelerin gelişmesine de yol açabilir. Yalnızca olumsuz davranışları üzerinde durulduğunu, azarlandığını, sevilmediğini, iyi ve olumlu davranışlarına ise hiç ilgi gösterilmediğini gören çocuklarda yanlış bir takım kanılar doğabilir.  Bu gibi çocuklar büyüklerine karşı küskünlük duyarlar, içlerine dönerler, kendilerine karşı güvenleri azalır, suç işleyenlerin, ruh sağlığı ciddi şekilde bozulmuş kimselerin, uyumsuz davranışlar gösterenlerin çoğunluğunu özellikle anne-baba sevgisinden yoksun olarak yetişmiş insanlar teşkil etmektedir. 

Anne-babanın dışarıda çalışması sonucunda ilgisiz ve sahipsiz kalan çocukların, akrabadan sevilmeyen birine benzeyen çocukların, engelli çocukların hatta çirkin çocukların sevgisizlikle karşı karşıya kalabildiği de unutulmamalı.

Annenin özellikle çok küçük yaşta çocuğuna göstereceği yakınlık ve sevginin derecesi çok önemlidir.  Eğer bu sevgi şefkat ve ilgi duygusal yönden doyurucu nitelikte ise çocuğun da diğer insanlara karşı aynı tepkide bulunmaz bir gerçektir. Eğer çocuk annesinden bu duyguları yeteri kadar alamamışsa, bir insan için çok önemli olan bu temel ihtiyaçları gereği kadar doyurulmamış ise çocuğun ileride insanları sevmeyen, onlardan uzak duran soğuk bir kimse haline gelmesi kaçınılmazdır. Yani bu konuda ne ekiliyorsa o biçiliyor demektir.

Sevginin kişi yaşamındaki yeri ve önemini açıklarken “Saygı” kavramının da bu duygunun içinde olduğunu kabul ediyoruz. Öteden beri süre gelen yanlış bir anlayışa göre saygı yalnızca yaş ve makam yönünden bizden daha üst durumda olanlara karşı gösterilmesi gereken bir duygu hali, bir davranış biçimidir. Oysa saygı; küçük, büyük farkı gözetilmeksizin karşımızdakine ve kim olursa olsun, onun her şeyden önce en az bizim gibi ve bizim kadar bir insan olduğunu kabul ederek herkese vermemiz gereken bir değerin ifadesidir. 

Evet, çocuklarımızı adam yerine koymak, onlara gerçekten iyi davranmak, onların görüş ve düşüncelerine önem ve değer vermek... İşte bütün bu davranışların toplamı çocuklarımıza duyduğumuz saygının ölçüsünü ortaya koyar. Bu anlayışa göre, bu ortam içinde yetiştirilen çocuklar da aynı davranışları başkalarına gösteren kimseler haline gelirler. 

Çocuk, anne ve babasının müşterek bir eseri olduğuna göre bakımı ve eğitimiyle ilgili görev ve sorumluluklar da daha doğduğu günden başlayarak anne ve baba tarafından eşit olarak paylaşılmalıdır.

Yazının Devamı

SORUMLULUKLARIMIZ

İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Toplu halde yaşayan insanlar arasında huzur ve mutluluğun sağlanabilmesi için bireylerin hak ve yükümlülüklerini bilmeleri ve sorumluluk bilinci içerisinde bunun gereğini yerine getirmeleri gerekir. 

Sorumluluk bilinci önce kişinin kendisine karşı sorumluluğuyla başlamaktadır. Kendisine karşı sorumluluğunu bilen insan,ailesi ve topluma karşı olan sorumluluğunu da yerine getirebilir. 

“İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” ayeti insanın sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu belirtmekte, “nihayet o gün dünyada yararlandığınız nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz” ayeti de kendisine başta akıl olmak üzere verilen sayısız nimetlere karşılık insanında, gücü oranında yerine getirmek zorunda olduğu belli yükümlülükleri olduğunu ifade etmektedir. 

Toplumları derinden sarsan sayısız sorunun yaşandığını günümüz dünyasında, insanlık onurunu yakışır aydınlık geleceğin inşası için hepimize sorumluluklar düşmektedir. Zira, içinde yaşadığımız dünyada insanlık olarak birçok sorunlar karşı karşıyayız. Dünya genelinde, insanlığın geleceğini tehdit eden açlık, fakirlik, işsizlik, çevre kirliliği, doğal afetler, sosyal adaletsizlik, fırsat eşitsizliği, ahlaki çöküntü, manevi kirlenme, madde bağımlılığı, zulüm, yolsuzluk, yetersiz sağlık koşulları, eğitim ve hukuk alanında karşılaşılan sorunlar, tarihi ve kültürel değerlerin yok edilmesi, inançsızlık vb. sorunların yanı sıra insanlar arasındaki diyalog, hoşgörü ve tolerans eksikliği, farklılıklara karşı tahammülsüzlük ve farklılıklarla barış içinde bir arada yaşama konusunda yaşanan şiddet ve terör gibi sorunlarla iç içeyiz. 

Bu sorunlar, yalnızca bir yöreyi, bölgeyi ya da halkı değil, küresel anlamda bütün insanları şu ya da bu şekilde etkilemektedir. Bu sorunların üstesinden gelebilecek toplumlar arası, uluslararası kalıcı çözüm yolları aranmaktadır. 

Aslında bütün toplumsal sorunların başında sahip olduğumuz değerleri fark edememek ve bu değerleri hayata geçirememek yatmaktadır. Bu itibarla, değerlerimizi fark etmek ve o değerleri bir davranış bilincine ve yaşayan bir değer haline getirmek son derece önemlidir. Hiç şüphesiz, sahip olduğumuz en önemli değerde inanç ve öğretileriyle 14 asırdır insanlığı aydınlatan bir ışık kaynağı olan İslamiyet ve onun ortaya koyduğu ilke ve prensiplerdir. 

Bu itibarla yüce dinimizin kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in emir ve tavsiye ettiği paylaşma ve yardımlaşma gibi prensiplere kulak verip, bir birimize karşı yerine getirmemiz gereken bir takım görev ve sorumlulukların bilincinde olarak yaşamı acı ve tatlısıyla paylaşmalı, daha yaşanabilir kılmalı, sosyal yardımlaşma ve paylaşmayı temel alan bir hayat tarzını benimsemeliyiz. 

Yazının Devamı

BU MİLLET ŞEHİTLERİYLE AYAKTA KALMASINI BİLMİŞTİR

 

 Anadolu'nun şirin kenti Niğde 10 bin yılı aşkın geçmişi ile her zaman gururlu ve onurlu olmuş, kutsal değerler uğruna her zaman her yerde özellikle de vatan savunmasında her türlü fedakarlığın önderliğini yapmış ve yapmayı da kutsal bir görev saymıştır.

 Yunan isyanından, Balkanlardan Çanakkale'ye, Yemen'den Kurtuluş Savaşı'na, Kore'den Kıbrıs Barış Harekâtına ve Güneydoğu'da vatanın bölünmez bütününe uğruna fedakarlığın en büyüğünü sorgusuzca, içtenlikle yapmışlardır. 

Birinci Dünya Savaşı'nın değişik cephelerinde Çanakkale'de Batı Cephesi'nde çok sayıda şehit vermiştir.  Sadece Çanakkale'de 508 evladını kaybetmiştir. İçtiği antla şehit olmaya can atan Anadolu insanının Niğde ilinden Çanakkale savaşlarında Ethem Onbaşı ile başlattığı şahadet yarışı, bölücü örgütle çatışmada şehit olan Jandarma Üsteğmen Ruhi Aksoy, Jandarma Astsubay Erdal Songur, Uzman Jandarma Çavuş Halit Ergüven, Piyade Onbaşı Bülent Tunçbilek, Polis Memuru Murat Şengül, 32 yaşında Hakkari Şemdinli'de şehit düşen Üst Çavuş Cihangir Bekiş, Mardin-Dargeçit'te kahpe kurşunlara hedef olan Uzman Çavuş Kenan Erdem ve daha onlarca şehidimizle devam etmektedir. 

Coğrafi konumu itibariyle dünyanın  en önemli stratejik bölgelerinden biri olan ülkemiz, bu konumu ile yüzyıllarca çeşitli, gizli ve açık saldırılara hedef olmuştur.  Tarihimizde Türk devletini yıkmak için harekete geçen dış güçlerin dışarıdan saldırıları kadar,  memleket içinde ihanetleri de Türk devleti için sıkıntılar yaratmıştır. Bugün gittikçe güçlenen  Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün çizdiği yolda gösterdiği hedefe tarihine yakışır bir şekilde dünyada yerini almaktadır. Türkiye güçlendikçe Türk topraklarının emelleri olan Türkiye'nin ekonomik bakımından güçlenmesinin kendi çıkarları için tehlike gören devletler, ülkemizde sorunlar yaratmaya ve gelişmemizi her yola başvurarak engellemeye çalışmaktadırlar. 

 Şehit anaları ve babaları, şehit eşleri ve yetimleri!..

 Ölüm çok acı, çok ağır ve soğuk bir ifadedir. Ama bu vatan için, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için, kutsal değerler için, olursa anlamı farklı,  adeta gıpta edilecek bir olgudur.  Sakın onlara ölü gözüyle bakmayınız. Onlar Türk milletinin bağrında yatağın dirilerdir. 

Doğu ve Güneydoğu’da yakın dönem savaşlarında görev yaparken şehadet mertebesine ulaşan Niğde Merkezden 90, Altunhisar’dan 9, Bor’dan 15,  Çamardı'dan 11, Çiftlik’ten 4, Ulukışla'dan 7’si,  Türk Silahlı Kuvvetlerinden 19'da Türk Polis Teşkilatından olmak üzere toplam 155 evladımızı bağrımızda gururla yaşatıyoruz.  Ne mutlu onlara ki, aziz vatan için, yüce milletimiz için,  vatanımız ve milletimizin bölünmez bütünlüğü için Güneydoğu'da, Kore'de ve  Kıbrıs Barış Harekatında şehit oldular. 

 Cumhuriyetimizi yüceltmek vatanımızı her türlü tehlikeden korumak için canlarını feda eden şehitlerimizi minnetle, şükranlara rahmetle anıyor, aziz milletinizin başta olmak üzere ailesi ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz. 

Onlar ebedi istirahatgahlarında rahat olsunlar. Kanları yerde kalmayacaktır. 

Yazının Devamı

ALADAĞLAR MİLLİ PARKI

Toros Aladağlar ve sınırları içerisinde yer alan “Aladağlar Milli Parkı” Niğde-Adana-Kayseri illerinide kapsayan toplam 54.524 hektarlık alanda 1995 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile milli park olarak ilan edilmiştir.

 Niğde ilinin 11.467 hektarlık, Adana ilinin 11.702 hektarlık, Kayseri ilinde 31.358 hektarlık, arazisine kapsayan son derece zengin doğal kaynak değerlerine sahip, doğa turizmi ve doğa sporları açısından ülke coğrafyasında en görkemli, florası bakımından en zengin, peyzaj olarak en güzel ilgi çekici doğal alanlarımızdan biridir.

 Aladağlar Milli Parkı, gerçek anlamda jeomorfolojik hiç açık hava müzesidir. Karaçamdan, kızılçam’a kadar hakim türler mevcuttur. Yaban hayatından yörede yaban keçisi, başak, sansar, su samuru, tilki, kurt, yaban domuzu, kuş türü olarakta, Ur Kekliği, Kınalı Keklik, Kartal, Doğan, Şahin, Karga ile birlikte küçük kuş türleri de bulunmaktadır. Saha içerisinde bir adet Yaban Keçisi ve Ur Kekliği Yaban Hayatı Koruma Sahası bulunmaktadır. 

Aladağlar Milli Parkı içerisinde bulunan, Kapuzbaşı Şelaleleri ile birlikte en önemli bölümü Aladağların en yüksek ve en geniş platosu Yedigöllerdir. Hacer Ormanlarının eko turizm kullanımına sunulması önemlidir.

Yedigöllerin, güney, batı ve kuzeyini çevreleyen 3500-3700 m.yüksekliğindeki onlarca zirve ile adını vadi tabanında bulunan yedi adet Dağ-Buzul gölü fiziki coğrafyası ile ülkemizin en önemli doğa yürüyüşü (trekking) alanlarından birisidir.

 Türkiye’nin en güzel peyzaj alanlarından birisi olan Yedigöller; çepeçevre onlarca zirvesiyle, dağ-buzul gölleri ile, yüksek dağ bitkileri ile, yaban hayatıyla, buzul kayalıklarıyla dikkat çekmekte gezenleri büyülemektedir. 

Hacer Ormanları; deniz seviyesinden 2200 metre yükseklikte bulunan 2750 hektarlık alanı kapsayan, köknar, meşe, sedir, ardıç, gürgen, kavak, karaçam bitki örtüsü ile Aladağlar’ın en ilgi çeken köşelerinden birisidir. 

Uzmanlar ve gezginler Hacer Ormanı için; turizm, mağaracılık, dağcılık, florası ile Aladağlara takılmış birinci gerdanlık benzetmesi yapıyorlar. Aladağlar Milli Parkı’nın kullanımı, geliştirilmesi konusunda bir takım önerilerde bulunan yerli ve yabancı çevreciler şu görüşleri ileri sürmektedirler: Aladağlar milli park alanına motorlu taşıtlarla ulaşılması yerine mevcut patika ve stabilize yollar tercih edilerek dağ yürüyüşü teşvik edilmelidir. Böylece yöre de bulunan doğal yapı, flora ve peyzaj değerlerinin korunması sağlanarak motorlu taşıtlardan kaynaklanan kirlilikten etkilenmeleri önlenmelidir.

 Hazırlanması gereken mastır planı çalışmalarının bir an önce hazırlanması, uygulanmaya konulması, mola kamp alanları, günübirlik alanlar, doğa yürüyüş güzergahları, tırmanma doğrultularının tespiti bölge turizmi açısından büyük önem arz etmektedir. 

 Aladağlar Milli Parkı ülkemiz ve dünya turizmi açısından büyük önem taşıyan bir bölge. Ülkemizin doğayı koruma, geliştirme, turizme açma konusunda yapması gereken bir çok işi bulunmaktadır. Bu noktada ilgili bütün kuruluş ve temsilcilerine, doğa severlere büyük görevler düşmektedir.

 Kaynak: Kayseri ili Çevre Koruma Vakfı yayını  “Aladağlar Milli Parkı” adlı eser

Yazının Devamı

ORMAN HAYATTIR

Günümüz dünyasında, büyük kentlerdeki yoğun nüfus artışı, stres, sanayileşmenin getirdiği olumlu, olumsuz durumlar, yaşam düzeyinin yükselmesi, insanların boş zamanlarını değerlendirmek için kırsal alanlara yönetmiştir. 

Oyunları, kayak, yüzme, gezinti, fotoğrafçılık, doğa araştırmaları, sportif faaliyetler gibi etkinlikler önem kazanmıştır. Coğrafi konumu nedeniyle bir deniz ve doğa cenneti olan yurdumuz doğal güzellikleri ile de iç ve dış turizmin vazgeçilmez köşesi olmuştur. Tüm bu yönleri ile doğal güzelliklerimizden biri olan ormanlar ekonomik açıdan turizmi geliştirerek insanlara ruhsal, sosyal, kültürel yararlar sağlamaktadır.

Orman içi ve ormana yakın yerleşim yerlerinde yaşayanlara çeşitli iş imkanları sağlayan ormanlar, işsizliği önleme de de etkin rol oynamaktadır. Halkın hizmetine sunulan orman ürünlerinden başka tatlısu balıkçılığı, arıcılık, hayvancılık, turizm hizmetlerine yönelik çalışma alanları ile geniş bir hizmet imkanına sahiptir. Dikim, bakım, üretim, işleme ve pazarlama gibi konular insan emeğini gerektirdiğinden iş alanı olarak büyük önem taşımaktadır. Buda ülke ve orman köylüsünün ekonomisine katkı demektir. Kırsal kesimden kentlere göç önleme de ormanların önemi gözardı edilemez. 

Soyu tükenmekte olan hayvanların korunması ve çoğaltılmasında doğal çevre olan ormanlar, av kaynaklarının da gelişmesini sağlayan doğal ortamlardır. Bir çok canlıyı sinesinde barındırır. Ülkemizde pek çok hayvan türünü barındıran bir faunaya sahip bulunmaktadır. Bu kadar değişik bir faunayı korumanın yolu da ormanları korumaktan ve geliştirmekten geçer. 

Toprağın, sularda yıkanması ve rüzgârlarda taşınması sonucu oluşan toprak kaybını “EROZYON” olarak nitelendiriyoruz. Ormanların rüzgârın hızını kestiği, yağmuru sel olmaktan kurtardığı herkes tarafından bilinmektedir. Ağaç ve orman, toprağı kökleriyle tutar, yağışların akan suların sürükleme gücünü azaltarak erozyona karşı korur. Heyelan, çığ ve rüzgârın taşıdığı toprakların tarım alanlarını örtmesi sonucu oluşan verimsizliği Önler.

Erezyon ile yok olan toprakların çoğunun geri dönüşü mümkün değildir. Ormanlık alanda bir metre karelik yüzeyden taşınan toprak sadece 4 gramdır. Ormansız, ağaçsız alanda ise bu miktar 1,5 kg’dır. Yani orman ve ağaçlar çıplak alana ona göre erozyonu 375 kat azaltıyor. Ormanlar, toprağın sigortasıdır. Erozyonu ve çölleşmeyi önler. 

Tüm canlılar için ağaç ve ormanlar dünyamızı güzelleştiren doğayı koruyan ve doğa bilincini geliştiren yaşamsal öneme sahiptir. Ağaç ve orman ürettikleri oksijen ile hava kirliliğini önler, yağış, nem, rüzgâr, ışığı üzerinde olumlu etkiler yapar.

 Ormanlar, su varlığını korur ve düzenler. Ormanlar, ilaç, gıda ve kimya sanayinin deposudur. Ormanlarımızda bulunan ağaç ve diğer bitkilerin kök, kabuk, yaprak, dal, çiçek ve tohumları çeşitli hastalıkların tedavisi için hazırlanan ilaçların yapımında kullanılmaktadır. Defne, kekik, adaçayı, kestane, fıstık kabuğu, kuşburnu, keçiboynuzu gibi bitkiler doğrudan gıda olarak kullanılabileceği gibi ihtiva ettikleri maddeleri ile de çeşitli sanayi kollarında kullanılmaktadır. 

Sonuç olarak; “ORMAN HAYATTIR”. Ağaç ve orman sevdalısı olalım. Ağaç ve ormanlarımızı koruyalım. ORMANSIZ VATAN VATAN DEĞİLDİR.

Yazının Devamı

BU MİLLET ŞEHİTLERİYLE AYAKTA KALMASINI BİLMİŞTİR

Anadolu'nun şirin kenti Niğde 10 bin yılı aşkın geçmişi ile her zaman gururlu ve onurlu olmuş, kutsal değerler uğruna her zaman her yerde özellikle de vatan savunmasında her türlü fedakarlığın önderliğini yapmış ve yapmayı da kutsal bir görev saymıştır.

 Yunan isyanından, Balkanlardan Çanakkale'ye, Yemen'den Kurtuluş Savaşı'na, Kore'den Kıbrıs Barış Harekâtına ve Güneydoğu'da vatanın bölünmez bütününe uğruna fedakarlığın en büyüğünü sorgusuzca, içtenlikle yapmışlardır. 

Birinci Dünya Savaşı'nın değişik cephelerinde Çanakkale'de Batı Cephesi'nde çok sayıda şehit vermiştir.  Sadece Çanakkale'de 508 evladını kaybetmiştir. İçtiği antla şehit olmaya can atan Anadolu insanının Niğde ilinden Çanakkale savaşlarında Ethem Onbaşı ile başlattığı şahadet yarışı, bölücü örgütle çatışmada şehit olan Jandarma Üsteğmen Ruhi Aksoy, Jandarma Astsubay Erdal Songur, Uzman Jandarma Çavuş Halit Ergüven, Piyade Onbaşı Bülent Tunçbilek, Polis Memuru Murat Şengül, 32 yaşında Hakkari Şemdinli'de şehit düşen Üst Çavuş Cihangir Bekiş, Mardin-Dargeçit'te kahpe kurşunlara hedef olan Uzman Çavuş Kenan Erdem ve daha onlarca şehidimizle devam etmektedir. 

Coğrafi konumu itibariyle dünyanın  en önemli stratejik bölgelerinden biri olan ülkemiz, bu konumu ile yüzyıllarca çeşitli, gizli ve açık saldırılara hedef olmuştur.  Tarihimizde Türk devletini yıkmak için harekete geçen dış güçlerin dışarıdan saldırıları kadar,  memleket içinde ihanetleri de Türk devleti için sıkıntılar yaratmıştır. Bugün gittikçe güçlenen  Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün çizdiği yolda gösterdiği hedefe tarihine yakışır bir şekilde dünyada yerini almaktadır. Türkiye güçlendikçe Türk topraklarının emelleri olan Türkiye'nin ekonomik bakımından güçlenmesinin kendi çıkarları için tehlike gören devletler, ülkemizde sorunlar yaratmaya ve gelişmemizi her yola başvurarak engellemeye çalışmaktadırlar. 

 Şehit anaları ve babaları, şehit eşleri ve yetimleri!..

 Ölüm çok acı, çok ağır ve soğuk bir ifadedir. Ama bu vatan için, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için, kutsal değerler için, olursa anlamı farklı,  adeta gıpta edilecek bir olgudur.  Sakın onlara ölü gözüyle bakmayınız. Onlar Türk milletinin bağrında yatağın dirilerdir. 

Doğu ve Güneydoğu’da yakın dönem savaşlarında görev yaparken şehadet mertebesine ulaşan Niğde Merkezden 90, Altunhisar’dan 9, Bor’dan 15,  Çamardı'dan 11, Çiftlik’ten 4, Ulukışla'dan 7’si,  Türk Silahlı Kuvvetlerinden 19'da Türk Polis Teşkilatından olmak üzere toplam 155 evladımızı bağrımızda gururla yaşatıyoruz.  Ne mutlu onlara ki, aziz vatan için, yüce milletimiz için,  vatanımız ve milletimizin bölünmez bütünlüğü için Güneydoğu'da, Kore'de ve  Kıbrıs Barış Harekatında şehit oldular. 

 Cumhuriyetimizi yüceltmek vatanımızı her türlü tehlikeden korumak için canlarını feda eden şehitlerimizi minnetle, şükranlara rahmetle anıyor, aziz milletinizin başta olmak üzere ailesi ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz. 

Onlar ebedi istirahatgahlarında rahat olsunlar. Kanları yerde kalmayacaktır. 

Yazının Devamı

KADINLARIMIZ DAHA ÇOK OKUMALI

Kadınların eğitim gereksiniminin toplumlarda kabul görmesi, sosyal- ekonomik konum ile paralellik göstermektedir. Diğer bir ifade ile kadının eğitimine ekonomik ve sosyal açıdan gelişmiş ülkelerde, gelişmekte olan ülkelerden daha çok önem verilmektedir. Bu durum aynı ülke içinde farklı bölgelerin ve giderek farklı ailelerin karşılaştırılmasında da izlenebilmektedir.

 Bu farklılıkları yaratan ana faktör, genelde herkesin kadın eğitiminden elde edilecek fayda ve maliyeti farklı biçimde değerlendirmesidir. Kız çocuğu veya yetişkin kadının eğitimi ihtiyaç hissetmesi, söz konusu kişilerin eğitimin yararı ve harcamaları arasında yapacakları karşılaştırmaların yarar lehine olumlu çıkmasına bağlıdır. Türk toplumunda özellikle bazı yörelerde ve kesimlerde “Kız çocuğu okuyup da ne olacak evinin kadını olmalı erkeğine hizmet etmeli” düşüncesi kız çocukları başta olmak üzere kadınların eğitimini büyük ölçüde engellemektedir.

Bir ülkenin eğitime, özellikle de kadınlarının eğitimine verdiği önem ve bütçeden ayırdığı pay uygulamayı yönlendirmek için oluşturduğu yasal çerçeve, o ülkenin kadın eğitiminin getirisinin diğer alanlardaki yatırımlarla karşılaştırılmasının gerçek sonuçlarının bir göstergesidir. 

 Yapılan araştırmalarda, üretim ve Gayrisafi Milli Hasıla artışı ile ilköğretime devam etme oranları arasında güçlü bir olumlu ilişki bulunduğu saptanmıştır.

Kadınlarla erkekler arasındaki eğitim farkının kadın aleyhine en fazla olduğu ülkeler, genelde gelirin de düşük olduğu ülkelerdir. 

Okuryazar olmayan kadınlar genelde ülkelerin daha az gelişmiş bölgelerinde daha fazla oranda bulunmaktadır. Bu nedenle bir yandan söz konusu bölgelerdeki kız çocuklarının okula kaydedilmesi ve okulda kalmalarının sağlanması, diğer yandan yetişkin kadınların okuryazarlığının arttırılması, kadınların ekonomik potansiyellerinin artırılması ile bölgeler arası dengesizlikleri azaltıcı bir etki yapacaktır.

Okuma- yazma bilmeyen, ileri öğrenime devam etmeyen kadının aile dışında ücretli bir iş bulması imkansız hale gelmiştir. Bunun gerçekleşmesi halinde bile bazı istisnalar dışında sosyal güvenceden yoksun “ Kayıt dışı” bir iş olacaktır. Kadının eğitimi arttıkça, kayıtlı ekonomiye dahil olan iş yerlerinde ve iş gruplarında çalışma imkanı artacaktır. 

Eğitimli kız çocukları ve yetişkin kadınların, bir yandan hijyen kuralları ile hastalıklara karşı alınabilecek basit koruyucu önlemler hakkında bilgi edinme ve uygulama potansiyellerinin artması diğer yandan mevcut sağlık imkanlarını daha etkin biçimde kullanabilme şansı elde edebilmeleri, en azından genel halk sağlığını olumlu biçimde etkileyecek ve çocuk ölümlerinin azalması açısından ülke çapında yarar sağlayacaktır. Gelişmekte olan ülkeler üzerinde yapılan çalışmalarda annelere verilen her türlü eğitimin çocuk ölümlerini azalttığı gerçeğini ortaya koymuştur. Annelerin eğitim düzeyi arttıkça, çocukların hayatta kalma şansları da artmaktadır.

Anneleri eğitim görmemiş çocuklar arasında 5 yaş altında binde 73 olan ölüm oranı, anneleri en az ilkokul mezunu olan çocuklarda binde 44'e düşmektedir. 

Kadınların eğitimi; toplumdaki feodal alıntıların temizlenerek çağdaş toplumun oluşturulmasına katkı sağlayacaktır.

Kadınların okur-yazar hale getirilmesi, iyi eğitim görmesi kadınların kamusal hayatta hayata katılmalarını ve bilgiye ulaşmalarını sağlayarak demokratikleşmeye de katkıda bulunacaktır.

Eğitilmiş kadınlar kız veya erkek olsun çocuklarının eğitimine daha fazla önem vermektedirler. İlk öğrenimini bitiren bir kadın eğitimsiz bir kadından 5 kat daha fazla kız çocuğunu okutacaktır.

Ülkemizdeki araştırmalar da kadının eğitiminin özellikle kız çocuklarının eğitimini etkilediğini göstermektedir. Eğitim görmemiş çalışan kadınların %28,2'sinin  6 yaşından küçük çocuğuna daha büyük kız çocuğu baktığı halde bu oran orta öğrenim ve daha üste eğitim görmüş kadınların çocuklarında %1,7'ye inmektedir.  Bu durum daha fazla eğitimi olan annelerin bebeklere bakmak için büyük kız çocuklarına okuldan mahrum ederek evde tutmadıklarını göstermektedir.

Erken evlilik ( 13-14 yaşlarındaki kız çocuklarının evlendirilmesi)  toplumumuzun çözüm bekleyen en önemli sorunlarının başında gelmektedir. 

Eğitim görmemiş cahil anne ve babalar yaptıkları bu büyük yanlışla toplumumuzun konuya olan duyarsızlığı kız çocuklarımızın başını bağlama yerine bahtının bağlanmasını sağlamaktadır. 

Yazının Devamı

ÇOCUKLARDA SEVGİSİZLİK

 

 Hiç bir anne-baba kendisine katı yürekli denmesini istemez. Ne var ki, zaman zaman elde olmayan nedenler yüzünden de çocuklarımıza böyle davrandığımız çok katı, çok sert çıkışlar yaptığımız da bir gerçektir. 

 Çocuklarımızın beğenmediğimiz davranışları karşısında sert çıkışlar yaparız, bağırıp çağırırız, “Artık sen bizim çocuğumuz değilsin, sevmiyoruz seni... “ gibi bir bakıma blöf niteliğinde çıkışlardır bunlar. Oysa bir çocuk için cezaların en büyüğü onun gözünde çok büyük anlam ve değer taşıyan annesinin ya da babasının sevgisini kaybetmektir. Bu gibi davranışlara sık sık başvuran anne ve babaların çocuklarında büyük bir güvensizlik duygusu, çekingenlik ve korku hali görülür. Yalnız kendine değil, anne ve babasına karşı olan güveni de azalır çocuğun. 

Kötü, beğenilmeyen davranışları karşısında çocuğa gelişi güzel söylenmiş olan “Artık seni sevmiyorum "gibi sözleri çocuk ciddiye alır. Çocuk için çok yakıcı ve derin izler bırakan etkileri olur bu gibi sözlerin. Oysa herkes bilir ki; sevilmeyen, beğenilmeyen çocuğun kendisi değil davranışlarıdır.  Lakin çocuk bunu anlayamaz, kavrayamaz aradaki farkı. 

Gelişi güzel söylenmiş sözler ya da bu konudaki hatalı davranışlar çocukta “ Artık annem babam beni sevmiyorlar" gibi yersiz bir takım duygu ve düşüncelerin gelişmesine de yol açabilir. Yalnızca olumsuz davranışları üzerinde durulduğunu, azarlandığını, sevilmediğini, iyi ve olumlu davranışlarına ise hiç ilgi gösterilmediğini gören çocuklarda yanlış bir takım kanılar doğabilir.  Bu gibi çocuklar büyüklerine karşı küskünlük duyarlar, içlerine dönerler, kendilerine karşı güvenleri azalır, suç işleyenlerin, ruh sağlığı ciddi şekilde bozulmuş kimselerin, uyumsuz davranışlar gösterenlerin çoğunluğunu özellikle anne-baba sevgisinden yoksun olarak yetişmiş insanlar teşkil etmektedir. 

Anne-babanın dışarıda çalışması sonucunda ilgisiz ve sahipsiz kalan çocukların, akrabadan sevilmeyen birine benzeyen çocukların, engelli çocukların hatta çirkin çocukların sevgisizlikle karşı karşıya kalabildiği de unutulmamalı.

Annenin özellikle çok küçük yaşta çocuğuna göstereceği yakınlık ve sevginin derecesi çok önemlidir.  Eğer bu sevgi şefkat ve ilgi duygusal yönden doyurucu nitelikte ise çocuğun da diğer insanlara karşı aynı tepkide bulunmaz bir gerçektir. Eğer çocuk annesinden bu duyguları yeteri kadar alamamışsa, bir insan için çok önemli olan bu temel ihtiyaçları gereği kadar doyurulmamış ise çocuğun ileride insanları sevmeyen, onlardan uzak duran soğuk bir kimse haline gelmesi kaçınılmazdır. Yani bu konuda ne ekiliyorsa o biçiliyor demektir.

Sevginin kişi yaşamındaki yeri ve önemini açıklarken “Saygı” kavramının da bu duygunun içinde olduğunu kabul ediyoruz. Öteden beri süre gelen yanlış bir anlayışa göre saygı yalnızca yaş ve makam yönünden bizden daha üst durumda olanlara karşı gösterilmesi gereken bir duygu hali, bir davranış biçimidir. Oysa saygı; küçük, büyük farkı gözetilmeksizin karşımızdakine ve kim olursa olsun, onun her şeyden önce en az bizim gibi ve bizim kadar bir insan olduğunu kabul ederek herkese vermemiz gereken bir değerin ifadesidir. 

Evet, çocuklarımızı adam yerine koymak, onlara gerçekten iyi davranmak, onların görüş ve düşüncelerine önem ve değer vermek... İşte bütün bu davranışların toplamı çocuklarımıza duyduğumuz saygının ölçüsünü ortaya koyar. Bu anlayışa göre, bu ortam içinde yetiştirilen çocuklar da aynı davranışları başkalarına gösteren kimseler haline gelirler. 

Çocuk, anne ve babasının müşterek bir eseri olduğuna göre bakımı ve eğitimiyle ilgili görev ve sorumluluklar da daha doğduğu günden başlayarak anne ve baba tarafından eşit olarak paylaşılmalıdır.

Yazının Devamı

EĞİTİMİN ÖNEMİ.

Uzakdoğu’nun ünlü düşünürü KUAN-TZU eğitimin önemini şu dizelerle dile getiriyor; 

“Bir yıl sonrası ise düşündüğün, tohum ek. 

Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladıdığın. 

Ama düşünüyorsan yüzyıl yıl ötesini, halkı eğit.

 Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın.

 Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın. 

Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti.”

Byron’un ‘Ekmekten sonra eğitim, bir milletin en büyük ihtiyacıdır.’ dediği eğitim, insanların kişiliklerini, mesleki yeteneklerini ve kalite bilinçlerini geliştirebilmek, kişileri, yeniden yapılandıran kalite standartlarına uydurmanın yanı sıra ahlaki değerlere saygı duymaya yönetmek, toplumları öğrenen, araştıran, düşünen, tartışan, çözüm üreten toplumlar şekline dönüştürmek için önemli bir araç. Toplumun kalitesinden bahsedebilmek için öncelikle kaliteli ailelere, sonra kaliteli öğretmenlere, kaliteli yöneticilere, ardından da kaliteli medyaya ihtiyacımız var. Kısacası, toplumun bütün kesimlerinde, kalite bilincine sahip ve kalitenin yaşam biçimi olması gerektiğine inanan insanlara ihtiyaç var. Eğitimin olmadığı durumlarda, en kaliteli doğal kaynaklara en yüksek teknoloji ürünü makinalara, profesyonellere hazırlanmış en iyi sistemlere bile sahip olunsa, modelin başarılı olması söz konusu değildir. 

Ülke çapında yapılan anketler, ülkede yaşayan hemen herkesin politika, eğitim, adalet, sağlık, ekonomi gibi alanlar ile insan ilişkilerindeki kalitesizlik ve manevi değerlerdeki yozlaşma üzerinde fikir birliği içinde olduklarını gösteriyor. Çoğunluk bezgin, umutsuz, gergin ve kalitesizlikten yakınır durumda. 

Aristo ‘Gençlerin eğitimine önem verin, çünkü bu yoldaki herhangi bir ihmal memleketin yapısını mahveder.’ Biz neler öğretiyoruz çocuklarımıza gereken önemi veriyor muyuz eğitimlerinde? Zorlukları aşabilmek için, öncelikle toplumdaki ayrı tellerden çalan insanları aynı telden çalar hale getirmek gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, ülkemiz sınırları içinde yaşayan tüm insanların evrensel olumlu mutlakda buluşmalarını sağlamak gerekiyor. Yani her durum ve zamanda dürüst ve adaletli davranmaları gerekiyor. 

İnsanı insan yapan ve toplumu ayakta tutan olumlu değerlerin tükenmekte olduğu, köşe dönücülüğün, şiddetin ve kişisel çıkarların toplum çıkarları üzerinde tutulmasının özevdirildiği, bencillik, disiplinsizlik, hedefsizlik, hırs, saygısızlık, sevgisizlik, tembellik, yalancılık gibi olumsuz değerlerin ön plana çıkartıldığı günümüzde tüm bireylerin evrensel olumlu mutlakda buluşmaları, toplumsal kaliteyi yakalama çalışmalarının başlatılması hayati önem kazanmaktadır. 

Yöneten de yönetilen de insan. Teknolojiyi yaratan da, doğal kaynakları kullanan da insan… Kalite sistemini kuracak olan da, bu sistemin sağlıklı bir yapıya kavuşturulmasını, yürütülmesini sağlayacak olan da insan… Kısacası, toplumsal kalitenin temelindeki en önemli faktör insan… 

Bu nedenle insanlarımızı yakından tanıyarak, kim veya ne olduğumuzu anlayarak, zayıf ve güçlü yanlarımızı tespit ederek, kendimizi olumlu değerler doğrultusunda yeniden yapılandırabilir, bu yolla yaşamda kaliteyi yakalayabilir böylece bilimsel kaliteden toplumsal kaliteye doğru bir yolculuğa çıkarabiliriz. Tüm insanları evrensel olumlu mutlak da buluşturmanın, kaliteli yaşama ulaştırma yolunda çıkacak zorlukları açmanın ilk adımı ve şartı eğitimdir.

Ulu Önder Atatürk’ün de belirttiği gibi; “Eğitim bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum halinde yaşatır, ya da bir milleti esarete ve sefalete terk eder.” 

“Eğitimin amacı yalnız hükümetlere memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlaklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı veya önüne çıkan engelleri  aşmaya kudretli gençler yetiştirmektir. Kaliteli insan yetiştirmektir. Bunun içinde eğitim-öğretim programları ve sistemleri buna göre düzenlenmelidir.

Yazının Devamı

BİZİ BEKLEYEN TEHLİKE, KÜRESEL ISINMA

Bütün dünyada milyonlarca sanayi tesisine atıkları ve gazları… Irmaklarımıza ve denizlerimize boşalttığımız milyonlarca ton atık su... Tarlalarımıza serptiğimiz milyonlarca tohum kimyasal maddeler... 6-7 milyarlık nüfusun ortalığı saçtığı çöp… Denizlerde dolaşan gemilerin suları... Kaza sonucu bunların okyanuslara, denizlere boşalttığı yüz binlerce tohum petrol… Sonuç noktalı, gitgide bir afet boyutuna ulaşan bir çevre sorunu, dünyamızın atmosferinden, okyanus ve denizlerine, ırmaklarına, göllerine ve topraklarına kadar kirletmediğimiz hiçbir yer kalmadı. 

Sadece kirlilik yaratmıyoruz. Dünyamızı yaşanılır bir yer yapan temel özellikleri de tahrip ediyoruz. Yeşil alanları, ormanlık bölgeleri yakarak, tahrip ederek, betonlaştırıyoruz. Ozon tabakasını deliyor ,küresel ısınmaya davetiye çıkarıyoruz. 

Atmosferin yüzde 78 oranında azot, yüzde 24 oranında oksijenden oluştuğunu biliyoruz. Kalan yüzde 1'ini de argon, su buharı, karbondioksit, neon, helyum, kripton ve hidrojen gibi gazlar oluşturuyor. İşte bu gazlardan karbondioksitin önemli bir etkisi bulunuyor. Güneşten dünyamıza gelen ışınların büyük bir bölümü, dünyadan uzaya geri yansıyor.  Atmosferdeki bazı gazlar ise güneş ışınlarındaki enerjiyi atmosfer içinde hapsediyor. Böylece, atmosfer sıcaklığını artırıyor. Yani atmosfer gazları adeta dünyamızın etrafını kuşatan bir sera vazifesi görüyor, ısıyı içeride depolayıp dışarı kaçmasını engelliyor. İşte buna gazların yarattığı sera etkisi adı veriliyor.  Sera etkisinin yarısını karbondioksite borçluyuz. Peki ama,  eğer bir yandan fabrikalarımız, otomobillerimiz, savaşlarımızla ve ısınma için kullandığımız yakacaklarla atmosfere yolladığımız karbondioksit miktarını artırırsak, bir yandan da ormanlarımızı, yeşil alanları tahrip ederek karbondioksit tüketen ağaçları azaltırsak ne olur? Bunu bilmeyecek ne var? Atmosferdeki karbondioksit miktarı artar. Artarsa ne olur? Sera etkisi güçlenir. Atmosferlerde tutulan günler güneşin enerjisi artar ve atmosfer ısınmaya başlar. İşte buna da "Küresel ısınma "diyoruz. 

El birliği ile atmosfere yılda 24 milyon ton karbondioksit gönderiyoruz. Bunun büyük bir bölümü zengin, sanayileşmiş ve soğuk iklimli Kuzey ülkelerinden kaynaklanıyor. İnsanlığın fosil  esaslı yakıtları çok büyük ölçülerde kullanmaya başladı son 150 yılda atmosferdeki karbondioksit miktarı yüzde 25 oranında arttı. 2030 yılında atmosferdeki karbondioksit oranının dünyanın endüstri öncesine kıyasla iki kat daha artmış olacağı tahmin ediliyor. Bu da 2030'da dünya ısısının 1-2 derece artacağı anlamına geliyor. Eh, bir şey değilmiş, bundan ne çıkar? Ne mi çıkar? 2080 yılında bu ısınma sonucunda kutuplardaki buz teknelerinin erimesiyle deniz seviyesinin 1 metre artacağı tahmin ediliyor. 

Leeds  Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Chris Thomas tarafından "Nature "Dergisinde yayınlanan bir yazıda, "Küresel ısınma, 2050'ye kadar bitki ve hayvan türlerinin dörtte birini ya da 1 milyondan fazlasını yok edecek "demektedir. Otomobiller ve fabrikaların gaz yayılımından en büyük etkenler olduğunu vurgulayan Thomas, yayılan gazların 21. yüz yılın sonlarına doğru ortalama sıcaklıkları tarihte görülmemiş düzeylere yükselteceğini belirtmekte ve eğer bir çözüm üretilmezse türlerin kitlesel tükenişlerinin tarihte görülmemiş boyutlara ulaşabileceğine dikkat çekiyor.  

Yerkürede 1992'deki verilerek göre, 12,5 milyon tür yaşamaktadır.  Bu türlerin insan marifetiyle yok olma hızları doğal yok olma hızlarını 100 ila 1000 katı olarak tahmin edilmektedir.  Bu eğilim devam ederse, 50-100 yıl içerisinde mevcut türlerin yüzde 10-50’sinin yok olacağı hesaplanmaktadır. Bugün doğadaki kuş türlerinin yaklaşık yüzde 15'i ki bu, 1000 türe karşılık geliyor. Tükenme tehdidi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Doğadaki besin zincirinin bir kez kırılması, inanılmaz sonuçlara yol açacağından canlı türlerinin bazılarının ortadan kalkması, diğer canlı türlerinin de doğrudan etkileyecektir. 

Yapılan araştırmalara göre, dünya yüzeyinin sıcaklığı 20. yüzyıl boyunca  1-2 derece santigrat kadar artmış,  40 yıldır atmosferin 8 kilometrelik alt kısmında sıcaklıklar yükselmiş, kar örtüsü ve buzlanma ise yüzde 10 civarında azalmıştır. 

2025 yılı itibariyle dünyanın nüfusunun neredeyse yarısının su kıtlığı ile karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. 

Yazının Devamı

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU

“Dostlar bizi hatırlasın” Aşık Veysel Şatıroğlu’nun tüm dostları hatırlayarak ölüm yıldönümünde O’nun kimliği ve kişiliği tekrar tekrar genç kuşaklara anlatılıyor, öğretiliyor. 

Aşık Veysel Haftası da başta Sivas-Şarkışla ilçesi Sivrialan köyü olmak üzere tüm ülke genelinde çeşitli etkinliklerle kutlanmaya başladı. Saz şairliği geleneğimizin 20. Yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri de Aşık Veysel Şatıroğlu’dur. Sivas ilinin Şarkışla İlçesine bağlı Sivrialan köyünde, yoksul bir ailenin  çocuğu olarak dünyaya geldi. 7 yaşında geçirdiği çiçek hastalığı sonunda görme yeteneğini yitirdi. Saz çalmaya da bu yaşlarda başladı. İlk öğretmeni, yöre aşıklarından Çamşıhlı Ali Ağa’dır. Köylerine uğrayan gezici halk ozanlarıyla tanışıp, görüşerek bilgisini ve ustalığını artırdı. 

1928’den başlayarak, kendisi de sazıyla köy köy dolaşıp türkülerini söyleyen bir halk ozanı oldu. 1931 yılında Sivas’ta düzenlenen bir ‘Halk Şairleri Bayramı’nda çalıp söyledikten sonra ünü yayılmaya başladı. Cumhuriyetin 10. Yıldönümünde şiirlerini okumak için yanında bir arkadaşı ile üç aylık bir yürüyüşten sonra Ankara’ya ulaştı. Bu tarihten sonra ünü daha da artarak ülke genelinde sevilen bir ozan haline geldi. 

Halk Edebiyatı ve kültürüne yakınlık duyan kentli aydınlarla tanışması ufkunu genişletti. Ülkenin bir çok yöresine geziler yaptı. Bu arada İstanbul Radyosunda da programları yayınlanmaya başladı. Ahmet Kutsi Tecer’in ilgi ve desteği ile, ‘ÜLKÜ’ dergisinde şiirleri yayınlanan Aşık Veysel, 1942-44 yılları arasında Arifiye, Hasanoğlan ve Çifteler Köy Enstitülerinde halk türküsü ve saz dersleri verdi. 1965 yılında TBMM kararı ile dilimize ve edebiyatımıza hizmetleri nedeniyle maaş bağlandı. 21 Mart  1973 ölümünden sonra köyünde bir anıtı dikildi. Evi de müzeye dönüştürüldü. 

Özgün sesi, geleneksel özgün saz çalma ustalığı ile geleneksel kalıplar içinde fakat, yer yer özgün imajlarla oluşturduğu yalın şiirlerindeki kişisel dünyası ve deyiş ustalığı ile haklı bir üne sahip oldu.

Nüktedanlığı, bilgeliği, görmeyen gözlerine karşı, aydınlık, iyimser iç dünyasıyla sevildi. Unutulmayan izler bıraktı. Şiirleri her kültür düzeyindeki okurca beğeniyle okunmakta, türküleri halk kültürümüzün duru bozulmamış örnekleri olarak güzellik, tazelik ve değerlerini korumaktadır. Başlıca eserleri: ‘deyişler’, ‘Sazımdan sesler’, ‘dostlar beni hatırlasın’

Yazının Devamı

TYANALI APOLLON SEMPOZYUMU DÜZENLENMELİ

3. bin yılı insanlığının aradığı özgürlük ve doğruluk bilgesi Tyanalı Apollon "Anıtlar aynı yerde kalırlar. Yalnızca bulundukları yerde görülürler. Oysa, değerli kişiler, her yerde kendilerini gösterirler, seslerini duyururlar ve yeryüzünde dolaşabildikleri bütün yerlerde, kentlerinin ününü yayarlar "diyerek Tyana kentinden çok" Tyanalı Apollo’nun ününü yaymıştır. 

" TYANALI APOLLON SEMPOZYUMU DÜZENLENMELİ "

Tyanalı Apollon M.Ö. 5. yılda Tyana'da doğdu. M.S. 95 yılında öldü. Yöre halkına göre Zeus'un oğludur. Hiçbir yerde mezarı yoktur. Bir tapınakta göğe çekildiği  yazılı. Gençliğinde olduğu gibi yaşlılığında da çok güzeldi. Görkemli bir görünüşü vardı.

Öğrenimini Tyana, Tarsus, ve Aygay (Taşucu)  kentlerinde yapar. Kaldığı tapınağı akademiye çevirir. Tyana'daki tapınağı krallar tapınağı gibiydi. Krallar kendilerine yaraşır gördüklerini, Apollon’ada yaraşır görürlerdi. Ayrıca gene Tyana’da doğduğu çayırın yanında bir tapınağı daha vardı. Efes'te de bir tapınağı olması gerekir. 3. yüzyılda birçok tapınakta O’nun heykelleri vardı.  Kemerhisar'a adını veren su kemerlerini, Apollon’a adeta tapan Roma İmparatoru Caracalla 212-217 yıllarında annesi ile birlikte Tyana’ya gelip uzun süre kaldığında yaptırmış olmalı. 

“ Bilgelik beni nereye götürüyorsa ben oraya gitmeliyim”  diyen Tyanalı Apollon, bilgisini arttırmak amacıyla, Mezopotamya, Babilonya, Kafkaslar, Hindistan, Mısır, Sudan’a yolculuk yapar.  Anadolu, Yunanistan ve İtalya'yı da dolaşır. Ninova'da ona katılan Asurlu Damis hiç ayrılmaz. Titizlikle tuttuğu notlara dayanılarak M.S.  2. yüzyılda şimdi elimizdeki yaşam öyküsü yazılır. 

İlkesi, "Gerçek bilge boyunduruk altında yaşamayı kabul etmez " olan Tyanalı  Apollon güçlülerin, diktatörlerin yaptıkları haksızlıklara karşı çıkmış gerçeği söyleyip kimseden korkmamıştır. "Neron’a insanları korkutma gücü veren Tanrı, bana ondan korkmama gücünü vermiştir… Yeryüzü diktatörünse, saklanarak yaşamak değil açıkta ölmek daha soylu bir davranıştır. Gerçek bir insan yapısını değiştirmez, kendisini köle yaptırmaz "olan Tyanalı  Apollon yalnız Neron’a  değil Domizianoya’da karşı  çıkmış, ona meydan okuyarak Roma'ya gelip yargılanmayı göze almıştır. 

Geçmişin en büyüklerinden, yedi bilge arasına bile konmuş birisi olan, yalnızca Roma İmparatorluğu’nu değil Hrıstiyanlığı etkileyen Tyanalı Apollon adına uluslararası sempozyum düzenlenmeli, "Felsefe Sempozyumu” adı altında  Tyana Kültür ve Sanat Festivali uluslararası niteliğe kavuşturulmalı. 

NOT: Tyanalı Apollon ile ilgili bilgilerin tamamı Prof. Dr. Asım Tanış’a aittir. 

Yazının Devamı

KAPADOKYA AHMET ÖNCÜ

Bundan yaklaşık 1800 yıl önce tam 17 ciltlik “Geographika’yı yazan Romalı Strabon, Kapadokya Bölgesi'nin sınırlarını güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Doğu Karadeniz kıyılarına kadar uzatmıştı. Hasan Dağı Erciyes'in kraterlerinden püsküren lavlarla örtülü yaklaşıyor 25 bin kilometrelik bir alan olarak belirlemişti.

Doğa;  başta Kızılırmak olmak üzere  bölgedeki akarsu ve gölleri, taşkın sel suları, sert rüzgarları erozyonu ve  tüm diğer oluşumlarıyla “ tüf “ adı verilen ve volkanik küllerin çamurla karışımından oluşan farklı sertlikteki kayaları milyonlarca yıl boyunca aşındırıp oyarak bölgeye bugünkü görüntüsünü vermiş, dik yamaçlardan hızla aşağı akan sel suları farklı sertlik ve dirençteki  volkanik malzemelerden en usta heykeltıraşları bile kıskandıracak güzellikte şapkalı, mantar biçimli, konik,  sütunlu ya da sivri eserler vücuda getirmiş, bununla da kalmayarak, vadi yamaçlarını rötuşlayarak,  ilginç kıvrımlarla gerçeküstü bir renk cümbüşü yaratmış.

Bugünkü Kapadokya'yı gezmek demek, bu baş döndürücü güzellikteki jeolojik atmosfer ile birlikte, Asurlu kumaş tacirlerinin, çok tanrılı Hititlerin, bölgeyi yakıp yıkan öfkeli Frik askerlerinin, Kimmerlerin Medlerin Kapadokya'ya "Güzel Atlar Ülkesi" anlamına gelen bugünkü adını veren KATPATUKA  Zerdüş Perslerin, Makedonyalı Büyük iskender'in, Romalıların, Sasanilerin, Arapların, Emevilerin ardından Anadolu Selçuklularının ve Osmanlı'nın izlerini sürmek, acımasızca kovalanan Hıristiyan keşişlerin yerin yedi kat dibinde kurduğu şehir hayatını hissetmek anlamına geliyor.

Böylesine zengin bir doğa güzelliğe, tarihi ve kültürel dokuya sahip olan Kapadokya'da 50'ye yakın kaya kilise 250'ye yakın kilise eski adı “ Gelveri” şimdiki adı “Güzelyurt” ve Kızıl Kilise ve de Gümüşlerdeki Gülen Meryem Ana gezilmeye, görülmeye, incelenmeye ve araştırmaya değer yerler.

Kapadokya, kitaplardan, broşürlerden okunacak bir bölge değil, görülecek yaşanacak keşfedilecek bir coğrafyadır.

Dünyanın en ilginç yeryüzü oluşumlarının yer aldığı Kapadokya bölgesinde, on değişik uygarlığa ait 429 tescilli yapı ile 64 sit alanı bulunuyor. Bu yapılar; Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu ile Cumhuriyet döneminden kalma ikisi askeri, 70’i dinsel ve kültürel,  357'side sivil mimari örneği. Bölgede ayrıca, Tunç Çağından başlayarak Asur ticaret kolonileri, Hitit, Frig ve Grek dönemlerine ait 48 arkeolojik, 3 adet kentsel , 4 adet tarihi ve 9 adet de doğal sid alanı bulunuyor. 

( Tempo-Şimdi Kapadokya Zamanı S/13 ) 

Kapadokya'nın bir başka yanı da trekking turlarına imkan vermesi. Hayaller ülkesinde trekking, katılanlara çağlar öncesinin serüvenci ruhunu yaşatıyor.  Volkanik yapısı, kayalar içine oyulmuş evleri, peribacaları ve çevredeki konaklama ve kamp imkanlarıyla unutulmaz bir trekking parkuru sunuyor.

Yazının Devamı

TÜRK TARİHİNDE KADIN

 

                Eski Türklerde aile, Maderşahi (ana erkil) karakterindeydi. Kadının yeri büyüktü. Erkek evden ayrılıp uzak diyarlarda savaşlara katılıp kahramanlıklar gösterdikçe, devlet idaresinde, ordu kademelerinde görev aldıkça aile içerisinde erkeğin önemi arttı Pederşahi Aileye (babaerkil) dönüştü. Yani kadının otoritesi azalırken erkeğinki çoğalarak kadın-erkek eşit haklara sahip duruma geldi.Hakan ile evlenen kadına, “Sultan Hatun” dendi. Ve Hakanla eşit sayıldı.

                Hakanlar tarafından çıkarılan kanun ve fermanlar; “Hakan ve Hatun buyuruyor ki” diye başlar ve altında Hakanla beraber Hatununda imzası bulunurdu. Gelen elçileri Hakan, Hatunla birlikte kabul etmezse, o devlete hakaret sayılırdı. Çocuklar üzerinde velilik hakkı sadece Hakan’a değil, Hatun’a da aitti. Hakan herhangi bir konu hakkında Hatun ile müşavere ederdi. Halk içinde durum aynıydı.

                Bunların yanında kadın siyasi ve askeri faaliyetlerde katılırdı. Binicilikte, kılıç kullanmak ve ok atmakta, savaşmakta çok mahirdi. Kadın toplum içinde daima bir ahlak timsali, iffet numunesi olarak yaşamış, erkekleri tarafından hürmet ve itibar görmüştür. Kadının iffeti ağır hukuki müeyyidelerle korunmuştur. Evli bir kadına tecavüz eden idam edilmiş, kıza tecavüz eden onunla evlendirilmiştir. 13. Ve 14. Asırlarda Türk aile yapısında karı-koca bir birine bağlı ve hürmetkardı. Erkek hanımına “ey başımın bahtı, evimin bereketi, kurusaçlım, çatma kaşlım, evimin direği” gibi sözlerle hitap ederdi.

                Kadında  kocasına; “Hey koç yiğidim, şah yiğidim, başımın yastığı, göz açıp gördüğüm, gönül verip sevdiğim” diye hitap ederdi. Bu hitaplarda saf, temiz ve fazilet duyguları yer alırdı.

                Türk Kurtuluş Savaşında da Türk Kadını erkeği ile omuz omuza düşmanlarla savaşarak dünya kadınlarına örnek olmuştur. Sırtında çocuğu ile kağnı arabasıyla cepheye mermi taşıyan, yağmur yağarken çocuğunun üzerindeki yorganı “Millet malıdır, nem kapmasın” diyerek cephanenin üzerine örten Türk Kadını değil midir?

                Ulu Önder Atatürk Türk Kadını için; “Ey yiğit Türk Kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın” diyerek kadının hakkını teslim etmiştir. Yine Atatürk Türk Kadını için büyük şeyler düşünmüş ve ilk defa Türk Kadınına seçme ve seçilme hakkını sağlamıştır.

                Büyük adamları büyük anaların yetiştirdiğine de işaret eden Atatürk; “Bu ulus, temel eğitimini aileden almaktadır. Türk ulusu öyle analara sahiptir ki, her dönemde büyük adamlarını bu analar yetiştirmişlerdir. Türk Kadını, daha seçkin kuşaklar yetiştirmeye yeteneklidir.” Sözüyle Türk Kadınının değerini ortaya konmuştur.

Yazının Devamı

ALADAĞLAR MİLLİ PARKI

  Toros Aladağlar ve sınırları içerisinde yer alan “Aladağlar Milli Parkı” Niğde-Adana-Kayseri illerinide kapsayan toplam 54.524 hektarlık alanda 1995 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile milli park olarak ilan edilmiştir.

 Niğde ilinin 11.467 hektarlık, Adana ilinin 11.702 hektarlık, Kayseri ilinde 31.358 hektarlık, arazisine kapsayan son derece zengin doğal kaynak değerlerine sahip, doğa turizmi ve doğa sporları açısından ülke coğrafyasında en görkemli, florası bakımından en zengin, peyzaj olarak en güzel ilgi çekici doğal alanlarımızdan biridir.

 Aladağlar Milli Parkı, gerçek anlamda jeomorfolojik hiç açık hava müzesidir. Karaçamdan, kızılçam’a kadar hakim türler mevcuttur. Yaban hayatından yörede yaban keçisi, başak, sansar, su samuru, tilki, kurt, yaban domuzu, kuş türü olarakta, Ur Kekliği, Kınalı Keklik, Kartal, Doğan, Şahin, Karga ile birlikte küçük kuş türleri de bulunmaktadır. Saha içerisinde bir adet Yaban Keçisi ve Ur Kekliği Yaban Hayatı Koruma Sahası bulunmaktadır. 

Aladağlar Milli Parkı içerisinde bulunan, Kapuzbaşı Şelaleleri ile birlikte en önemli bölümü Aladağların en yüksek ve en geniş platosu Yedigöllerdir. Hacer Ormanlarının eko turizm kullanımına sunulması önemlidir.

Yedigöllerin, güney, batı ve kuzeyini çevreleyen 3500-3700 m.yüksekliğindeki onlarca zirve ile adını vadi tabanında bulunan yedi adet Dağ-Buzul gölü fiziki coğrafyası ile ülkemizin en önemli doğa yürüyüşü (trekking) alanlarından birisidir.

 Türkiye’nin en güzel peyzaj alanlarından birisi olan Yedigöller; çepeçevre onlarca zirvesiyle, dağ-buzul gölleri ile, yüksek dağ bitkileri ile, yaban hayatıyla, buzul kayalıklarıyla dikkat çekmekte gezenleri büyülemektedir. 

Hacer Ormanları; deniz seviyesinden 2200 metre yükseklikte bulunan 2750 hektarlık alanı kapsayan, köknar, meşe, sedir, ardıç, gürgen, kavak, karaçam bitki örtüsü ile Aladağlar’ın en ilgi çeken köşelerinden birisidir. 

Uzmanlar ve gezginler Hacer Ormanı için; turizm, mağaracılık, dağcılık, florası ile Aladağlara takılmış birinci gerdanlık benzetmesi yapıyorlar. Aladağlar Milli Parkı’nın kullanımı, geliştirilmesi konusunda bir takım önerilerde bulunan yerli ve yabancı çevreciler şu görüşleri ileri sürmektedirler: Aladağlar milli park alanına motorlu taşıtlarla ulaşılması yerine mevcut patika ve stabilize yollar tercih edilerek dağ yürüyüşü teşvik edilmelidir. Böylece yöre de bulunan doğal yapı, flora ve peyzaj değerlerinin korunması sağlanarak motorlu taşıtlardan kaynaklanan kirlilikten etkilenmeleri önlenmelidir.

 Hazırlanması gereken mastır planı çalışmalarının bir an önce hazırlanması, uygulanmaya konulması, mola kamp alanları, günübirlik alanlar, doğa yürüyüş güzergahları, tırmanma doğrultularının tespiti bölge turizmi açısından büyük önem arz etmektedir. 

 Aladağlar Milli Parkı ülkemiz ve dünya turizmi açısından büyük önem taşıyan bir bölge. Ülkemizin doğayı koruma, geliştirme, turizme açma konusunda yapması gereken bir çok işi bulunmaktadır. Bu noktada ilgili bütün kuruluş ve temsilcilerine, doğa severlere büyük görevler düşmektedir.

 Kaynak: Kayseri ili Çevre Koruma Vakfı yayını  “Aladağlar Milli Parkı” adlı eser

Yazının Devamı

KİRAZ DEYİP GEÇMEYİN

KİRAZ DEYİP GEÇMEYİN

 

Niğde il düzeyinde 62 bin kiraz ağacından yılda 4.500 ton ürün elde ediliyor. Dünya’nın son turfanda en kaliteli kirazı Niğde'de yetiştiriliyor.

Gülgiller familyasından bir meyve. Anayurdunun Güney Kafkasya,  Hazar Denizi, Kuzeydoğu Anadolu olduğu biliniyor. Kiraz ağacı özellikle Kuzey yarım kürenin karasal ikliminde yaygın bir şekilde yetiştirilmektedir.

Kiraza ilişkin ilk güvenilir bilgilere Theophrastos İ.Ö.324'te yazdığı metinde rastlanmaktadır. 

Yaklaşık 15 metreye kadar boylanabilen bu ağacın pramitsi bir tacı bir arada küme oluşturan beyaz çiçekleri vardır. Küremsi ya da kalp biçimli meyveleri ince kabuklu, tatlı, sulu ve tek çekirdeklidir. Rengi kültür çeşidine göre kırmızıdan sarıya kadar değişir. Kimi çeşitleri de siyaha yakın bir renk alır.

Birleşiminde A ve C vitaminin yanı sıra, az miktarda kalsiyum ve fosfor da bulunur. Daha çok meyve olarak tüketilen kirazdan reçel de yapılır. Esmer kırmızımsı renkli, sık damarlı kerestesi mobilyacılıkta ince işler için iyi bir malzeme oluşturur. Ayrıca halk arasında meyvesinin sapından idrar söktürücü kabuğundan ishal kesici, yaprağından müsil çiçeğinden ise göğsü yumuşatıcı ilaç olarak yararlanılır. 

Kiraz üreten ülkeler arasında başta Avrupa ülkeleri ve Türkiye'nin yanı sıra ABD, Arjantin, Şili, Japonya ve Avustralya sayılabilir. 

Ülkemizde en çok Marmara, Ege, Karadeniz ve İç Anadolu Bölgelerinde yetiştirilmektedir. Resmi verilere göre yıllık üretim 150 bin ton dolayındadır. Yetiştirilen yerli çeşitler, Turfanda Kara, Karabodur, Dalbastı, yabancı çeşitlerden, Napolyon, Bing, Lambert başlıcaları. 

Niğde il düzeyinde 172 bin kiraz ağacından yılda 6.200 ton ürün elde ediliyor. Dünyanın son turfanda en kaliteli kirazı Niğde'de Torosların eteğinde ki Darboğaz, Emirler, Aktoprak, Alihoca yerleşim yerleri ile Niğde- Sazlıca kasabasındaki Ünitarım bahçelerinde yetiştirildiği belirtiliyor. 

Ulukışla ve Çamardı ilçeleri dağ köylerinde ihracata yönelik Kirazcılığı Geliştirme Projesi uygulanıyor. Geçtiğimiz yıllarda proje kapsamındaki Ulukışla ilçesine 3 bin adet, Çamardı ilçesine 2 bin adet olmak üzere toplam 5 bin kiraz fidanı dağıtıldı. 2 milyar 500 milyon lira harcama yapıldı. 

Haziran ve temmuz ayının gözde meyvesi kirazın son yıllarda Niğde ekonomisi açısından büyük değer ifade ettiği, tarımsal kuruluşların üreticileri bu yönde teşvik etti gözden kaçmamakta, Ünitarım bahçeleri bu konuda çiftçiler tarafından örnek alınmaktadır.

Yazının Devamı

ORMAN HAYATTIR

Günümüz dünyasında, büyük kentlerdeki yoğun nüfus artışı, stres, sanayileşmenin getirdiği olumlu, olumsuz durumlar, yaşam düzeyinin yükselmesi, insanların boş zamanlarını değerlendirmek için kırsal alanlara yönetmiştir. 

Oyunları, kayak, yüzme, gezinti, fotoğrafçılık, doğa araştırmaları, sportif faaliyetler gibi etkinlikler önem kazanmıştır. Coğrafi konumu nedeniyle bir deniz ve doğa cenneti olan yurdumuz doğal güzellikleri ile de iç ve dış turizmin vazgeçilmez köşesi olmuştur. Tüm bu yönleri ile doğal güzelliklerimizden biri olan ormanlar ekonomik açıdan turizmi geliştirerek insanlara ruhsal, sosyal, kültürel yararlar sağlamaktadır.

Orman içi ve ormana yakın yerleşim yerlerinde yaşayanlara çeşitli iş imkanları sağlayan ormanlar, işsizliği önleme de de etkin rol oynamaktadır. Halkın hizmetine sunulan orman ürünlerinden başka tatlısu balıkçılığı, arıcılık, hayvancılık, turizm hizmetlerine yönelik çalışma alanları ile geniş bir hizmet imkanına sahiptir. Dikim, bakım, üretim, işleme ve pazarlama gibi konular insan emeğini gerektirdiğinden iş alanı olarak büyük önem taşımaktadır. Buda ülke ve orman köylüsünün ekonomisine katkı demektir. Kırsal kesimden kentlere göç önleme de ormanların önemi gözardı edilemez. 

Soyu tükenmekte olan hayvanların korunması ve çoğaltılmasında doğal çevre olan ormanlar, av kaynaklarının da gelişmesini sağlayan doğal ortamlardır. Bir çok canlıyı sinesinde barındırır. Ülkemizde pek çok hayvan türünü barındıran bir faunaya sahip bulunmaktadır. Bu kadar değişik bir faunayı korumanın yolu da ormanları korumaktan ve geliştirmekten geçer. 

Toprağın, sularda yıkanması ve rüzgârlarda taşınması sonucu oluşan toprak kaybını “EROZYON” olarak nitelendiriyoruz. Ormanların rüzgârın hızını kestiği, yağmuru sel olmaktan kurtardığı herkes tarafından bilinmektedir. Ağaç ve orman, toprağı kökleriyle tutar, yağışların akan suların sürükleme gücünü azaltarak erozyona karşı korur. Heyelan, çığ ve rüzgârın taşıdığı toprakların tarım alanlarını örtmesi sonucu oluşan verimsizliği Önler.

Erezyon ile yok olan toprakların çoğunun geri dönüşü mümkün değildir. Ormanlık alanda bir metre karelik yüzeyden taşınan toprak sadece 4 gramdır. Ormansız, ağaçsız alanda ise bu miktar 1,5 kg’dır. Yani orman ve ağaçlar çıplak alana ona göre erozyonu 375 kat azaltıyor. Ormanlar, toprağın sigortasıdır. Erozyonu ve çölleşmeyi önler. 

Tüm canlılar için ağaç ve ormanlar dünyamızı güzelleştiren doğayı koruyan ve doğa bilincini geliştiren yaşamsal öneme sahiptir. Ağaç ve orman ürettikleri oksijen ile hava kirliliğini önler, yağış, nem, rüzgâr, ışığı üzerinde olumlu etkiler yapar.

 Ormanlar, su varlığını korur ve düzenler. Ormanlar, ilaç, gıda ve kimya sanayinin deposudur. Ormanlarımızda bulunan ağaç ve diğer bitkilerin kök, kabuk, yaprak, dal, çiçek ve tohumları çeşitli hastalıkların tedavisi için hazırlanan ilaçların yapımında kullanılmaktadır. Defne, kekik, adaçayı, kestane, fıstık kabuğu, kuşburnu, keçiboynuzu gibi bitkiler doğrudan gıda olarak kullanılabileceği gibi ihtiva ettikleri maddeleri ile de çeşitli sanayi kollarında kullanılmaktadır. 

Sonuç olarak; “ORMAN HAYATTIR”. Ağaç ve orman sevdalısı olalım. Ağaç ve ormanlarımızı koruyalım. ORMANSIZ VATAN VATAN DEĞİLDİR.

Yazının Devamı

HER YERDE SU KONUŞULUYOR… SUSUZ HAYAT OLMAZ

Bizler su canlılarıyız. Sudan çıkıp bugüne geldik. Bugün eğer karada yaşamıyor olsaydık bugün eğer karada yaşamıyor olsaydık, gezegenimize “yerküre“ değil “suküre“ diyecektik. Çünkü gezegenimizin yüzeyi büyük oranda bu değerli, hayati önem taşıyan kaynakla kaplı.

 Yedigimiz besinleri, ürünleri yetiştirmekten tutun, kendimizi, evimizi yiyeceklerimizi temizlemeye, her gün tükettiğimiz mal ve hizmetleri üretmeye varana kadar, yaptığımız her işte suya bağımlıyız. Ancak dünya bir su krizi yaşıyor. Milyarlarca insan hala içilebilir temiz sudan ve temizlik yapabilme imkanından yoksun, gereksiz hastalıklar ve ölümle yüz yüze yaşıyor. İnsanları, hayatta kalabilmek için kendilerinin de ihtiyaç duyduğu suyu tüketmeleri veya kirletmeleri yüzünden su ekosistemleri zor durumda. 

Ülkeler ve bölgeler giderek azalan su kaynakları için savaşıyor. Denizler yeterince korunmuyor, çok fazla kirletiliyor, balık avlanıyor, denizlerde hala gizemli çözülmemiş pek çok bilinmeyen şey var. 

Çevreyi kirleterek, doğal dengeyi bozarak dünyamızın iklimini bile bozduk. Bütün bu olumsuzluklara karşı dünyamızın bir çok yerindeki akıllı, doğasever insanlar, su kaynaklarını araştırıyor, bu kaynakları daha dikkatli kullanmanın yollarını araştırıyor, ortaya çıkardıkları verileri su krizi yaşayan insanların, kuşların, balıkların, diğer canlıların ve doğal çevrenin devamlılığını sağlayacak bir ortama ulaşmamıza yardımcı olmaya çalışıyorlar. 

Araştırmacılar suyla ilgili bugüne kadar yaşanan, dönüm noktası niteliğindeki olayları şu şekilde sıralıyorlar:

 1769’da; Benjamin Franklin Golfstrim akıntısını incelemeye ve haritasını çıkarmaya başladı. 

1920 ler de; kaliforniyaların suyun kırsal kesimden Los Angelesa yönlerin yönlendirilmesini protesto etmek için su savaşları yaptılar.

 1930 lar da; ABD’nin Great Plains  (Büyük Ovalar) bölgesini şiddetli bir kuraklık vurdu. 

 1950’de; bilimsel araştırmalar El Nino’ların oluşumunda Peru Akıntısı ile Pasifik rüzgârları arasında bir bağ olduğunu ortaya koydu. 

 1957 yılında; Kutup bölgelerinde araştırmalar yapılmasını teşvik için ilk uluslararası “Kutup Yılı“ ilan edildi. 

 1977’de, Okyanus Ortası Sırt olarak bilinen denizaltı dağ zincirinde ilk olarak hidrotermal ağızlar keşfedildi.

 1980’ ler de; uzaktan işletilen ve 9.6 km derinliğe kadar inip araştırmalar yapabilen Jason adlı su aracı denize indirildi.

 1993’te; Birleşmiş Milletler, su kaynaklarının korunmasını ve temiz su içme suyunu teşvik için ilk Dünya Su günü ilan etti.

 2005’te; Avustralyalı bilim adamı Ric  Pashley, elektrik akımı kullanarak suyu tuzdan arıtmanın yeni bir yöntemini buldu. 

 2007’de, Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin yayımladığı raporda, sera gazlarının neden olduğu sıcaklık artışının dünyanın yarı tropikal bölgelerinde kuraklık yaratacağı öne sürüldü. 

Korkunç bir kuraklık ABD’nin güney doğusunu vurdu. Georgia, Florida ve Alabama eyaletlere arasındaki su anlaşmazlıkları körüklendi. Su insan hayatı için oksijenden sonra en önemli ve en geçerli unsurdur. 

Kaynakça National Geographic ile keşfedin. (Tek Damla Su Yok Kuraklık Bir Dünya İçin Su) Michael Burgan- Peter H. Gleick

Yazının Devamı

KADINLARIMIZ DAHA ÇOK OKUMALI

Kadınların eğitim gereksiniminin toplumlarda kabul görmesi, sosyal- ekonomik konum ile paralellik göstermektedir. Diğer bir ifade ile kadının eğitimine ekonomik ve sosyal açıdan gelişmiş ülkelerde, gelişmekte olan ülkelerden daha çok önem verilmektedir. Bu durum aynı ülke içinde farklı bölgelerin ve giderek farklı ailelerin karşılaştırılmasında da izlenebilmektedir.

 Bu farklılıkları yaratan ana faktör, genelde herkesin kadın eğitiminden elde edilecek fayda ve maliyeti farklı biçimde değerlendirmesidir. Kız çocuğu veya yetişkin kadının eğitimi ihtiyaç hissetmesi, söz konusu kişilerin eğitimin yararı ve harcamaları arasında yapacakları karşılaştırmaların yarar lehine olumlu çıkmasına bağlıdır. Türk toplumunda özellikle bazı yörelerde ve kesimlerde “Kız çocuğu okuyup da ne olacak evinin kadını olmalı erkeğine hizmet etmeli” düşüncesi kız çocukları başta olmak üzere kadınların eğitimini büyük ölçüde engellemektedir.

Bir ülkenin eğitime, özellikle de kadınlarının eğitimine verdiği önem ve bütçeden ayırdığı pay uygulamayı yönlendirmek için oluşturduğu yasal çerçeve, o ülkenin kadın eğitiminin getirisinin diğer alanlardaki yatırımlarla karşılaştırılmasının gerçek sonuçlarının bir göstergesidir. 

 Yapılan araştırmalarda, üretim ve Gayrisafi Milli Hasıla artışı ile ilköğretime devam etme oranları arasında güçlü bir olumlu ilişki bulunduğu saptanmıştır.

Kadınlarla erkekler arasındaki eğitim farkının kadın aleyhine en fazla olduğu ülkeler, genelde gelirin de düşük olduğu ülkelerdir. 

Okuryazar olmayan kadınlar genelde ülkelerin daha az gelişmiş bölgelerinde daha fazla oranda bulunmaktadır. Bu nedenle bir yandan söz konusu bölgelerdeki kız çocuklarının okula kaydedilmesi ve okulda kalmalarının sağlanması, diğer yandan yetişkin kadınların okuryazarlığının arttırılması, kadınların ekonomik potansiyellerinin artırılması ile bölgeler arası dengesizlikleri azaltıcı bir etki yapacaktır.

Okuma- yazma bilmeyen, ileri öğrenime devam etmeyen kadının aile dışında ücretli bir iş bulması imkansız hale gelmiştir. Bunun gerçekleşmesi halinde bile bazı istisnalar dışında sosyal güvenceden yoksun “ Kayıt dışı” bir iş olacaktır. Kadının eğitimi arttıkça, kayıtlı ekonomiye dahil olan iş yerlerinde ve iş gruplarında çalışma imkanı artacaktır. 

Eğitimli kız çocukları ve yetişkin kadınların, bir yandan hijyen kuralları ile hastalıklara karşı alınabilecek basit koruyucu önlemler hakkında bilgi edinme ve uygulama potansiyellerinin artması diğer yandan mevcut sağlık imkanlarını daha etkin biçimde kullanabilme şansı elde edebilmeleri, en azından genel halk sağlığını olumlu biçimde etkileyecek ve çocuk ölümlerinin azalması açısından ülke çapında yarar sağlayacaktır. Gelişmekte olan ülkeler üzerinde yapılan çalışmalarda annelere verilen her türlü eğitimin çocuk ölümlerini azalttığı gerçeğini ortaya koymuştur. Annelerin eğitim düzeyi arttıkça, çocukların hayatta kalma şansları da artmaktadır.

Anneleri eğitim görmemiş çocuklar arasında 5 yaş altında binde 73 olan ölüm oranı, anneleri en az ilkokul mezunu olan çocuklarda binde 44'e düşmektedir. 

Kadınların eğitimi; toplumdaki feodal alıntıların temizlenerek çağdaş toplumun oluşturulmasına katkı sağlayacaktır.

Kadınların okur-yazar hale getirilmesi, iyi eğitim görmesi kadınların kamusal hayatta hayata katılmalarını ve bilgiye ulaşmalarını sağlayarak demokratikleşmeye de katkıda bulunacaktır.

Eğitilmiş kadınlar kız veya erkek olsun çocuklarının eğitimine daha fazla önem vermektedirler. İlk öğrenimini bitiren bir kadın eğitimsiz bir kadından 5 kat daha fazla kız çocuğunu okutacaktır.

Ülkemizdeki araştırmalar da kadının eğitiminin özellikle kız çocuklarının eğitimini etkilediğini göstermektedir. Eğitim görmemiş çalışan kadınların %28,2'sinin  6 yaşından küçük çocuğuna daha büyük kız çocuğu baktığı halde bu oran orta öğrenim ve daha üste eğitim görmüş kadınların çocuklarında %1,7'ye inmektedir.  Bu durum daha fazla eğitimi olan annelerin bebeklere bakmak için büyük kız çocuklarına okuldan mahrum ederek evde tutmadıklarını göstermektedir.

Erken evlilik ( 13-14 yaşlarındaki kız çocuklarının evlendirilmesi)  toplumumuzun çözüm bekleyen en önemli sorunlarının başında gelmektedir. 

Eğitim görmemiş cahil anne ve babalar yaptıkları bu büyük yanlışla toplumumuzun konuya olan duyarsızlığı kız çocuklarımızın başını bağlama yerine bahtının bağlanmasını sağlamaktadır. 

Yazının Devamı

AYRICALIKLI ÇOCUKLAR VE EĞİTİMİ

Kişiler arasında söz konusu edilebilecek çok çeşitli bireysel ayrıcalıkların bulunduğu ortadadır. Yapı, görevler ve gelişim açısından söz konusu olacak bu ayrıcalıklar, çevre, kültür açısından da var olanları da ekleyecek olursak, her bireyin kendine öz bir varlık olacağını ileri sürmek yanlış olmaz.

Yalnız bu ayrıcalıkların hepsi eğitim ve öğrenim açısından aynı oranda önemli değildir. Bazı çocukların eğitim açısından önemli olan nitelikler de gösterdikleri farklılıklar olağanın ötesindedir. Bu ayrıcalıklar yüzünden onların gelişim ve eğitimlerini, okul koşulları (Normal okul koşulları) altında, olağan yöntem ve araçlarla karşılayabilmek mümkün değildir. Bir örnek vermek gerekirse görmek gücünde baş gösterecek sınırlı bir yetersizlik çocuğa gözlük sağlayarak giderilebilir. Bu mümkün olmazsa onu sınıfın ön sıralarını oturtarak ihtiyacı karşılanabilir. Fakat görme gücünün çoğunu yitiren bir öğrenci için alınacak bu önlem yeterli olmaz. Onun eğitimini gereğince karşılayabilmek için özel bir takım araç ve yöntemlere, özel eğitim kurumlarına ihtiyaç vardır. İşte gelişim ve eğitim ihtiyaçları, olağan koşullar altında karşılanamayacak kadar farklılık gösteren bu çocuklara ( ayrıcalığı çocuklar) denmektedir. Bunların özel eğitim ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş , geliştirilmiş kurum ve kuruluşlar , araç gereç ve hizmetlerin tümüne de “özel eğitim alanı "diyoruz. 

Ayrıcalık çocukların sınıflandırılması konusunda çeşitli, değişik kriterler esas alınmaktadır. Beden gelişimi yönünden, zeka gelişimi, davranış ve uyum, öğrenme açısından, birden fazla özrü ya da ayrıcalığı olanlar gibi. Ama bence en alışıla gelmiş olanı da 3 temel alana göre sınıflandırılması. Birincisi; bedence özürlü olanlar, ikincisi; zekaca özürlü olanlar, üçüncüsü de; toplumsal açıdan ayrıcalığı olanlar. 

Bedence özürlü olanlar; görme, işitme engelliler, ortopedik engelliler, uzun süreli bakım ve tedavisi gerekli olanlar, konuşma özürlü olanlar.

Zekâca özürlü ve ayrıcalıkları olanları da; öğretilebilir, eğitilebilir, düşük ( geri) zekalılar ve zeka bölümleri 130 ve daha yukarı olan üstün zekalı, yetenekli olanlar. 

Toplumsal açıdan ayrıcalık gösterenlerin başında korunmaya muhtaç çocuklar gelmektedir. Diğerleri ise; suça yönelmiş veya suçlu konumuna girmiş çocuklar, davranış bozuklukları olan çocuklar.

Ayrıcalıklı çocukların genel çocuk nüfusunun %13'lere kadar ulaştığını düşünürsek, konunun ne kadar büyük önem taşıdığını bilmemiz, bu konuda duyarlı olmamız gerektiği ortaya çıkıyor.

Genel eğitimin hızla yaygınlaşmasında kamuoyunun göstermiş olduğu duyarlılığı, desteği ayrıcalıklı ( Özel eğitime muhtaç ) çocuklar için gösterdiği söylenemez. Son yıllarda ancak belirli özür grupları toplumun ilgisini çekmekte, duyarlı davranmaya yöneltmektedir. Aileler bile ayrıcalıklı çocuklara bazen aşırı koruma, bazıları da varlığından utanıp onları gözden uzak tutma tutum ve davranışını sergilemektedir. 

Dünyada pek az ülkenin anayasasında, özel eğitimin bir devlet görevi olduğunu belirten maddeler yer almaktadır. Bizde ise 1961 ve 1982 anayasalarında açık olarak devletin ayrıcalıklı çocuklar için de öteki çocuklar gibi gerekli eğitim hizmetlerini alması istenmektedir. 222 sayılı eğitim-öğretimle doğrudan alakalı yasada da aynı görüş ve düşüncelerin yer almasına karşın özel eğitim hizmetleri ya da ayrıcalıklı çocukların eğitimi, genel eğitim hizmetine paralel bir düzeye ulaştırılamamıştır. Ülkemizde; ayrıcalıklı çocuklar için kurulan eğitim ve öğretim hizmetlerinden yararlanmasını sağlayan yatılı ve gündüzlü özel eğitim okulları, yetiştirme yurtları, normal okullarda açılan özel sınıflar, rehberlik ve araştırma merkezleri bulunmaktadır ancak ayrıcalıklı eğitimin genel eğitim düzeyinde gelişebilmesini engelleyen  en önemli nedenler ortadan kaldırılamamaktadır. Bunların başında nicelik ve nitelik açılarından yetiştirilmiş yeterli sayıda özel personeli yetiştirecek kaynakların olmaması ya da yetersiz oluşu gelmektedir. Özellikle yetiştirme yurtlarında kimsesiz korunmaya muhtaç çocuklara sevgi, şefkat ve ilgiyi esirgemeyecek,  onları kendi çocukları düzeyinde sevecek ve hizmet verecek yetişmiş personele büyük ölçüde ihtiyaç bulunmaktadır.

Ayrıcalıklı çocukların sayısının artmayacağını düşünmeye imkan yoktur. Her gün yeni sorunlar ortaya çıkmakta, otoritelerin ve tüm toplumun bunlara karşı yeni tutumlar takınması, yeni önlemler alması gerekmektedir. 

Kuşku götürmeyen bir şey varsa o da toplumun diğer bir ifade ile kamuoyunun bu alanda eğitilmesinin, bilinçlendirilmesinin gerektiğidir. Ayrıcalıklı çocuklara, özürlülerin sorunlarına karşı son yıllarda duyarlılığın arttığı gözlenmektedir. Özürlülerin öteki insanlarla eşit olduğu, onların sahip olduğu bütün haklara sahip olduğu düşüncesinin herkesin kafasına kök salması için kollektif bir çaba göstermek gerekmektedir. Onlara acımak, onları saklamak yerine toplumsallaştırmak, üretken hale getirmek, bilgi ve becerilerini değerlendirerek kişiliklerinin geliştirmek onlara verilecek en iyi hizmetlerden birisi olacaktır.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans