yandex
ÇALIŞAN ANNE OLMAK ZOR | Ahmet ÖNCÜ | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    34,4556
    %-0,03
  • EURO
    36,5391
    %-0,05
  • G. Altın
    2.926,08
    %0,22
  • Ç. Altın
    4.967,14
    %0,00
  • BIST
    9.431
    0
  • BITCOIN
    91,905.77
    -0.13
  • ETHEREUM
    3,091.66
    -0.32
  • DOLAR
    34,4556
    %-0,03
  • EURO
    36,5391
    %-0,05
  • G. Altın
    2.926,08
    %0,22
  • Ç. Altın
    4.967,14
    %0,00
  • BIST
    9.431
    0
  • BITCOIN
    91,905.77
    -0.13
  • ETHEREUM
    3,091.66
    -0.32
Ahmet ÖNCÜ

ÇALIŞAN ANNE OLMAK ZOR

: 20-09-2023

 

                Günümüzde kadınlar ekonomik bağımsızlığını korumak ve yıllarca emek verdikleri mesleklerinden kopmamak adına, çocuk sahibi olduktan sonra da çalışma hayatlarına devam ediyorlar. Ancak aşırı sorumluluk yüklenme ve bu sorumlulukların hepsini kusursuz bir şekilde yerine getirme çabası, çalışan annenin yaşamına bazı zorluklar getiriyor.

                Anne olmak her kadının hakkı. Ancak içinde bulunduğumuz çağda kadınların istedikleri eğitimi alıp iş dünyasında kendilerine yer edinmeleriyle birlikte, anne olmak isteyen kadınların bu isteklerini bir süre askıya aldığına şahit oluyoruz. Çalışma hayatı ile anneliği bir arada yürütmek isteyen kadınları ise, çocuk bakıcısı arayışı, aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk ile suçluluk gibi problemlerle karşı karşıya kalıyorlar.

                Bir bölümü ekonomik yetersizlikler, bir bölümü ise yıllarca emek verdikleri işlerinden kopmak istememeleri yüzünden çalışma hayatı ile anneliği bir arada yürütmek durumunda olan kadınların karşılaştıkları bu sorunları çözebilmelerindeki ilk adım ise bu sorunlar karşısında bilinçli olmak…

                Çalışan bir anne için çocuğunu kime emanet edecek en büyük soru işaretidir. Çocuk için uygun bir bakıcı arayışınaise genellikle doğum gerçekleşip kadının doğum izninin bitimine yaklaşıldığı dönemde girilir. Oysa çocuğa kimin bakacağı doğumdan önce anne ve babanın birlikte karar vermesi gereken bir konudur. Günümüzde anne ve babaların çocuklarına bakacak kişi ile ilgili olarak genellikle ‘akraba’ ve ‘bakıcı’ seçenekleri üzerinde durdukları görülür. 

                Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir akraba ise, bu kişinin çocuğunuza bakmaya gerçekten gönüllü olup olmadığından mutlaka emin olmalısınız. Burada önemli olan bir diğer noktada, söz konusu kişiden çocuğunuza kendi evinizde bakmasını istemeniz. Çocuğunuz geceleri ve hafta sonları mutlaka sizinle kalmalıdır.

                Eğer çocuğunuzun bir bakıcının gözetiminde büyütülmesine karar verdiyseniz, söz konusu kişinin çocuk bakıcılığı için gerçekten yeterli olduğundan emin olun. Bir bakıcıdan neler istediğinizi sıralayın ve önceliklerinizi belirleyin. Bu kişinin çocuğunuza kendi evinizde bakmasını sağlayın. Bakıcınızın yatılı kalması ve siz evdeyken de çocuğunuzla ilgilenmesi uzmanlar tarafından doğru bulunmuyor.

Geceleri ya da hafta sonları çocuğunuzun sizinle yalnız kalması çok daha sağlıklı. Bu nedenle bakıcınızın yatılı kalmayarak sadece siz işten dönene kadar çocuğunuzla kalması çok daha doğru olacaktır. Eşinizle birlikte, bakıcının çalışma düzenini ve iş tanımını önceden belirleyin; çocuğunuzun bakımı Ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizi söz konusu kişiyi açıkça belirtin. Bakıcınızı mümkünse evinde ziyaret edin ve çocuklarıyla ilişkisini gözlemleyin. Son olarak referans ve komşularıyla görüşün ve kendisi ile ilgili gerekli bilgileri temin edin.

Aşırı sorumluluk yüklenmesi ve yorgunluk, çalışan annelerin en büyük problemlerinin başında gelir. Bunun başlıca sebebi evde alışılan düzene be belli olan yapılacak işlere artık geceyi gündüze katan bir bebeğin eklenmiş olmasıdır. 24 saatlik günün büyük bir bölümünde dışarıda çalışarak geçiren bir kadının sorumluluklarını eve geldiği zaman tüm gece ilgilenmesi gereken bir bebeğin eklenmesi ise, yorgunlu kaçınılmaz kılar. böyle değerlendirildiğinde de çalışan anneler için durum gerçekten umutsuz görünüyor değil mi? Aslında değil, gerektiği gibi planlayarak iş listenizi hafif etmeniz mümkün. Bunun için öncelikle gerek ev gerekse işte, yükünüzün arttığı dönemlerde bir süre yalnızca acil ve önemli olan işlerin izle ilgilenmeniz gerekmektedir.

Bazı işleri başkalarına devretmek ya da yakınınızda bulunanlardan yardım istemek bu konuda işinize çok yarayacaktır. Örneğin henüz bebeğiniz yokken, ev işleriyle daha çok siz ilgilenmiş olabilirsiniz. Ancak bebek doğduktan sonra ev işleri konusunda mutlaka eşinizden yardım almalısınız. Aile içinde yapılacak düzenlemeler size rahat bir nefes alma olanağınız sağlayacaktır.

Yükünüzün çok arttığını hissettiğiniz yerde bazı alışkanlıklarınızdan tamamen vazgeçin, bunun için kendinize önceden vazgeçilebilir listesi bile hazırlayabilirsiniz. Örneğin, ev işleri için düzenli bir yardımcı alamıyorsunuz ve iki haftada bir mutlaka mutfağın dolaplarını temizlenmesini gerekli buluyorsunuz ve artık buna ayıracak zamanınız yok. Eşiniz hayatta yapmaz böyle bir işi, anneniz çok yaşlı, arkadaşınıza böyle bir şey teklif etmeyi düşünemezsiniz bile… O zaman bu alışkanlığınızdan vazgeçin ya da bu düşüncenizi terk edin; iki haftada bir mutlaka mutfağın dolapların‘ı silinmesini gerekli bulan bir kadın değilseniz artık. Mutfak dolapları bekleyebilir, arkadaşlarınız bekleyebilir, müşteriler ve hatta müdürünüz bile bekleyebilir, ama çocuğunuz bekleyemez. İnsan yaşamında pek çok şeyden istifa edebilir herhalde, ancak annelikten istifa edemez.


SEVGİ , SAYGI VE ŞEFKAT

İnsan hayatında çok yüce ve çok anlamlı bir yeri ve değeri olan bu duygular, insan yavrusunda doğuşta mevcut değildir. İnsanoğlu bu duyguları doğduktan sonra yaşayarak görerek öğrenir, o da bu duyguları başkasına göstermeye uygulamaya başlar. Bu duyguları çocuk önce annesinden öğrenir. Herhangi bir ihtiyacını karşılamak amacıyla yavrusunu kucağına alan, bağrına basan bir anne,bu davranışıyla çocuğuna sevilmenin sevmenin ilk derslerini vermektedir.

Sevilmeyi böylece öğrenmeye ve yavaş yavaş alışmaya başlayan çocuk, kısa bir süre sonra da bir besin maddesi gibi sevgiyi sevilmeyi bekler. Diğer bir deyişle sevgi böylece temel bir ihtiyaç haline gelir çocuk için. İşte bu noktadan sonra, özellikle anneleri artık çok dikkatli olmaları gerekmektedir.

Çocuğuna gösterdiği sevginin ölçüsünde yanlış bir istikamete yöneltmek, hem ileride çocuğu ile olan ilişkilerini içinden çıkılmaz bir duruma sokabilir, hem de çocuğun perişan olmasına neden olabilir.

Yaşamın ilk yıllarında çocuk, annesinin sürekli bakımına muhtaçtır. Bu yüzden anne ile çocuk arasında çok yakın bir bağlılık durumu gelişmeye başlar. İşte tam bu sırada annenin çocuğuna göstereceği ilgi, sevgi ve şefkat gibi duyguların ölçüsünde bir anormallik bir dengesizlik gelişebilir. Örneğin bir bitkinin gelişip büyümesinde suya, güneşe ve gübreye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçları ancak belli ölçüler içinde alabilen bitkiler sağlıklı olarak büyüyebilir. Gelişimi sırasında ihtiyaçtan fazla verilen su fidanın çürümesine yol açabilir. Susuzluk ise fidanı kurutur. Sevgi ve şefkatin de insan yaşamında buna benzer bir yeri ve etkisi vardır. 

Dengesi ve ölçüsü iyi ayarlanmamış bir sevgi ve şefkat duygusu, hangi yönde gelişirse gelirsin çocuğun eğitimi üzerinde daima olumsuz etkiler yapar. Bu da duyguların sunuluşunda, doyuruluşunda azlık ya da çokluk çocuğun kişiliği üzerinde olumsuz etkilerde bulunmaktadır. 

Önce aşırı sevgiden söz edelim. Aşırı derecede sevilerek yetiştirilmekte olan bir çocuğu ele alalım. Anne - babası tarafından her zaman okşanmaya, el üstünde tutulmaya, her isteği yerine getirilmeye, övülmeye alıştırılmış olan çocuklar anne -babası arasında son derece yakın bir bağlılık meydana gelir.  Bu bağlılık önce çocuğun gelişmesini ve olgunlaşmasını önler, geciktirir. Yaşının ilerlemesine rağmen çocuğun çocuk kalmasına neden olur. Bunun yanı sıra, aynı sevgiyi diğer insanlardan da bekler. Bunu bulamayınca da büyük hayal kırıklığına uğrar. İnsanların kendisini sevmediğini, ona değer vermediği gibi yanlış düşüncelere kapılabilir. Bunun sonucu olarak da çevresindeki insanlara düşman kesilir ya da düşmanca duygular gelişir çocukta.

 Yapılan araştırmalara göre ana-babaları tarafından aşırı derecede sevilmeleri ya da korunmaları öne çıkarılan çocuklar; Ailenin tek çocukları, en küçük çocukları, anne-babanın yaşlılık döneminde dünyaya getirdikleri çocuklar, çok güzel çocuklar, uzun yıllar bekleyişten sonra dünyaya gelen çocuklar, bir evin bir kızı ya da bir oğlu olan çocuklar, nine ve dedeler tarafından özel bir sevgiyle sevilen çocuklar gibi ...

Aşırı sevgi, şefkat ve ilgi çocukların eğitiminde yukarıda söz ettiğimiz sorunları öne çıkartarak aileyi ve toplumu zor duruma soktuğu gibi çocuğa yapılabilecek en olumsuz davranış biçimi olarak da değerlendirilmekte, çocukları gelecekte beklediğini söylediğimiz hayal kırıklıklarından ve tehlikelerden koruyamamanın ana nedenlerinden birisidir.

Yazının Devamı

TYANALI APOLLON

3. bin yılı insanlığının aradığı özgürlük ve doğruluk bilgesi Tyanalı Apollon "Anıtlar aynı yerde kalırlar. Yalnızca bulundukları yerde görülürler. Oysa, değerli kişiler, her yerde kendilerini gösterirler, seslerini duyururlar ve yeryüzünde dolaşabildikleri bütün yerlerde, kentlerinin ününü yayarlar "diyerek Tyana kentinden çok" Tyanalı Apollo’nun ününü yaymıştır. 

" TYANALI APOLLON SEMPOZYUMU DÜZENLENMELİ "

Tyanalı Apollon M.Ö. 5. yılda Tyana'da doğdu. M.S. 95 yılında öldü. Yöre halkına göre Zeus'un oğludur. Hiçbir yerde mezarı yoktur. Bir tapınakta göğe çekildiği  yazılı. Gençliğinde olduğu gibi yaşlılığında da çok güzeldi. Görkemli bir görünüşü vardı.

Öğrenimini Tyana, Tarsus, ve Aygay (Taşucu)  kentlerinde yapar. Kaldığı tapınağı akademiye çevirir. Tyana'daki tapınağı krallar tapınağı gibiydi. Krallar kendilerine yaraşır gördüklerini, Apollon’ada yaraşır görürlerdi. Ayrıca gene Tyana’da doğduğu çayırın yanında bir tapınağı daha vardı. Efes'te de bir tapınağı olması gerekir. 3. yüzyılda birçok tapınakta O’nun heykelleri vardı.  Kemerhisar'a adını veren su kemerlerini, Apollon’a adeta tapan Roma İmparatoru Caracalla 212-217 yıllarında annesi ile birlikte Tyana’ya gelip uzun süre kaldığında yaptırmış olmalı. 

“ Bilgelik beni nereye götürüyorsa ben oraya gitmeliyim”  diyen Tyanalı Apollon, bilgisini arttırmak amacıyla, Mezopotamya, Babilonya, Kafkaslar, Hindistan, Mısır, Sudan’a yolculuk yapar.  Anadolu, Yunanistan ve İtalya'yı da dolaşır. Ninova'da ona katılan Asurlu Damis hiç ayrılmaz. Titizlikle tuttuğu notlara dayanılarak M.S.  2. yüzyılda şimdi elimizdeki yaşam öyküsü yazılır. 

İlkesi, "Gerçek bilge boyunduruk altında yaşamayı kabul etmez " olan Tyanalı  Apollon güçlülerin, diktatörlerin yaptıkları haksızlıklara karşı çıkmış gerçeği söyleyip kimseden korkmamıştır. "Neron’a insanları korkutma gücü veren Tanrı, bana ondan korkmama gücünü vermiştir… Yeryüzü diktatörünse, saklanarak yaşamak değil açıkta ölmek daha soylu bir davranıştır. Gerçek bir insan yapısını değiştirmez, kendisini köle yaptırmaz "olan Tyanalı  Apollon yalnız Neron’a  değil Domizianoya’da karşı  çıkmış, ona meydan okuyarak Roma'ya gelip yargılanmayı göze almıştır. 

Geçmişin en büyüklerinden, yedi bilge arasına bile konmuş birisi olan, yalnızca Roma İmparatorluğu’nu değil Hrıstiyanlığı etkileyen Tyanalı Apollon adına uluslararası sempozyum düzenlenmeli, "Felsefe Sempozyumu” adı altında  Tyana Kültür ve Sanat Festivali uluslararası niteliğe kavuşturulmalı. 

NOT: Tyanalı Apollon ile ilgili bilgilerin tamamı Prof. Dr. Asım Tanış’a aittir. 

Yazının Devamı

YUNUS EMRE VE SEVGİ

 

 Büyük adamları yaşatan iki şey vardır. Birincisi, büyük adamın çıktığı bilim, sanat veya tarihsel olayların kuşaklar boyunca geliştirip sürdürülmesi için, ikincisi onun kişi olarak değerlerinin eğitim içinde ele alınıp, gelecek kuşaklara aktarılması. 

Yunus Emre, halkın yıllarca sevdiği, gönül verdiği, şiirlerini içtenlikle benimsediği bir şair, halk büyüğüdür insanların onu anlaması için bir takım şeyleri bilmesine gerek yoktur. Sadece insanı insan yapan, başta sevgi olmak üzere, temel duygulardan yoksun bulunmaması gerekir. 

Yunus Emre, insanın duygu dünyasının büyüğü olduğu için yalnızca bazı bilgileri almış kimseleri değil, tüm insanları kucaklamaktadır. Yunus Emre, 

“Dünya bizim rızkımızdır. 

Halk benim halkımdır “ diyor. 

 

Herkes bu dünyada bir rızık için geçim için uğraşmıyor mu? Peki: geçim kavgası içinde olan insanlar, neden kendilerini bir halktan gibi görmüyorlar? Nedir bu silahlanma yarışı? Bugün ellerinde dünyayı yok edecek bombaları bulunduranlar, acaba neyin peşindeler? 

Bu bombaları patlatıp da havasını, suyunu, doğasını paylaştığımız dünyanın üzerinde bir tek canlı kalmazsa, kim kendisini, ne için ve kime karşı zafer kazanmış ilan edecek? Hepimizin birlikte yaşadığı, geçimini sağladığı şu dünyada nedir bu düşmanlıklar? 

Yunus Emre’nin yaşadığı zamanlarda, insanlar değil uzayı feth etmek belki de havada uçurtma bile uçuramıyorlardı. Ama yunus Emre, kendi uzayın da dünyayı görüyordu. Şimdi insanoğlu aya gitti, uzayda dolaşıyor, yine de uzay silahları ile bu dünyada birlikte yaşadığı insanları, diğer bir ifade ile kendi cinsini yok etme düşüncesinden kurtulamıyorum. Yunus Emre 13. yüzyılda yaşadı biz de 21. yüzyılda yaşıyoruz. Gelin görün ki, Yunus Emre’nin insanlık anlayışı ile bizim anlayışsızlığımız arasındaki 700 yılı kapatmak bir yana, durmadan da aramızı açıyoruz. Yunus Emre bu sorunu bizlerden daha iyi görebildiği için, bize şu dizeleriyle adeta yalvarıyor: 

Gelin tanış olalım. 

İşi Kolay Kılalım 

Sevelim Sevilelim 

Dünya Kimseye Kalmaz 

İnsanlar arasında, işleri sorun haline getiren, düşmanlıkları zemin hazırlayan, sevgi, barış ve huzur ortamından uzak bir dünya bizim için cehennemden farksız bir dünyadır. Dünya kime kalmış ki bize kalsın diyen Yunus Emre bize acı gerçeği anımsatıyor: 

Yalancı dünyaya konup göçenler. 

Ne söylerler ne bir haber verirler. 

Üstlerinde türlü türlü ot bitenler. 

Ne söylerler ne bir haber verirler. 

 

Bu dünyadan göçenlerin belki bir zamanlar malları, mülkleri çoktu, Varlık içinde idiler. Nerede bunlar şimdi? Sonunda hepsi kolu cebi olmayan o son gömleğe kefene sarılıp toprağa bırakılmadılar mı? Onlar ki çoktu malları 

 Gör nice olduğu halleri 

Sonucu bir gömlek imiş 

Onun da yoktur yenleri 

 Yunus Emre’ye göre ölmeden daha yaşarken neler yapmalı; 

Ben gelmedim dava için

Benim işim sevgi için 

Gönüller dost evi için 

Gönüller yapmaya geldim

 Yunus Emre’nin şiirlerini sevilmesi ve okunması, dilinin yalınlığından ve anlaşılırlığından kaynaklanır. Tekke şiirinin kurucusu sayılan Yunus Emre insancıllığı, insana verdiği değerle herkes tarafından sevilmiştir. Halk zevkine yakınlığı, duygusallığı ve alçakgönüllülüğü ile tüm gönülleri fethetmiştir. Deyişleri Türkçe, halkın konuştuğu Türkçedir. Sevgi, ölüm, din ve tasavvufla ilgili konular Yunus’un şiirlerinin ana temasıdır. Yunus Emre, şiirleri ile çığır açan, Anadolu’ya tasavvuf düşüncesini şiirleri ile yayan, sevgiyi, Allah sevgisini şiirlerinde ilke haline getiren efsanevi bir şairdir.

Yazının Devamı

KİTAP VE KÜTÜPHANE

 

                Kültürlü insanların en büyük dostu, yardımcısı ve eğlencesi kitaptır. Kitaplar zihnimizin ve gönlümüzün ihtiyaçlarını en kestirme yoldan karşılayan bir hazinedir. Kitaplar hayal gücü sınırlarını genişleten bir gücü olduğunu unutmayalım.

                Kitap okumanın zevkine bir kere eriştik mi bir daha kitapsız edemeyiz. Artık o, bizim her yerde sadık dostumuz, kılavuzumuz olur. Her hangi bir konuda geniş bilgi edinmek, alemlerin sırrını çözmek, oturduğumuz yerde dolaşmak istiyorsak hemen ona el atarız; bizi hiç yanıltmaz ve doyurur. İnsanlardan uzaklaştığımız, kendi kabuğumuza çekildiğimiz zamanda türlü bunalımlarla gerilen ruhumuzu sakinleştirmek, gönlümüzü eğlendirmek için yine onu yanımıza alırız. Her kitap yeni bir ülkenin fethedilmesi gibi bize birçok şeyler kazandırır. Görüş dünyamız genişler, gördüklerimizin bilincine varırız. Hassasiyetimiz gelişir.

                Kitap sayfalarındaki  o cansız gibi görünen kelimeler öyle bir güce sahiptir ki, zamanla kelime dağarcığımıza birikerek güzel ve kolay konuşabilme yetisini kazanmamıza neden olur. Sözün kısası  kitaplar duyularımıza, görüşlerimize, hareketlerimize aklın ve düşüncenin kılavuzluğunu sağlar. Okuma zevkinden yoksun insanlar ne yazık ki; karanlık bir dünyada yaşıyor gibidirler. Konuşmaları ve düşünceleri basit düzeyden ileri çıkamaz. İstediklerini, duygularını etkili ve güzel bir şekilde anlatamazlar. Hayalleri donuktur, kısıktır. Çekici bir yanları bulunmaz. Bir şeyi anlamakta, anlatmakta güçlük çekerler. Aydın çevrenin ortamına girdikleri zaman varlıklarını hissettiremez, çevrelerine ayak uyduramazlar. Hassasiyetlerini bile yerinde kullanamazlar. 

                Seçkin bir kişi olmak  istiyorsak, görüş ve anlayış kudreti, güzel konuşma yetisi kazanmak istiyorsak kitaplar bizim ebedi dostlarımız olmalıdırlar. Kütüphaneler; okur ve araştırmacılar tarafından kullanılmak üzere oluşturulmuş kitap koleksiyonu ve bu tür bir koleksiyonu barındıran mekan olarak tanımlanabilir. Bugün kütüphanelerde kitapların yanı sıra süreli yayın, film, dia, ses kaydı v.b. düşünce ve sanat ürünlerine de yer verilmektedir. 20. Yüzyılda çeşitli bilim dalları, mühendislik, tıp, işletme, hukuk gibi alanlardaki gelişmelerin yakından izlenebilmesi amacıyla, özellikle süreli yayınların derlendiği çok sayıda uzmanlık kütüphaneleri kuruldu.

                Kütüphanelerin kökeni kayıt tutma uygulamasına dayanır. Daha M.Ö. 3 BİN YILDA, Babil kenti Nippur’dakil tabletlerdeki kayıtların bir tapınakta saklandığı bilinmektedir. M.Ö. 7. yüzyılda Asur Kralı Asurbanibal’in toplayıp düzenlediği kayıt koleksiyonundan günümüze tam ya da parça halinde, yaklaşık 20 bin tablet kalmıştır.

                İlk kütüphaneler, Eski Yunan’da M.Ö. 4. Yüzyılda tapınaklarda ve felsefe okullarında oluşturulan kitap depolarıydı. Türklerde ilk kez Orta Asya’da Uygurların bir kütüphane oluşturduğu bilinmektedir. Karahoça ve Turhan kazıların da 30 bin yazma eser ortaya çıkarılmıştır. 

Türklerin islam dinini kabul ettikten sonra kurdukları ilk devlet olan Gazneliler’deGazneli Mahmut’un Büyük Saray Kütüphanesi ünlüydü. Osmanlı’larda genellikle medrese bünyesinde yer alan kütüphanelerin ilki Osman Bey döneminde İznik’te, ikinicisi Lala Şahin Paşa tarafından bursada kuruldu. Adnan Ötüken’in girişimiyle 16 Ağustos 1948’de Ankara’da ‘Milli Kütüphane’ açıldı. 

                Günümüzde etkinlik gösteren toplam kütüphane sayısı yaklaşık 900 dolayında, kitap sayısıda 7 milyon civarındadır. Tarihin derinliklerinden beri Kültür Merkezi olan Niğde İlinde her devrin fikir ürünlerine, koleksiyonlar halinde rastlanmaktadır.  Bu nedenle Niğde İlinde kültürün temeli olan kitap ve benzeri araçlar sürekli ilgi görüp önemli yerlerini almışlardır. 

                İlmin ve milli kültürün merkezi olan kütüphanelerin Niğde İlinde M.S. 1335 YILLARINDA Emir- Ül-Ümere Seyfeddin Sungur Ağa tarafından Niğde Merkezinde Sungur Bey Cami yanında kurulduğu, bununla beraber her Medresenin kendine özgü kütüphanelerinin olduğu, ayrıca camilerde ve mescitlerde de kendi çaplarında kütüphanelerin oluşturulduğu bilinmektedir. Niğde İli, Atlı arabalı gezici kütüphaneleri, Halk Kütüphaneleri, bölge Cilt Atölyesi ile ülke çapında örnek il olmayı başarmıştır.” Kitap Sevgisi” ne ulaşma dileğiyle.

Yazının Devamı

SİVİL TOPLUM VE ÖNEMİ

 

En geniş anlamı ile sivil toplum, bireylerin ve grupların devletten kaynaklanmayan ve devletçe yönetilmeyen her türlü toplumsal faaliyet içeren kollektif bir harekettir. Çoğunluk, bağımsızlık dayanışma, toplumsal bilinçlenme katılım, eğitim ve sorumluluk içeren bir aktivitedir.

Son yıllarda, hem Avrupa’da hem de ülkemizde gündemi meşgul eden tartışmalarda yeni ve güçlü bir ses yükseliyor: Sivil toplum... Sivil toplum örgütlü binlerce dernek, girişim, ajans ve sivil toplum kuruluşunu temsil eder. Demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti kavramlarının yerleşmesiyle ilgili talepleri, ekonomi ile ilgili endişeleri “toplum adına” gündeme getirir. 

Sanayileşmiş toplumları ve "Avrupa Kimliği"nin yansıması ve ayrılmaz bir parçası haline gelen sivil toplum, sosyal Avrupa'nın inşasında ve Avrupa bütünleşmesinde de önemli bir yere sahiptir.

AB’nin tarihsel gelişimi izlendiğinde, topluluk politikalarında ve etkinliklerinde sivil toplumun, insan haklarının ve demokratik değerlerin giderek daha fazla önem kazandığını görmekteyiz. 

İlk topluluk antlaşmalarında üzerinde pek durulmayan temsili demokrasi ilkeleri ve insan haklarına saygı, çok geçmeden Avrupa bütünleşmesinin, dünyada kendini kanıtlamasının başlıca araçlarından biri olmuştur. Temel hak ve özgürlükleri ve insan haklarının korunması ve güçlendirilmesi, dünya barışının ve adaletini sağlanmasına katkıda bulunacaktır. Bu açıdan elbette hükümetlere önemli görevler düşmektedir. Ancak, bu hedeflere uluslararası kuruluşların, örgütlü sivil toplumun ve vatandaşların katkısı olmaksızın ulaşılamayacağı da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. 

Artık her şey devletten beklemeyen uygar toplumlar, temsil ettikleri farklı çıkarlar, ilgi alanları ve hedefler için yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde örgütlenmekte, Avrupa çapında hızla yayılmaktadır. Böylelikle, kitlelerini taleplerini daha güçlü bir şekilde dile getirmektedirler. Avrupa toplumları devletin sorumluluklarını paylaşıp bilinçli ve çağdaş insanı temsil etmektedirler. 

Adaylık statüsü 1999 Aralık ayında Helsinki Avrupa Birliği Konseyince kabul edilen ve AB ile uyum hazırlıkları için kolları sıvayan ülkemiz penceresinden, sivil toplum ve AB ile ilişkilerini ele aldığımızda, Türkiye'de de sivil toplumun çeşitli konularda sesini yükselttiği ve rolünün giderek arttığı izlenmektedir. Yeni yeni güçlenen sivil toplumu, Avrupa ile bütünleşme sürecinde önemli görevler beklemektedir. 

Bir aday ülke olarak Türkiye'de örgütlü sivil toplumun AB’ye uyum sürecine aktif katılımının sağlanması daha çok önem kazanmıştır. Bu konu katılım ortaklığında da vurgulanarak, Türkiye'nin kısa vadeli önceliklerinden biri olarak, topluma ve dernek kurmaya ilişkin yasal ve anayasal garantileri güçlendirmesi ve sivil toplumun gelişimini teşvik etmesi öngörülmüştür.

AB'de olduğu gibi ülkemizde de sivil toplum, yönetimde yeni açılımlarım, işbirliklerinin, sorumluluk paylaşımının, şeffaflığın, toplumda ise uzlaşmanın motoru olma konumundadır.

Çağdaş toplumlarda sivil toplum, devlete karşı olmayıp devlet, ekonomik pazar ve vatandaşlar arasında üçüncü bir sektör olarak rol üstlenmek üstlenmiştir.

 Ülkemizde sivil toplum; siyasi partileri, vakıfları, dernekleri, sanayi ve ticaret odalarını, sendikaları, farklı platform ve vatandaş girişimlerini içine almaktadır. Bu örgütler merkezi otorite ile vatandaş arasında bir nevi arabuluculuk yapmakta köprü görevini üstlenmektedirler…

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans