Bahar, gözümüzü, gönlümüzü aydınlatan mevsim. Işıklar içinde tabiat. Bir güzelliğin çiçek çiçek, yaprak yaprak çoğalması. Yeniden başlamak hayata, yeniden doğmak… Umut yüklü bahar en güzel şiirlerde anlatılmış. Baharı anlatan, baharı karşılayan şiirlerden bir demet bu yazı.
Âşık Veysel, baharı dillendirdiği şiirinde “Cümle ağaç uykusundan uyanır” der. Gönül gözü ile tabiat kitabını okur. Baharın gelişi bir güzel haber olarak şiirlerinde işlenir.
“Bahar gelir dağlar bağlar süslenir
Yel değmezse coşar dallar uslanır
Bir hazin ses şafaklara seslenir
Neler duymaz bâd-ı saba o sesten”
Orhan Veli Kanık, “Baharın İlk Sabahları”nı sevinç ve mutluluk içinde anlatır.
“Tüyden hafif olurum böyle sabahlar;
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra bağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.”
Cahit Sıtkı Tarancı, “Bahar Sarhoşluğu” isimli şiirinde baharın gelişiyle yaşadığı değişimi anlatıyor. Baharın gelmesi ile bir güzellik, bir ferahlık başlıyor. Bahara duyduğu özlemi ve yeni günlerin sevincini dile getirmiş. Şehrin gürültüsünden bir süreliğine de olsa kurtulduğunu ifade ediyor.
“İlk sevgilinin gülüşüne benzer
Bir Nisan havası değil mi esen?
Zincirlere, kelepçelere inat,
Kanatlarımı açmak zamanıdır”
Melih Cevdet Anday, “Bir İlkbahar Şiirine Giriş” şiirinde dışarının, tabiatın güzelliğini anlatıyor. Evde, okulda, içeride durmak zordur artık. Çiçeklenen yeryüzünün çağrısına “ses” verir insanoğlu. Dışarıya çıkmak ister çocuklar. Tabiat çağırır insanı.
“Hava ne kadar güzel öğretmenim
Yollar ağaçlar kuşlar ne kadar güzel
Yeryüzü pırıl pırıl öğretmenim
Gizlisi saklısı kalmamış dünyanın
Nesi var nesi yoksa dökmüş ortaya
Bütün bitkiler, bütün hayvanlar, bütün taşlar
Sürüngenler, konglomeralar, serhaslar
Hepsi hepsi ortada öğretmenim.
Ne olur biz de gidelim”
Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerinde bahar, İstanbul ile birlikte anılır. Birbirini tamamlayan iki güzellik. İstanbul’da bahar günleri aşk ile harmanlanır. “Erenköyü’nde Bahar” şiirinden:
“İstanbul’un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinâlık…
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü’nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.”
Sezai Karakoç, “Özgür Bahar” şiiri ile geçmiş baharlara götürür bizleri. Hatırlayış vaktidir. Yaşananlar, bir bahar şiirinin içinde yeniden yorumlanır.
“Dün bir gül düştü bir taraçadan
Bahar gelmiş dedim başımı kaldırmadan
Andım o gençlik günlerini güneş kızıl bir duman
Sense yüzünden göğsünden ellerinden gül akan
Eğilirdin zamana menekşeler gibi sen
Korkardım altında durduğun leylâklara bakarken
Leylâkların aydınlığında belirirdi mermer ülken
Kalbimizi serin özlemleriyle yakan”
Ahmet Muhip Dıranas, “Bahar Gökleri” isimli şiirinde “Kork! Bahar seni bir al güle döndürebilir” mısrası ile baharın insan üzerindeki güzel tesirini ifade eder. O şiirden bir bölüm:
“Meltem mi ki bu esen, renk mi ki, şarkı mı ki?
Şu dağdan aşağı ak bir bulut salkımı ki
İçime bir buruksu sarhoşluk akıtmada.
Düşler mi ki şu burcu burcu kokan havada,
Renk mi ki üzerimden akaduran bu nehir?
“Kork! Bahar seni bir al güle döndürebilir”
Bir daha göstermemek üzere gökyüzünü.”
Allah’ın ayetlerinden olan bahara selâm. Hoş geldin, hoş geldin! Ölümden sonrasını hatırlatan diriliş mevsimi. Yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç. Umudu kavi kılan günler. Nice bereketli baharlara…
Yazının Devamıİşte bahar, işte umudun çağlası!
“Kışı güzel olan memleketin, baharı da güzel olur” derler. Bir hazırlık dönemi şart öyleyse. Toprağın beslenmesi gerek. Süzülüp gelen kar ve yağmur suları derinlerde damar damar…
Birazdan gün doğar. Kurt kuş uykuda şimdi. Aşağıda bağlar bahçeler ve derede suyun şırıltısı… Derenin iki yakasında yeni güne hazırlık var. Çiğ düşmüş çimenlere, yapraklara…
Güneş şimdi daha bir yakın… Yeryüzü ışıl ışıl gülümsüyor. Uyanış vaktidir. Toprak, bağrındaki tohumları yeni güne hazırlamanın telaşında. Birazdan bağ bahçe sahipleri gelir. Gün, gayret günüdür.
İkindiye yakın inceden bir yağmur yağdı. Uzakta gökkuşağı belirdi. Açık pencereden içeriye giren mis gibi toprak kokusu odayı doldurdu. Evde durulmaz artık. Dört duvar sıkar, boğar. Dışarı çıkalım çocuklar, dışarı!
Bahçelere doğru yürüyoruz. Yolda su birikintileri. Ağaç dallarında kuşlar yeni günü karşılar gibi. Bizi görünce uçuverdi kuşlar. Onları üzen kişi, bizden uzak olsun. Bir daldan bir dala kuşkulu gariplerim.
Kırmızı toprak burada başlıyor. Tarlalar ta karşı yamaca kadar uzayıp gider. Tarla içinde bir başına alıç ağacı. Güneş altında kalmışlar için sığınak gibidir bu ağaç. Tarlada serinliğin adı alıç. Gövdesinde karınca hiç eksik olmaz. Alıç gölgesinde ayran içtiğimiz günler, hey gidi günler!
Koşuyor Yakup Eren. Düşerim diye hiç korkmuyor. Aramızda sevinci çoğaltıyor. Koşuyor koşuyor ve bir ağaca yaslanıyor. Biz de peşinden koşuyoruz. Ağaçların dalları, yaprakları tozdan arınıvermiş bugün. Yağmur damlaları ağaç çevresinde ufak ufak oyuklar oluşturmuş. Su ile başlayan bir hareket var tabiatta. Ayağımız toprağa basınca hayat daha bir güzel, daha bir yaşanılır.
Dağlara esmer bulutlar çökmüş. Yokuşu aşan bir çocuk bize doğru ağır ağır yaklaşıyor. Sırtında heybesi. Tanıdım, talebem Hüseyin. Beni görünce gülümsedi.
—Hayr ola Hüseyin, nereye gidiyorsun bu vakitte?
—Öğretmenim, babam şu tepenin ardında koyun güdüyor. Ona azık götürüyorum.
Yaklaşıp sırtını sıvazladım. Yine gülümsedi. Pek utangaç. Yanakları kıpkırmızı oldu. Sırtındaki heybe ıslak. Paçaları çamur içinde kalmış. Yanımızdan hızlıca geçti. Soğuk sıcak, yağmur çamur demeden, her gün ders bitiminde, babasına azık taşıyan Hüseyin gözümde birden büyüyüverdi. Bize dönüp bir kez daha baktı. Sonra başını eğip yürümeye devam etti. Bekleyeni var. Babası şimdi ne durumda, kim bilir? Yolcu yolunda gerek.
—Yürüyelim.
—Nereye kadar?
—Şu kayalığa kadar yürüyelim.
—Haydi o zaman, tabana kuvvet!
Yakup Eren yorulmuş artık. Ardımızda kaldı. Sallana sallana geliyor. Arada bir konuşuyor. Az önce dedi ki:
—Kuşlara gidelim!
Bu sözü duyunca şaşırdım kaldım.
—Oğlum, az önce sen ne dedin?
—Kuşlara gidelim baba, bak oradalar, ağaçta!
Yüreğim kıpır kıpır... Bir şiir şimdi yağmurdan, kuştan, ağaçtan, topraktan, çocuktan kaynağını alıp mısra mısra yazılıyor.
Kuşlara doğru gidiyoruz. Yaklaşınca kanat çırpıp uçuyorlar. Gökyüzünde gözlerimiz. Hiç usanmadan izliyoruz kuşları. Üstümüzde dönüp duruyorlar. Güvenli bir yer arıyorlar sanki. Bir kısmı topluluktan ayrılıp başka ağaçlara konuyor. Kuş sesleri bahçelerden taşıp karşı yamaçta yankılanıyor.
Kayalık yere varıp durduk. Bir soluklandık. Yönümüzü tekrar köye döndük. İnce uzun minare hemen göze çarpıyor. Ağaçların ardında çatılı-çatısız evler görülüyor. Epey yürümüşüz. Dönüş vaktidir.
Aşağılarda, dereye yakın ağaç diplerinde şimdi salyangoz çok olur. Böyle havalarda çocuklar ellerinde torbalar ile dereye doğru koşarlar. Salyangozları toplayıp toplayıp satıyorlar. Balon için kalem için top için silgi için para lazım değil mi? Ekmeklerini taştan, topraktan, yağmurdan çıkarıyor bu çocuklar.
Dönüş yolundayız. Hafiften yorulmuşuz ama hiç de umurumuzda değil. Ruhumuzu sarıp sarmalamış bahar. Bu güzellik, iyilik yetiyor bize.
—Ağaç nasıl da yapraklanmış gür, gümrah!
Yeniden başlamak güzel. Yeşilin bütün tonları vadi boyunca dalgalanıyor.
Gözün gönlün bahar olsun kardeşim
Gözün gönlün bahar olsun
Gözün gönlün bahar
Yazının DevamıBir günün sonunda yine akşam… Eve dönüş vaktidir. Gün içinde yaşananlar şimdi bir bir hatırlanır. Nasıl başladık güne ve elde kalan nedir? Muhasebe, varoluş sorgusu her akşam. Günden kalan sevinçler, hüzünler…
Şimdi yoldayız erenler! Yorgun ama yine de umutlu. Aynı yolda yıllarca devam eden koşturmaca usandırmadı mı? “İşimiz bu” der gibisin “İşimiz bu”
Gün battı burada. Görkemli kızıllık semayı doldurdu. Kuşlar görünmez oldu artık. Gök kızıl bir çehre ile bakıyor bize. Söyleyecekleri var. “Duralım burada kardeş, muhteşem bir gün batımı… Duralım, şu lunaparka da uğrayalım.”
Karanlık, biçimleri, sesleri yutmuş. Bir iz halinde yeryüzü şekilleri. Sessizlik hüküm sürüyor. Dışarısı sanki bütün cazibesini yitirmiş gibi. İçine çekilmiş hayat, içine çekilmiş insan. Bir süreliğine de olsa durup dinlenmenin vaktidir. Eve dönmenin ayrı bir güzelliği var. Şimdi gözü yolda kalanlar der ki: “Nerede kaldı, hiç bu kadar gecikmezdi!”
Şu dönme dolap ne söyler bize? Akşamı yüklenmiş kara kızıl bulutlar altında yeryüzü. Bir hayat belirtisi, bir eksen etrafında hareket…
Lunapark neşeli hayatın tam da ortasında durur. Kötümserliğe, karamsarlığa, hüzne yer yoktur burada. Çarpışan arabaların sesine karışan sevinç çığlıkları ve çocuk gülüşleri… Hayatın gerçeklerine, sertliğine aldırmaksızın koşan rengârenk atlıkarıncalar hey! Lunapark, hayat içinde bir hayat yahut bir başka zamana özlemin adı. Bir perde açılıyor. Çocukluk çağına yolculuk böylelikle sağlanıyor. Rahmetli babam derdi ki: “Çocuk olmak varmış şu dünyada yahu ne dert ne tasa!..”
Yeryüzü, üzerine çöken kara kızıl bulutlara bu akşam vakti bir dönme dolap ile cevap veriyor. “İşimize bakalım çocuklar, haydi bir tur daha, bir tur daha!” Gökyüzü bu akşam daha bir güzel, daha bir alımlı. Kayıtsız kalamaz insanoğlu. Şu dalga dalga bulutlar alıp götürüyor geçmiş zamana.
Şehrin ışıkları çoğalınca akşamın o munis güzelliğini göremez olduk. Heyhat şehrin gürültüsü bastırdı ince, derin sesleri! “Akşam, yine akşam, yine akşam” diyen Ahmet Haşim’i hatırlıyorum. Gün akşam olsun diye beklemiş şair, akşama sığınmış. İç ses, gün batınca duyulur. O ses, bütün derinliği ve içtenliği ile yüreğimizin sesidir.
“İnecek var, inecek var; dönme dolap, dönme artık. Sen de nefeslen biraz.” Çocuklar ve anne birkaç turdan sonra iniş yerine varınca oturdukları yerden yavaşça kalktılar. “Bu kadar yeter çocuklar.”
Zaman da fanidir. Her başlangıcın bir bitişi vardır değil mi? Bazen hoşumuza gitmese de bu böyledir. Hayatın kuralları gayet ciddi adımlarla çıkar gelir ve büyüklerimizin dilinde bir tembih ifadesi olarak yer bulur. Hayatın kuralları ne çok; say say bitmez. Oysa şu lunapark, şu dönme dolap çocukluğun özgür ve sevinçli günlerini hatırlatır.
—Akşam akşam git başımdan!
—Nereye gideyim?
Kuşatır kâinatı akşam, bildiğini okur. Söyleyecekleri vardır. Gün akşamlıdır!
Yazının DevamıBekir Sıtkı Erdoğan, halk şiiri ve divan şiiri geleneğini iyi bilen bir şairdir. “Şiirimizi sevenlerin hem halk şiirimize hem de divan şiirimize çıraklık yapmaları gerekiyor.” der.
*
Yeni şiir karşısında şaşkın ve kederlidir. Eskimeyen şiiri ısrarla hatırlatır. Bu husustaki tespitleri: “Ben şahsen divan edebiyatımıza ait bir şiiri alıyor ve okuya okuya meşk ederek iki günde bitiriyorum. Şimdi yazılanlara bakıyorum, adeta bizim zevkimizle alay ediliyor gibi. Kahroluyorum. Adeta asırlardır, inşa edilen sanat harikalarının enkazı altında kaldık.”
*
Yeni şiire karşı eleştirel bir yaklaşımı sürdürmüştür. Daima geleneğin devamından yanadır. Bir yazısında yaşanan durumu şöyle ifade eder: “1940’tan beri adeta şiirde karikatür havası estirildi. Belki buna zamanla alışırız diye düşündük fakat düşündüğümüz gibi olmadı.”
*
Yunus Emre’ye komşu olmak için şiirler, şiirler söyler. Yunus Emre bir ufuk şahsiyet olarak vurgulanır. Hakikat ve aşk diline işaret eder. “Bu ilham işini Yunusvâri yapmak lâzımdır” der.
*
Şairin “Kışlada Bahar” ve “Hancı” isimli şiirleri adeta diğer şiirlerini görünmez kılmıştır. Sarı sayfalarda kalan diğer şiirler okuyucusunu sabırla bekliyor.
*
“Han Duvarları” ve “Hancı” birbirini selâmlayan şiirler... İnceden, nakış nakış bir yakınlık. Ortak duygu düşünce ikliminin yansımaları okunuyor.
“ Kayseri yolundan Niğde’ye geçtim.
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş…”
*
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Niğde’ye özel bir muhabbeti var. Çocukluk, ilk gençlik yılları Niğde’de geçmiş. “Niğde’nin Sesi” gazetesinin 31 Temmuz 1956 tarihli nüshasında yayımlanan “Bir Garip Şehir ve Çocukluğum” şiiri bu anlamda kıymetlidir.
“İlk hasreti duyduğum işte bu şehirdi !
Semalarında uçan pır pır çocukluğum…
Kuşkulu adımlarla bir sokağa girdi.
Sağına soluna bakınır çocukluğum.”
Geçmiş zaman günleri, gülleri yeniden yâd edilir. Şair, çocukluk çağını yeniden dillendirir. “Bu şiir, Niğde’de geçen çocukluğumun bir hatırasıdır” der.
“Ne kadar kapanırsa kapansın kapılar
Ne kadar sır vermezse vermesin dört duvar!
Unutuşa açık kalmış bir pencerem var.
Hep o pencereden sarkınır çocukluğum”
*
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Ahmet Kabaklı yönetiminde çıkan Türk Edebiyatı dergisinde “Sabır Sarmaşıkları” üst başlığı ile yayımladığı rubaileri bu nazım türünün son devirde yazılmış seçkin örnekleridir.
*
Şairin “Bir Yağmur Başladı” (1949) ve “Dostlar Başına” (1965) isimli şiir kitapları yıllar önce yayımlanmış. Bekir Sıtkı Erdoğan’a ait şiirler toplamını bir bütünlük içinde okumak, incelemek ve değerlendirmek için bütün şiirlerinin tek kitap olarak yayımlanması elzemdir. Şairin okuyucu ile yeniden buluşması böylelikle sağlanabilir.
*
Kadim şiir geleneğimiz yeraltı suları gibi akışını sessizce sürdürüyor. Şair Bekir Sıtkı Erdoğan “Gönlümle Söyleşi” isimli şiirinde der ki:
“Sıtkı’m üslûbunla çözdün gönlümün esrarını,
Sende nazmın başka bir dil, başka bir imlâsı var”
Yazının Devamı“Yine yeşillendi Niğde bağları” türküsü meşhurdur. Niğde’nin bağları, bahçeleri bir türkünün içinden kendisini duyurur. “Bize mesken oldu mapus damları” diyen âşık hayata dair bir sitemini de söylemiş olur. Dışarıda gürül gürül akan bir hayat ve içerde, mapus damlarında bir insan. Türküler yakınımız bizim. Halden anlayan türkülerimiz iyi ki var. Aramızdaki bağı kavi kılan “Niğde Bağları” türküsü bir işaret. Sonrası yeni yol ve yeni alanlar ile çeşitlilik kazanıyor. Niğde denildiğinde sızlayan bir yüreğim var.
* Anadolu’nun bağrında çiçeklenen bozkır güzeli Niğde. Oğulları gurbet illerde. Dönecekler bir gün dönecekler. Cemreler düşsün hele, bahar gelsin. Toprak iyice ısınsın. Umutluyuz daima !..
* Niğde yol vermiş yiğitlere, âşıklara, erlere, erenlere, şairlere… O insanlardan güzellikler, iyilikler kalmış. Hayırla yâd edilmek en kıymetli miras. İnsan, çile ile yoğrulan değil midir? Faruk Nafiz söylemiş: “Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya / Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya / İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! /Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık” Yolcunun uğrak yeri bir şehir. Yeni bakış, yeni duyuş ve memleket gerçeği. İnsanı ve toprağı yakından tanıma çabası. Bir tanıklığın izleri “Han Duvarları”
* “Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu.” Kırbağlarından bakınca bütün görkemiyle karşımızda dururdu kale. Ufukta gün batarken; kale orada, öylece, bir başına… Çevresinde sıralanmış ağaçlar, evler. Ah çocukluk günlerim, şehir bir bilmece. Cevap bekleyen sorular yumağı cadde. Kırbağlarından kaleye uçan kuşlar. Peşinde kan ter içinde bizler. İlk gençlik, kavak yelleri, çay bahçesi ve elde yok, avuçta yok; yaman fakirlik. Ufukta yükselen Niğde kalesi bütün görkemiyle izlenirdi. 1980’li yıllarda başlayan imar-iskân işleri ve hızlı yapılaşma, betonlaşma sonrasında manzara değişir oldu. Artık evin penceresinden bakınca kaleyi göremiyoruz. Niğde kalesinden iftar vaktini bildiren top atışları ayrı bir güzellikti. Çocukluk günlerimde iftar vaktini dört gözle beklerdik. Gözümüz kalede. Kaleden ağır ağır yükselen incecik, nazlı bulut ve akabinde yeri göğü inleten “gümm” sesi. Mahallenin çocukları o an sevinç çığlıkları ile eve doğru koşarlardı. Şükür ki bugün de devam ediyor bu gelenek. Uzaktan sevdiğim Niğde kalesini sonraki yıllarda yakından gördüm. Kalenin iç kısımları ziyaretçilere kapalıydı. Bir çay bahçesini hatırlıyorum o günlerden. Kimler geldi geçti! Şimdi kalenin iç kısımları düzenlenmiş. Ziyaretçilere açık. Niğde kalesine çıkınca dün ile bugün arasında yaşanan med-cezir halleri… Ve olup bitenlerin, zamanın bir muhasebesi gerçekleşiyor.
* Hayata ve insana doğru yürüyüş. Küçük ama anlamlı adımlar. Kapılar açan boyacı sandığı. Köy garajı bizden sorulur. Sırtımızda evin yükü Daha günler göreceğiz. Yılmak, yıkılmak yok. Şen boyacı, şen boyacı… “Parlamazsa para yok.”
* Sungurbey Cami Niğde’nin büyük, merkezî camilerinden. Taş işçiliği ve özellikle kapı işlemeleri bakımından çok kıymetli bir yapı. Tarihî cephesi ve yapının teknik özellikleri hakkında çeşitli çalışmalar mevcut. Sungurbey Cami genişliği, ferahlığı ve sadeliği ile ayrı bir güzelliğe sahip. Geçmiş ile şimdiki zaman arasında gül alışverişi. Bu yüce esere emek verenleri rahmetle anıyorum.
* Bir zamanlar valilik binasının karşısında bahçeli, iki katlı bir yapı vardı. İnsan sıcağı taşıyan, kitap kokulu yakınımız: Niğde İl Halk Kütüphanesi. Ve bir gün yıkıldı. Yıkılan bina değil, bir devir. Sarı yapraklar gibi savrulan hatıralar... Yerine ruhsuz, çirkin bir bina dikildi. Niğde İl Halk Kütüphanesinin okuma-yazma çabamda yeri önemlidir. Alt kat kütüphane salonu idi. Sessizliğin hüküm sürdüğü bir yer. Kış günlerinde sıcacık bir sığınma alanı. Hikâyeler, romanlar, ansiklopediler… Özellikle yıllık ödev hazırlıkları için mutlaka uğradığımız bir yer. Çoğu arkadaşım gönülsüz gelse de sessiz olmak zorunda idiler. Arada sürekli dolaşan öfkeli kütüphaneciden kimse azar işitmek istemezdi. O zamanlar fotokopi imkânı yoktu. Bir yandan okur, bir yandan defterimize yazardık. Hey gidi günler hey!
* “Sen bu gaflet uykusundan ne acep uyanmadın / Serseri gezdin cihanda ey deli uslanmadın” İlim-irfan ehline selam, gönül insanlarına selam. Bir ömür ki ibretlerle dolu. Bir diyardan, bir diyara hicret eden Hakk aşığı. “Yanarız ışk oduna Kuddûsîya leyl-ü nehâr / Kıldı âlem halkını âciz figan-ü ahımız” diyen Ahmed Kûddusi Hazretleri bizleri divanına çağırıyor.
* Muallim Hasan Ethem mektubun geldi. Dağları, tepeleri aşan selamın uzakları yakın eyledi. Kurduğun cümlelerde bahar, kurduğun cümlelerde suyun akışı, kurduğun cümlelerde kuş sesi, kurduğun cümlelerde vatan, kurduğun cümlelerde gül muştusu. Mektubun ki ruh cephemizde ışıklı bir sayfa. Kahramanımız, şehidimiz Muallim Hasan Ethem. Rahmetle anıyorum.
* Niğde’ye yolu düşen yahut Niğde’de bir müddet görev yapan nice şairler, yazarlar vardır. İşte onlardan birisi de “Velhasıl bir garip adamım ki Niğde’de” diyen Ümit Yaşar Oğuzcan. Bedbin hisler içinde Niğde’yi anlatırken bir güzel mısrası var ki anmadan geçemeyiz: “Bir gök var burada denize benzer.”
* Selçuklu eseri Niğde. O usta ellerde taşın sertliği kalmamış. Taş, adeta aşk ile kanatlanmış. Adanmış ruhlar ile yücelmiş insan ve şehir. Ecdad nakış nakış işlemiş; dönüp bakmaz mısın?
* Bir elmanın yarısı gibiyiz. Bütüne hasret. Sürgün yeri dünya. Tarumar edilmiş bahçe. Cennetini kaybetmiş insan şaşkın ve kederli. Kemâl Ümmî der ki: “Bir bahçe gerek bize ki geçmiye baharı / Ol gülü nideriz ki biter ve solan oldu.” Eyvallah, aşk ile erenler, selâm ile!
Yazının DevamıMurat Soyak
BİZE DAİR BİR ÇÖZÜMLEME: “KARPUZ KESTİM YİYEN YOK”
Bir hazinemiz var. Bizi anlatan, bizi duyuran hazinemiz… Bütünüyle söz varlığımız okunmayı, işlenmeyi bekliyor. Kilimdeki her nakış duyguların izleri, simgeleri idi. Bu topraklarda acı, sevinç, hasret nakış nakış sabır ile dokundu. Eskimeyen, solmayan yeniye ulaşmak için köklere ulaşmak için bir imkân arayışı.
“Karpuz Kestim Yiyen Yok” kitabının müellifi şair Şaban Abak, kitapta yer alan yazıların gayesi hakkında şu bilgileri veriyor: “Bu yazılar esasen, Müslüman gibi düşünme, insanı, dünyayı ve hayatı Müslüman gibi tasavvur ediş ve tanımlayış biçiminin ne idüğüne dair, kültürel unsurlara nasıl yansıyıp onları hangi yönde biçimlendirdiğine dair bir denemeler toplamıdır. Türküler üzerinden yazılmış, türküleri vücuda getiren halkı tanıyıp anlamaya ve onun duyuş ve düşünüşüne tesir eden unsurları şairce bir yöntemle; sezgisel bulguculuk yöntemiyle işaret etmeye çalışan denemeler… Türkü sözlerinin bir şiir olarak şekillenmesine etki eden kültürel unsurların görülebilmesi ve türkü gerçeğinin anlaşılabilmesi için, hem sözlerin hem de inanç, duyuş, düşünüş, tasavvur ve muhayyile gibi söz konusu kültür unsurlarının tahlil edilmesi gerektiğini söylüyoruz.”
Kitapta yer alan yazılar 1995 yılından başlayarak Yalnız Ardıç, Yedi İklim, Kaşgar, Kılavuz ve Genç Türkiye gibi çeşitli kültür, sanat, edebiyat dergilerinde yayımlanmış.
Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde yer alan on yazı “Uçmak’a Açılan Kanatlı Kapı” başlığı altında; ikinci bölümde yer alan on dört yazı “Türküler Yoldaşım” başlığı altında tertip edilmiş.
“Ayın Kollarında İncecik Yıldız” isimli yazıda kültürümüzde ‘kapı’ simgesi üzerinde durulmuş. Görkemli taç kapılar, kanatlı kapılar, kapı tokmakları, ilim kapısı, iki kapılı han, kapı çalmanın adabı, kapı eşiği… Kapının kültürümüzdeki anlam zenginliği ve çağrışımları üzerine düşünceler, tespitler yer alıyor bu yazıda.
“Allah Devlete Zeval Vermesin” sözünü çevremizde sıkça duyarız. Yazar bu sözü yazısına başlık olarak seçmiş. Yazıda ‘zeval’ kelimesi öncelikle açıklanmış. Ayrıca güneş simgesinin kullanımı hakkında tarihimizden örnekler verilmiş. Günümüze de ışık tutan bir yazı bu.
“Ekmek Medeniyettir” yazısında buğday, değirmen ve ekmek arasındaki bağ vurgulanmış. Ekmeğe güzelleme diye de okunabilir. Dünya hayatına dair çözümlemeler ‘değirmen’ imgesi ile anlatılmış: “Değirmen kültürümüzde bir remz; çoğunlukla da dünyaya ve dünyanın hallerine işaret edici bir remiz olarak kullanılagelmiştir. Dünyanın bir gurbet oluşunun ve sılaya dönme hazırlığını hatırlatışın remzidir.” Ekin kavramının dilimiz ve kültürümüzdeki karşılığı örneklerle verilmiş.
“Batrak’tan Bayrağa, Allah’tan Hilal’e” yazısında bayrak kelimesinin kökeni, tarihimizdeki, kültürümüzdeki yeri ve karşılığı üzerine bilgi verilmiş.
Medeniyetimizin önemli göstergelerinden olan çeşmeler üzerine yazılmış bir yazı: “Çeşmeler, Eski Kızlar, Eski Aşklar”.
Ak-kara kelimelerinin dilimizdeki anlam çeşitliliği bir bütünlük içinde sunulmuş: “Kar Beyaz da Olsa, Kış Karadır”.
Bir oruç yazısı da yer alıyor kitapta. Ramazan ayının güzelliğini, yüceliğini duyuran bir yazı: “Ramazan Harcı Görmek”. Kız kulesine oruç penceresinden bir bakış… Yazının giriş cümlesi: “Bugün hayatımızda eksikliğini hissettiğimiz şeylerin başında dinî neş’e duygusu geliyor.”
Ramazan ayından kaynağını alan bir yazı: “Ramazan’ın Habercisi Olarak Hilal”. Bu yazıda özellikle hilal kavramı hakkında bilgi veriliyor.
“Gülün Türküleri” yazısı, gül türkülerini içermektedir. “Gül” mazmunu şiirimizde, türkülerimizde sıkça işlenmiştir. Güllü türkülerden bir demet sunulmuş bu yazıda. Güle hasret ile kurulmuş cümleler.
Ve güldeki güzelliğe dair bir yazı: “Gül Alıp Satmanın Zamanı Değil”.
Elif’in serencamı “Elif Dedim, Be Dedim” yazısında anlatılıyor. Türkülerde okuma-yazma kültürü ve aşk acısının yazılamazlığı üzerine.
Yaşanan sıkıntılara, büyük acılara dair türkülerimiz de vardır. “Kan Damlar Kar Üstüne” yazısında yaşanan acılar ve hüzün işlenir. “Ne mutlu bizlere ki sevinç ve mutluluğumuz, neşemiz ve oyunumuz bile acılarımızdan beslenmekte, onların sabır ve tevekkülle damıtılmasından doğmaktadır. Sır buradadır; bir toplum için mutlu olmak, yaşanan büyük acıları unutmamakla mümkündür. ‘Acıyı bal eylemek’ tam da bu olsa gerek.”
Kitaba da isim olan yazı: “Karpuz Kestim Yiyen Yok.” Türküden bir bölüm: “Karpuz kestim, yiyen yok/Halin nedir diyen yok/(Aman) Ayrılık gömleğini/Senden başka giyen yok”. Karpuz kesen kişi, paylaşmaya, dostluğa çağırıyor. Lakin çevresinde derdini paylaşacak, haldaş olacak kimse yok. Yazar bu durumu şöyle açıklıyor: “Bir kesen olduğu halde, onu yiyecek kimsenin bulunmadığı söyleniyor. Çünkü karpuz, tek kişilik bir meyve değil!” Bencilliği, yalnızlığı aşmak ancak ‘paylaşmak’ ile mümkündür. Dost kazanmak isteyenlere de bir işaret var bu türküde. Yazıda altını çizdiğim satırlar var. Şöyle ki: “Türkü diyorsam, bu, biraz da dilimin buna yatkın oluşundandır. Üstü ölüm külüyle örtülmüş ve kültürümüzün çok tali unsurlarından bile bir diriliş özü, hatta capcanlı hücreler bulunduğunu söylemek isteyişimden.”
Seher vakti ile gelen iyilikler, güzellikler bir Kırşehir sürmelisi eşliğinde anlatılıyor. Adı: “Seherde Açılan Kapı”.
Bir türkünün arka planı, çözümlemesi yapılmış “Nal Delen Gül Dikeni” yazısında.
Türkü sözlerinde ölüme dair konular sıkça işlenir. “Beşikte Bala Sarhoş” yazısında fani oluşumuz hatırlatılır. Ölüm daima gündemdedir: “Tabut denen ağaç ata/ Binmemeye çaren mi var?”
Türküler sınır taşlarını, tel örgüleri aşar. Uzaklar, türkü ile yakındır. “Nasıl Methedeyim Sevdiğim Seni”, “Bağdat Ellerinden Gelen Turnalar” ve “Bakır Çalığı” isimli yazılarda sınırlar ötesine, “imparatorluk coğrafyasına” içli türküler ile bir yolculuk vardır. Bağdat, Basra, Yemen… Gidip de dönmeyenlere yakılmış türküler, tarihte yaşadığımız yıkımlara, acılara, yenilgilere tanıklık eder. “Düşmanlar, büyük ülkemizi suni sınırlarla parçalara ayırmış olabilirler, ama türkülerimizi yenemezler; onların coğrafyası hep ‘cihan devleti’ genişliğinde kalacaktır!”
Yozgat sürmelisi diye bilinen bir türküden kaynağını alan yazı: “Sürme Karanlığı”. Yazı türküden alınan mısralar ile başlıyor: “Dersini almış da ediyor ezber / Sürmeli gözleri sürmeyi neyler.”
Ve bayramlarımızı konu alan türküler… Bayram günlerinin aydınlığı, sevinci vardır türkülerde: “Buna bayram günü derler/ Dostla düşman bir olur”. Bir de bayram günlerinde sevdiklerinden uzakta olmanın ıstırabını, hüznünü duyuran türküler vardır: “Bayram gelmiş, neyime/ Kan damlar yüreğime, aman aman garibem!”. Türküler eşliğinde bir bayram yazısı: “Bayram O Bayram Ola !”
Bize dair bilgiye, somut verilere ulaşmanın yolu kültür, sanat ürünlerimiz üzerinde yoğunlaşmaktan geçer. Yıllar geçse de değişmeyen iyilikler, güzellikler vardır. Köklere, öze varmak için bir uğrak yeri türkülerimiz. Derin milletin hislerine tercüman olan türkülerin tahlili hususunda da örnek bir çalışma bu eser.
“Türkülerimiz ve simgelerimiz hakkında ezber bozan yorumlar” alt başlığı ile Kaknüs Yayınları’ndan çıkan “Karpuz Kestim Yiyen Yok” kitabı bize dair bir çözümleme denemesi. Özellikle türküler eşliğinde kültür ve medeniyet yolculuğu…
Yazının DevamıKan ter içinde çalışıyor. Çocuklarına helalinden bir ekmek götürmek için çabası. Yazın sıcağı kavuruyor. Alnında biriken ter yol bulup birden göz çukuruna iniyor. Ter gözünü yakıyor.
Kamyon kasasındaki kireç torbaları gün batmadan indirilecek. Bugün bu iş bitmezse eğer yevmiye de yok. Eli yüzü kireç tozu. Bir ara durup terini siliyor, bir nefesleniyor.
Eskimiş, rengi solmuş gömleğinin açık yakasından kireç tozları girip terli sırtına yapışıyor. Bir müddet sonra sırtında bir sızı başlıyor. Kıvranıyor, yerinde duramıyor. Sanki alev alev yanıyor. Yüzünde acının derin izleri...
Kireç torbaları inecek ama artık takati kesiliyor. Olduğu yere çöküyor.
AH ANNEM
Bayburt’un Demirözü ilçesinden hareket edip ikindi sonrası buraya geldik. Üzerimizde yol yorgunluğu. Hemen bir çeşmeye koşup serinliğe sığındık. Erzincan tren garındayız.
Annem tenha bir yerde üzgün, kederli duruyor. Gözyaşlarını gizler gibi. Kayseri’ye gidecek treni bekliyoruz. Gün batmak üzere… Bir türlü zamanında gelmeyen tren. Uzun bir bekleyiş. Karşıda uzayıp giden sıra dağlara bakıyorum. İlk göz ağrım, ilk sevincim Bayburt günleri… Bir dönem daha kapanıyor. Ne umduk ne bulduk? Göç göç olmuş kervan. Bir yerden bir yere insan. “Üç göç bir yangına bedel” demiş atalar. Gün görmüş, umur görmüş atalar; vardır bir bildikleri.
İşte beklediğimiz tren geliyor. Kara duman gök boşluğunu doldurdu. Akşam rüzgârı esiyor. Koşuşuyor insanlar. Yürüdük annem ile… Ve ağır demir kapılar kapandı.
Geride kaldı mor dağlar, solgun güller, sarı yapraklar…
ÇERÇİ BEKİR
Çerçi Bekir’in uzaktan sesi duyuluyor. Demir, bakır ve atık yün karşılığında çekirdek, kırık leblebi, keçi boynuzu veren o gül yüzlü, nuranî adam. Çocuklar şimdi Çerçi Bekir’e doğru koşuyorlar. Tek teker küçük tahta arabaya ne çok şey sığdırmış. Rengarenk bir alem bu. Biriktirdikleri metaller karşılığında elde ettiklerine bakıp bakıp seviniyor çocuklar. Çalışmak, kazanmak neymiş anlamaya başladı keratalar. Çocuklar avuçlarındaki yemişleri ceplerine doldurup oyun alanına doğru seğirttiler. Çerçi Bekir güne iyi başladım diye sevindi. Uçuşan kuşlara göz ucuyla bakıp alın terini sildi ve şapkasını düzeltti. Çerçi Bekir’in dilinde bir türkü: “Yine yeşillendi Niğde bağları”
MUSTAFA
Mahallenin bir Mustafa’sı var. Kendi âleminde hür Mustafa. Kimseye eyvallahı yok. Kimseye küs değil, kırgın değil, düşman değil. Kendi ile barışık; insanlar ile barışık. Ayak topu oynayan çocukları seyrediyor şimdi. İri vücudu oturduğu yerde arada bir sallanıyor. Kumral saçları ışığını kaybetmiş ve dağınık. Yüzünde toz ile karışık ter izi. Gülüyor Mustafa, gülüyor Mustafa, gülüyor. Kimse aldırmıyor ona. İşte buna dayanamaz Mustafa.
Bir gök gürültüsü gibi ayak topu oynayan çocukların arasına ansızın dalıyor. Şimdi bir kaçışma, bir şamata... Hiç bitmeyecek gibi bu kargaşa ama Mustafa yoruluyor. Bir taşa oturup derin derin nefesleniyor. Çocuklar etrafında toplanıyorlar. Kuşlar o yöne kanat çırpıyor. Mustafa sürekli yere bakıyor. Aralarında bir sessizlik büyüyor.
Yazının DevamıDışarısı buz gibi soğuk olsa da içimizi ısıtan bir mevsimdir kış. Sabahleyin çocuklarda bir sevinç, bir heyecan…
—Kar yağmış kar!
—Anne, kar yağmış!
Şimdi çocuklar, pencereye burunlarını dayamışlar dışarıyı izlemekteler. Evimizin önündeki ağaçlar kar altında daha bir güzel görünüyor. Yoldan birkaç kişi geçiyor. Sıkıca giyinmişler. Gözleri karlı, buzlu yolda. Şimdi yürürken daha bir dikkatliler. Allah korusun, kayıp düşmek var.
Kışın eve çekiliriz, kalbimize… Dışarıdaki sesler azalırken; iç ses kendisini duyurur. Kendimizi dinlemenin vaktidir.
“Hayat Bilgisi” kitabında bir kış resmi var. Sevimli mi sevimli… Şöyle ki:
Şöminede uyumlu alevler, çay çevresinde anne, baba, dede… Çocuk yere uzanmış bir kitabı okumaktadır. Hemen yanında kedi, örgü ipini çekiştiriyor; kendince oynuyor. Her şey yerli yerinde; bir eli yağda bir eli balda derler ya, işte öyle. Mutlu aile görüntüsüdür bu.
Dertsiz insan olur mu? Başka açıdan bakınca farklı görünüm arz edecektir kış.
Gerçeklere doğru bir teneffüs… Şimdi uzak köyler kar altında, çıkmaz olmuş yollar. Şehir ne yana düşer? Evler içine kapanmıştır. Bir dokun, bin ah işit. Odun-kömür var mı, yeter mi? Ekmek, iş, aş var mı? Ve başlayan hastalıklar… Hayatın içinden bir kış resmi: İçinde yoksulluk, çaresizlik ve yaşanan acılar…
İki ayrı kış resmi bir yerde buluşur: Kar rahmettir, berekettir. “Kışı güzel olan memleketin, baharı da güzel olur” derler. Yaşanan zorluklar, sıkıntılar gelecek güzelliğin, iyiliğin
habercisidir.
—Kardan adam yapalım mı?
—Kartopu oynayalım.
Koşarak dışarıya çıktılar. Kış ve çocuk birbirini hasret iki dost gibi. Kar, sevinci çoğaltıyor. Soğuk olsa da dışarısı, umursamaz çocuklar. Kartopu ısıtır avuçlarını. İşte sokak arasında toplanıvermişler. Daha kardan adam yapılacak. Bitmez tükenmez tembihler sıralanır ama nafile. Annelerin içinde bir korku: Ya üşütürse ya düşerse!..
Uzun kış gecelerinde sohbetlerin tadı da bir başka olur. Şimdilerde insanlar birbirine uzak, yabancı gibi. Komşuluk ilişkileri zayıfladı. Hâl hatır sormalar azaldı. İletişim çağındayız ama insanlar sahici yakınlığa, komşuluğa, dostluğa hasret.
Uzun kış geceleri demiştik değil mi? Peygamber kıssalarının, askerlik hatıralarının, memleket havadislerinin, masalların anlatıldığı demdir. Sohbete doyum olmaz. Evimize ak sakallı bir amca ile hanımı gelirdi şimdi her ikisi de rahmetli oldu. Ne güzel anlatırlardı sanki dillerinden bal akardı! O kış dinlediğim peygamber kıssalarını hiç unutmadım.
Evvel zamanda kahveler içilirdi. Çocuklara kahveden pek verilmezdi. Kahve içmek büyüklere mahsustu. Ahir zamanlarda kahve, yerini çaya bıraktı. Sohbete eşlik eden çaydır.
Çaysız olmaz efendim! Dumanı üstünde sımsıcak çay, kış günlerinde daha bir aranır. Sohbeti tamamlar adeta.
Gündelik işlerimiz, alışkanlıklarımız karın yağmasıyla sarsılır. Zira olağanüstü bir yaşantıdır bu. Kış bütün görkemiyle çevremizi kuşatmıştır. Hatırlamanın, muhasebenin, yeniden düşünmenin zamanıdır.
—Haydi eve!
—Daha kardan adam yapacaktık anne…
—Yarına kalsın, üşüdünüz.
—Hayır, üşümedik biz!
Anne ve çocuklar arasındaki bu tür konuşmalar uzar gider. Çocuklar için kış, yeni bir evrendir; bitmez tükenmez keşiftir. Kış dışarının sertliğini, hayatın gerçeklerini duyurur kendi dilince. Yeni oluşu muştular. Zira toprak kar sularıyla beslenmektedir. Yeryüzü bahara hazırlanır. Gelecek güzel günlerin hazırlığıdır bütün bu devinmeler. Nihayetinde çiçek çiçek bahar gelir; sabrın meyvesidir.
Sayfalarında rahmet, bereket filizlenen kış kitabını okuyalım derim. Kışın halleri zor olsa da Rabbim bir kolaylığı beraberinde vermektedir. Daha nice kışlara…
Gönül sıcağı daim olsun!
Yazının Devamı“Fareler ve İnsanlar” romanında olayların akışı içinde bireysel ve toplumsal sorunlar dile getirilmiştir. Romanda işlenen sorunları şu başlıklar altında inceleyebiliriz: Yalnızlığa terk edilmiş insanlar, yalnızlık problemi; iç huzursuzluk, kimsesizlik, bencil hayatlar; insan hakları hususunda yaşanan olumsuzluklar, ülkedeki zencilere yapılan haksızlıklar, kötülükler…
George Milton ve Lennie Small, Salinas nehrinin kıyısına bir akşam vakti oturup olup bitenleri konuşurlar. Bir başka çiftlikte yaşanan olay neticesinde oradan ayrılmak zorunda kalmışlardır. George, komşusu Clara teyzeye verdiği söz üzerine Lennie ile irtibat kurmuş ve yanına almıştır. Arkadaşlıkları bu şekilde başlar.
Yalnızlığa terk edilmiş insanlar, yalnızlık problemi hususu romanın bütün aşamalarında karşımıza çıkar. Yazar, dönemin insan ilişkilerini karşılıklı diyaloglar ile dışa vurur. Bu konuşmalarda insanlar birbirlerine karşı sert, acımasız, anlayışsız bir tutum içindedirler. Hayatın sert gerçeği, acımasızlığı konuşmalara yansır. George ve Lennie özünde yalnız, kimsesiz insanlardır. Özellikle Lennie’nin bakıma, korumaya muhtaç oluşu daha bir belirgindir. Teyzesi Clara’nın ölümünden sonra kendisi ile ilgilenecek başka bir yakını kalmamıştır. Artık George ve Lennie iki yalnız olarak hayatta kalma mücadelesi verirler. Ömürleri bir çiftlikten diğerine gündelik işlerde çalışmak ile geçer. Bir türlü tutunamazlar. Romanda tutunamayan insanların hayat serüveni anlatılır. Bir türlü başarılı olamazlar, bir türlü kurdukları hayaller gerçekleşmez. George, arkadaşı Lennie’e öfkeli bir halde şunları söyler: “Senin yüzünden memleketin dört bir yanında sürtüp duruyorum. Bu kadarla kalsa iyi. Başın beladan kurtulmuyor. Kötü şeyler yapıyorsun, senin yaptıklarını temizlemek de bana düşüyor.”
Çiftlikteki reisin oğlu Curley çalışanlara kötü davranır. Saldırgan bir tavrı vardır. Kaba davranışları neticesinde insanlar ondan uzaklaşırlar. Eşi arayış halindedir. Yalnızdır. Sürekli konuşacağı, dertleşeceği birilerini aramaktadır. Curley’in eşinin Lennie ile görüşmesi neticesinde acı olaylar zinciri başlar.
Zenci seyis Crooks çiftlik içinde ayrı bir mekânda tek başına kalmaktadır. Crooks, yalnızlığı içinde ayrı bir dünya kurmuştur. Zenci olduğu için dışlanmıştır. Amerika’daki zenci-beyaz ayrımcılığının roman içindeki bir göstergesidir.
Çiftliğe George ve Lennie geldikten sonra işçi Candy’in dünyaya bakışı değişir. Yalnızlığından kurtulmuştur. George ve Lennie ile birlikte geleceğe dair hayaller kurar. Hep başka bir hayat arayışı vardır. İçinde bulundukları olumsuz şartlardan kurtulmak isterler.
Çalıştıkları çiftlikte kavgalar, gerginlikler yaşanmaktadır. Bu yaşanan durumlar karşısında George hep tedbirlidir. Sürekli Lennie’i başına gelebilecek olaylar hususunda uyarır. Burada Lennie’yi koruyan, kollayan bir yaklaşımı vardır. Zira Lennie çevresindeki olup bitenleri anlayamayacak kadar çocuksu bir saflığa sahiptir. George, Curley’in saldırgan tavırları karşısında Lennie’e kalkan olmaya çalışır.
Curley, çiftlikte bir seferinde yine Lennie’e sataşır. Kavga çıkar. Lennie kavgadan kaçınmasına rağmen Curley üzerine gelir. Ve yaşanan olayın boyutları büyür. Curley’in parmakları kırılır. Diğer günlerde ortam biraz sakinleşir fakat Curley’in eşinin bir gün Lennie’e yaklaşması, konuşması neticesinde acı bir olay yaşanır. Lennie, istem dışı davranışları ile Curley’in hanımını öldürür. Burada yaşanan ölüm olayında bir planlama veya bir kasıt yoktur. Lennie psikolojik yönden rahatsız biridir. Yaptığı davranışın sonuçlarını hesap etmekten acizdir. Ve yaşadığı bu olay karşısında çiftliği hemen terk eder. Zira arkadaşı George, yaşanan bir aksilik karşısında Lennie’in Salinas nehrinin kıyısındaki sazlıkta saklanmasını ister.
Çiftlikte ölüm olayını duyanlar hemen harekete geçerler. Lennie hedefteki kişidir ve öldürülecektir. George işte bu aşamada gelişmeleri kontrol edemez. İnsanları olup bitenler karşısında bilgilendirme, yönlendirme hususunda yetersiz kalır. Lennie her zaman kendisini zor durumda bırakmaktadır. Sorunlar bitmek bilmez. George bir karar ile herkesten önce davranıp Lennie’nin bulunduğu yere varır. Lennie, George’u görünce çok sevinir. Ortak hayallerini dillendirir. Kendi suçsuzluğunu ifade eder ama George artık kararını vermiştir. Lennie’yi kendi elleri ile vurur. Bir arkadaşlık serüveni Salinas nehrinin kıyısında hazin bir sonla biter.
Amerika merkezli 1929 ekonomik buhranının yıkıcı, sarsıcı sonuçları dikkate alındığında romandaki kişilerin çaresizliği, ezilmişliği daha bir anlam kazanmaktadır. O dönemde yaşanan sosyal ve ekonomik sıkıntılar eserin yazılmasına kaynaklık etmiştir. Vahşi batı bir kez daha çirkin yüzünü göstermektedir. Amerika’daki karanlık sistemin ve ekonomik kuşatmanın derin bir eleştirisi yapılır. Romanın satır aralarında egemenlere karşı muhalif bir düşünce okunur.
Yazar John Steinbeck, The New York Times gazetesine verdiği bir röportajda bu romanı hakkında önemli bir belirlemede bulunur: “Ben kendim de uzun bir süre göçmen işçiydim. Öykünün geçtiği yerlerde çalıştım. Karakterler bir yere kadar, çeşitli insanların karışımıyla ortaya çıktı. Lennie ise gerçek biriydi. Şu anda Kaliforniya'daki bir akıl hastanesinde. Onunla haftalar boyunca yan yana çalıştım. Gerçek Lennie bir kızı değil, bir ustabaşını öldürdü. Kızgındı, çünkü patron arkadaşını işten çıkarmıştı, Lennie de dirgeni karnına saplayıverdi. Bunu arka arkaya defalarca yapışını izlediğimi anlatmaktan nefret ediyorum. Onu, çok geç olmadan durdurmayı başaramadık.”
“Fareler ve İnsanlar” isimli roman 1937 yılında yayımlanır. Bu roman, ülkemizde ilk kez 1945 yılında “Farelere ve İnsanlara Dair” adıyla Millî Eğitim Basımevi tarafından Necmi Sarıoğlu'nun çevirisiyle basılmıştır.
“Fareler ve İnsanlar” romanında yalnızlığın, kimsesizliğin girdabı içinde yaşama mücadelesi veren insanların serüveni anlatılmaktadır. İnsanlık onurunu yaralayan zulme, haksızlıklara tanık oluşun iç sızısı. Ve okunan acı gerçekler...
MURAT SOYAK
Yazının DevamıÇıngırak oyunu nasıl oynanır, bilir misiniz?
Üskül köyünde üç çocuklu yoksul bir aile vardı. Bu yoksul ailenin üç çocuğundan biri olan Hüseyin on dört yaşında bir kaza sonucu ölmüş. Ailesini yasa boğmuştu. Aradan yıllar geçti ailenin bir erkek çocuğu daha dünyaya geldi. Çocuğun adını Mustafa koydular. Mustafa ailesine tüm acılarını unutturdu.
Yıllar geçti. Mustafa büyüdü on bir yaşına girdi. Hareketli, yerinde duramayan afacan bir çocuk oldu. İlkokul bitirdi. Boyu uzadı, serpildi ve gelişti. Yiğit bir delikanlı oldu. Bir yaz günü az sayıda koyunları ile köylerindeki Hançer Yaylasına göçtüler. Hançer Yaylası, Bor’u, Kemerhisar’ı, Aladağlar’ı, Demirkazık Tepesini, Melendiz Dağlarını ve Emen Ovasını gören bir yayladır. Bu yaylanın suları tatlı, havası serindir. Binbir çeşit çiçekleri, yumak yumak çayırları ile çobanları kendine cezbeder. Bu yaylada otlayan koyunların etleri lezzetli, yoğurdu tatlı olur. Burada canlı ve cansız varlıklar arasında güzel bir uyum vardır.
Mustafa bu güzel yaylada arkadaşlarıyla birlikte dağlarda koyun ve kuzuları otlatır. Sağım zamanı annesini bulamayan kuzuları bulur; onları emiştirirdi. Sağımdan sonra da koyunları kuzularından ayırır; sağılan sütleri evlerine götürürdü.
Boş zamanlarında ise arkadaşlarıyla çeşitli oyunlar oynardı. Bu oyunlardan en eğlencelisi de çıngırak oyunu idi. Çıngırak oyunu obadakilerin en büyük eğlencesi idi. Bu oyun sayesinde kaç sevgili buluşmuş; kaç gönül birleşmiştir bilinmez. Çıngırak, biri uzun diğeri kısa iki sağlam ağaçtan oluşan bir çeşit tahterevallidir. Çıngırağı oluşturan kısa ağacın bir ucu inceltilir. Diğer ucu düz bir yere derince bir çukur açılarak gömülür. Uzun ağacın kalın tarafına direğin ucunun gireceği büyüklükte bir delik açılarak içerisine bir miktar kömür tozu karıştırılmış tereyağı sürülerek direğin üzerine geçirilir. Çıngırak oynamaya hazır hale getirilir. Çıngırağın uzunca tarafına bir kişi, kısa tarafına da birkaç kişi binerek oyun oynanmaya başlanır. Oyuncular uzun ağacı dikili direğin etrafında döndürebildikleri gibi aşağı yukarı da kaldırabilirler. Ağaçtan düşen oyunu kaybetmiş sayılır.
Çıngırağın uzun tarafına binen kişi kısa tarafında olanlara göre yerden daha yüksektedir. Bu nedenle her an düşebilir. Uzun tarafa binen bir yerde oyunu kaybetmiş sayılır ama oyun bu, iki tarafa da binilmesi gerekir. Uzun tarafa binen ve düşmekten korkan gençler oyun esnasında “Beni indirin. Ne isterseniz yapacağım!” diye bağırmaya başlar. Bu durumdan yararlanan arkadaşları da ona çeşitli sorular sorarak cevabını almaya çalışırlar. Soruları cevaplamayan çıngıraktan indirilmez. Gençler birbirlerine en çok “Sevdiğin kızın adı ne? Sevdiğini kavuşamazsan neylersin?” gibi sorular sorarak o kişinin kimi sevdiğini öğrenmiş olurlar.
Bir gün Mustafa arkadaşıyla çıngırağın bulunduğu tepeye gider. Mustafa çıngırağın uzun tarafına, arkadaşları da kısa tarafa biner. Arkadaşları Mustafa’yı bir kuş gibi indirip çıkarırlar. Mustafa ve arkadaşları bir süre gülerler, eğlenirler. Oyunun sonuna doğru arkadaşları Mustafa’yı yerden hayli yükseğe kaldırırlar ve Mustafa’ya sorarlar:
—Sevdiğin kızı adı nedir?
Mustafa korku dolu bir sesle bağırmaya başlar:
—Beni indirin, beni indirin!
Arkadaşları:
— Sevdiğin kızın adını söylemezsen indirmeyiz.
Mustafa utanır; bir türlü sevdiği kızın adını söylemez. Mustafa çıngıraktan inmek ister ama arkadaşları sorunun cevabını almakta kararlıdırlar. Bunun üzerine Mustafa hiç düşünmeden atar kendini yere. Mustafa düştüğü yerden kalkamaz. Çırpındıkça çırpınır; titrer ve yaralı bir kuş gibi oracıkta son nefesini verir.
Oyunu seyreden çocuklar koşarak acı haberi obaya iletirler. Oba Mustafa’nın ölüm haberiyle derin bir sessizliği bürünür. Mustafa’nın öldüğünü duyan anne ve babası ile obada bulunan kadınlar, erkekler koşarak çıngırağın bulunduğu tepeye varırlar. Mustafa’nın yerde cansız yattığını görürler. Mustafa’nın anne ve babası:
—Allah’ım başımıza bu da mı gelecekti? Canım evladım, bahtsız kuzum!..
Ellerini göğüslerine vuruyorlar ağıtlar yakıyorlardı. Orada bulunanlar da yaşanan bu acıyı olayı gözyaşları dökerek sessizce seyrediyorlardı. Koyun çobanı olayı seyreden gençlerden birini muhtara bildirmesi için köye gönderdi.
Acıların ilacı gibi gözyaşı… Gözyaşı bitince acı da biter mi? Bir süre sonra savcı, karakol komutanı ve üç asker yaylaya geldiler. Çocukların ifadelerini aldılar. Bu ifadeler neticesinde savcı çıngırağın hemen sökülmesini ve bir daha da obalara çıngırak kurulmamasını istedi. Bu emir üzerine köy muhtarı obalardaki çıngırakları söktürdü. Bu çıngırak oyunu o acı günden sonra yavaş yavaş unutuldu.
Evvel zaman içinde çıngırak oyunumuz vardı. Şimdi ne çıngırak kaldı ne de o güzel insanlar!
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Yunus bir uçurumda yatar. Onun yattığı yere yüksek tepelerden inilir. Gece yarısı yaylı araba, korkulu yollardan sarsıla sarsıla düşerken, uzakta, ta derinlerden bir ışık gösterdiler: “İstasyon” dediler, “Yunus’un türbesi onun yanındadır.”
Çocuk gözlerimle ona baktım ve ürperdim. Kulaklarımda bir efsanenin uğultusu vardı. Dağlar, taşlar, ağaçlar, manasını bilmediğim bir ilahi söylüyorlardı.
Köy yerleştikten sonra, uçurum, Yunus, istasyon ve ben, birbirimize kaynaştık. Zamanla orkestramıza daha başka seslerde karıştı. Yakıcı yaz güneşinde sıtmadan toprağa uzanmış köylüler gördüm: Toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi ela gözleri daima bir velîyi hatırlatan köylüler. Çatlak dudakları ile güldükleri zaman, taşlar canlanıyormuş hissiyle insanı korkutan köylüler ve akşam güneşi bataklıkta yanarken milyonlarca zehirli sineğini göklere salıveren Porsuk.
Gece, ellerimizde ayran bakraçları, trene çıkardık. Issız bozkır karanlığında, seyyar, ışıklı saraylar gibi, birden karşımızda duruveren vagonlar bizi büyülerdi. Pencereden, uyku içinde donmuş veya bir rüyadan bakar gibi çehreler uzanır, ölü gözler ile soğuk boşluğu yoklar, tekrar kayıtsız içeri çekilirlerdi. Bir şey göremezlerdi. Orada, uçurumun içinde, Yunus’u ve bizim bulunduğumuzu fark etmezlerdi. Nereden fark edeceklerdi? Etseler ne yapacaklardı sanki?
Bu aydınlık, masal kâşaneleri uzaklarda eriyince, bizi yine mağaramıza dönerdik: Kerpiç damlarımıza, uykularımıza, hastalığımıza ve sefaletimize. Yıllar var, bu uçurumdan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Arabalar, evler, istasyonlar, şehirler, mektepler, kitaplar ve insanlar beni uzun bir vadiden geçirdiler. Bu vadide asırlarca yürümüş gibiyim. Bir daha dönmedim.
Bir daha oraya dönmedim. Fakat uçurum benimle her yeri dolaştı. Ne zaman içime baksam, karşıma onun karanlık boşluğu, titreyen istasyon ışığı, Yunus, köylüler ve Porsuk çıkar. Milyonlarca sivrisineğin yüzüme hücum ettiğini hissederim.
Yaylı, tıpkı ilk gecede olduğu gibi, yüksek tepeden iner; kulaklarımda anne sesiyle söylenen bir efsane uğuldar; dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, o zaman mânasını bilmediğim, fakat şimdi çok iyi anladığım ilâhîler söylerler:
“ Ben Yunus-u bîçareyim,
Dost elinden âvâreyim.
Baştan ayağa yareyim.
Gel gör beni aşk neyledi.”
Bu uçurum şarkısı beni her zaman ürpertti. Ben onu Yunus’un kendi ağzından dinledim. Ben “bîçare, baştan ayağa yare, dost elinden âvâre” Yunus’u gördüm. Ben bu uçurum türküsünü toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi elâ gözleri Yunus’unkinin tıpkısı olan insanlardan duydum.
Bunaltıcı bozkır öğlesi Porsuk sularını kaynattığı zaman, onlar, toprağa uzanırlar, sıtmalı, çatlak ve yorgun sesleri ile bu türküyü mırıldanırlardı. Harap türbesinde yatan Yunus da onlara karışırdı.
Yıllar geçti. Türlü şarkılar dinledim. Mesut evlerin pencerelerinden sızan şarkılar, meyhane şarkıları, ıssız sokaklarda söylenen külhanbeyi şarkıları, güzel kadınların, çirkin kadınların, çocukların, yaşlıların, artistlerin ve vatmanların şarkılarını dinledim. Ağlayan, gülen, söven ve okşayan şarkılar. Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus’un, Yunusların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus çoğalmış, köyler Yunus’la dolmuş hissiyle uyandım.
Uyandım, fakat etrafımda şehir vardı; şehirli vardı. Asfalt yolları pırıl pırıl, apartmanları göklere tırmanan, meydanları, otomobil, kamyon, otobüs, tramvay, dilenci, fahişe, bey, işsiz, hamal ve talebe ile tıklım tıklım dolu şehir. Her biri kendi içine kapanmış körler gibi dolaşan,
İnsanlar. Kendimi onlar arasında buldum.
Yıllar var, büyük, sonsuz karışık bir labirentin içinde, çıkacak bir yer bulmak için uğraşıyorum. Zaman zaman içimdeki uçurum beni çağırır ve “Çıkış yeri benim, der. Haydi, atlayıver, korkma !” Ve kalbim kendi kendine şöyle söylenir: Bir yaylıya binsem, kırbacı elime alsam, atlara “deh” desem, yollardan geri dönsem, o mukaddes uçuruma insem…
* Nesillerin Ruhu, Mehmet Kaplan
Dergâh Yayınları, 10. Baskı, 2010
Sayfa 223-225
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip geçer
Her affın içinde bir intikam gelir gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
AHMET MUHİP DRANAS
KAR
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Okşanmadan saçım, başım
Beyazlığı gören gelsin usulca
Dökülür kar gibi beyazlıklar
Sessiz sedâsız kalbimin üstüne
Dünya yolcusunda bir nur olur
Kefenlenir artık tenim notasız
Selam eder âhirete uzanan bir ele
Kimsesiz bakışlarım
Başlar toprakla nişan
Düğüne davet var izinsiz
Başkası için değil kendisi olduğundan
Gülistanda açıverir bembeyaz güller
Itrını neşreder
Bedenimin en tepesinde salkım saçak
Ne de rânâdır olgunluğa dokunan kanatlar
Gökyüzünde amansız
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
İdeolojik bir metafor kanıma işlemiş
Kafamı hangi taşa vursam kırmızı akıyor
Nerde olursa olayım gözyaşlarım hep aynı
Kapalı kapılar ardında çevrilen dolaplarda
Acının rengi hep aynı, zaliminde…
Yer ve mekân farklı da olsa çocuklar
Hap yetim, hep yarım
Sonra her taraf zifiri karanlık
Kafamı hangi taşa vursam kırmızı akıyor
Zaman katmanına saklanmış renkler
Gök gürültüsü, şimşek boran
Gün aydınlığa yeni gonca açan gül
Mahzun bülbül isyanda, konduğu dal kırmızı
Ötüşleri kan kırmızı, nağmeleri acının rengi
Yıkık bir duvar dibinde anne
Acıların en kesifini iliklerine kadar
Damarlarına kadar intikam ve isyan
Gözlerinde kan goncasına ağlamakta
Göz yaşları solmakta gece karanlığında
Batmayan gemi anılarımı da yükler
Zaman katmanına saklanmış renkler
Prangalar eskitir düşlerime saklanan güneş
İdeolojik bir metafor kanıma işlemiş
Kafamı hangi taşa vursam kırmızı akıyor
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Bahar bütün güzelliği ile geldi. Yeryüzü allı pullu giyinmiş gibi. Bahçe duvarını aşınca mor sümbüller, papatyalar ve toprağı güzelce örten yemyeşil çimen…
İkindiye yakın bulut kümesi oluşuyor. Ve bir süre sonra yağmur inceden yağmaya başlıyor. Sahada top oynayan çocuklar ıslansalar da oyuna devam ediyorlar. Yağmur sonrası mis gibi toprak kokuyor. Sanki yeryüzü kirlerinden arınıyor.
Çocuklar yağmur altında top peşinde koşuyorlar. Yine mahalle maçı… Nar Mahallesi ve İlhanlı Mahallesi arasındaki çekişme sanki hiç bitmeyecek gibi. İki mahallenin çocukları maç esnasında bazen kavga ediyorlar. Büyükler araya girmese sözlü sataşmalar uzayıp gidecek. İyi ki arayı bulup da barıştırıyorlar.
İşte yine yükselen sesler göğü dolduruyor.
—Haydi, çabuk ol Yusuf!..
Kaleci Yusuf elindeki topu bir kez çevirdikten sonra bütün gücüyle vuruyor. Top yükselip orta sahaya düşüyor. Plastik sarı topun peşinde çocuklar çılgınlar gibi koşuyorlar.
—Buradayım Refik, ver pasını koçum ver.
Refik sesin geldiği yöne topu gönderiyor ama rakip oyuncu hemen koşup müdahale ediyor.
Çetin bir mücadele devam ediyor. İki tarafın oyuncuları da azimli, kararlı.
Kazanmak istiyorlar.
—Çelme atma, bak bunu bir daha yapmıştın!
—Oyununu oyna koçum, bırak konuşmayı!
—Çelme atıyorsun. Doğru oyna bak…
Bir anda oyun durdu. İtişmeler başladı. Birbirlerine vurmadıkları kaldı. Sarı plastik top oyun sahasının dışında çamura batmış bir hâlde duruyor. Maç süresince bu çekişmeler, sürtüşmeler sıkça yaşanıyor. Gürültüyü duyan Murtaza emmi top sahasına doğru hızla yürümeye başladı. “Ne oyunları bitiyor bu çocukların ne kavgaları… Bir değil, iki değil yahu!” diye söylenerek yanlarına vardı. Hemen kavgaya duran çocukları ayırdı.
—Ne oluyor yine, nedir bu kavga, gürültü!
—Murtaza emmi, Sinan bana çelme atıp düşürdü.
Sinan’a dönüp yükse sesle sordu:
—Doğru mu söylüyor?
—Yok emmi, yalan… Topa vurmaya çalışınca çarpıştık ve yere düştü. Beni haksız yere suçluyor!
—Oğlum şu çekişmeyi, sürtüşmeyi bırakın artık. Güzel güzel oynamak varken… Şimdi barışın bakalım. Burada kavga istemiyorum. Birbirinize karşı anlayışlı olun çocuklar; sonuçta bir oyun bu. Kazansanız da kaybetseniz de neticede bir oyun. Sizin arkadaşlığınız, kardeşliğiniz daha önemli. Yoksa oynamak için bir daha bir araya gelemezsiniz. Kalp kırmaya, kavga etmeye ne gerek! Haydi bakalım, sizi pencereden izlemeye devam edeceğim.
Murtaza emmi iki tarafı da sakinleştirdi. Birbirleriyle atışan çocukları barıştırıp oyunu tekrar başlattı. Sinan, çamura batmış sarı topu koşup getirdi. İki takımın oyuncuları saha içinde yerlerini aldılar. Yeniden başladı oyun.
Yağmur dindi. İşte son devre. Islanmışlar ama aldırmıyorlar. Kan ter içindeler ama umurlarında değil. Maç bitti. Çocuklar top sahasından yorgun, bitkin bir hâlde ayrılıyorlar. Şimdi eve gitmenin zamanı.
Yarın pazartesi… Yapılacak ödevleri hatırladı birden. “Matematik ödevini bitirmem lazım” diyerek hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladı.
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Zihnimde çocukluk yıllarımda görüp yaşadığım çok şeyler oldu. Yaşadığımız o yıllar çok etkileyiciydi. Yaşadıklarımın tesiri altında kalmış olmalıyım ki “Harman Zamanı” öyle ortaya çıktı. İmkansızlıklar, yoksulluklar, yüzde yüz alın terine dayanan yaşamlar… Yerine göre heder olan günler, aylar. En önemlisi de hastalıklar nedeniyle çaresizlik gibi durumları yaşamış olmak veya olaylara ve insanların hayatlarına tanık olmak “Harman Zamanı”nı ortaya çıkardı diyebilirim.
Öykülerde geçen ortak yan birkaç öykü dışında bir döneme dair yaşanmışlıklar. O yılların yaşantısı çok farklı ve zorluydu. Kırsal yaşam ve imkânsızlık, o yıllardaki müzmin haller, durumlar, alışkanlıklar unutulur gibi değil. O günlerden bugüne bakmak ve o yıllarla günümüzü değerlendirmek, bir muhasebe yapmak toplum yaşamı için önemlidir diye düşünüyorum. İnsan geçmişinden kopuk yaşaması kolay değil. Bu durum her dönem için geçerli. İnsanlar bugün çok farklı bir hayat içindeler. Her dönemin şartları düşünüldüğünde insanlar geleceğine veya yaşadığı günlere bir hayat muhasebesi yaparak yaşamalılar.
“Harman Zamanı” kitabımın ortak yanı geçmişin insanlarda bıraktığı izler, izlenimlerdir.
Öykülerin çoğunluğu gerçek hayattan izler taşımaktadır. Yaşadıklarımın ve gördüklerimin çok azını yazdım Olaylar ve karakter gerçek bazı isimler, yerler ise birer tasavvurdan ibaret.
Çocukluğumun Niğde’si diyebilirim ki çocukluk hayatımın bir öznesidir. O yıllar biraz önce de belirttiğim gibi imkansızlıklar ve çaresizliklerin geçtiği yıllardır. Bugünden o yıllara baktığımda insanların samimi halleri ve sükûnet dolu zamanalar olarak değerlendirmek mümkündür. Nüfus az, üretimde çeşitlilik ve insanların birbirlerine olan muhtaçlıkları ortak bir yaşam cemiyet bağlarını da sağlam örmekteydi.
Niğde ve Nevşehir’in geleneksel kültürüne genel olarak bakmak gerekirse; toplum hayatı her dönem geleneksel yapı içinde yerine göre değişime uğrayarak gelişir. O yıllardaki anlayışlar çok farklıydı. 60’lı – 70’li yılların kültür hayatı ile günümüzün kıyaslaması halinde çok şeylerin değiştiği görülecektir. Kültürel bir değişim içinde olduğumuz bir gerçektir. Sosyal ve kültürel gelişme incelenmesi ve irdelenmesi gereken aslında köklü ve derin bir konudur. Buradan “Harman Zamanı” öyküleri derinlemesine incelendiğinde bu sorunun da karşılığı bulunacaktır. “Harman Zamanı” birinci baskısında (2012 yılı) bazı yazarlar aslında bu yöne dair kısmen de olsa değindiler. Hatice Eğilmez Kaya’nın derinlemesine makalesi, keza Cevat Akkanat ve Sergül Vural’ın olayları ve karakterleri irdelemesi bu konuda kapıyı biraz aralamıştır, diyebilirim.
Kuşkusuz oldu. Gazeteciliğe başlarken özellikle kendi doğduğum topraklarda olsun Niğde’de olsun hem yeni şeyler öğrendim hem de ilginç olaylardan bir kısmını öykülerime taşıdım
Niğde’ye ilk gelişim 1965 yılıydı. Sonra 1973’lerin sonlarında geldim yedi yıl kadar Niğde’de yaşadım. Memuriyetten emekli olduğumda da yolum Niğde ile tekrar kesişti. Bu son gelişimde gazetecilik de yaptım. Birkaç olayın da öyküsünü yazdım.
Öykü yazmak hayalimde olan bir şeydi zamanla gerçekliğe dönüştü. Gördüklerimi yaşadıklarımı ya anılar ya denemeler yoluyla veya öykülerle anlatma yoluna gidecektim. Hatıralarımı da kaleme alıyorum ama en ilginç olanlarını, öyküler hatırata göre bana daha farklı geliyor. Öyküler yazmayı çok istiyordum. Öykücülükte yerli ve yabancı yazarların anlatım teknikleri ve tarzlarından etkilendim. Yazarlardan bilhassa Edgar Allen Poe gizem ve macera dolu gerçeküstü öykücülüğü ufkumu açtı diyebilirim. Öykülerde daha sonra çocuk edebiyatına yöneldim.
Bir yazarın çok yönlü olması edebiyatına daha çok katkılar sunar. Resim ve edebiyat ilişkisini bir zamanlar öykü ve roman yazarı Sevinç Çokum ile konuşmuştuk. Sevinç hanım özellikle öykülerinde tasvirleri çok güçlüdür. Kendisinin resimle de uğraştığını gördüm. Çizdiği resimler vardı. Bir insanın ressam olması mutlak bir surette yazdıklarına da yansır. Ressamın görselleri zihninde tutması bir yazar olarak önemli bir avantaj olduğunu düşürüm. Bu bakımdan ilk zamanlar da kitaplarımın birkaçını resimledim. İki de çizgi roman hazırladım. Yayınlandı. Çok da iyi olduğunu düşünüyorum. Oğlum da güzel resimler çiziyor. Benden de çok ileride. Çocuk kitaplarımın resimlerini oğlum resimliyor.
Sadece öykü yazan biri değilim. Bölgemle ilgili incelemelerde ve araştırmalarda da bulunuyorum. Gezdikçe, gördükçe, yeni yerler keşfettikçe, araştırdıkça çok şeyler ortaya çıkıyor. Hayat gizemlerle doludur. Bilinmezlikler özellikle araştırmacıları çok farklı zamanlara, mekanlara götürür, çeker. Çalıştıkça ilginç olaylar ve konular çorap söküğü gibi geliyor. Yazılacak daha çok farklı, ilginç ve bilinmezliklerin var olduğunu görüyorum.
İnsanın dünyaya gelişinin veya getirilişinin mutlaka bir anlamı var. İnsan yaşadığı sürece yaptıklarından ve yapacak olduğu halde yapamadıklarından mesuldür. İnsan sorumludur. Bir fert ve yazar olarak ben de yaşadığım topluma karşı yükümlülüklerim var. Bir sanatçı şöyle diyordu, “Ben bir sanatçıyım ve ben çağımdan sorumluyum.” Bütün mesele sorumluluk duygusu taşımak ve bu anlamda bir tutum içinde olmaktır. Bu bakımdan geçmiş yıllar ile günümüz arasında bir değerlendirme yaptığımda toplumsal bağların hasara uğramaması, yara almaması için duyarlı olmanın zarureti içindeyim.
Köy hayatı veya kırsal hayat her ne kadar bozulmalar yaşansa da şehir hayatına göre daha sağlam ve iyi bir derecededir denilebilir. Toplumsal hayatta bağlar gevşeyip kopmaya başlasa da metropoller kırsal yerlere göre tekin değildir. Kültürümüze katkılar sunmak için bir yazar olarak sorumluluk taşıyorum. Aile bağları ve toplum hayatı hem yaşadığımız çevre hem de ülkemiz açısından üzerinde durulması gereken çok önemli olgulardan biridir.
Aile, toplum ve çevrenin korunması elzemdir. Bu konularda her fert, topluluk ve yöneticiler sorumluluklarının bilincinde olmalıdırlar.
“Harman Zamanı” çocukluğumun gerçekliğidir. Değişim, dönüşüm sarmalında bir dönemi anlatmak istedim. Bu kitap ile okurlar geçmişe yolculuk yapacaklardır. Dünün gözüyle bugünü yaşamak daha konforlu geliyor. Bugünün anlayışıyla da dünü yaşamak nasıl olurdu? İnsanlar ne halde olurlarsa olsunlar geçmişini unutarak geleceğe yol alamazlar.
“Harman Zamanı” bu kitapla bir dönemin yüzünü yansıtmaktadır. Simgesi, sembolü, umudu, düşleri, gerçekleri, heyecanları, başarıları ve acılarıyla yoklukları bu dönemin sıcak, yerine göre sam yeli gibi kavurucu hallerinin gerçeklini anlatıyor. Öykülerin merkezinde “Harman Zamanı” dönemleri vardır.
Öncelikle anlayışların devir devir farklılaştığı yaşantılar etkili oldu diyebilirim. Taze, güzel, iyi, dingin, doğal, samimi, içten ne varsa kaybetmeye başladık. İnsanlık imkân ve konfora kavuştukça benliğinden, çevresinden ve toplumdan çok şeyler kaybetti ve bu süreç devam ediyor. Ahlak, anane, güzel hasletler her geçen gün mumla aranıyor adeta. Kaybedilen erdemler ve değerlerin göz ardı edilmesi bu unsurların belirleyicisi oldu.
Kırsalı da şehir hayatını da yaşamış biri olarak köy hayatı ile modern hayat arasındaki farklılıkları çözümlemeleri görmüş ve öykülere giriş yapmıştım. O yıllarda şehir hayatıyla köy hayatı arasında çok büyük uçurumlar vardı. İnsanların %70’i köylerde yaşıyordu. Şehir hayatı köylüler için “Kızılelma” ülküsü gibi bir şeydi. Kırsal kesim sanayileşmeyle birlikte modern hayata geçişin arzularına yenik düştü ve şehirlere taşındı. Kırsal kesim ile şehir hayatı ters köşe oldu. Taşra diye bir şey kalmadı herhalde. Geçmişle bugün arasında çelişkilere ışık tutmak istedim.
Toplum münevverini kaybetti. İrfanını, ahlakını, güzel ve ince anlayışlarını kaybetti. Güzel İstanbul Türkçesi vardı. Nerede? Niğde “Aydınlar kenti” idi ne oldu? Mahremiyet diye adeta kutsiyetimiz vardı! Hepsi birer birer kayboldular… Toplumu ayakta tutan terbiye, vicdan ve ahlaktır. Merhamet ve vicdan masum yüreklerde boy atar. Yabancı bir film şöyle bir replik vardı; “Temiz bir vicdan kaça patlar?” Bütün değerler yerle bir olmaktadır. Geçmişin de hoş olmayan yönleri vardı ancak bu kadar dejenere değildi. Geçmişi özlem kaybedilen değerler nedeniyledir.
Başarılı olduysam ne mutlu bana. Öykülerimin çoğunda gerçek sahneler var. Gerçekçi anlatmaya, tasvir etmeye çalıştım. Yaşadıklarım, gördüklerim an olur bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçer. Bana sadece o gördüğüm anları yazmak kaldı.
Elbette o mekanlar gerçek. Yaşadığım yerin altı birbirine tünellerle bağlı. Bir yazarın da dediği gibi adeta karınca yuvasına benzer; birbirine geçmeli. Bu konularda yani; yeraltı şehri, manastır ve ören yerlerinde hikayeler bitmek bilmez. Bana sadece bir öykü yazarı olarak kurgulama kaldı. Bu mekanların kültürel ve tarihsel yönleriyle ilgili çok şeyler yazıldı. Bizlerin de araştırma konuları arasında yer almaktadır. Çocuklar için. “Yeraltında Bir Şehir” öykü kitabı ve yetişkinler için de “Bir Dünya Harikası Derinkuyu Yeraltı Şehri” araştırma-inceleme türünde bir kitap yazdım.
Her öykü yazarı anlatmak istediklerini seçtiği veya oluşturduğu hedef kitleye göre yazmak mecburiyetindedir. Öykülerimde kullandığım dil bir tercihten ziyade neyi, nasıl ve en iyi bir ifadeyle anlatabilirim kaygısıydı.
Hayır, olmadı. “Dünden Bugüne Derinkuyu” isimli kitabımın hazırlık aşaması 18 yıl sürdü. Kendi ilçemin yazılmış bir kitabı yoktu. Önümüzde de kayda değer bilgilerde yoktu. Bu kitap bu nedenle uzun sürdü. Kitapta halk folkloru, kültürü de yer aldı. Halkın konuştuğu 400 civarında yerel sözcük tespit ettim ve kitaba koydum. Ayrıca yerel deyimler, atasözleri, dualar, beddualar, tekerlemeler, halk inanışları…” Bu bakımdan üzerinde çalıştığım halk yaşamı nedeniyle öyküleri yazarken zorlanmadım. Ancak ilk derlemelerde zorlandım.
Hikayeleri farklı zamanlarda yazdım. Zaten bazı konuların çoğu hafızamda idi. Bazıları da yaşadıkça oluştu.
Yeni öykülerde bir süreçten söz etmek mümkün. Özellikle günümüze dair hayattan hikayeler daha planlı gidiyor.
Öykülerde etkilendiğim, esinlendiğim yazarlar var. Anlatış tarzları, üslupları, öykülerin akıcılığı, duruluğu gibi nedenler. Örnek vermek gerekirse: Sait Faik, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Necip Mahmuz, İnci Aral, Çehov… Bunlardan birkaçı.
Resim ve edebiyat resimle de uğraşan biri olarak benim için iyi bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Resim çizmek tasavvuru ve betimlemeyi güçlendirdiğini düşünüyorum.
“Harman Zamanı” basıldıktan sonra birkaç kez okudum. Yazdığınız öyküleri en iyi değerlendirmenin yolu öyküyü yazdıktan sonra bir süreliğine dinlendirmektir. Bir hafta sonra yazdığınızı okursanız öykü üzerindeki sizin duygusallığınız kaybolur. Yani öykücü eğer yazdıklarının daha gerçekçi olmasını istiyorsa yazdıklarına duygusal yaklaşmamalıdır. Ben de bu kitabı daha sonra okuduğumda öykülerde zengin ifadeler olduğunu gördüm. Kitabın ilgi görmesini yaşanılanların realist bir şekilde yansıtıldığına bağlıyorum.
İyi izler bırakmasını, geçmişle bugünün değerlendirmesinin yapmasını, nelerin kaybedilip nelerin kazanıldığını görmesi isterim. Öyküler okurda ayrıca bir haz da bıraksın. Okurları her ne kadar zaman zaman kederli, üzüntülü anlar yaşatsam da hayatın sadece bunlarla sınırlı olmadığını bilinmesini isterim. Zira bu kitabımda tebessüm ettiren öyküler de bulunuyor.
Güzel, iyi, olumlu ve olumsuz günlerin izleri olduğu kadar şehrin değişen yapısı da bir yönüyle öykülerde hayat bulmuş oldu. İlk gençlik yıllarında yaşadığım Niğde’de başımdan gelen olaylar beni oldukça etkilemişti. O anların etkileri bazı öykülerimde kendine yer buldu. Bir yönüyle o yıllara da öyküler vasıtasıyla tanıklık etmiş oldum.
Elbette düşünüyorum. Biraz önce de söz ettiğim gibi yazar çağından, yazdıklarından ve yazamadıklarından mesuldür. Bu saikle öyküler yazıyorum. Yeni nesil babalarının dedelerinin, analarının neler yaşadıklarını görüp hissetmeliler. Toplum iyi olursa bütün yazarlar da bundan mesrur olacaktır.
Geriye dönüp baktığımda “Harman Zamanı” öykü kitabıma dair edebiyat insanlarının güzel ifadeleri oldu. Derinlemesine öykülerimi incelediler. Değerlendirdiler. Kendi açılarından öyküleri daha da bir gün ışığına çıkardılar. Ayrıca “Harman Zamanı” hikayelerim Eda Uzun isimli bir üniversite öğrencisi tarafından lisans bitirme tezi olarak sunuldu. Bütün bunlar mutluluk vericidir. Yazarlarımıza ve kitaba emeği geçen herkese teşekkür ederim. Harman Zamanı kitabı için güzel dönüşler oldu. Yakında 2. baskısı yayınlanacak. Size ve Aysima Yayınları yönetimine teşekkürler…
Yunus Emre, yüzyıllar ötesinden sesleniyor. Sevgiye, hoşgörüye, kardeşliğe çağırıyor bizleri. Aradan yüzyıllar geçse de hiç eskimiyor söyledikleri. Zira hakikati güzelce dile getiriyor.
"Ben gelmedim davi için
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmağa geldim."
Bu dörtlük, hakikati güzelce dile getirmenin örneklerinden birisi. Yıkmak kolay, yapmak zordur. Yunus Emre, gönül yapmayı iş edinmişti. Yukarıdaki dörtlükte "davi" kelimesi "kavga" anlamına gelir. Kavga karşımızdaki insanı bizden uzaklaştırır. Yunus Emre, tebliğ vazifesini sevgiyle yapmak istiyor. Kavga karşıda duranı yok etmeye, susturmaya yöneliktir. Yunus Emre, sevgi diliyle insanı kazanmak istiyor.
"Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz."
Sevgi insanoğlunun en etkili, en kalıcı anlaşma dilidir. Sevgi diliyle zorluklar aşılabilir. "İman etmedikçe, cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız" diye buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Birbirimizi yeterince sevebiliyor muyuz? Şiirde "dost” kelimesiyle Allah-u Teâlâ'ya işaret vardır. En büyük dost, en merhametli dost, en cömert dost, en koruyucu dost, en affedici dost, en güzel dost Allah-u Teâlâ'dır. Halk arasında söylenen "Dost istersen Allah yeter" sözü bu anlamda dikkat çekicidir.
Gönül, sımsıcak bir kelime... Bu kelimede müthiş bir anlam zenginliği var. Deyimlerimizi hatırlayalım. Gönül vermek, gönül almak, gönül kırmak, gönül yapmak, gönlünden geçmek, gönlü kalmak, gönüllü olmak, gönülsüz olmak, gönülden vermek, canı gönülden, gönlü hoş olmak, gönlü geçmek, gönlü kararmak...
"Dostun evi gönüllerdir" mısrası bir hadis-i kudsîden mülhemdir. Şöyle ki: "Ben yere göğe sığmazdım. Mü'min kişinin gönlüne sığdım." Gönül, Allah'ın evidir. Tasavvufta gönlün temiz tutulması tavsiye edilir. Mevlâna Hazretleri bu anlamda gönlü aynaya benzetir. Tozlu, kirli aynada bir şey görünmez ama temizlenmiş aynada gerçeği görebiliriz. Bundan dolayıdır ki aynaya benzeyen gönül, temiz tutulmalıdır.
"Gönüller yapmağa geldim" diyor Yunus Emre. Gönlümüzde olan dilimize yansır. Gönlümüzde olan bakışlarımıza yön verir. Gönlü doğru olan, doğruluktan yanadır. Kendi özümüze bir bakalım; gönlümüzü yoklayalım, ne haldeyiz? Gönüller temiz olunca ve gönüller yapılınca, yeniden başlayacağız hayata.
"Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil"
Yunus Emre, gönül yıkmanın olumsuz sonuçlarını etkili bir söyleyişle dile getirmiş.
Yunus Emre'nin şiirleri ortak mirasımız bizim. Dönüp okumamız gerekir o şiirleri. Birbirimizi anlayabilmemiz için hakikati sevgi diliyle kavrayabilmemiz için şart oluyor Yunus Emre'yi okumak.
Yazının DevamıAhmet Haşim, 1917 senesinde “İaşe-i Umumiye İdaresi Heyet-i Teftişiyesi”ndeki vazifesi gereğince Niğde ve çevresinde bulunmuştur.
1917 senesi için tarih bilgilerine müracaat edildiğinde görülecektir ki her yönü ile zor, sıkıntılı bir dönemdir. 1. Cihan Harbi devam etmektedir. Rusya’da Bolşevik devrimi olmuştur. Osmanlı Devleti bütün cephelerde ağır kayıplar vermiştir. Yoksulluk, çaresizlik alıp yürümüştür. Anadolu halkı ıssızlığın ortasında yaşama mücadelesi vermektedir. Salgın hastalıklar, bitmeyen savaşlar, cepheye gidip de dönmeyen yiğitler ve sönen ocaklar, yetimler… Kaderine terk edilmiş Anadolu’da hazin haller yaşanmaktadır.
İstanbul’da yaşayan edipler, 20. yüzyılın başlarında, Anadolu’da yaşananları, olup bitenleri eserleri ile kayıt altına almaya başladılar. Anadolu gerçeği edebî eserlere konu oldu. Böylelikle bir muhasebe, sorgulama çabası da gelişti. Nabizade Nazım’ın “Karabibik” romanı (1890) ve Niğdeli meşhur devlet adamı, edip Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa” romanı (1910) bu anlamda nitelikli ilk eserlerdir. Sonraki zamanlarda memleket edebiyatı cereyanı ile Anadolu’ya bir yöneliş başladı. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiiri Anadolu’yu, Anadolu insanını yakından görme, anlatma çabası olarak güzel bir şiirdir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Yaban” isimli romanında (1932) Anadolu insanı ile İstanbullu Ahmet Celâl’in karşıtlığını dile getirir. Anadolu köylüsüne göre bir “yaban”dır Ahmet Celâl. Konuşması, değer yargıları ve davranışları ile toplumdan uzağa düşmüş ve dışlanmıştır. Romanın bir yerinde Ahmet Celâl der ki: “Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak… Haydi, bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim? Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak… Bu resimleri, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek. Neye yarar? Hepsi benim içime girdiler. Bende, silinmez, kaçınılmaz, yıkanıp temizlenmez izlerini bıraktılar. Benim iç duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, çizgiler, işaretler, renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş neye yarar? Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınaî, adeta kimyevî bir şey halini almışım.”
Memleket gerçeğini anlama, anlatma çabası yeni eserler ile devam etti. Ahmet Haşim, 1917 senesinde bir teftiş vazifesi ile bulunduğu Niğde’den arkadaşı Şevket İnce’ye yazdığı mektubunda görüp yaşadıklarını, intibalarını dile getirmiş. Öznel yargıların, ilginç tespitlerin yer aldığı bir mektup.
“Sevgili Refik,
İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan hasıl olmuş ve bütün mesafeler boyunca mümted, maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. Muhaberatımızın bu tevâlisi seni iz’ac ediyor mu?
Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra livanın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin hitamında bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum.”
O dönemin acı gerçeklerini anlatırken yer yer sert ifadelerin de yer aldığı bu mektubu, devrin tarihî-sosyolojik şartları içinde değerlendirmek gerekir. Zira o yıllar evvelce de belirttiğimiz gibi ülkemizin en zor yıllarıdır.
“Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım? Evvelâ bu kıta-ı arazide kimler yaşıyor? Görülen harabelerin banisi hangi cins mahlûkattır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz haraba yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü tasnif-i mahlûkatta karıncalar nevine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin namütenahi sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” fikr-i sabitiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin mesai-i müşkilesine tesadüf olunur. Sanki, cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya madde-i gıdaiyeyi biçmekle ya onu taşımakla ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…”
Bir çöküş dönemi yaşanmaktadır. Yokluklara ve yenilgilere rağmen ayakta durma mücadelesi verilmektedir. Anadolu insanının o dönem içindeki çaresizliği, hayat şartları, yoksulluğu bir mektup ile adeta resmedilmektedir.
“Anadolu, hemen serapa firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, heyet-i umumiyede o kadar topal, topalların o kadar envaı, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan şekl-i eşyayı bozan muhaddeb bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Mamafih güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli.”
Şair Ahmet Haşim’in şiirlerinde içe dönük olan mizacı, nesirlerinde hayata ve insana yönelir. Dikkatli, keskin bir gözlem gücü yazılarında belirgindir.
Ahmet Haşim’in bu mektubunu okuyunca düşündüm ki İstanbul’da hayatlarını sürdüren, taşraya uzaktan bakan, sözde aydınlar zaman içinde adeta Anadolu insanına karşı yabancılaşıyorlar. Sanki başka bir iklimden kopup gelmişler gibi. Oysa yüzyıllardır cephelerde savaşan ve ülkeyi koruyan Anadolu insanı değil mi? Bu kibirli bakış asla kabul edilemez. İnsanımıza uzak düşenlere, onun yaşantısını beğenmeyenlere sorulacak bir soru var: Ne ektiniz ki ne biçeceksiniz?
Yazının DevamıHARMAN ZAMANI’NA DAİR
“Harman Zamanı” kitabında yazar Osman Aytekin, Anadolu'nun geleneksel yaşamını, toplumsal ilişkilerini ve insan hikâyelerini sade ama etkileyici bir dille okuyucuya sunuyor. Kitap, taşra insanının gündelik hayatına dokunan, sıcaklıkla yoğrulmuş, derin gözlem ve duygusal bir yoğunluk içeren hikâyelerden oluşuyor.
Bu eserde insan doğasının sıcak yönleri, geleneksel yaşamın ince detayları ve yaşam mücadelesi etkileyici bir dille anlatılmaktadır. Yazar, güçlü gözlem yeteneği ve akıcı anlatımıyla Anadolu insanının ruhunu hikâyelere taşımaktadır. Resim, çizgi ve desen sanatı üzerine de yıllardır emek veren Osman Aytekin, bu görsel sanatlardaki yeteneğini hikâyelerine ustalıkla yansıtmış. Özellikle çevre, mekân ve kişi tasvirlerinde bu durumu görmekteyiz.
Yazar, kasaba ve köy yaşamının temel taşlarını oluşturan değerleri işlerken; doğanın, emeğin ve dayanışmanın önemini yansıtan sahneler gözümüzde canlanıyor. Kitaptaki her bir hikâye, karakterlerin iç dünyasına, hayallerine ve mücadelelerine ışık tutarken; okuru geçmişle bugün arasında bir yolculuğa çıkarıyor.
Hatice Eğilmez Kaya, “Harman Zamanı” kitabı hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Osman Aytekin, Harman Zamanı’nda İç Anadolu’nun zengin, bir o kadar da zorlu doğa koşullarında yaşayan insanların gündelik hayatını resmediyor. Osman Aytekin öykülerini okurken tanıdığı veya kurguladığı kahramanların bizlere her defasında bir şeyler öğrettiğini fark edeceğiz.”
Hikâyelerde Anadolu insanın hallerine değinilirken; hayatın içindeki insan ilişkileri, mutluluk anları ve kırılganlıklar içtenlikle işleniyor. Aytekin, yöresel söyleyişleri ve ağız özelliklerini ustalıkla kullanarak hikâyelerine bir özgünlük kazandırıyor.
Dr. Harun Çolak bir yazısında der ki: "Osman Aytekin, Anadolu’nun kıraç topraklarında can çekişen kültür ve sanat hayatına can suyu taşıyan değerli ve usta kalemlerden biridir.”
Yazarın incelikle işlediği detaylar, köy meydanından harman yerine, taşra sokaklarından gökyüzüne kadar her yerde hissediliyor. Karakterlerin hayata tutunma çabaları, kültürel öğelerle yoğrulmuş bir anlatımla aktarılıyor ve her biri adeta yaşam dersi veriyor.
Osman Aytekin’in edebî ustalığını sergilediği “Harman Zamanı” kitabı modern edebiyat ile geleneksel hikâye anlatıcılığını buluşturuyor. Sadece bir hikâye kitabı değil, bir dönemin toplumsal ve kültürel bir aynası olarak da okunabilir. 1970’li yılların gerilimli sosyal hayatı,siyasî cepheleşmeler ve politik kavgalar bazı hikâyelerinde arka plan olarak yer buluyor. Böylelikle yazarın yaşadığı döneme aitşahitliğini ve gözlemlerini okumuş oluyoruz.
“Harman Zamanı” kitabında insanımızın duygu-düşünce dünyası bir döneme tanıklığın işareti olarak dile getirilmiş.HikâyelerdeNiğde ve Nevşehir illerine ait mekânlar ve yer isimleri dikkat çekiyor. Yazarın doğup büyüdüğü Derinkuyu ilçesi özellikle hikâyelerde mekân olarak tercih edilmiş.
Bu toprağın sıcak, sahici, derin gözlem içeren hikâyelerinden oluşuyor “Harman Zamanı.”Bereketli okumalar dilerim.
*Harman Zamanı, Osman Aytekin
Aysima Yayınları, 2025
2. baskı, Ankara
*GÜLAYDINLIĞI edebiyat, kültür, sanat sayfası Her hafta Cuma günü yayımlanır.
Yazının DevamıÇATI
Kaç aç varsa hepsi ben
Kaç hasta varsa hepsi ben
Kaç liman önlerinde dönen
İşsiz hamal hepsi ben
Kaç aşktan ters yüz edilmiş
Âşık varsa hepsi ben
Bütün çiçeklerle donanıp
Bütün insanlarla ölen
Atılmış kömür toplar
Annelerinin zoruyla çocuklar
-Başka çaresi ne annenin-
Çocuklarıyla yere çarpılan
Ben o çocuklarla yere çarpılan
Sevgili deyip yere çarpılan
Sedye taşımaktan kolu tutulan
Bu sessiz çılgın çalkantıda.
Murat Soyak
ŞİİRE DAİR
Şiirlerde aradığımız nedir? Acının, sevincin, yalnızlığın, hasretin, aydınlığın, hakikatin mısra mısra dile gelişi. Ruhun seyahati engin denizlerde. Dokunulan, duyulan bir iç yangını. Çekilen sızının siyah-beyaz fotoğrafı. Şu dünya yolculuğunda sesimize bir ses veren var mı? Başkasının şiirlerini okurken kendimizi de okuruz. Şiirlerde tanımak insanı, şiirlerde derinliğine…
Sahil dil bir şiirin olmazsa olmazı. Şiiri var eyleyen sahici bir duruş ve iç kanamadır. Yaygın bir ifade ile samimiyet. Şiirin gücü ve güçsüzlüğü burada saklı. Bir dönem parlak mısraları ile anılan bazı şairler şimdi unutulur oldu. Mesela Mehmet Emin Yurdakul, Enis Behiç Koryürek, Behçet Kemal Çağlar… Halbuki kendi dönemlerinde bu şairler nasıl da “yıldızlı pekiyi” idiler. İri, şatafatlı, allı pullu mısralar gün gelir de bir balon gibi sönüverir. Kim ne derse desin, zaman yetkin bir seçici.
Şiirin hası direnmesini bilir. Şiir, bir direnç alanı olarak da anılır. Şiir geleneği içinde çetin bir sınav şairi bekler. Şiirin zorluğu da burada diyorum. Dışarıda olup bitenlerin cazibesine kapılmadan; kendi iç akarında, yeni şeyler söyleme çabası şiiri okunur kılmakta.
Bir ses bize unuttuğumuzu hatırlatan, bir ses uzağı yakın eyleyen, bir ses gecede işaret fişeği, bir ses birce duyuşa kapılar açan…
“Yolculuk” kavramı bizim için açıklayıcı olmaktadır. Evet, bir ömür yaşadıklarımız, tanık olduklarımız birikir, birikir de gün olur dışa yansır. İnsanın sustuğunu sanmayalım. İç konuşma hiç bitmez ki… Hep cevaplar üretiriz; kendimizce cevaplar. Zira kendi özümüzü, ben içindeki ben’i ikna etmek durumundayız. Yoksa çıkmaz olur girdiğimiz sokaklar. Kararıverir iç evren. Sürekli aydınlık için okuma-araştırma-sorgulama-yazma çabası devam eder. Bazen isyan, bazen teslimiyet… Neticede sürekli yaşanan bir ruh devinimidir.
Gökyüzünün dinginliği bir yere kadar. Rüzgârın ardılı yağmur. Ve her damla ile güzelleşir yeryüzü. Şiire varmak için yola çıkan insanın yaşadığı çile değil midir? Bütün zorluklar bir serinlik umudu ile aşılır. Sarı güneşin altında toprağı çapalayan kişi güzel yarınlar düşler. Hak edilmiş bir yaşamak, hak edilmiş güzellikler… Bunu sağlayacak olan derinlikli okuma-yazma sürecidir.
Şiirde buluşmak… Var mı böyle bir buluşma şimdilerde? Sürekli içine kapanan, duvar ören bir şiir ortamı. Şiiri imge batağında görünmez kılan ve bencil şiiri çoğaltan nasıl sağlayabilir bu buluşmayı? Karanlık dehlizlerde söylenip duran. Akışı yok, yankısı yok. Nerede ışık? Çağının tanığı olmaktan uzaklaşmış. Yaşanan zulümlere duyarsız. Bu tavır şiir adına kabul edilemez. Şair, haksızlıklar karşısında sesini yükseltendir. Öncü tavır, önder oluş şaire yakışır.
Güzelliği, iyiliği, tanıklığı, hakikati özge bir bakış ile sağlam bir anlatım ile duyurmak gerek. Şiirde buluşmak o vakit daha bir anlamlı. Dilin içindeki varlık, dilin içindeki “biz” gür gümrah bir kez daha okunur olur.
Şiirde okunan insan gerçeği. Yeraltı sularının ince çağıltısı. Sonsuz akışa uyumlu sesler. Bir dağın iç ağrısı. Rüzgârın savuramadığı kökler. Acıyı bal eyleyen emek.
İnsanı, insanda tanımak… Şiirin imkânları ile bu mümkün. Şiir okuyup şiir yazanlar daha çok sahih oluşu vurgular. Şiirdeki sahih dil; bütün ayak oyunlarına, göz boyamalara verilmiş esaslı bir cevap niteliğindedir.
Gücünü şiirden alır edebiyat. Hayatın içindeki saklı şiir bir kıvılcıma bakar.
Osman Aytekin
ÇOCUKLAR NE TÜR KİTAPLAR OKUMALI?
Kitaplar her ferde değerler kattığı gibi çocuklara da önemli katkılar sağlar. Çocukların hayal gücünü geliştirir. Çocuklar için hazırlanan kitaplar onlara sunulmuş en güzel armağanlardır. Çocuklar kitaplar sayesinde ailesi ve yakın çevresi dışında başka arkadaşlarla tanışır, dünyayı dolaşır.
Kitaplar, çocukların zihinsel ve dil gelişimini olumlu etkiler. Öğrenmeyi artırır. Hayal gücünü geliştirir.
Kitaplar, çocukların eğlence ve bilgi ihtiyacının dışında başarma, değişme, rahatlama gibi ruhsal ihtiyaçlarını da karşılar ve rahatlatır.
Çocuklar, hikâyede kendisine yakın hissettiği karakter ile özdeşleşir. Kitaplarda geçen bazı serüvenleri, olayları kendi yaşadıklarına benzetirler. Bazen de gibi yaşamak isterler. Bu bakımdan ben de hikayelerimde yazdığım, betimlediğim kahraman karakterlere çok dikkat ederim. Çünkü hikayedeki kahraman çocuklar için rol model olabilir. Rol model nitelikli de olması gerekir.
Hikayelerdeki iyi karakterler özellikli kişiler çocuklara çok şeyler katar. Çocuklar okudukları kitaplardan duygusal açıdan gelişimlerini etkileyebilir. Hikayelerimde macera ve merak unsuru olmakla birlikte korku, gerilim gibi durumlardan uzak dururum. Bazı öykülerimde de az da olsa mizaha yer vermeyi isterim. Çocuklar mizahi ağırlıklı öyküler sayesinde günlük hayatın gerginliklerinden kurtulurlar. Olumlu bakış açısı üzerlerinde etkili olur.
Çocukların çoğunluğu mizah türü kitapları okumayı sever. Mizah türü kitaplar okuyan çocuklar, okuma hızı düşük olsa da bu tür kitapları okuduklarında kitap okuma alışkanlığına fayda sağlayabilir.
Anne babalar, öğretmenler çocuklara olumlu gelebilecek, duygu ve fikirlerini iyi yönde geliştirebilecek kitapları önermelidirler. Tavsiye edilecek kitaplar tek bir türde olmamalıdır.
Çocuklar kitaplar sayesinde başarmaya, öğrenmeye, eğlenmeye, sevgiye ve güvene ihtiyaçları vardır. Hayal gücünün gelişmesine kitaplar da katkılar sağlar.
Kitaplar, çocukların yaşına, olgunluk düzeyine, ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına göre belirlenip seçilmelidir. Burada anne ile babalara ve öğretmenlere görevler düşmektedir.
Çocuklar büyüdükçe kitaplar da kitapların boyutları da büyüyecektir.
Anne ve babalar evde çocuklarına kitap okumalıdırlar. Çocuklara da okutmalıdırlar. Çocuklarının okumalarını da ilgi göstererek dinlemelidirler. Kitabı sevdirmenin bir yolu da evde kitap okumaktır. Evlerde çocuklar için küçükte olsa bir kitaplık olmalıdır.
Çocuklara kitap alışkanlığı kazandırmak için onlara kitap okuyarak kitap – insan bağlantısı erken yaşta kurulabilir. Sürekli ve düzenli kitap okumak da kitap okuma alışkanlığının kazanmasını sağlar.
Çocuklara kitap sevgisi ilkokul sıralarında başlamalıdır. Süreklilik sağlanmalıdır. Kitap sevgisi, kitap ilgisi üzerine çalışmalar yapılmalı ve çocukların kitap kültürüne olan bağları sağlamlaştırılmalıdır.
Yakup Eren
DEĞİRMEN
“Değirmen” isimli kitap Türk edebiyatının değerli hikâyecisi Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkmış üç bölüm ve on altı hikâyeden oluşan bir eserdir. Birbirinden farklı hayatlar, farklı aşklar, farklı sorunlar, farklı dünyalar… Bu kitapta yer alan her hikâye ayrı bir güzel.
Hikâyeler insanı etkiliyor ve okurken kendisine hayran bıraktırıyor. İlginçtir ki kitabın girişinde yazar bu hikâyelerden bazılarının kaleme alınan ilk yazıları olması nedeniyle zayıf ve yetersiz olduğunu belirtmiş: “Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim.” der
Kitapta yer alan hikâyeler okuyucuya bir okuma sevinci, okuma tadı sunuyor. Hikâyeleri beğenerek okudum. İnsana aynı anda birçok duyguyu beraber yaşatan nadir kitaplardan biri “Değirmen”. Bu hikâye kitabının hedef kitlesine gelecek olursak; bütün insanlık diyebilirim rahatlıkla. Çünkü kitap her duyguyu derinlemesine işleyen ve her türden insanı etkisi altına almayı başarabilen bir özelliğe sahiptir.
Kitabın dil özelliklerine gelecek olursak; kitap gayet akıcı ve sade bir dille yazılmıştır. Kitabın içinde çok sayıda anlamını bilmediğiniz kelimelere rastlamak mümkün ancak kitapta bilmediğiniz kelimelerin tanımı yer aldığı için bir okuma rahatlığı sunuyor. Yazarın bu kadar süslü ve yöresel kelimeler kullanmasındaki amaç sanatlı bir anlatıma yol açmak değil; aksine o konunun anlam bütünlüğünü sağlamak için böyle bir dil kullanımını tercih etmiştir. Yani hikâyelerin dil ve anlatımında anlamını bilmediğimiz, duymadığımız kelimeler karşımıza çıksa da bu durum hikâyelerin anlamını değiştirecek, etkileyecek bir olumsuzluk taşımıyor. Yazar hikâyelerin sonunu hiç tahmin edilmeyecek bir şekilde bitiriyor. Hikâyeler okuyucuda ciddi bir merak uyandırıyor. Bu yönüyle hikâyelerde başarılı bir kurgu yer alıyor.
Kitabın ince bir görünüme sahip olması kısa bir zamanda okunup bitirileceği gibi bir yanılgıya sebep olmasın. Çünkü her bir hikâyedeki duygu yoğunluğu nedeniyle hayli zaman alabiliyor. Her bir hikâye insanı ciddi anlamda etkileyip düşündürdüğü için bitirmek biraz zaman alabiliyor.
Hikâyelerde genel olarak; korkuyu, ümitsizliği, aşkı ve sevgiyi barındıran insanlık halleri anlatılmaya çalışılmış. Kısacası Anadolu insanının yaşadıkları dile getirilmiş. Kitap o kadar samimi ki okurken tanıdık birilerini görmek bile mümkün. Kitapta her türlü insanı etkileyecek özellikte hikâyeler mevcut. Beni en çok etkileyen hikâye ise bir çingenenin aşkını anlatan, okurken oldukça duygulandığım kitaba da isim olan “Değirmen” isimli hikâye. Hikâyeden biraz bahsedecek olursak; hikâyenin kahramanı Atmaca isimli yakışıklı bir delikanlıdır. Atmaca yakışıklı yüzü ve heybetli duruşuyla tüm kızların ilgisini çekmesine rağmen hiçbir kız Atmaca’nın ilgisini çekmemektedir. Atmaca, klarnetini öyle bir üfler ki dinleyenler gözyaşlarına engel olamamaktadır. Atmaca bir gün değirmencinin sakat kızına âşık olur ve her gece değirmenin karşısındaki ağaca yaslanıp değirmencinin kızı için klarnetini öttürür. Atmaca bir gün değirmencinin kızı ile konuşmaya karar verir ve ona âşık olduğunu söyler. Fakat kız bir kolunun olmadığını bu nedenle bu yükü kaldıramayacağını söyler. O günden sonra Atmaca günden güne sararıp solar. Klarnetini elini almaz olur. En sonunda bir akşam Atmaca herkesin değirmene gelmesini ve klarnet çalacağını söyler. Kısa bir sürede herkes toplanır, Atmaca da klarnetine üflemeye başlar. Fakat bu kez farklıdır, değirmenin içindeki yoğun gürültüye rağmen klarnetten başka hiçbir şey duyulmamakta, dinleyenlerde ağlayacak hal bırakmamaktadır. Atmaca giderek artan bir hırsla, değirmencinin kızının gözlerinin içine baka baka çalmaya devam eder. Sonunda, klarnetini bir köşeye fırlatarak darmadağın eder ve diğer tarafta hızla dönerek çalışmaya devam eden değirmen çarklarına doğru koşmaya başlar. Çingeneler ne olacağını anlamıştır fakat onlar bağırıp yetişmeye çalışana kadar olanlar olmuştur işte. Atmaca'nın sağ kolunun yerindeki koca boşluktan oluk oluk kan akmaktadır. Hikâyenin son kısmında beni en çok etkileyen şu cümleler olmuştur: “İşte adaşım, bizler sevdiğimiz adama ya da kadına ne verebiliriz ki? Bir âşık çingene, sevdiği kadına kolunu verebiliyor, biz rastladığımız her karşı cinse kalbimizi vermişiz çok mu?”
“Değirmen” isimli hikâyeyi okuduktan sonra hayat içinde olup bitenleri yeniden bir düşündüm. İnsanın, sevdiği birinden zor hayat koşulları nedeniyle vazgeçmek zorunda olmadığı; asıl engelleri bizim koyduğumuzu, diğer engellerin bir şekilde çözülebileceğini anladım. Bu açıdan bakıldığında birçok duyguyu birlikte yaşatmasının yanında ders verme gibi bir özelliği de olan bir eserdir “Değirmen”.
Kitapta yer alan bütün hikâyeler çok güzel ama ben “Değirmen” hikâyesine ek olarak “Viyolonsel” ve “Kırlangıçlar” hikâyelerini de ayrıca beğendim. Her türden insana hitap edebilecek hikâyeler bulmak mümkün bu kitapta. Bana hitap eden hikâyeler ise özellikle bunlardı.
Ben bu kitabı severek okudum. Bütün kitap dostlarına bu hikâyeleri okumalarını tavsiye ederim. Edebiyatımızın özgür ve özgün sesi Sabahattin Ali’den bu seçkin, güzel hikâyeleri okuduğunuzda sizler de benim gibi bu kitabı seveceksiniz. İçeriğiyle insanın içine burkan, üslubuyla kendisine hayran bırakan bu kitabı okuyunuz, okutunuz.
Murat Soyak
“DENİZDEN GELEN MEKTUP” HAKKINDA
Bir solukta okunacak” Denizden Gelen Mektup”, geçmiş ve bugün arasında köprü kurarak okurları duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. “Anne Kuş, Bu Akşam da Gelmedi” isimli hikâyede aile bağlarını yeniden düşünmeye sevk eden, sıcak ve dokunaklı bir anlatım var. Tabiatın içinde geçen bir hayat mücadelesi... “Ahmet Dayı” isimli hikâyede köy yaşamının zorlukları ve güzellikleri, günlük mücadeleler ve insani duygular ince bir dille anlatılır. Hem geçmişin izlerini hem de insanın manevi dünyasındaki derinlikleri gözler önüne seriyor “Ağlayan Ağaç”. Sırlarla dolu bir hikâyeye tanıklık etmek isteyenler için etkileyici bir yolculuk. Beklenmedik bir zamanda yaşanan acı kaybın derin hüznü anlatılır “Miraç” adlı hikâyede. Böylelikle hayatın ne kadar kırılgan olduğu da dile getirilir. “Yusufçuk Kuşu” hikâyesinde geçmişle bugünü, köyle şehri birbirine bağlayan duygusal bir yolculuk yaşanıyor. “Balık Avındaki Esrar” hikâyesinde yazar, sıradan bir balık avının nasıl unutulmaz bir maceraya dönüştüğünü merak uyandıran bir dille anlatıyor.
Doğan İşler’in kaleme aldığı hikâyelerde insana ve hayata dair içten, sıcak bir anlatımın izleri okunuyor. Kıssadan hisse alınsın diye doğal çevrenin korunması, çalışkanlık, doğruluk, iyilik, aile bağları gibi ortak değerler hikâyelerde vurgulanıyor. Yazarın yaşadığı yere dair tanıklığı özellikle olay, durum, mekân seçimi ve yöresel söyleyişler bağlamında anlatıma yansımış. İyi okumala
GÜLAYDINLIĞI
EDEBİYAT, KÜLTÜR, SANAT
Hazırlayan: Murat Soyak
Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret ettin beni kavim kardaşa
Sebep ne, gözden akan kanlı yaşa
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesin gül benzini soldurdu
Nicelerin, gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
Karac'oğlan der, kondum, göçülmez
Acıdır ecel şerbeti, içilmez
Üç derdim var, birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
KARACAOĞLAN
MURAT SOYAK
KANAYAN YERYÜZÜ
Dünya sadece izledi. Yıllardır yaşanan bu saldırılar şimdi yeni bir aşamada. Bütün coğrafyalarda kan ağlıyor Müslümanlar. “Yaşamak” isimli eserinde “Ne çok acı var” demişti Cahit Zarifoğlu. Çocuklar büyüdü. Aradan yıllar geçti. Değişmeyen bir şey var ki zulüm bitmiyor, acılar dinmiyor.Arif Nihat Asya’nın Naat’ında dediği gibi: “Ebu Leheb ölmedi ey Muhammed, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor”
Yaşanan acılara tanığız. Millet-i İbrahim birlik, dirlik günlerini arıyor. Cetvelle çizili sınırlar içinde kargaşa, kavga, kıyımlar, yıkımlar…
Fotoğrafta bir anne canhıraş ağlıyor ve kucağında çocuğu bir bilinmeze bakıyor. Gidenler dönecek mi? Korkulu bekleyiş bu. Karanlığın ortasında kolu kanadı kırık ve kimsesiz.
Ve elinde bastonu ile zalimlere doğru korkusuzca yürüyen yaşlı bir kadın var. Ardında kalan mazlumlar için ve giden oğulları için sesleniyor.
Yollarda, kaldırımlarda çatışma sonrası cansız bedenler… Yer ile gök arasında mazlumların ahı. Yine yenilgi, yine feryat figan. Benzer saldırılar başka yerlerde de sürüyor.
Acının, ölümün, çaresizliğin fotoğrafları haber ajanslarından akıp gidiyor. Yaprak kımıldamıyor. Sessiz yığınlar, tepkisiz yığınlar…
Barış ve güvenliği sağlama adına oluşturulan çeşitli kuruluşlar görev yapamaz halde. Karanlık güçlerin denetimi altında etkisiz, yetkisiz bir konumdalar. Söyleyecek bir sözleri yok. Elleri, kolları bağlı. Batı, mazlum milletlerin yaşadıkları acılara karşı duyarsız.
İnsanlık her yerde tehdit altında. Her gün çeşitli saldırılar, kirli pazarlıklar… Kimse korunmuş değil ve huzursuzluk almış yürümüş. Muhalif sesler bastırılmış; adeta yok hükmünde. Bu yaşananların bir hesabı olacak elbet.
Mehmet Âkif, şiiri ile direnişe, dirilişe işaret eder. Yıkıntılar arasından yükselen gür bir ses. Bizi birbirimize yakın eyleyen, bizi teyakkuza çağıran o güzel insan der ki: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem”
Yeryüzünü yaşanmaz kılanlara cevap niteliğinde bu mısra. Şair haksızlıklar karşısındaki duruşunu ifade ediyor. Bütün zamanlar için soylu bir örneklik.
Sınırlar ötesinde kan ağlıyor insanlık. Yaşamak gittikçe ağırlaşıyor. Sabır, dua ve mücadele ile zorluklar aşılacak. Umudu kuşanmak gerek.