Dışarısı buz gibi soğuk olsa da içimizi ısıtan bir mevsimdir kış. Sabahleyin çocuklarda bir sevinç, bir heyecan…
—Kar yağmış kar!
—Anne, kar yağmış!
Şimdi çocuklar, pencereye burunlarını dayamışlar dışarıyı izlemekteler. Evimizin önündeki ağaçlar kar altında daha bir güzel görünüyor. Yoldan birkaç kişi geçiyor. Sıkıca giyinmişler. Gözleri karlı, buzlu yolda. Şimdi yürürken daha bir dikkatliler. Allah korusun, kayıp düşmek var.
Kışın eve çekiliriz, kalbimize… Dışarıdaki sesler azalırken; iç ses kendisini duyurur. Kendimizi dinlemenin vaktidir.
“Hayat Bilgisi” kitabında bir kış resmi var. Sevimli mi sevimli… Şöyle ki:
Şöminede uyumlu alevler, çay çevresinde anne, baba, dede… Çocuk yere uzanmış bir kitabı okumaktadır. Hemen yanında kedi, örgü ipini çekiştiriyor; kendince oynuyor. Her şey yerli yerinde; bir eli yağda bir eli balda derler ya, işte öyle. Mutlu aile görüntüsüdür bu.
Dertsiz insan olur mu? Başka açıdan bakınca farklı görünüm arz edecektir kış.
Gerçeklere doğru bir teneffüs… Şimdi uzak köyler kar altında, çıkmaz olmuş yollar. Şehir ne yana düşer? Evler içine kapanmıştır. Bir dokun, bin ah işit. Odun-kömür var mı, yeter mi? Ekmek, iş, aş var mı? Ve başlayan hastalıklar… Hayatın içinden bir kış resmi: İçinde yoksulluk, çaresizlik ve yaşanan acılar…
İki ayrı kış resmi bir yerde buluşur: Kar rahmettir, berekettir. “Kışı güzel olan memleketin, baharı da güzel olur” derler. Yaşanan zorluklar, sıkıntılar gelecek güzelliğin, iyiliğin
habercisidir.
—Kardan adam yapalım mı?
—Kartopu oynayalım.
Koşarak dışarıya çıktılar. Kış ve çocuk birbirini hasret iki dost gibi. Kar, sevinci çoğaltıyor. Soğuk olsa da dışarısı, umursamaz çocuklar. Kartopu ısıtır avuçlarını. İşte sokak arasında toplanıvermişler. Daha kardan adam yapılacak. Bitmez tükenmez tembihler sıralanır ama nafile. Annelerin içinde bir korku: Ya üşütürse ya düşerse!..
Uzun kış gecelerinde sohbetlerin tadı da bir başka olur. Şimdilerde insanlar birbirine uzak, yabancı gibi. Komşuluk ilişkileri zayıfladı. Hâl hatır sormalar azaldı. İletişim çağındayız ama insanlar sahici yakınlığa, komşuluğa, dostluğa hasret.
Uzun kış geceleri demiştik değil mi? Peygamber kıssalarının, askerlik hatıralarının, memleket havadislerinin, masalların anlatıldığı demdir. Sohbete doyum olmaz. Evimize ak sakallı bir amca ile hanımı gelirdi şimdi her ikisi de rahmetli oldu. Ne güzel anlatırlardı sanki dillerinden bal akardı! O kış dinlediğim peygamber kıssalarını hiç unutmadım.
Evvel zamanda kahveler içilirdi. Çocuklara kahveden pek verilmezdi. Kahve içmek büyüklere mahsustu. Ahir zamanlarda kahve, yerini çaya bıraktı. Sohbete eşlik eden çaydır.
Çaysız olmaz efendim! Dumanı üstünde sımsıcak çay, kış günlerinde daha bir aranır. Sohbeti tamamlar adeta.
Gündelik işlerimiz, alışkanlıklarımız karın yağmasıyla sarsılır. Zira olağanüstü bir yaşantıdır bu. Kış bütün görkemiyle çevremizi kuşatmıştır. Hatırlamanın, muhasebenin, yeniden düşünmenin zamanıdır.
—Haydi eve!
—Daha kardan adam yapacaktık anne…
—Yarına kalsın, üşüdünüz.
—Hayır, üşümedik biz!
Anne ve çocuklar arasındaki bu tür konuşmalar uzar gider. Çocuklar için kış, yeni bir evrendir; bitmez tükenmez keşiftir. Kış dışarının sertliğini, hayatın gerçeklerini duyurur kendi dilince. Yeni oluşu muştular. Zira toprak kar sularıyla beslenmektedir. Yeryüzü bahara hazırlanır. Gelecek güzel günlerin hazırlığıdır bütün bu devinmeler. Nihayetinde çiçek çiçek bahar gelir; sabrın meyvesidir.
Sayfalarında rahmet, bereket filizlenen kış kitabını okuyalım derim. Kışın halleri zor olsa da Rabbim bir kolaylığı beraberinde vermektedir. Daha nice kışlara…
Gönül sıcağı daim olsun!
"Bana ne, bugün var yarın yok olan görüntülerden; anlam değiştirmeyecek olana bakarım ben" der Tarık Buğra. Yazmak, bu anlamda kalıcı olana talip olmaktır. Geçmişten geleceğe değişmeyeni anlamak ve yorumlamak…
Gündemdeki olayların esiri olacaksak yazmanın ne anlamı var? Aldatıcı gündemden sıyrılıp kendi gerçeğimizi dile getirmeliyiz. Dikkatimizi kalıcı olandan yana çevirmeliyiz. Yazılar, gündem bataklığında solmasın, pörsümesin. Duygu ve düşünce dünyamızın derinliğinden sesler, güzellikler taşımalıyız bugüne ve yarına. Kararan gönlümüz, daralan ufkumuz böylelikle sıhhat bulmalı. Evet, şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Dirice bir tavır ile hayatı, insanı, olup bitenleri, sanatı, hakikati güzelce anlatmalı, duyurmalı.
Yazmak, ruhun malzemelerine değinmek; ötelerden ses getirmek ve acıyı bal eylemek. Okuyunca ışık düşmeli içimize. Yazmak bir ihtiyaç olarak kendini gösteriyor. Bu anlamda yazmak, yangın yerine su taşımak gibi ve toprağa fidan dikmek gibi. Hakikati anlama, anlatabilme çabası. Yazmak eylemi aydınlığa taşımalı bizleri.
*
Sessizliğin yurdunda yazyalnız !..
*
“O” diğer adı “Hakkâri’de Bir Mevsim”. Özgün bir anlatım denemesi. Sürgün, bunalımlı, bohem. Köylü ve okumuş-yazmış arasındaki uçurum yine ana izlek. Memleket gerçeği ve yabancılaşma. Dağ köyünde bir ilkokul öğretmeni. Bu roman 1976 senesinde yazılmış. O günden bugüne ne değişti?
*
Çok bilgi var günümüzde. Yaraya derman olmaz. Çok bilgi var günümüzde. Baş ağrısı. Evet, sağaltmayan, sığ bilgiler akıyor zihinlere. Ne varsa yine kitaplarda, dergilerde var.
*
“Çocuk benim ülkemdir” der Sezai Karakoç. Burada bir müddet duralım. Asıl yurdumuz çocukluğumuz. Hatırla yeryüzünü, gökyüzünü! Yakınımız dağ, taş, kuş, çiçek idi. Oyunlar içinde öğrendik iyiliği, güzelliği. Çocuklar ile umut var.
*
“Devin Uyanışı” kitabı Sedat Umran’ın seçilmiş şiirlerden oluşuyor. Şair nesnelerdeki anlama odaklanmış. Somut olandan hareket ile soyuta varan şiirler. Eşyayı başka bir bakış ile çözümlüyor. Bir de şiirlerinde çocukluk çağına vurgu var. Sedat Umran’ın son devir şiirimizdeki yeri, emeği inkâr edilemez. Şiir, derdi. Ve derdini seviyor şair.
*
Ahmet Oktay’ın şiir kitabı “Az Kaldı Kışa” okunuyor. “Ayrılık bilemem ne zaman gelir / Sen bir okul defteri getir bana / Çünkü sadece yazmak tesellidir / Çektiğimiz acıya bu dünyada” Güne bir anlam şiirce düştü.
*
“Yürümenin dışında bütün eylemlerin adı / Kaçış kaçış kaçıştır” der İlhami Çiçek. Gök ekin ile anlamdaş. Şiirin kederli yurdunda buluşmak varmış: “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın / Hüzün öylece orta yerdedir…”
*
Bir güzelliği çoğaltan su.
*
Sarı yaprağın söylediğini can kulağı ile dinle.
*
Ah, okunacak ne çok sayfa var!
*
Sarı güneş şurada dursun. Isıtsın sayfayı bir güzel. Dere incecik akıyor. Silme kardeşim !..
*
Erdem Bayazıt’ın şiiri hakkında bir yazı hazırlığı… Şiirlerini tekrar okuyorum. Hayata, insana, imana dair mısralar. Yüreğimde karşılık bulan şiirler. Coşkulu bir söyleyiş ve yiğitçe bir duruş. Yeni koçaklama. “Ey” nidasına derinlik katan şair, yurdun cennet olsun !..
*
Yusuf Enes dedi ki: “Baba, sana doğum gününde gerçek araba alacağım. Anne, sana da doğum gününde kırılmayan bardaklar alacağım.” Eyvallah oğul, dillenir oldun.
*
Yazınca bir şey değişmez mi? Yazmayınca hiçbir şey değişmez. Yazmak, yarayı dağlamak gibi.
*
Yakup Eren ve ben, sabah erkenden şehre indik. 120 kahraman gördük. Kar altında buz kesmiş çocuklar. Gözlerimiz yaşardı. 120 artık üç basamaklı sayı değil, bir direniş ruhu !..
*
Bir halk türküsünden alınmıştır: “Kim okur kim yazar, bu düğümü kim çözer?”
*
Mürsel Sönmez güzelce söylemiş: “Her şey çok güzeldi Allah’ım! / Sunduğun bir demet güldü ömür.” Şükür makamında, hakikate doğru bir adım daha…
*
“Çile”yi yeniden okudum. Necip Fazıl’ın şiirinde yalnızlığın halleri daha bir vurgulu. Notlar aldım. Mısralar seçip derledim. Belki bir gün yazı bütünlüğüne kavuşur.
*
Bir gazete haberinden: “İnşaatın sıvasını yaparken 6. kattan düşen usta hayatını kaybetti. Edinilen bilgiye göre…” Ötesi can yangını, feryat figan. Bizi terk etmeyen hüzün, bizi yaralayan. Şimdi bir fotoğraf karesinde geçmiş günler. Kapıda babasını bekleyen çocuk için için der ki: “Nerede kaldı babam?”
*
Dergiler, geldiler. Bütün zorluklara rağmen edebiyat dergileri çıkıyor. Onların varlığı ile ışık ışık yurdum. Edebiyat, hayat ve insan arasındaki bağlar dergilerde daha bir belirgin. Yaşasın edebiyat!
*
Vefa Taşdelen’in “Ay Çekimi” kitabındaki şiirlerini okudum. İçli, derin bir ses. Duygunun ve düşüncenin harman olduğu sağlam mısraları var. “Ateş yüküdür paylaşılmayan fikir / Gizli ölümleri içerir…” diyen şaire selâm!
*
“Şiir tenha selviyi söyler” diyen Şahin Taş’ın “Kısa Yaz” isimli şiir kitabı geldi. Kısa şiirin anlatım imkânlarına güzel bir örnek bu eser. “Haiku”ları andıran bir söyleyiş. Şiiri bileyi bileyi keskin kılmış. Varoluş sorgusu, ölüm ve çocukluk konuları daha bir ağırlıklı. İnceden çalışılmış, emek verilmiş şiirler. Şairin söylediği: “bir gün gideriz / gidince / elbet bizden de ipince / bir iz kalır”.
*
Dışarısı dayanılır gibi değil. Dışarısı vurgun düzeni, kirli çark. Dışarısı sığ, sıradan, sırnaşık… Kalbim kitaba dön. Başka çıkış yok. Ve okumak bir sığınak. Gün gelir de kanar; kanatlanır sayfalar. Sabret yüreğim, umut ol.
*
Yağmur bulutları yığın yığın… Birkaç gündür ha yağdı ha yağacak. Toprak göz göz olmuş; sabırla bekliyor. İyi haberler yakında.
*
Bahar günleri içimde bir sevinç, bir umut… Ömür defterimde yeni yaprak. Ağaçlar çiçeğe durmuş. Yeniden başlamak aşk ile…
*
“İlle mavi olacak” dedi. “Tamam dedik, mavi olsun”. Yusuf Enes’e bisiklet aldık. Ne çok seviniyor. İncecik bacakları ile o pedalı nasıl da çeviriyor. Düşe kalka sürüyor ama yılmıyor. Hayat da böyle değil mi? Çoğu zaman yokuşlarda yara bere içinde, bir başına kalan insan. Yol gösteren işaret şu ki her zorluğun ardınca bir kolaylık vardır. Öyleyse yenilgi daim değil. Yolda olmak, en güzel eylem.
*
Yaza yaza aydınlanır içim dışım. Yaza yaza dağılır kara bulutlar.
Yazının DevamıÖlümü hatırlamak hayırlara vesiledir. Ölümü hatırlamak sınırları hatırlamak gibi. Hepimizin bildiği ama hemen unuttuğu bir gerçek ölüm. Mademki öleceğiz bu serkeşlik, bu kavga niye? Ölümden kaçamayız zira “Her nefis ölümü tadacaktır.” Ölüm bir hatırlatıcı, bir uyarıcı olarak hep yanımızdadır.
Halk dilinde ölen kişi için “göç etti”, “dünyasını değiştirdi”, “şimdi gerçek dünyasında” gibi ifadeler kullanılır. Mevlâna Hazretleri ölüm vakti için “şeb-i arûz” der. Sevgiliye kavuşma vakti. Bu sebeple Mevlâna, ölümü hüzün günü olarak değil sevinç günü, düğün günü olarak ifade eder. Yüce bir anlayış, derin bir idrâk.
Ölüm düşüncesi bizim medeniyetimizde korkulu, saplantılı, hastalıklı bir bakış ile anlatılmamıştır. Batılılaşma(modernleşme) maceramızın başlamasıyla birlikte hayata, insana, kâinata bakış değişti. Modernizm fikri bölünmüş, parçalanmış bir zihin ister. Akl-ı selim yerini akılcılığa bıraktı. İnsan-ı kâmil olmak yerine eşyaya sahip olmak marifet sayıldı. Ve hatta “üst-insan” gibi aşırı yorumlar ile cihan savaşlarının tohumları atıldı. Bilginin, teknolojinin hızla geliştiği bir çağda insanlık maneviyat cephesinde kayıplar verdi. Modern zamanlarda yeni bir cahiliye kültürü ortaya çıktı. “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır.”
İnsanoğlu bazen kendi eliyle yeni putlar oluşturur. Bağlanma, inanma ihtiyacı başka alanlar içinde görünür olur. Şimdi hayat sahnesinde sahte ilahlar, sahte kahramanlar var. Bağlar zayıflamış ve hatta kopmuş. Yaşamak bazılarına göre sadece yemek, içmek, gezmek ve dünyadan haz almak içindir; bazılarına göre ise yaşamak saçmadır. İntihar olayları modern zamanlarda daha bir arttı. Atom bombası, hidrojen bombası ve her türlü kimyasal silahlar modern kafanın insanlığa sundukları birer armağan. Ölümler şimdi daha seri ve daha kolay. Cihan savaşlarını başlatan yıkıcı, yok edici zihniyeti görmek gerek.
Modernizm anlayışında ölüm maalesef kötü bitiştir. Ölmek onlara göre toprak olmaktır, ot olmaktır. Ölüm, dillerinde kaybolmak ile eşanlamlıdır. Kaybolmak ne hazin son değil mi? Bu sebeple ölümü hiç hatırlamak istemezler. Rahatları kaçar. Birey, ölüm korkusuyla titremektedir. Modern insan paranın ve sanatın gücü ile ölümsüzlüğü dener hep. Modern sanatın temelinde ölüme isyan fikri vardır. Kelime, renk, ses ve çizgi bu isyan fikri ile yüklüdür. Sanat adı ile oluşturulmuş bir sürü helvadan putlar!
Ölüm düşüncesinin zaman içindeki seyrini şairlerin dilinden takip edebiliriz. Türkçemizin kurucu şairlerinden Yunus Emre ile başlayalım.
“Vaktinize hazır olun
Ecel vardır gelir bir gün
Emanettir kuşça canın,
Issı vardır alır bir gün”
Evet, can bize emanettir. Vakti geldiğinde asıl dünyasına, sahibine kavuşacaktır. Ya sonrası…
“Mezardan durugelicek
Hakk terazi kurulıcak
Amelimiz görilecek
Aceb nola benim halim”
O gün hesap günüdür. Her kişi yaptığı iyilikler ve kötülükler ile Hakk’ın divanına çıkacaktır.
Karacaoğlan, dünyanın cazibesine kapılmış belli ki ölümü hiç hatırlamak istemez. Der ki:
“Ölüm ardıma düşüp de yorulma
Var git ölüm bir zamanda gene gel”
Dünyaya alışmış bir kere; bırakmak öyle kolay mı? Takip edildiğinin farkında şair, gafil değil. Biliyor gelecek olanı, biliyor gerçeği.
Hanımının ölümü karşısında “Öldün, nasıl eyleyeyim tahammül” der Abdülhâk Hamid Tarhan. “Makber” diye diye yeri göğü inletir.
Mehmet Âkif, ölümden ders almamız gerektiğini belirtir.
“Musalla: Minber-i tebliğidir dünyada ukbanın
Musalla: Ders-i ibrettir durur pişinde irfanın”
Yeni edebiyatımızda ölüm denildiğinde akla gelen şairlerden birisi de Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Birçok şiirinde ölüm konusunu işlemiştir. En bilineni ise “Otuz Beş Yaş” şiiridir.
“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”
Şair bir kabulleniş edasıyla şöyle der:
“N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.”
Orhan Veli, “Ölüme Yakın” şiirinde bir başka açıdan hayatı ve ölümü anlatır. Cümle zorluklardan, sıkıntılardan kurtulmak ister. Hayatın ağır yükü altında ölümü düşünür. Aralanan bir kapı.
“Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada
Kötülükten gayri?
Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.”
Ahmet Muhip Dıranas, ölümü bir yakını gibi görür. Bütün zamanlar içre bizi hiç terk etmeyen ölüm.
“Uzaktadır her şey, hep… Yalnız ölüm
Her yerde, her an yakınımız ölüm”
Ölüm canımızda taşıdığımız olmuştur. Ecel vaktine kadar yoldaşımız. Yahya Kemal Beyatlı’nın ölüme dair söyledikleri:
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”
Rind-meşrep bir eda ile ölümü anlatır:
“Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç
Cihâna bir daha gelmek hayâl edilse bile
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle”
Bu mısralarda ölüm korkulu, tedirgin bir halden ziyade rahat, dingin bir ruh hali ile anlatılır. “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde” der. Şairin “O Taraf” isimli şiirinde söylediği:
“Gördüm ölüm diyarını rü’yâda bir gece
Sessizlik ortasında gezindim kederlice”
Ve bu şiirin sonunda bir soru: “Yoksa başka bir âlem midir ölüm?”
Ölüm uzayıp giden bir sessizliktir. “Düşünce” isimli şiirinde der ki:
“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi”
Ölüm bir muamma, bir soru. Şair cevap vermek ister. Necip Fazıl, şiirlerinde ölüm düşüncesini sıkça işlemiştir. Sonsuza ulaşmak için ölüm bir geçit. Ötelerden mana yüklü bir rüzgâr. Ruh köklerine derin bağlılık.
“Ölüm güzel şey budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?”
Ölüm, şiirimizde yeniden “vuslat” fikri olarak telakki edilmeye başlanmıştır. Hakk’a teslim olmuş şairin mısraları:
“Ben ölünce etsin dostlarım bayram
Üst üste tam kırk gün, kırk gece düğün
Açı doyurmaksa kabirde meram
Yemeğimde Fatiha, günde beş öğün”
“Her ölüm erken ölümdür” diyen Cemal Süreya, ölüm konusunu kaygılı, korkulu bir dille anlatır:
“Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum”
İnsan bir yakınını kaybettiğinde yıkılır. Gün birden kararır. Tadı kalmaz yaşamanın. Cemal Süreya “Sizin hiç babanız öldü mü?” der. Bu yürek yakıcı sorunun devamında şu mısralar vardır:
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar, aldılar, götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum”
Bir tanımlama, belirleme çabası olarak okunabilecek ölüm mısraları:
“Ölüm mü,
Bir gölün dibinde durgun uykudasın.”
Ziya Osman Saba ölüm hakkında der ki:
“Gözlerimi o saat sessiz kapayacağım
Beni bekleyedursun bir kenarda yatağım
Bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir”
Erdem Bayazıt’ın şiirlerinde ölüme dair mısralar sıkça yer alır. Hakikat içre bulduğu cevapları gür bir sesle duyurur. Hakk’a tam bir teslimiyet içinde şair.
“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”
Ölümsüzlüğü tatmak…Efendimiz(s) “Ölmeden evvel ölünüz” buyuruyor. Sonsuzu anlamaya ve anlatmaya çalışmak yahut ölmeden evvel ölüp de dirilmek.
“Mahlûkta devinen
Gürül gürül bir ırmaktır ölüm”
Ölüm hepimiz için. Başkasıyla ölen biziz. Er ya da geç kapımızı çalacak ölüm. İsmet Özel, “Üç Firenk Havası” şiirinin birinci kısmında ölüme dair şu mısraları söyler:
“Bize ne başkasının ölümünden demeyiz
çünkü başka insanların ölümü
en gizli mesleğidir hepimizin
başka ölümler çeker bizi
ve bazan başkaları
ölümü çeker bizim için.”
“Kitaplarda Ölmek” şirinde iki çizgi arasındaki hayatı anlatır Behçet Necatigil. Her şey o kısa çizgide: “Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci / Ne varsa orda”. Şiirden bir bölüm:
“Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır parantez.
O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.”
Alâeddin Özdenören “Cebimde ölümüm” isimli şiirinde der ki:
“Gülüm gülüm
Bu kentin koynuna girdiğim günden beri
Cebimde ölümüm
Avuç avuç dağıtırım insanlara
Bir türlü tükenmez ölümüm”
Yaşayıp giderken gündelik telaşlarda. Bir alışkanlık üzere devam ederken hayat. Bir gün çıkar gelir. Yapılan hesaplar, planlar yarım kalır. Sonrası hüzün… Mustafa Özçelik “Ölüm” isimli şiirinde yaşanan hali etkili bir dille anlatmış:
“Ölümü görünce
Şaşkın bir soruya dönüşüyor hayat
Bu serüven çılgını ayaklarım
Bastığı toprakta tedirgin
Sulara girerken ürkek biraz
Bu limanı bırakıp giderken
Bütün hayatların soğuk yüzünde
Ayrılığın o sarı rengi
Bir yokuşun önünde
Yolunu kesmiş ejderhâ”
Sezai Karakoç, şiirlerinde hayatı, insanı ve hakikati yorumlarken ölüm gerçeği ile yüzleşir. Ölüm yeniden başlamanın adıdır. Diriliş ırmaklarında hayat bulur mısralar.
“Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim”
Sezai Karakoç “balkon” imgesiyle modern zamanlardaki yaşantıya ve ölüme işaret eder.
“Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde”
Yaklaşan zamanı muhteşem bir mısra ile duyurur:
“Gelecek zamanlarda ölüleri balkonlara gömecekler”
Sezai Karakoç’un dilinde ölümden ötesi vardır. Ölümden evvel dirilişi hatırlatır.
“Ben ağıt yazmayı sevmem
Ölmeden değil dirilişten yanayım
Ölümden değil ölüm sonrasından yana
Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yanayım”
“Cümle şair dost bahçesi bülbülü” der Yunus Emre. Her şair kendi duygu-düşünce dünyasında ölümü anlatmış.
Efendimiz(s) “Ağzınızın tadını bozan ölümü çok hatırlayınız” buyuruyor. Unutuşu sonlandıran ölüm. Şehrin kıyısındaki mezarlık yaşayanları daima uyarır. Serin serviler altında yatanları düşünelim. Yaratılan cümle varlığın fani oluşu gözümüzdeki, gönlümüzdeki perdeleri kaldırır. İnsan ve hayat arasındaki hassas denge iman kuvveti ile sağlanır.
Ve an gelir herkes bir suskunluğa bürünür. Ölüm konuşur.
Yazının DevamıYaş haddini bulmuş diye meydanı terk mi edeyim? Hem evde niye oturayım ki önümüz kış… Odun ister, kömür ister; yahu şu kör boğaz ekmek ister. Emekli maaşımız da yok ki kenara çekilelim. Çocuklar yuvadan uçup gittiler. Şimdi çok uzaktalar. Bu yaşıma kadar ayakkabı tamirciliği ile geçindim. Muhannete muhtaç olmadım. Devam öyleyse, yatağa düşene kadar çalışacağım. Hem burada dostlarımla da görüşüp sohbet ediyorum. Vakit geçiyor. Daha ne olsun efendim!
Bahar günleri... Işıklar içinde yer gök. Kahvehanenin müdavimleri günün belli saatlerinde burada buluşup sohbet ederler. Memleketin halleri, askerlik hatıraları, ahir zaman alametleri, değişen zaman üzerine bir muhabbet ki bal akar dillerinden.
—Şinasi!
—Buyur İhsan Efendi…
—Bize birer kahve yapıver.
—Tamam efendim.
—Tahir ne var ne yok, işlerin nasıl?
—Allah’a şükürler olsun İhsan Efendi, hamd olsun, kimseye muhtaç olmayacak kadar kazanıyorum. Yetiyor bize, geçinip gidiyoruz.
—Allah şükrünü çoğaltsın efendim. Tevellüd kaç?
—Seferberlik zamanı doğmuşum. Hesap et gayrı. Altmışın üzerindeyim.
—Sıhhatin nasıl, halinden memnun musun?
—Ayaktayım şükür. Şimdilik sıhhatim yerinde. Yalnız bizim hanım yine rahatsız. Geçenlerde hastahanede üç gün yattı. Ne yaparsın dünya hali… Hastalık gelince sıhhatin kıymetini biliyoruz. Sen nasılsın İhsan Efendi?
—Eh işte... Bazen kalbim sıkışıyor. Ameliyattan sonra yeni yeni toparlandım. Gidecek başka yerim de yok. Sizi görmem yetiyor bana. Şinasi'nin yeri de olmasa eğer bunalıp kalacağım.
—Hakikaten burası evimizden sonra ikinci adresimiz oldu. Bir sığınak gibi…
Önce ayakkabının tozunu, çamurunu temizledi. Sonra lazım olan aletleri torbadan çıkarıp yaygının üzerine güzelce dizdi. Bir elinde çekiç, bir elinde ayakkabı…
Durmaksızın çalışıyor. Alnında boncuk boncuk terler... Ak sakalı yüzüne nasıl da yakışmış. Pek sevimli bir hali var. Hani babacan derler ya işte öyle babacan...
—Abdullah Hoca dalmışsın yahu, hiç konuşmuyorsun. Hayrola!
—İhsan Efendi, bizim oğlan cephede, onu düşünüyorum, tek evladım. Hanım da geçen sene vefat etti. Bilirsin, yalnızım. Ev bana zindan gibi oldu. Hayatta bir başına olmak pek meşakkatli…
—Haklısın efendim, Allah sabır versin. Oğlun sağ salim döner inşâallah.
—Sağ olasın İhsan Efendi sağ olasın, sizlerin varlığı ile buradaki sohbetlerimiz ile kuvvet buluyorum.
Deniz sakin bugün. Sandallar kıyıya çekilmiş. Martılar uçuşuyor. Şirket-i Hayriye vapurları düzenli aralıklarla karşı yakaya gidip geliyor, gidip geliyor. Gün boyu süren tatlı bir telaş…
Tahir, kunduranın ökçesini çakıyor. Çivileri küçük teneke kutudan alıp özenle çakıyor. Göz çevresi ve alnı kırış kırış…
Şinasi, elinde tepsi ile çıkıp geldi. Sesi çın çın çınladı:
—Kahveleriniz buyrun, afiyetle için…
İhsan Efendinin yüzü gülüverdi. O ân elmacık kemikleri daha bir belli oldu. Bir elini Tahir’in omzuna attı.
—Az soluklan Tahir’im, yiğidim…
—Bitireyim şu elimdeki işi, namaz vakti yakındır.
İhsan Efendi yelek cebinden saatini çıkarıp baktı.
—Evet, ikindi ezanı birazdan okunur.
Saatin camını silip yelek cebine tekrar yerleştirdi.
—Kahvelerinizi soğutmayın efendiler…
Beyaz fincan elde ve göz ufukta şimdi. Bir vapur ağır ağır yaklaşıyor.
Abdullah Hoca kahvesini içip fincanı masaya bıraktı.
—Kahvelerinizi için de kalkalım, camiye ancak varırız.
Tahir, kahvesini çoktan içmişti zaten. Kalan işi bitirmek için son bir hamle yaptı. Çakılan çivilere göz attı. Ayakkabının köselesini iyice yokladı. Çıkıntıları bıçağı ile incecik kesip düzeltti.
—Şimdi tamam oldu. Haydi…
İhsan Efendi, ayağa kalkıp içeriye yürüdü. Cebinden çıkardığı bozuk paraları Şinasi’ye uzattı.
Birlikte camiye doğru yürüyorlar. İkindi ezanı okunuyor.
Yazının DevamıBahçenin köşesinde görkemli bir alıç ağacı var. Çocuk o ağacın üst dallarına çıkıp kendisine bir yer yaptı. Uçağa benzesin istedi alıç. Niğde kalesini şimdi daha iyi görüyor. Kuşlar daha yakın. Uzakta kaldı çiçekler ve oyuncaklar.
Kırbağlarının mor sümbülü meşhur. Çayır çimen içinde sarı papatyalara komşu mor sümbüller biterdi. Arılar konup konup nasiplenirdi. Çocuk mor sümbüllere, sarı papatyalara koşuyor. Arılardan korkuyor korkmasına ama yine de bildiğinden vazgeçmiyor. Birazdan arkadaşları gelir. Meşin çanta ve okul önlüğü bir kenarda duruyor. Oyundan ötesi yalan diyorlar. Akşama dek kan ter içinde koşuyorlar, zıplıyorlar. Dinleri, imanları oyun bunların.
Çerçi Bekir’in uzaktan sesi duyuluyor. Demir, bakır ve atık yün karşılığında çekirdek, kırık leblebi, keçi boynuzu veren o gül yüzlü, nuranî adam. Çocuklar şimdi Çerçi Bekir’e doğru koşuyorlar. Tek teker küçük tahta arabaya ne çok şey sığdırmış. Rengarenk bir alem bu. Biriktirdikleri metaller karşılığında elde ettiklerine bakıp bakıp seviniyor çocuklar. Çalışmak, kazanmak neymiş anlamaya başladı keratalar. Çocuklar avuçlarındaki yemişleri ceplerine doldurup oyun alanına doğru seğirttiler. Çerçi Bekir güne iyi başladım diye sevindi. Uçuşan kuşlara göz ucuyla bakıp alın terini sildi ve şapkasını düzeltti. Çerçi Bekir’in dilinde bir türkü: “Yine yeşillendi Niğde bağları”
Mahallenin bir Mustafa’sı var. Kendi âleminde hür Mustafa. Kimseye eyvallahı yok. Kimseye küs değil, kırgın değil, düşman değil. Kendi ile barışık; insanlar ile barışık. Ayak topu oynayan çocukları seyrediyor şimdi. İri vücudu oturduğu yerde arada bir sallanıyor. Kumral saçları ışığını kaybetmiş ve dağınık. Yüzünde toz ile karışık ter izi. Gülüyor Mustafa, gülüyor Mustafa, gülüyor. Kimse aldırmıyor ona. İşte buna dayanamaz Mustafa. Bir gök gürültüsü gibi ayak topu oynayan çocukların arasına ansızın dalıyor. Şimdi bir kaçışma, bir şamata... Hiç bitmeyecek gibi bu kargaşa ama Mustafa yoruluyor. Bir taşa oturup derin derin nefesleniyor. Çocuklar etrafında toplanıyorlar. Kuşlar o yöne kanat çırpıyor. Mustafa sürekli yere bakıyor. Aralarında bir sessizlik büyüyor.
Öğle ezanı okunuyor. İhtiyar baba çatal kapıyı usulca açıp mahalle camisine doğru yürüyor.
Kalın yün ceketi altında yılların ağırlığını taşıyor. Nice acılar, kederler yaşamış. Yine de yılmamış, yıkılmamış. Oğlu kızı daha küçük. Dertler, kaygılar gün gün çoğalır. Çocuklar gibi olmak” ne güzel der, onlara imrenir. Gelecek ne getirir ne götürür bilinmez. Elinde tespih, dilinde dua dua… “Yakup” denildiğinde çoğalıyor hüzün.
“Akbaş” namında bir genç var bu mahallede. Ayak topunda üzerine yok. Nasıl oynuyor zalım, rüzgâr gibi. Tutana aşk olsun. Sarı plastik bir topu var. Alındığından beri aylar geçti; oyna oyna patlamaz. Mahallenin has futbolcusu Akbaş. Takım kuran o, ilerde oynayan o, golleri atan o. Biz kaleciyiz birader. İyi kaleci aslında bulunmaz bir nimet. Düşünsene, kalende gol görmeyeceksin. Kurtardığım her şuttan sonra yağmur gibi yağardı ödüller. Hey gidi Akbaş, maç sonrasında koşardı eve. Ekmek arası sucuk getirirdi şişman kaleciye. Kadir kıymet bilmek böyle bir şey işte. Kıssadan hisse gol yemek istemiyorsan başarıyı gör ve ödüllendir.
Bahçede koşup oynarken Sultan’ın kolu çıktı. Bir feryat, bir feryat… Yer gök yıkılıyor. Sınıkçıya götürüldü. Sınıkçı sarmış sarmalamış. Bir de dirsek kısmına bal sürün demiş. Bin meşakkatle bir kâse bal buldu anam. Pencere kenarında duran altın sarısı ışıltı gözümü alıyor. Yaklaştım usul usul bir kâse bala. Tadımlık değil, doyumluk oldu. “Bal gibi” dedikleri kadar var. Ertesi gün anam pek öfkeli idi. “Pencere yanında duran bal nerede?” diye seslendi. Sessizce ayrıldım evden. Şu öfke selinden kurtulmalıyım. Yürü yürü ayaklarıma kara su indi. Neylersin, şehirde akşama dek gezdim. Eve varsam bir türlü, varmasam bin türlü. Hele akşam olsun, akşam olsun; anam sakinleşir belki.
O yıllarda kalede bir çay bahçesi vardı. Havuz etrafında sıralanmış masalar. Salkım söğütler altında serinlik hüküm sürüyor. Çocuklar ve gençler ile dolu cıvıl cıvıl bir ortam. Şu sıcak günlerde bir özge diyar Niğde Kalesi. Serinlik bahşeden esinti burada hiç kesilmez. En uzun, en güzel teneffüsler için inşâ edilmiş sanki. Dersi kıran buraya geliyor. Sizi kaçaklar sizi! Hiç inkâr etmeyin yakası açık gömlek ve yönünü şaşırmış kravat konuşuyor. Neyse, ağzımızın tadı kaçmasın şimdi. Bakın şu gördüğünüz Alâeddin Camii. Taş işlemeli kapısı meşhurdur. Sabah saatlerinde o kapıda ışık-gölge sayesinde bir gelin başı görünür. Nasıl da mahirmiş usta! Alâeddin Camisine komşu bir camii daha var kalede. Selçuklu karşısında sesini yükseltmeyen Osmanlı eseri şirin bir camii bu. Düşünen, yapan iyi insanlara rahmet. Şu topraklar üzerinden kimler geldi, kimler geçti? Karşı dağlara, karlı yamaçlara bakıp tefekkür etmenin zamanıdır şimdi. İşte geldik gidiyoruz.
Geniş merdivenlerden aşağıya doğru iniyoruz. Haydi, pazar yerine gidelim. Şu meşhur söze konu olan pazar yeri. Sözün bir yerinde Bor, bir yerinde Niğde var. Evet, hatırladınız şimdi. Bu sözün hikâyesini bir vakit, bir amca anlatmıştı. Şöyle ki: Bor’un bir köyünde yaşayan bir âdemoğlu pazar alışverişi için hazırlığını yapar ve seher vakti yola çıkar. Az gider uz gider bir ağaç gölgesi görür. Oturup dinlenmek ister. Lakin yorgunluktan olsa gerek uyuyakalır garibim. Etrafında ‘nereden gelip nereye gidiyorsun’ diyecek birisi de yok. Bir müddet sonra uyanır uyanmasına ama vakit de epey geçmiştir. Ah vah eder hemen yola koyulur. Bor pazarına gelir ama pazar yeri dağılmış. Yükünü toplayan gitmiş. Hemen orada gezinen kişiye sorar “Kardeş bugün Bor’un pazarı idi. Hani nerede, dağılmış millet, bu tenhalık niye?” Şaşkın ve çaresiz… Ne yapacağını bilmez bir haldedir. O kişi hemen cevap verir: “Ağam, Bor’un pazarı bu vakte kalmaz. Sen çok geciktin ya hu. Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye”
Perşembe pazarının üst tarafında uzayıp giden bir bedesten var. Yürüye yürüye yol mu aşınır. Devam öyleyse. Şu karşı uçta görünen büyük yapı Sungur Bey Camii. Niğde’nin tarihi kökleri burada saklı. Sungur Bey, Niğde’nin ilk valisi olarak biliniyor. Niğde’yi imar etmiş, inşâ etmiş ve çok dua almış bir mübarek zat. İçeri girince bir ferahlık hissediyoruz. Taşı işleye işleye nasıl da latif kılmış cedlerimiz. Bizi güzel eyleyen düşüncenin güzel eseri. Yangınlar yaşamış Sungur Bey Camii ve maalesef bir devirde yalnız bırakılmış. Sonra çatısı yeniden onarılmış ama o köklü gövdeyle uyuşmayan bir çatı bu. Sarı taşlar üzerinde elimi gezdirdim. Yılların yorgunluğundan olsa gerek duvardaki bazı taşlar adeta erimiş ve çözülmeye durmuş. Eyvah, o koca sarı taş işte pul pul dökülüyor. Aman dostlar bir çare!
Gümüşler, Bahçeli, Kemerhisar, Üskül, Sazlıca, Hacıbeyli, Dündarlı, Fertek ve şimdi ismini sayamayacağım diğer köy ve kasabalarımız yıllarca hep elma ile anılmıştır. Lisede talebe iken üç beş kuruş kazanalım diye elma bozmaya giderdik. Elma yüklü dallar kırılacak gibi sarkardı. Ağaçtaki o ağır yükü kovalara aktarıp aşağıya indirirdik. Dallar doğrulmaya başlardı. Ağaç adeta bir nefes alırdı. Ve sandıklar doldukça mutluydu iri elma yanaklı bahçe sahibi.
Ova köylerinde, kasabalarında patates ekimi aldı yürüdü. Bereketli dönemler yaşandı. Gün geldi kazandı çiftçi, gün geldi kazanamadı. Yaz tatilinde Misli Ovası benim için ayrı bir şenlik idi. Patates tarlasında, çamura bata çıka yağmurlama değiştirdiğimiz o günler… Sarı sıcağın altında uzayıp giden bir tarlada çapa yapardık, ayrık otu yolardık. Yorgunluktan sonra yenen acı menemeni ve üzerine içilen tavşankanı çayı hiç unutmadım.
Şimdi balıkçı esnafının olduğu yerde seksenli yıllarda bir kitapçı vardı. Orta boyda, ak sakallı, gözlüklü bir amca işletirdi o dükkânı. Pazara her gelişimizde annemin elinden tutup zorla o dükkâna getirirdim. Kitap alınacak, al; kitap alınacak, al. Paramız yok dese de dinlemezdim. Ne yapsın işte söz dinlemez bir evlat, çarşı ortasında sızlanıp duruyor. Dayanamazdı o çekişmeye ve kabul ederdi. Ne hoş kokardı o kitapçı dükkânı. İlk kitaplarımın bir kısmını oradan almıştım. Şimdi o güzel dükkânın yerinde yeller esiyor. Canım kitapçı dükkânları hayatımızdan, şehrimizden çekildi. Şimdilerde oyuncak satıyorlar, kırtasiye ürünü satıyorlar ama kitaplar yok. Şehri güzelleştiren ve anlamlı kılan kitapçı dükkânlarını şimdilerde daha çok arar olduk. Biri duysa sesimizi de kitaba yatırım yapsa ne iyi olur.
Çarşı dediğin keşifler yurdu. Hele çocuklar, gençler için bulunmaz bir şenlik. Çarşıya yaptığımız her seferden yeni keşifler ile döndük. Paranın nasıl kazanıldığını boyacı sandıkları, simit tablaları sayesinde öğrendik. Paranın nasıl kaybedildiğini ise senede bir kurulan lunaparkta şans oyunları, atari oyunları ile öğrendik. Acı ama öğretici bir deneydi. ‘Hayat’ denilen soyut kelimeyi böylelikle tanımış olduk. Yol genişletme çalışmaları kapsamında eski dükkânlar yıkıldı. Bir cadde oluştu. Yeni zamanlar için bir hazırlıktı bu. Bizler bu arada büyüdük çoluk çocuğa karıştık. Rüzgâr artık sert esiyor, kırıyor dallarımızı. Yeni Çarşı, ah hatıralarımızın üzerine inşâ edildi.
Hüdavend Hatun türbesi güzel, şirin bir parkın içinde yükseliyor. O müstesna usta, taşı nasıl da inceden işlemiş. Sabır, dua, gayret ile ölümü munis kılmış. Korkutmuyor mezar, sadece solmaz gerçeği hatırlatıyor. Yitirilmiş bir değer için adanmış bu emek. Hatırlansın diye yapılmış. İnci gibi yeniden görünür olmuş. Vefanın ve derin sevginin bir yansıması Hüdavend Hatun türbesi. Etrafında türlü çiçekler, çimenler ve çocuklar…
Akşam oluyor. Eve dönme zamanıdır. Bu toprak, bu gök, bu bahçe, bu dağ hâsılı bu şehir yüreğimde yankılanıyor. Bende karşılığı olan şehri yazmaya çalıştım. Bize dair anılar, yaşantılar, resimler… Şu zaman dediğimiz kıyıcı akıştan kurtarabildiklerim. Sözün özü “bakî kalan gök kubbede hoş bir seda imiş.”
Yazının Devamı
Türk edebiyatının değerli isimlerinden, Akpınar edebiyat-kültür-sanat dergisinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni, şair-yazar İsmail Özmel, 23 Temmuz 2025 tarihinde vefat etti.
Edebiyat, kültür ve düşünce alanında kaleme aldığı şiir, deneme, biyografi ve incelemeleriyle tanınan Özmel, özellikle Niğde merkezli çalışmalarıyla edebiyat çevrelerinde tanınan bir isimdi.
1933 yılında Niğde’de dünyaya gelen İsmail Özmel, ilk ve ortaöğrenimini Niğde’de, lise öğreniminin bir bölümünü ise İstanbul’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir süre öğretmenlik yapan Özmel, daha sonra serbest avukat olarak görev yaptı.
Yazı hayatına 1950’li yıllarda başlayan Özmel’in ilk şiirleri Türk Sanatı dergisi ve Uluova gazetesinde yayımlandı. Şiirleri ve yazıları zamanla pek çok dergi ve gazetede yer aldı. Kültür, sanat ve edebiyat alanındaki yoğun çalışmalarını 2006 yılında kurduğu Akpınar edebiyat, kültür, sanat dergisi ile kurumsallaştırdı. Dergi, 2025 yılı itibariyle 110. sayıya ulaştı.
Hayatı boyunca edebiyata ve kültür-sanat hayatına katkıda bulunmayı sürdüren Özmel, farklı türlerde çok sayıda eser kaleme aldı. Özellikle “Bir Daha Yaşamak”, “Sihirli Zaman”, “Kültür ve Tarih Sohbetleri”, “Türkçenin Rüzgârında” ve “Bütün Şiirleri” gibi kitaplarıyla dikkat çeken İsmail Özmel, “Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar” isimli biyografi çalışmalarıyla da son devir edebiyat tarihçiliğine kıymetli katkılar sundu.
İsmail Özmel’in denemelerinde Türk dili, tarih, kültür ve medeniyet ana temalar olarak öne çıktı. Yazılarında Türkçenin korunması, şehir kültürü, millî kimlik ve toplumsal meseleler gibi konuları işleyen yazar, edebiyatı yalnızca estetik bir uğraş değil; aynı zamanda bir fikir ve sorumluluk alanı olarak değerlendirdi.
Yazarlık kimliğinin yanı sıra birçok televizyon programına katılan, panellerde konuşmalar yapan Özmel’in hayatı ve edebî kişiliği üzerine çeşitli üniversitelerde lisans tezleri hazırlandı. 2010 yılında Karacaoğlan Özel Ödülü'ne, 2012’de İLESAM Şeref Ödülü’ne, 2013’te ise Berceste Türk Edebiyatına Katkı Ödülü’ne layık görüldü.
Niğde Üniversitesi tarafından 2012 yılında düzenlenen “Yazı Hayatının 50. Yılında İsmail Özmel” başlıklı panelde hayatı, edebî şahsiyeti ve eserleri odağında tebliğ metinleri sunuldu.
2025 yılında yayımlanan “Bilgenin Söylediği” isimli kitapta (Hazırlayan: Murat Soyak, Bilgekut Yayınları, Ankara) İsmail Özmel’in hayatı, eserleri, sanat anlayışı ve edebî şahsiyeti hakkında kendisiyle yapılan söyleşiler kitaplaştı.
Son dönemde Niğde'de edebiyat, kültür, sanat çalışmalarına özellikle Akpınar dergisi vesilesiyle çok önemli katkılar sundu. Okuma-yazma çabası hep devam etti. Bir ömür sabır ve gayret ile düşünce, sanat, edebiyat alanında çalışmalar yapıp kıymetli eserler kaleme aldı.
Akpınar edebiyat dergisi için çok emek verdi. Issızlığın ortasında yazma eylemini inançla sürdürdü. Bütün zorluklara karşı daima umutlu ve iyimserdi. 2006 senesinde yayın hayatına başlayan Akpınar dergisi hiç aksamadan 110 sayı devam etti.
Son olarak “Çıkış Yolu”, “Acıların Büyüttüğü İnsan”, “Kaybolan Zamanın Ruhu”, “Ölümsüz Ruh İçimizde” ve “Yeni Türk Ruhu” başlıklı kitaplarını yayımlayan İsmail Özmel, vefatından önce Akpınar dergisinin 111. sayısı için hazırlıklarını sürdürüyor ve yeni kitap çalışmalarını tamamlamaya çalışıyordu.
İsmail Özmel’in vefatı, başta Niğde olmak üzere edebiyat ve kültür camiasında büyük üzüntüyle karşılandı. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
Yazının Devamı