Dışarısı buz gibi soğuk olsa da içimizi ısıtan bir mevsimdir kış. Sabahleyin çocuklarda bir sevinç, bir heyecan…
—Kar yağmış kar!
—Anne, kar yağmış!
Şimdi çocuklar, pencereye burunlarını dayamışlar dışarıyı izlemekteler. Evimizin önündeki ağaçlar kar altında daha bir güzel görünüyor. Yoldan birkaç kişi geçiyor. Sıkıca giyinmişler. Gözleri karlı, buzlu yolda. Şimdi yürürken daha bir dikkatliler. Allah korusun, kayıp düşmek var.
Kışın eve çekiliriz, kalbimize… Dışarıdaki sesler azalırken; iç ses kendisini duyurur. Kendimizi dinlemenin vaktidir.
“Hayat Bilgisi” kitabında bir kış resmi var. Sevimli mi sevimli… Şöyle ki:
Şöminede uyumlu alevler, çay çevresinde anne, baba, dede… Çocuk yere uzanmış bir kitabı okumaktadır. Hemen yanında kedi, örgü ipini çekiştiriyor; kendince oynuyor. Her şey yerli yerinde; bir eli yağda bir eli balda derler ya, işte öyle. Mutlu aile görüntüsüdür bu.
Dertsiz insan olur mu? Başka açıdan bakınca farklı görünüm arz edecektir kış.
Gerçeklere doğru bir teneffüs… Şimdi uzak köyler kar altında, çıkmaz olmuş yollar. Şehir ne yana düşer? Evler içine kapanmıştır. Bir dokun, bin ah işit. Odun-kömür var mı, yeter mi? Ekmek, iş, aş var mı? Ve başlayan hastalıklar… Hayatın içinden bir kış resmi: İçinde yoksulluk, çaresizlik ve yaşanan acılar…
İki ayrı kış resmi bir yerde buluşur: Kar rahmettir, berekettir. “Kışı güzel olan memleketin, baharı da güzel olur” derler. Yaşanan zorluklar, sıkıntılar gelecek güzelliğin, iyiliğin
habercisidir.
—Kardan adam yapalım mı?
—Kartopu oynayalım.
Koşarak dışarıya çıktılar. Kış ve çocuk birbirini hasret iki dost gibi. Kar, sevinci çoğaltıyor. Soğuk olsa da dışarısı, umursamaz çocuklar. Kartopu ısıtır avuçlarını. İşte sokak arasında toplanıvermişler. Daha kardan adam yapılacak. Bitmez tükenmez tembihler sıralanır ama nafile. Annelerin içinde bir korku: Ya üşütürse ya düşerse!..
Uzun kış gecelerinde sohbetlerin tadı da bir başka olur. Şimdilerde insanlar birbirine uzak, yabancı gibi. Komşuluk ilişkileri zayıfladı. Hâl hatır sormalar azaldı. İletişim çağındayız ama insanlar sahici yakınlığa, komşuluğa, dostluğa hasret.
Uzun kış geceleri demiştik değil mi? Peygamber kıssalarının, askerlik hatıralarının, memleket havadislerinin, masalların anlatıldığı demdir. Sohbete doyum olmaz. Evimize ak sakallı bir amca ile hanımı gelirdi şimdi her ikisi de rahmetli oldu. Ne güzel anlatırlardı sanki dillerinden bal akardı! O kış dinlediğim peygamber kıssalarını hiç unutmadım.
Evvel zamanda kahveler içilirdi. Çocuklara kahveden pek verilmezdi. Kahve içmek büyüklere mahsustu. Ahir zamanlarda kahve, yerini çaya bıraktı. Sohbete eşlik eden çaydır.
Çaysız olmaz efendim! Dumanı üstünde sımsıcak çay, kış günlerinde daha bir aranır. Sohbeti tamamlar adeta.
Gündelik işlerimiz, alışkanlıklarımız karın yağmasıyla sarsılır. Zira olağanüstü bir yaşantıdır bu. Kış bütün görkemiyle çevremizi kuşatmıştır. Hatırlamanın, muhasebenin, yeniden düşünmenin zamanıdır.
—Haydi eve!
—Daha kardan adam yapacaktık anne…
—Yarına kalsın, üşüdünüz.
—Hayır, üşümedik biz!
Anne ve çocuklar arasındaki bu tür konuşmalar uzar gider. Çocuklar için kış, yeni bir evrendir; bitmez tükenmez keşiftir. Kış dışarının sertliğini, hayatın gerçeklerini duyurur kendi dilince. Yeni oluşu muştular. Zira toprak kar sularıyla beslenmektedir. Yeryüzü bahara hazırlanır. Gelecek güzel günlerin hazırlığıdır bütün bu devinmeler. Nihayetinde çiçek çiçek bahar gelir; sabrın meyvesidir.
Sayfalarında rahmet, bereket filizlenen kış kitabını okuyalım derim. Kışın halleri zor olsa da Rabbim bir kolaylığı beraberinde vermektedir. Daha nice kışlara…
Gönül sıcağı daim olsun!
Bahar, gözümüzü, gönlümüzü aydınlatan mevsim. Işıklar içinde tabiat. Bir güzelliğin çiçek çiçek, yaprak yaprak çoğalması. Yeniden başlamak hayata, yeniden doğmak… Umut yüklü bahar en güzel şiirlerde anlatılmış. Baharı anlatan, baharı karşılayan şiirlerden bir demet bu yazı.
Âşık Veysel, baharı dillendirdiği şiirinde “Cümle ağaç uykusundan uyanır” der. Gönül gözü ile tabiat kitabını okur. Baharın gelişi bir güzel haber olarak şiirlerinde işlenir.
“Bahar gelir dağlar bağlar süslenir
Yel değmezse coşar dallar uslanır
Bir hazin ses şafaklara seslenir
Neler duymaz bâd-ı saba o sesten”
Orhan Veli Kanık, “Baharın İlk Sabahları”nı sevinç ve mutluluk içinde anlatır.
“Tüyden hafif olurum böyle sabahlar;
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra bağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.”
Cahit Sıtkı Tarancı, “Bahar Sarhoşluğu” isimli şiirinde baharın gelişiyle yaşadığı değişimi anlatıyor. Baharın gelmesi ile bir güzellik, bir ferahlık başlıyor. Bahara duyduğu özlemi ve yeni günlerin sevincini dile getirmiş. Şehrin gürültüsünden bir süreliğine de olsa kurtulduğunu ifade ediyor.
“İlk sevgilinin gülüşüne benzer
Bir Nisan havası değil mi esen?
Zincirlere, kelepçelere inat,
Kanatlarımı açmak zamanıdır”
Melih Cevdet Anday, “Bir İlkbahar Şiirine Giriş” şiirinde dışarının, tabiatın güzelliğini anlatıyor. Evde, okulda, içeride durmak zordur artık. Çiçeklenen yeryüzünün çağrısına “ses” verir insanoğlu. Dışarıya çıkmak ister çocuklar. Tabiat çağırır insanı.
“Hava ne kadar güzel öğretmenim
Yollar ağaçlar kuşlar ne kadar güzel
Yeryüzü pırıl pırıl öğretmenim
Gizlisi saklısı kalmamış dünyanın
Nesi var nesi yoksa dökmüş ortaya
Bütün bitkiler, bütün hayvanlar, bütün taşlar
Sürüngenler, konglomeralar, serhaslar
Hepsi hepsi ortada öğretmenim.
Ne olur biz de gidelim”
Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerinde bahar, İstanbul ile birlikte anılır. Birbirini tamamlayan iki güzellik. İstanbul’da bahar günleri aşk ile harmanlanır. “Erenköyü’nde Bahar” şiirinden:
“İstanbul’un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinâlık…
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü’nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.”
Sezai Karakoç, “Özgür Bahar” şiiri ile geçmiş baharlara götürür bizleri. Hatırlayış vaktidir. Yaşananlar, bir bahar şiirinin içinde yeniden yorumlanır.
“Dün bir gül düştü bir taraçadan
Bahar gelmiş dedim başımı kaldırmadan
Andım o gençlik günlerini güneş kızıl bir duman
Sense yüzünden göğsünden ellerinden gül akan
Eğilirdin zamana menekşeler gibi sen
Korkardım altında durduğun leylâklara bakarken
Leylâkların aydınlığında belirirdi mermer ülken
Kalbimizi serin özlemleriyle yakan”
Ahmet Muhip Dıranas, “Bahar Gökleri” isimli şiirinde “Kork! Bahar seni bir al güle döndürebilir” mısrası ile baharın insan üzerindeki güzel tesirini ifade eder. O şiirden bir bölüm:
“Meltem mi ki bu esen, renk mi ki, şarkı mı ki?
Şu dağdan aşağı ak bir bulut salkımı ki
İçime bir buruksu sarhoşluk akıtmada.
Düşler mi ki şu burcu burcu kokan havada,
Renk mi ki üzerimden akaduran bu nehir?
“Kork! Bahar seni bir al güle döndürebilir”
Bir daha göstermemek üzere gökyüzünü.”
Allah’ın ayetlerinden olan bahara selâm. Hoş geldin, hoş geldin! Ölümden sonrasını hatırlatan diriliş mevsimi. Yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç. Umudu kavi kılan günler. Nice bereketli baharlara…
Yazının Devamıİşte bahar, işte umudun çağlası!
“Kışı güzel olan memleketin, baharı da güzel olur” derler. Bir hazırlık dönemi şart öyleyse. Toprağın beslenmesi gerek. Süzülüp gelen kar ve yağmur suları derinlerde damar damar…
Birazdan gün doğar. Kurt kuş uykuda şimdi. Aşağıda bağlar bahçeler ve derede suyun şırıltısı… Derenin iki yakasında yeni güne hazırlık var. Çiğ düşmüş çimenlere, yapraklara…
Güneş şimdi daha bir yakın… Yeryüzü ışıl ışıl gülümsüyor. Uyanış vaktidir. Toprak, bağrındaki tohumları yeni güne hazırlamanın telaşında. Birazdan bağ bahçe sahipleri gelir. Gün, gayret günüdür.
İkindiye yakın inceden bir yağmur yağdı. Uzakta gökkuşağı belirdi. Açık pencereden içeriye giren mis gibi toprak kokusu odayı doldurdu. Evde durulmaz artık. Dört duvar sıkar, boğar. Dışarı çıkalım çocuklar, dışarı!
Bahçelere doğru yürüyoruz. Yolda su birikintileri. Ağaç dallarında kuşlar yeni günü karşılar gibi. Bizi görünce uçuverdi kuşlar. Onları üzen kişi, bizden uzak olsun. Bir daldan bir dala kuşkulu gariplerim.
Kırmızı toprak burada başlıyor. Tarlalar ta karşı yamaca kadar uzayıp gider. Tarla içinde bir başına alıç ağacı. Güneş altında kalmışlar için sığınak gibidir bu ağaç. Tarlada serinliğin adı alıç. Gövdesinde karınca hiç eksik olmaz. Alıç gölgesinde ayran içtiğimiz günler, hey gidi günler!
Koşuyor Yakup Eren. Düşerim diye hiç korkmuyor. Aramızda sevinci çoğaltıyor. Koşuyor koşuyor ve bir ağaca yaslanıyor. Biz de peşinden koşuyoruz. Ağaçların dalları, yaprakları tozdan arınıvermiş bugün. Yağmur damlaları ağaç çevresinde ufak ufak oyuklar oluşturmuş. Su ile başlayan bir hareket var tabiatta. Ayağımız toprağa basınca hayat daha bir güzel, daha bir yaşanılır.
Dağlara esmer bulutlar çökmüş. Yokuşu aşan bir çocuk bize doğru ağır ağır yaklaşıyor. Sırtında heybesi. Tanıdım, talebem Hüseyin. Beni görünce gülümsedi.
—Hayr ola Hüseyin, nereye gidiyorsun bu vakitte?
—Öğretmenim, babam şu tepenin ardında koyun güdüyor. Ona azık götürüyorum.
Yaklaşıp sırtını sıvazladım. Yine gülümsedi. Pek utangaç. Yanakları kıpkırmızı oldu. Sırtındaki heybe ıslak. Paçaları çamur içinde kalmış. Yanımızdan hızlıca geçti. Soğuk sıcak, yağmur çamur demeden, her gün ders bitiminde, babasına azık taşıyan Hüseyin gözümde birden büyüyüverdi. Bize dönüp bir kez daha baktı. Sonra başını eğip yürümeye devam etti. Bekleyeni var. Babası şimdi ne durumda, kim bilir? Yolcu yolunda gerek.
—Yürüyelim.
—Nereye kadar?
—Şu kayalığa kadar yürüyelim.
—Haydi o zaman, tabana kuvvet!
Yakup Eren yorulmuş artık. Ardımızda kaldı. Sallana sallana geliyor. Arada bir konuşuyor. Az önce dedi ki:
—Kuşlara gidelim!
Bu sözü duyunca şaşırdım kaldım.
—Oğlum, az önce sen ne dedin?
—Kuşlara gidelim baba, bak oradalar, ağaçta!
Yüreğim kıpır kıpır... Bir şiir şimdi yağmurdan, kuştan, ağaçtan, topraktan, çocuktan kaynağını alıp mısra mısra yazılıyor.
Kuşlara doğru gidiyoruz. Yaklaşınca kanat çırpıp uçuyorlar. Gökyüzünde gözlerimiz. Hiç usanmadan izliyoruz kuşları. Üstümüzde dönüp duruyorlar. Güvenli bir yer arıyorlar sanki. Bir kısmı topluluktan ayrılıp başka ağaçlara konuyor. Kuş sesleri bahçelerden taşıp karşı yamaçta yankılanıyor.
Kayalık yere varıp durduk. Bir soluklandık. Yönümüzü tekrar köye döndük. İnce uzun minare hemen göze çarpıyor. Ağaçların ardında çatılı-çatısız evler görülüyor. Epey yürümüşüz. Dönüş vaktidir.
Aşağılarda, dereye yakın ağaç diplerinde şimdi salyangoz çok olur. Böyle havalarda çocuklar ellerinde torbalar ile dereye doğru koşarlar. Salyangozları toplayıp toplayıp satıyorlar. Balon için kalem için top için silgi için para lazım değil mi? Ekmeklerini taştan, topraktan, yağmurdan çıkarıyor bu çocuklar.
Dönüş yolundayız. Hafiften yorulmuşuz ama hiç de umurumuzda değil. Ruhumuzu sarıp sarmalamış bahar. Bu güzellik, iyilik yetiyor bize.
—Ağaç nasıl da yapraklanmış gür, gümrah!
Yeniden başlamak güzel. Yeşilin bütün tonları vadi boyunca dalgalanıyor.
Gözün gönlün bahar olsun kardeşim
Gözün gönlün bahar olsun
Gözün gönlün bahar
Yazının DevamıBir günün sonunda yine akşam… Eve dönüş vaktidir. Gün içinde yaşananlar şimdi bir bir hatırlanır. Nasıl başladık güne ve elde kalan nedir? Muhasebe, varoluş sorgusu her akşam. Günden kalan sevinçler, hüzünler…
Şimdi yoldayız erenler! Yorgun ama yine de umutlu. Aynı yolda yıllarca devam eden koşturmaca usandırmadı mı? “İşimiz bu” der gibisin “İşimiz bu”
Gün battı burada. Görkemli kızıllık semayı doldurdu. Kuşlar görünmez oldu artık. Gök kızıl bir çehre ile bakıyor bize. Söyleyecekleri var. “Duralım burada kardeş, muhteşem bir gün batımı… Duralım, şu lunaparka da uğrayalım.”
Karanlık, biçimleri, sesleri yutmuş. Bir iz halinde yeryüzü şekilleri. Sessizlik hüküm sürüyor. Dışarısı sanki bütün cazibesini yitirmiş gibi. İçine çekilmiş hayat, içine çekilmiş insan. Bir süreliğine de olsa durup dinlenmenin vaktidir. Eve dönmenin ayrı bir güzelliği var. Şimdi gözü yolda kalanlar der ki: “Nerede kaldı, hiç bu kadar gecikmezdi!”
Şu dönme dolap ne söyler bize? Akşamı yüklenmiş kara kızıl bulutlar altında yeryüzü. Bir hayat belirtisi, bir eksen etrafında hareket…
Lunapark neşeli hayatın tam da ortasında durur. Kötümserliğe, karamsarlığa, hüzne yer yoktur burada. Çarpışan arabaların sesine karışan sevinç çığlıkları ve çocuk gülüşleri… Hayatın gerçeklerine, sertliğine aldırmaksızın koşan rengârenk atlıkarıncalar hey! Lunapark, hayat içinde bir hayat yahut bir başka zamana özlemin adı. Bir perde açılıyor. Çocukluk çağına yolculuk böylelikle sağlanıyor. Rahmetli babam derdi ki: “Çocuk olmak varmış şu dünyada yahu ne dert ne tasa!..”
Yeryüzü, üzerine çöken kara kızıl bulutlara bu akşam vakti bir dönme dolap ile cevap veriyor. “İşimize bakalım çocuklar, haydi bir tur daha, bir tur daha!” Gökyüzü bu akşam daha bir güzel, daha bir alımlı. Kayıtsız kalamaz insanoğlu. Şu dalga dalga bulutlar alıp götürüyor geçmiş zamana.
Şehrin ışıkları çoğalınca akşamın o munis güzelliğini göremez olduk. Heyhat şehrin gürültüsü bastırdı ince, derin sesleri! “Akşam, yine akşam, yine akşam” diyen Ahmet Haşim’i hatırlıyorum. Gün akşam olsun diye beklemiş şair, akşama sığınmış. İç ses, gün batınca duyulur. O ses, bütün derinliği ve içtenliği ile yüreğimizin sesidir.
“İnecek var, inecek var; dönme dolap, dönme artık. Sen de nefeslen biraz.” Çocuklar ve anne birkaç turdan sonra iniş yerine varınca oturdukları yerden yavaşça kalktılar. “Bu kadar yeter çocuklar.”
Zaman da fanidir. Her başlangıcın bir bitişi vardır değil mi? Bazen hoşumuza gitmese de bu böyledir. Hayatın kuralları gayet ciddi adımlarla çıkar gelir ve büyüklerimizin dilinde bir tembih ifadesi olarak yer bulur. Hayatın kuralları ne çok; say say bitmez. Oysa şu lunapark, şu dönme dolap çocukluğun özgür ve sevinçli günlerini hatırlatır.
—Akşam akşam git başımdan!
—Nereye gideyim?
Kuşatır kâinatı akşam, bildiğini okur. Söyleyecekleri vardır. Gün akşamlıdır!
Yazının DevamıBekir Sıtkı Erdoğan, halk şiiri ve divan şiiri geleneğini iyi bilen bir şairdir. “Şiirimizi sevenlerin hem halk şiirimize hem de divan şiirimize çıraklık yapmaları gerekiyor.” der.
*
Yeni şiir karşısında şaşkın ve kederlidir. Eskimeyen şiiri ısrarla hatırlatır. Bu husustaki tespitleri: “Ben şahsen divan edebiyatımıza ait bir şiiri alıyor ve okuya okuya meşk ederek iki günde bitiriyorum. Şimdi yazılanlara bakıyorum, adeta bizim zevkimizle alay ediliyor gibi. Kahroluyorum. Adeta asırlardır, inşa edilen sanat harikalarının enkazı altında kaldık.”
*
Yeni şiire karşı eleştirel bir yaklaşımı sürdürmüştür. Daima geleneğin devamından yanadır. Bir yazısında yaşanan durumu şöyle ifade eder: “1940’tan beri adeta şiirde karikatür havası estirildi. Belki buna zamanla alışırız diye düşündük fakat düşündüğümüz gibi olmadı.”
*
Yunus Emre’ye komşu olmak için şiirler, şiirler söyler. Yunus Emre bir ufuk şahsiyet olarak vurgulanır. Hakikat ve aşk diline işaret eder. “Bu ilham işini Yunusvâri yapmak lâzımdır” der.
*
Şairin “Kışlada Bahar” ve “Hancı” isimli şiirleri adeta diğer şiirlerini görünmez kılmıştır. Sarı sayfalarda kalan diğer şiirler okuyucusunu sabırla bekliyor.
*
“Han Duvarları” ve “Hancı” birbirini selâmlayan şiirler... İnceden, nakış nakış bir yakınlık. Ortak duygu düşünce ikliminin yansımaları okunuyor.
“ Kayseri yolundan Niğde’ye geçtim.
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş…”
*
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Niğde’ye özel bir muhabbeti var. Çocukluk, ilk gençlik yılları Niğde’de geçmiş. “Niğde’nin Sesi” gazetesinin 31 Temmuz 1956 tarihli nüshasında yayımlanan “Bir Garip Şehir ve Çocukluğum” şiiri bu anlamda kıymetlidir.
“İlk hasreti duyduğum işte bu şehirdi !
Semalarında uçan pır pır çocukluğum…
Kuşkulu adımlarla bir sokağa girdi.
Sağına soluna bakınır çocukluğum.”
Geçmiş zaman günleri, gülleri yeniden yâd edilir. Şair, çocukluk çağını yeniden dillendirir. “Bu şiir, Niğde’de geçen çocukluğumun bir hatırasıdır” der.
“Ne kadar kapanırsa kapansın kapılar
Ne kadar sır vermezse vermesin dört duvar!
Unutuşa açık kalmış bir pencerem var.
Hep o pencereden sarkınır çocukluğum”
*
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Ahmet Kabaklı yönetiminde çıkan Türk Edebiyatı dergisinde “Sabır Sarmaşıkları” üst başlığı ile yayımladığı rubaileri bu nazım türünün son devirde yazılmış seçkin örnekleridir.
*
Şairin “Bir Yağmur Başladı” (1949) ve “Dostlar Başına” (1965) isimli şiir kitapları yıllar önce yayımlanmış. Bekir Sıtkı Erdoğan’a ait şiirler toplamını bir bütünlük içinde okumak, incelemek ve değerlendirmek için bütün şiirlerinin tek kitap olarak yayımlanması elzemdir. Şairin okuyucu ile yeniden buluşması böylelikle sağlanabilir.
*
Kadim şiir geleneğimiz yeraltı suları gibi akışını sessizce sürdürüyor. Şair Bekir Sıtkı Erdoğan “Gönlümle Söyleşi” isimli şiirinde der ki:
“Sıtkı’m üslûbunla çözdün gönlümün esrarını,
Sende nazmın başka bir dil, başka bir imlâsı var”
Yazının Devamı“Yine yeşillendi Niğde bağları” türküsü meşhurdur. Niğde’nin bağları, bahçeleri bir türkünün içinden kendisini duyurur. “Bize mesken oldu mapus damları” diyen âşık hayata dair bir sitemini de söylemiş olur. Dışarıda gürül gürül akan bir hayat ve içerde, mapus damlarında bir insan. Türküler yakınımız bizim. Halden anlayan türkülerimiz iyi ki var. Aramızdaki bağı kavi kılan “Niğde Bağları” türküsü bir işaret. Sonrası yeni yol ve yeni alanlar ile çeşitlilik kazanıyor. Niğde denildiğinde sızlayan bir yüreğim var.
* Anadolu’nun bağrında çiçeklenen bozkır güzeli Niğde. Oğulları gurbet illerde. Dönecekler bir gün dönecekler. Cemreler düşsün hele, bahar gelsin. Toprak iyice ısınsın. Umutluyuz daima !..
* Niğde yol vermiş yiğitlere, âşıklara, erlere, erenlere, şairlere… O insanlardan güzellikler, iyilikler kalmış. Hayırla yâd edilmek en kıymetli miras. İnsan, çile ile yoğrulan değil midir? Faruk Nafiz söylemiş: “Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya / Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya / İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! /Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık” Yolcunun uğrak yeri bir şehir. Yeni bakış, yeni duyuş ve memleket gerçeği. İnsanı ve toprağı yakından tanıma çabası. Bir tanıklığın izleri “Han Duvarları”
* “Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu.” Kırbağlarından bakınca bütün görkemiyle karşımızda dururdu kale. Ufukta gün batarken; kale orada, öylece, bir başına… Çevresinde sıralanmış ağaçlar, evler. Ah çocukluk günlerim, şehir bir bilmece. Cevap bekleyen sorular yumağı cadde. Kırbağlarından kaleye uçan kuşlar. Peşinde kan ter içinde bizler. İlk gençlik, kavak yelleri, çay bahçesi ve elde yok, avuçta yok; yaman fakirlik. Ufukta yükselen Niğde kalesi bütün görkemiyle izlenirdi. 1980’li yıllarda başlayan imar-iskân işleri ve hızlı yapılaşma, betonlaşma sonrasında manzara değişir oldu. Artık evin penceresinden bakınca kaleyi göremiyoruz. Niğde kalesinden iftar vaktini bildiren top atışları ayrı bir güzellikti. Çocukluk günlerimde iftar vaktini dört gözle beklerdik. Gözümüz kalede. Kaleden ağır ağır yükselen incecik, nazlı bulut ve akabinde yeri göğü inleten “gümm” sesi. Mahallenin çocukları o an sevinç çığlıkları ile eve doğru koşarlardı. Şükür ki bugün de devam ediyor bu gelenek. Uzaktan sevdiğim Niğde kalesini sonraki yıllarda yakından gördüm. Kalenin iç kısımları ziyaretçilere kapalıydı. Bir çay bahçesini hatırlıyorum o günlerden. Kimler geldi geçti! Şimdi kalenin iç kısımları düzenlenmiş. Ziyaretçilere açık. Niğde kalesine çıkınca dün ile bugün arasında yaşanan med-cezir halleri… Ve olup bitenlerin, zamanın bir muhasebesi gerçekleşiyor.
* Hayata ve insana doğru yürüyüş. Küçük ama anlamlı adımlar. Kapılar açan boyacı sandığı. Köy garajı bizden sorulur. Sırtımızda evin yükü Daha günler göreceğiz. Yılmak, yıkılmak yok. Şen boyacı, şen boyacı… “Parlamazsa para yok.”
* Sungurbey Cami Niğde’nin büyük, merkezî camilerinden. Taş işçiliği ve özellikle kapı işlemeleri bakımından çok kıymetli bir yapı. Tarihî cephesi ve yapının teknik özellikleri hakkında çeşitli çalışmalar mevcut. Sungurbey Cami genişliği, ferahlığı ve sadeliği ile ayrı bir güzelliğe sahip. Geçmiş ile şimdiki zaman arasında gül alışverişi. Bu yüce esere emek verenleri rahmetle anıyorum.
* Bir zamanlar valilik binasının karşısında bahçeli, iki katlı bir yapı vardı. İnsan sıcağı taşıyan, kitap kokulu yakınımız: Niğde İl Halk Kütüphanesi. Ve bir gün yıkıldı. Yıkılan bina değil, bir devir. Sarı yapraklar gibi savrulan hatıralar... Yerine ruhsuz, çirkin bir bina dikildi. Niğde İl Halk Kütüphanesinin okuma-yazma çabamda yeri önemlidir. Alt kat kütüphane salonu idi. Sessizliğin hüküm sürdüğü bir yer. Kış günlerinde sıcacık bir sığınma alanı. Hikâyeler, romanlar, ansiklopediler… Özellikle yıllık ödev hazırlıkları için mutlaka uğradığımız bir yer. Çoğu arkadaşım gönülsüz gelse de sessiz olmak zorunda idiler. Arada sürekli dolaşan öfkeli kütüphaneciden kimse azar işitmek istemezdi. O zamanlar fotokopi imkânı yoktu. Bir yandan okur, bir yandan defterimize yazardık. Hey gidi günler hey!
* “Sen bu gaflet uykusundan ne acep uyanmadın / Serseri gezdin cihanda ey deli uslanmadın” İlim-irfan ehline selam, gönül insanlarına selam. Bir ömür ki ibretlerle dolu. Bir diyardan, bir diyara hicret eden Hakk aşığı. “Yanarız ışk oduna Kuddûsîya leyl-ü nehâr / Kıldı âlem halkını âciz figan-ü ahımız” diyen Ahmed Kûddusi Hazretleri bizleri divanına çağırıyor.
* Muallim Hasan Ethem mektubun geldi. Dağları, tepeleri aşan selamın uzakları yakın eyledi. Kurduğun cümlelerde bahar, kurduğun cümlelerde suyun akışı, kurduğun cümlelerde kuş sesi, kurduğun cümlelerde vatan, kurduğun cümlelerde gül muştusu. Mektubun ki ruh cephemizde ışıklı bir sayfa. Kahramanımız, şehidimiz Muallim Hasan Ethem. Rahmetle anıyorum.
* Niğde’ye yolu düşen yahut Niğde’de bir müddet görev yapan nice şairler, yazarlar vardır. İşte onlardan birisi de “Velhasıl bir garip adamım ki Niğde’de” diyen Ümit Yaşar Oğuzcan. Bedbin hisler içinde Niğde’yi anlatırken bir güzel mısrası var ki anmadan geçemeyiz: “Bir gök var burada denize benzer.”
* Selçuklu eseri Niğde. O usta ellerde taşın sertliği kalmamış. Taş, adeta aşk ile kanatlanmış. Adanmış ruhlar ile yücelmiş insan ve şehir. Ecdad nakış nakış işlemiş; dönüp bakmaz mısın?
* Bir elmanın yarısı gibiyiz. Bütüne hasret. Sürgün yeri dünya. Tarumar edilmiş bahçe. Cennetini kaybetmiş insan şaşkın ve kederli. Kemâl Ümmî der ki: “Bir bahçe gerek bize ki geçmiye baharı / Ol gülü nideriz ki biter ve solan oldu.” Eyvallah, aşk ile erenler, selâm ile!
Yazının Devamı