Tarihte, dilde, kültürde devamlılık esastır. Dil bütün birikimiyle nesilleri birbirine bağlamaktadır. Zaman zaman dile çeşitli müdahaleler yapılmış olsa da akış devam ediyor.
“Dil, varlığın evidir” der Heidegger. ‘Varlığın evi’ benzetmesi dil için söylenebilecek en isabetli tariftir. Zira insanoğlu bir dilin içinde hissetmeye, tefekkür etmeye başlar. Bu yönüyle dil, varlığın tekâmül ettiği bilinç alanıdır.
Dil, anlama-anlatma-anlaşma hususunda araçtır. Bu yönüyle bir görevi yüklenmiştir. Halimize tercüman olduğu sürece kıymet kazanır. İletişimi sağlama noktasında dilin etkin kullanımı önem arz etmektedir. Yanlış anlaşılmaların çoğu dili noksan kullanmaktan kaynaklanır. Doğru kelime, doğru cümle kullanımı neticesinde olumlu sonuçlar alınabilir. Yakınlaştırdığı gibi uzaklaştırır da dil. İyileştirdiği gibi kötüleştirir de dil. Dostluğu sağladığı gibi düşmanlığı da başlatabilir dil. Yücelttiği gibi alçaltabilir de dil. Özen ve dikkat gerektirir.
George Orwel, ‘1984’ adlı romanında dil bozumu ile oluşturulan kaos ortamında milletleri ‘sürüler’ haline getirme düşüncesini işler. Bu roman ilkin 1949’da basılmıştır. Romanda totaliter tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halkı ve hayatı ‘karartma’ politikası ustalıkla tenkid edilir. Bu roman, son devirde dil üzerine önemli bir dikkati içermektedir ve cümlemiz için ikâz niteliğindedir.
Dilde sadeleştirmenin bir ölçüsü var mı? Yoksa her kelimenin kökenine bakıp ırkçı bir tavırla dilden mi kovacağız? Bu yöntemin olumsuz sonuçları bir bir ortaya çıkıyor. Yeni nesil, İstiklâl Marşımızın dilini dahi anlayamaz oldu. Refik Halid Karay’ın, Reşat Nuri Güntekin’in, Peyami Safa’nın romanları günümüzde okuyuculara sadeleştirilip de sunuluyor. Elli yıl önce yazılan eserlerin diline yabancılaşmış bir topluluk var. Bu kötülüğü millete reva görenler utansın. Biz her elli yılda bir dilde sadeleştirme yapacak olursak elimizde kalan ‘kuşdili’ olur.
Dilden kelime atıp köksüz sözcükler uydurmanın faydası olmadı. Evimizi yıkma niyetinde olan kişileri, kurumları tanımalıyız. Dil bozumu karşısında teyakkuzda olmamız gerekir.
Dile musallat olan uydurmacılık hastalığı neyse ki şimdi eski şiddetinde değildir. Bu durum, günümüz için olumlu bir gelişmedir. Zararın neresinden dönersek kârdır hesabınca yeniden ‘Yaşayan Türkçe’ esas olmalıdır. Tarihten bugüne bütün kazanımlarıyla ‘Yaşayan Türkçe’ bize yeni imkânlar sunabilir.
Nihad Sâmi Banarlı, ‘Türkçenin Sırları’ kitabında öztürkçecilik, uydurmacılık akımına karşı çıkmış; dilimizdeki Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yerine uydurulan sözcüklerin yanlışlığı üzerinde durmuştur. 1972 yılında ilk basımı yapılan bu kitapta Türkçe'nin güzelliklerini, inceliklerini ve ahengini konu olarak işleyen 43 makale bulunmaktadır.
Osmanlı devletinin son devrinde, dilde millî ve şuûrlu ıslahat çalışması Sultan Abdülhamîd devrinde başlamıştı. Sonraki yıllarda da bu çaba devam etmiştir. Özellikle ‘Yeni Lisancılar’ bu hususta gayret göstermişlerdi. Ağdalı söyleyiş yerine İstanbul halkının konuşmasını esas almak; dilde yabancı kaide ve terkipleri terk etmek gibi amaçları vardı. Bu yöneliş o devir için bir zaruretti. Kararlı ve ölçülü bir yaklaşımdı bu.
Nihad Sami Banarlı, ‘İmparatorluk Dilleri’ isimli yazısında der ki: “Hakikât şudur ki Türk milleti gibi, asırlarca hattâ çağlarca dünya sathında konuşmuş, büyük ve fâtih bir milletin dili “özdil” olamaz; imparatorluk dili olur.” Bu tespit üzerinde önemle durmak gerekir. ‘İmparatorluk dili’ kavramıyla anlatılmak istenen düşünce nedir? Bu kavramın içeriği ve özellikleri hakkında şu bilgiler verilir: “Bir kısım diller vardır ki yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş hâkimiyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir. Bu diller pek tabiî olarak medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin büyük dillerdir. İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canları istediği kadar alabilirler. Bir taraftan kendi kültür, sanat ve iktidarlarını bu ülkelere yayarlar; dünyanın dört bucağında kendi hükümlerinin geçtiğini görüp kendi dillerinin konuşulduğunu duymanın; kendi bayraklarının dalgalandığını görmenin hazzını, gururunu tadarlar. Öte yandan aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre “millileştirerek” kendi kelimeleri yaparlar.” (s.30)
Büyük bir coğrafyada hüküm süren devletin dili ‘özdil’ olamaz. Fethettiği yerler gibi fethettiği kelimeler de vardır. Dilimizdeki Arapça, Farsça vd. dillerden kaynağını alan kelimelerin varlığı dilimize bir renk, bir çeşni, bir kuvvet vermiştir. İmparatorluk dili, bir medeniyet dilidir. O medeniyetin içinde farklı kavimlerin, farklı kültürlerin, farklı coğrafyaların derin katkısı vardır. Bu durum, tarih boyunca dilimizin büyük zenginliği olmuştur.
Kitapta ‘Güneş-Dil Teorisi’ bahsi var ki birkaç kelam etmeden geçemeyiz. Nihad Sâmi Banarlı, bu teorinin gerekçesi ve hususiyetleri hakkında şu bilgileri verir: “Türkçe’nin bir kaynak dil olarak başka dillere, tarihin en eski asırlarından beri çok sayıda kelime vermiş bir dil olması ihtimâlini dikkate alır. Bu kelimeleri araştırır. Bulabildiği nisbette bir dil ferahlığına, bir gönül huzuruna ulaşır. Evvelce başka dillere bizim verdiğimiz bu kelimeleri, yine o dillerden alarak, kullanmamızda bir mahzur olmayacağı kanâatine varır. Böylece Türkçe’ye başka dillerden gelmiş ve Türkçeleşmiş bütün kelimeleri, Türkçe sayarak, öztürkçecilikten doğan büyük dil keşmekeşini, hem de millî rûhu incitmeden önlemeğe çalışır.” (s.307)
Öztürkçe savunucuları dili tahrip etmişti. Türkçeyi bir çıkmazdan kurtarmak için üretilmiştir bu teori. Dilimizde kullanımda olan bütün kelimeleri korumak, sahiplenmek için bu teori bir imkân sağlamıştır. Dilde mevcut kelimeleri atmak suretiyle yapılan büyük yanlıştan dönmek lüzumu hissedilmişti. Bu teori ile amaçlanan “Evvelce girilen çıkmaz bir yolu, milletin gönlünü incitmeden terk etmek şeklindeki çok ince bir buluştur.” (s.106)
Yunus Emre Türkçesi edebiyat ve fikir dünyamız için rehber niteliğindedir. Üzerinde önemle durulması gerekir. Yunus Emre’nin dilde ulaştığı güzellik şöyle ifade edilir: “Yeni vatan coğrafyasının topraktan yükselen bütün güzel seslerini Türk halk diliyle birleştirmiş, Anadolu Türkçesine o çağlara kadar hiçbir Türkçede görülmemiş bir mûsıkî işlemiştir. Anadolu’da bir felsefe olmaktan yükselerek bir îman derecesine varan ve çok sayıda halkı kendi ışıklı çerçevesine toplayan tasavvuf felsefesini, Türk diliyle söylemenin, hem de kifâyetle söylemenin sırlarını bulmuştur.” (s.92)
Yunus Emre’nin şiirlerinde Türkçenin gücü okunur. Cümle güzellikler kıvamını bulmuş halis bir Türkçe ile dillendirilir. Yunus Emre, dil hususunda da ufuk şahsiyettir. “Tam bir büyük şair sezişiyle milletinin lisânını hissetmiş ve ondaki güzel sesi duymuştur. Yine çok olgun bir insan olarak, kendileriyle medenî alışverişler yapılan başka milletlerin dillerinden alınmış kelimeleri, bir imânın ve irfânın ifâdesi için en tabiî sözler bilerek Türkçenin sesine, mîmârîsine ve estetiğine göre söylemekte gösterdiği hüner ve olgunluk, yaptığı her iş kadar büyüktür.” (s.96)
Kelimelerin kökenine bakıp da değerlendirme yapıldığında dil bir çıkmaza gider. Zira tarih boyunca çeşitli kavimler ve kültürler ile temasımız oldu. Verdiğimiz kelimeler var; aldığımız kelimeler var. Bunda yadırganacak hiçbir şey yok. Türkçe, kendi içine kapanan bir kabile dili değildir. Başka dillerden aldığımız kelimeler zaman içinde öylesine işlenmiştir ki artık bize ait olmuşlardır. Mesela ‘gönül, gül, merdiven, köşe, perşembe’ kelimelerinde olduğu gibi. Nihad Sami Banarlı bu hususta şöyle der: “Görülüyor ki dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir; her dilin kendi iç ve dış mûsıkîsi millîdir. Türkiye’de bir türlü dikkat edilemeyen, büyük dil hakîkati budur. Hiçbir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz fakat ‘sesi’ mutlaka millî olur. Bir de mîmârîsi millî olur. Yani, kelimelerin yan yana gelmesinden doğan söz istifi, bu yan yana gelişlerin yarattığı ifâde âbidesi millîdir.” ( s.34)
Millî mücadele döneminde Türkçe öz kıvamına ulaşmıştı. Bu güzel menzil, dil ırmağının asırlarca süren yolcuğundan sonra oluşturduğu bereketli bir delta ovası gibidir. Devrin âlimleri, şairleri, edipleri, mütefekkirleri bal tadında bir Türkçeyi o devirde eserlerinde kullanmışlardı. Nihad Sami Banarlı, hocası Yahyâ Kemal’e işaret eder ve der ki: “Yahyâ Kemal Türkçesi, lisânımızın büyük fırtınalar geçirdiği bir çağda, Türkçenin sesine, mîmârîsine, rûhuna ve dehâsına sâdık kalmak yoluyla bu lisânı kendi devrinin şâhikasına ulaştırmıştır.” (s.123)
Dil, nihayetinde canlı bir varlık. Kâinatın varoluşu ile yaşıt. Ve eşyanın bütün isimleri insana öğretildi. Dil ile oynayanların iyi niyetli olduklarını düşünemeyiz. Elbette dilde yeni kelimeler olacaktır, türetilecektir. Dilin kullanımı dâhilinde, kendi iç mantığında bu kabul edilebilir ama edebiyat yerine ‘yazın’, kitap yerine ‘betik’, peygamber yerine ‘yalvaç’ demenin dile bir katkısı olamaz. Dili zenginleştirmenin yolu evvela mevcut birikimi görmekle başlar. Dil ocağında pişip de zaman eleğinden geçen kelimelere -kökeni nereye ait olursa olsun- sahiplenmek gerekir. Bir bütünlük ve ahenk içinde ışıldayan o kelimeler artık bize aittir. Medeniyet ufuklu bir yaklaşım esas olmalıdır.
Şehirler vardır uzakları yakın eyler. Şehirler vardır inancın, mücadelenin, azmin timsalidir. Şehirler vardır muştu yüklü, umut yüklü. Şehirler vardır kadim zamanlardan geleceğe hep ışıklar içinde.
Kudüs, ey Kudüs! Sezai Karakoç'un ifadesiyle "Ve Kudüs… Gökte yapılıp yere indirilen şehir." Peygamberler yurdu. Çölü aşan irade, ışık ışık yürüyüş ve ilk yöneliş: Mescid-i Aksa. Solmaz bir hatırayı taşıyor Kudüs gökleri. Yükseliş zamanı dua dua... Kudüs, miraç için seçilmiş mübarek belde. Yeniden diriliş adına müstesna bir şehir. "Yürü kardeşim, ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin" der Nuri Pakdil.
Yaşanan yıkımlara, acılara, kıyımlara rağmen ümmetin ve insanlığın varoluş mücadelesi dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Kudüs tarih boyunca neler görüp yaşamış dile gelse de bir bir anlatsa. Hz. Ömer’in fethettiği şehir. Adaletin ve merhametin hüküm sürdüğü altın yıllar yaşandı. Nureddin Zengi'nin mücadelesini ve şarkın büyük sultanı Selahaddin Eyyûbi'nin Haçlılara karşı kahramanlığını, yiğitliğini hep şükranla, minnetle anıyoruz. 1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim ile başlayan Osmanlı zamanları… Ceddimiz dört yüz sene mübarek Kudüs ve çevresine hizmet etmiş. Yetmiş iki millet birlik, beraberlik ve huzur içinde asırlarca yaşamışlar. İnsanlık şimdi o barış ve esenlik günlerini hasretle arıyor.
Huzurun, mutluluğun, refahın kök salıp geliştiği topraklar bir zaman gelmiş fitne ateşinde yanıp kavrulmuş. Zalimler elinde, kan emici devletler elinde kötülük yaygınlaşmış. Düşman kuvvetlerinin eline geçen Kudüs, 1917 senesinden bu yana yaralı ve kederli... Evvel zamandan şimdiki zamana bütün yaşananlar Kudüs'te derin izler bırakmış.
Kudüs, kanayan yaramız. Yürek sızısı hiç dinmedi. Kara gözlü çocuklar sapan taşlarıyla zalimin üzerine üzerine gidiyor. Issızlığın, kimsesizliğin ortasında adım adım direniş... Ümmetin suskunluğu neden? Hanzala yıllar var ki üzgün, kırgın.
Umut daima yoldaşımız. Kapılar açılır, gönül köprüleri kurulur. Uyanış, diriliş rüzgârı eser. Kudüs göklerinde rahmet bulutları toplanır. İnceden bir yağmur başlar. Toprak sevinir. Gün olur devran döner elbet. Sular şırıl şırıl akar. Ağaçlar yeniden çiçeğe durur. Selâm olsun.
*
DİRENİŞ TAŞI
Kudüs göklerinde masumların ahı
Yollar tutulmuş, gün ortası karanlık
Kan ağlayan anne, kapı eşiğinde
Bütün mazlumlar için ağıt
Her çığlık ile dağlanan derin yara
Seyirci dünya, suskun dünya
Çağa gölgesi düşen firavun’a karşı
Sürgün verecek dal, direniş taşı
MAZLÛM
Filistin için
Biz, izlerken celladı
Gece uzadıkça uzar
Yıkılmış bir şehir
Söz yetmez şimdi
Kan ağlar ya kan ağlar
Kaç yıl geçti aradan
Bayram dediğin zehir
Yine yaralı çocuklar
Hissemize düşen ateş
Yangın içinde anne
Bir başına direniş
Acılar ülkesinde
*
AĞIT
Altı yaşında halid velvil
Kanlar içinde gömleği
Bir yardım umar babası
Duymaz mı kimsecikler
Hani kuşlar, hani bulutlar
Koptu uçurtmanın ipi
Son nefeste halid velvil
Kolsuz kanatsız
Yazının Devamıİsmail Özmel, Türk edebiyatına şiir, deneme, biyografi ve inceleme alanlarında önemli katkılar sunmuş ve özellikle Türk dili, kültürü ve edebiyatı üzerine çalışmalar yapmıştır.
Edebiyat anlayışında dilin inceliklerine, güzelliklerine duyduğu bağlılık önemli bir yer tutar. Eserlerinde kültür, medeniyet, tarih ve toplumsal meseleler öne çıkan temalardır.
Yazar, eserlerinde bir yandan klasik Türk edebiyatından beslenirken, bir yandan da modern meselelere değinerek düşünce yazıları kaleme almıştır. Edebiyatın dil ve anlatım imkanlarıyla gelecek nesillere ışık tutmayı hedeflemektedir.
İsmail Özmel’in edebî kişiliğinin oluşumunda Türkçeye duyduğu sevgi önemlidir. Eserlerinde şu konular öne çıkmaktadır: Türkçenin incelikleri, güzellikleri ve korunması, geleneksel ve modern edebiyatın sentezi, tarih ve medeniyet bilinci, toplumsal sorumluluk ve çözüm önerileri, şehirler-özellikle İstanbul ve Niğde odağında- şehir kültürü, tarihi ve sanatı…
İsmail Özmel’in şiirlerinde, Türkçenin musikiyle iç içe geçmiş zengin yapısını hissetmek mümkündür. Denemelerinde ise tarih, kültür ve medeniyet üzerine düşüncelerini okuyucuya sunmaktadır. Onun yazı üslubu hem klasik hem de çağdaş edebiyat anlayışını harmanlayan, olup bitenleri sorgulayıp tenkid eden bir yapıya sahiptir.
İsmail Özmel’in edebiyat anlayışı, erken yaşta edindiği edebî ve kültürel okumalarla şekillenmiştir. Edebî kişiliğinin oluşumunda, özellikle ortaokul ve lise yıllarında karşılaştığı öğretmenlerin büyük etkisi vardır. Ortaokulda Türkçe derslerinde okuduğu hikayeler ve şiirler, onun edebiyata olan ilgisini artırmıştır. Özellikle Ömer Seyfettin'in hikayeleri onun edebiyat dünyasına adım atmasında etkili olmuştur.
Öğrencilik yıllarında kendisini etkileyen önemli isimler arasında edebiyat öğretmenleri Sırrı Akatay, Talat Güvenç, Celal Özençay ve Şefik Can bulunmaktadır.
İstanbul’da lise öğrencisiyken irtibat kurduğu edebiyat ortamı İsmail Özmel'in edebî kişiliğinin gelişmesinde etkili olmuştur. İstanbul'da katıldığı edebiyat toplantıları, konferanslar ve anma günleri vesilesiyle dönemin edebiyat, kültür ve sanat dünyasını yakından tanımıştır. Bu yeni muhit edebiyata, sanata olan sevgisini kuvvetlendirmiştir.
İstanbul’da yapılan edebiyat toplantıları ve anma günlerinde Mithat Cemal Kuntay, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi kıymetli edebiyatçılar ile tanışma fırsatı bulmuştur.
Özellikle Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Akif Ersoy, Peyami Safa, Tarık Buğra, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken, Erol Güngör, Mehmet Kaplan, Ahmet Kabaklı, Basri Gocul isimli edipler, mütefekkirler İsmail Özmel’in duygu ve düşünce dünyasının oluşumunda etkili olmuşlardır.
Edebiyatın sadece bir duygu-düşünce aktarımı olmadığını, aynı zamanda bir mücadele alanı olduğunu düşünen Özmel, yazılarında ve eserlerinde Türkiye’nin kültürel ve sosyal meselelerine dair eleştirel bir bakış açısı sunmuştur. Onun için edebiyat, aynı zamanda bir aydın sorumluluğudur.
Türkçenin korunması ve geliştirilmesi, milli kimlik ve tarih bilinci, toplumsal ve siyasal eleştiriler, şehir kültürü ve mekânın ruhu, kültür değişimi ve medeniyet tartışmaları hususunda bir ömür ısrarla yazmayı sürdürmüştür.
İsmail Özmel'in edebî şahsiyeti, şiir, deneme, biyografi ve inceleme türlerinde verdiği eserlerle şekillenmiştir. Edebiyat yolcuğuna öncelikle şiirle başlar. Şiir, onun için duygu ve düşüncelerin en yüksek ifade biçimidir. Şiirlerinde klasik Türk şiiri ile modern edebiyat anlayışını bir araya getiren bir üslup benimsemiştir. Kadim şiir geleneğimizden beslenen şiirlerinde Yahya Kemal Beyatlı’nın tesiri görülmektedir. Şiirlerinde ahenk unsurlarına (ölçü, kafiye, redif) ve iç mûsikiye önem verir. Lirik anlatımın belirgin olduğu saf şiirler yazmıştır. Şiirlerinde genellikle tabiat, insan, şehir, vatan, tarih ve medeniyet gibi temaları işler. Şiirleri adeta “Türkçenin Rüzgârında” kanatlanır. Şiirlerinde ahenk ve anlam bütünlüğü dikkat çeker.
Deneme türünde kaleme aldığı yazılarda kültür, tarih ve medeniyet üzerine düşüncelerini yansıtır. Türk kültürünün ve tarihinin derinliklerine iner ve okuyucuya bu konularda yeni bakış açıları sunar. Denemelerinde genellikle Türk kültürünün ve medeniyetinin önemli unsurlarını ele alır ve bu unsurların günümüzdeki yansımalarını irdeler. Düzyazıları açıklayıcı, öğretici bir nitelik taşır. Yazılarında nazari bilgilerle güncel meseleleri birleştirerek sunmaktadır. Düşünce yazılarında Türkiye’nin kültürel ve siyasi meselelerine dair tespitler yapmakta, demokratik değerleri ve hukukun üstünlüğünü vurgulamaktadır.
Edebî eserlerini besleyen diğer ilgi alanları arasında tarih, kültür ve mûsiki önemli bir yer tutar. Özellikle Türk mûsikisi ve kültürü üzerine yaptığı çalışmalar, onun denemelerine ve incelemelerine yansımıştır. Türk mûsikisinin solmayan güzelliğini ve kadim kültürümüzdeki yerini eserlerinde sıkça işlemiştir.
Biyografi türündeki eserlerinde ise, özellikle Niğdeli şair ve yazarların hayatlarını ve eserlerini ele alır. Ayrıca yolu Niğde’den geçen; bir süreliğine de olsa bu şehirde yaşamış, görev yapmış şair ve yazarlar da bu kitapta yer bulmuştur. "Niğdeli Şair ve Yazarlar" isimli kitapta yer alan edebî şahsiyetlerin hayat hikayeleri ve çalışmaları detaylı bir şekilde incelenmiştir. Bu eser, çeşitli edebî metinlerin yer alması yönüyle bir antoloji özelliği de taşımaktadır.
İsmail Özmel, Akpınar kültür, sanat ve edebiyat dergisinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni olarak Türk edebiyatına katkıda bulunmaya devam etmektedir. 2006 yılında yayınlanmaya başlayan Akpınar kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2025 tarihli 110. sayısı yayınlandı.
İsmail Özmel, edebiyatın gelecek zamanlara ışık tutması gerektiğine inanır. Edebiyatın, sanatın toplumun sosyal ve kültürel yapısını yansıtan bir ayna olduğunu düşünür ve eserlerinde bu yansımaları gözler önüne serer. Eserlerinde Türk kültürünün ve medeniyetinin önemli unsurlarını işleyerek, bu değerlerin yaşatılmasına katkıda bulunur. Edebiyat anlayışı, topluma karşı duyduğu sorumlulukla şekillenir.
İsmail Özmel, son devir edebiyat dünyamızda “değişerek devam etmek; devam ederek değişmek” anlayışını sürdürmüştür. Şiir, deneme, biyografi ve inceleme türlerinde yazdığı eserlerle hem Niğde'nin hem de Türk edebiyatının kültür ve sanat birikimine kıymetli katkılarda bulunmuştur.
“Resimlerle Uyarı” isimli yazısında Ahmet B.Ercilasun şu tespitte bulunur: “Bir zamanlar dergilerimizin adları Ülkü, Çığır, Varlık, Ağaç, Çınaraltı, Kopuz, Ses, Yıldız, Yelpaze idi; şimdi Aktüel, Life, Capital, Home ar, Focus…
Demek ki bir zamanlar dergilerimize Türkçe adlar koymaktan utanmıyorduk; bugün ise Türkçe adlar bizi pek ilgilendirmiyor.” (Türk Dili dergisi, Sayı:583)
Ana dilimizi hor görmeyin efendiler! İnsan kelimelerle düşünür. Kelime deyip de geçmemek gerekir. Bugün yabancılaşmanın bir göstergesi de günlük hayatta kullanılan yabancı kelimelerdir.
Dil kirlenmesi, aslında zihin kirlenmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Evet, önce zihinler kirlendi. Dille oynamanın sakıncası, zararları üzerine çok yazıldı. Lakin istenen müspet netice elde edilemedi. Kelimeler dildeki kullanımına göre değil de kökenlerine bakarak değerlendirildi. Hâlbuki bir kelimenin kökeninden ziyade dildeki kullanımına bakmak gerekiyor. Nihad Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları” isimli eserinde bunu, misallerle çok güzel anlatır.
Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan bir genelge ile okullarda “Yaşayan Türkçe”nin esas alınması gerektiği belirtildi. “Yaşayan Türkçe” kavramı ile dilin yapı taşı olan kelimelerin geçmişten bugüne bir süreklilik dâhilinde kullanımı ve herkes tarafından kabul görmüş, anlaşılmış olması ifade ediliyor. Mesela “kitap” kelimesi Arapça kökenlidir ama yüzyıllardır bu kelime kullanılmaktadır. Kısaca halk arasında kabul görmüş bir kelimedir.
Kitap yerine Türkçe kökenlidir diyerek “betik” kelimesi türetilmiş ama bunca yıl geçmiş olmasına karşın “betik” kabul görmemiştir. Edebiyat kelimesi yerine “yazın” kelimesi önerilmiş ama bugün yine “edebiyat” demeyi tercih ediyoruz. Zira kitap, edebiyat vb. kelimelerin kökeni hangi dile ait olursa olsun artık bize aittir; kabul görmüştür. Diğer bir ifadeyle “Yaşayan Türkçe”ye dâhildir. Dilde doğru yaklaşım da budur.
Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca: “Türkçem, benim ses bayrağım” der. Ne güzel ifade etmiş.
Evet, dil bir milletin ses bayrağıdır. Milleti millet yapan unsurlardan biri de “dil”dir. Dil ile anlaşma ve iletişim ortamı sağlanır. Dil, bir yönüyle de milletin hafızasıdır. Sağlıklı bir iletişimin sağlanması ise “doğru kelime-doğru cümle” şartına bağlıdır.
Halkın kullandığı kelimeler yerine, yabancı kelimeleri ısrarla kullanmak dile zarar verdiği gibi kültürümüze de zarar verir. Mütefekkir Cemil Meriç: “Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır” der. Her kelime bir kültürün taşıyıcısı. Bu sebeple dil hususunda bilinçli olmak gerekiyor.
Süper, ultra, mega, show, star, vizyon, cafe, bazaar, aktüel, aksiyon… Dil, hızla kirleniyor.
Bu tür kelimeleri –maalesef- sıkça duyuyoruz. Batı dilleri karşısındaki ezilmişlik psikolojisi…
Hâlbuki bu kelimeleri karşılayan kendi kelimelerimiz var. Neden kendi kelimelerimizi kullanma cesaretini göstermiyoruz?
“Çağrı” kelimesi varken “mesaj” kelimesini kullanmak niye? “Yıldız” kelimesi dururken “star”; “gösteri” kelimesi varken “show”; “köprüyol” kelimesi yerine “viyadük” kelimesini kullanmak doğru bir tercih değil.
Son söz: Güzel dil Türkçe bize!
Yazının DevamıŞiirde derinlik, sıcaklık, yakınlık... Şiir, sahici dil; içtenliğin adı. Şiirimizde ‘anne’ konusunun nasıl işlendiğine, anlatıldığına dair bir bakış denemesi bu yazı.
Sezai Karakoç “Anneler ve Çocuklar” şiirinde çocuğu ölen bir anne ve annesi ölen bir çocuğun hallerini yalın ve etkili bir dille anlatır. Bir gün sevdiklerimizi kaybedeceğiz. Bu büyük bir acı… İnsanlardan kaçmak isteyen, hayatın kıyısına çekilen anne ve çocuk. Yaşanan derin acının şiiri.
Anneler ve Çocuklar
Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke
Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne
Sedat Umran, annesinden uzakta kalmış bir çocuğun hayâllerini, isteklerini “Çocuğun Düşü” isimli şiirinde dile getiriyor. Bulut, kuş, su, çiçek uzaktaki anneye yaklaşmanın birer vesilesidir. Anneye duyulan hasreti okuyalım.
Çocuğun Düşü
Çocuk hayal ediyor: Bulut olaydım keşke
Ne güzel olurdu annemin göğünde yitmek
Çocuk hayal ediyor: Bir kuş olaydım keşke
Ne güzel olurdu annemin saçına konmak
Çocuk hayal ediyor: Su olaydım keşke
Ne güzel olurdu annemin sesine karışmak
Çocuk hayal ediyor: Çiçek olaydım keşke
Ne güzel olurdu annemin sevincinde açmak
Ahmet Kutsi Tecer, “Anneler” isimli şiirinde ince duyarlılığı mısra mısra işler. Anne ve çocuk arasındaki bağ ne güzel anlatılmış! Anne, çocuğu için hep iyilikler, güzellikler düşünür. Dua dua yakarıştadır. Annelerin duası ile yolumuz açık ve aydınlık. El bebek gül bebek büyüyen çocuklar bir gün uzaklaşır. Vakti gelince yuvadan uçan kuş misali. Hepimiz için geçerli bu. Evet, zordur evlattan
Anneler
Dal bir gün dedi ki tomurcuğuna:
—Tenimde bir yara işler gibisin.
Titrerim, rüzgârlar keder vermesin.
Anneler beşikten der çocuğuna:
—Acını görmesin gözüm âlemde.
Teselli demeksin bana son demde.
Bütün ümitleri yel alır gider.
—Tomurcuk açılır, sel alır gider.
Anneler büyütür, el alır gider.
Necip Fazıl Kısakürek, annesine duyduğu sevgiyi ve hürmeti “Anneciğim” şiirinde ifade eder. Şiirde anne ile çocuk arasındaki bütünlüğe ve kopmaz bağlara işaret var. Her kişi yalnız ölür. Şair, bu yakıcı gerçeği aşmak isteyen bir tavır ile annesinin yanındadır. Ölen anne ile ölmek ister. Zira hayat anne ile anlamlı ve yaşanılır. Annenin yokluğu dayanılmaz bir dert. Anneye duyulan o yüce sevgi ve yakınlık mısra mısra işlenmiş.
Anneciğim
Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!
Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için
Bu kış yolculuk var, diyorsa için
Beni de beraber al anneciğim!
Anneler için yazılmış daha nice şiirler vardır! Anne güzellemesi de diyebiliriz bütün bu şiirlere. Şiirde ‘anne’ imgesi ile içtenliğin, yakınlığın anlatım çabaları okunur hep. Kaybedilmiş zamana dönüş özlemi vardır. Anne ile çocuk arasında bir köprü gibidir şiirler. O köprüden ana yurda geçiş sağlanır.
Yıllar geçse de unutulmaz iyilikler, güzellikler ve anne!
Anne
Dağları aşıp da gelen
Yanık mektuplar
Uzak nedir bilir anne
Yakın nedir bilir
Toprağın dile gelişi
Reyhan, leylâk, nane
Yağmura tutulmuş
Eski zaman resimleri
Kırgın değilim der
Dinler, dinler sadece
Ahir zamanda aradığı
Güneş gören bir pencere
Yazının Devamı‘Küçük Paşa’ romanı üzerine
Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın 1910 yılında yayımlanan ‘Küçük Paşa’ isimli romanı, edebiyatımızda Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’ (1890) isimli uzun hikâyesinden sonra köy hayatını konu alan bir eserdir.
‘Küçük Paşa’ romanında anlatılan köy, Niğde köylerinden biridir. Romandaki çevre tasvirleri ve yöresel ağız özellikleri bu köyün Niğde vilayeti içinde bulunduğuna birer işarettir.
Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın torunu Oktay Akbal, 3 Eylül 1984 tarihli sunuş yazısında eserin hazırlanışı hakkında şunları belirtir: “Küçük Paşa’nın –ilk kez 1910’da, ikinci kez 1945’te yayınlanmış bu romanın-üçüncü baskısı elinizde. 1945’teki metni bugünün Türkçesine çevirdik yine… Belki bir gün bir inceleyici çıkar, 1910’daki esas metni olduğu gibi bugünün Türkçesine çevirir, bir ‘edition critigue’ halinde yayınlar. Şimdilik size sunduğumuz, 1945’te Hazım Bey’in yaptığı sadeleştirilmiş Küçük Paşa’dır.” (s.9)
‘Küçük Paşa’ romanı yer tasviri ve buna bağlı tespitler ile başlar: “Anadolu’da bir köy… Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı köylerden biri.
Anadolu’yu görmeyenlerin, büyük şehirlere mahsus her türlü gürültülerden sıkıldıkça birer sükûn ve huzur yeri olmaları tasavvuru ile sakinlerine gıpta ettikleri fakir ve sefalet yuvalarından biri olan bu köyün mevkii, bir şairi, bir ressamı yalnız bir şiir yazmak, bir tablo krokisi çizip geçmek için belki memnun edebilirdi.
Bu küçük köy, dört taraftan yüksek, alçak, çoğu çıplak dağlarla çevrilmiş, enine boyuna birer ikişer saat uzayan ve topraklarının kuvvetiyle ünlenen bir ovanın kuzey batısına doğru keman sapı şeklinde kıvrılarak iki dağ silsilesinin arasına girdiği yerde kurulmuştur.” (s.11)
“1312(1896) yılı şubatının son günlerinden biri idi” ifadesiyle olayın başladığı zaman hakkında bir kayıt düşülmüştür.
ROMAN İÇİNDE OLUP BİTENLER
Niğde’nin bir köyünden Keleşoğlu Ali, askerliğini yapmak üzere İstanbul’a çağrılır. Keleşoğlu Ali, temiz, saf, dürüst bir Anadolu çocuğudur. Bir gün İstanbul'da bir hemşehrisine rastlar. Kâmil adındaki bu hemşehrisi, işini yoluna yordamına koymuş, zamanın sadrazamına kapılanmıştır. Keleşoğlu Ali ile ilgilenir. Sıladan sepetten konuşup dertleşirlerken Kâmil, Âli'nin köyde bıraktığı karısının doğurmak üzere olduğunu öğrenince ona bir teklifte bulunur. Sadrazamın karısı da yakında doğuracaktır; doğacak çocuk için sağlığı, gücü kuvveti yerinde bir sütanne aramaktadırlar. Bu sütannelik için karısını İstanbul'a getirmesini söyler. Durum Paşa’ya iletilir. Ve Ali’nin karısı Selime konağa getirtilir.
Selime kendi oğlu Salih’i haftada iki gün, Paşa’nın yeğeni Haldun’u ise her gün iki kez emzirir. Haldun konuşmaya başlayınca Suat Paşa’ya “Paşababa” der. Selime’nin oğlu Salih de aynı şeyi yapınca Paşa’nın karısı bundan hoşlanmaz; üstelik Salih’i de sevmez. Paşa ise kendi çocuğu olmadığı için bütün sevgisini bu iki yavruya vermiştir.
Selime konakta Anadolu şivesi, saflığı ve temizliğiyle kendini sevdirir. Ali, ayda bir konağa gelerek onu görür.
Paşa, evladı yerine koyduğu Salih’in okuması için Fransız bir mürebbiye tutar. Fakat bir görevle Anadolu’ya gidince, karısı, çocuğun eğitimini engeller.
Paşa, sağlığı bozulduğundan İstanbul’a gelir. Askerliği nihayete eren Ali, karısı ile birlikte köye döner. Oğulları Salih’i konağa evlatlık olarak bırakmışlardır.
Ali, köye döndükten bir süre sonra İstanbul’dan aldığı imzasız bir mektuptan Selime’nin birisiyle ilişkisi olduğunu öğrenir. Ve onu boşar; bir başkasıyla evlenir. Selime bir başına kalır. Sonunda yakın köyden bir başka adam ile evlenir. Hastalığı gittikçe ilerleyen paşa bir süre sonra ölür. Salih, adeta sahipsiz kalır. Konakta evlatlık iken uşak durumuna düşer. Naime Hanım hiç sevmediği bu çocuğu kısa zaman içinde köyüne gönderir.
Salih köye gelince kendisini öz annesi yerine, üvey annesi Haçça karşılar. Paşa konaklarında büyüyen Salih, köyde büyük bir boşluğun içine düşer; önceki ve şimdiki yaşantısı arasında dağlar kadar fark vardır. Bu yetmiyormuş gibi babası Keleşoğlu Ali yeniden askere alınır ve Yemen'e gönderilir. Üvey annesi Haçça kendisine akla gelmedik zulüm, işkence yapmakta; kaldıramayacağı çok ağır işlerin altında ezmektedir.
Üvey anne Haçça, bir kış gecesi sürekli öksüren Salih’i kendisini uyutmadığını bahane ederek tekme tokat evden dışarıya atar. Salih, soğuk ve karlı havada üşür. Sağlığı gittikçe bozulur. Üvey anasının baskısından usanmıştır. Köyden kaçmayı düşünmektedir. Yaşanan bu olay üzerine kararını verir. O gece ahırda sabahladıktan sonra yola çıkmayı amaçlar.
Paşa’nın eşi Naime Hanım kocası ölünce bir gençle evlenmiştir. Beş aylık çocuğunu düşürmüş, yedi aylık bir çocuğunu da ölü doğurmuştur. Olup bitenler onu çok üzmüştür. Bir gün rüyasında eski kocasını görür. Salih’e yaptığı haksızlıktan ötürü Paşa onu azarlar. Aynı gece Salih’i de rüyada görür. Karlı, tipili bir yerde birtakım hayvanlarla boğuşan Salih, sonunda yere yuvarlanarak hareketsiz kalır. Naime Hanım korkuyla uyanır. Yaptıklarından pişman olmuştur. Salih’in konağa geri getirilmesini kocasından ister ve hemen telgraf çekilir.
İstanbul’dan gelen telgrafa verilen cevap şudur: “Merhum sabî üç gün evvel geceleyin kurtlar tarafından itlâf ve ekledilmiş olduğu mazurdur.” Roman hazin bir son ile biter. Salih, geceleyin kurtlar tarafından parçalanmıştır.
‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANINDA YÖRESEL KELİME, DEYİM VE SÖYLEYİŞLER
Bu eser, Niğde yöresi söyleyiş özelliklerine uygun çeşitli kelime, deyim ve cümleler bakımından bir zenginlik arz etmektedir. Yazar, Niğde yöresinin dil özelliklerini iyi bildiği için esere başarıyla yansıtmıştır. ‘Küçük Paşa’ romanında dilin kullanımına dair seçtiğimiz bazı örnekler: Zerradar (zerre kadar), dımışkı (düz), horanta (aile fertleri), sındı(makas), yeğni(hafif), mezelenmek (taklidini yaparak alay etmek), dölek yürümek(doğru, rahat), söğürme(bir tür et yemeği), bişirgeç(ekmek pişirmek için bir alet), sormuk(bebeklere, tülbent içine tatlı konularak yapılan emzik), üzlük(küçük çömlek), melmekât (memleket), gömük(batak), gözer(kalburun biraz daha geniş deliklisi), peşkir(havlu), sini(üzerinde yemek de yenilebilen tepsi), güçce (yapma bebek) enkesden (şakadan) söylemek, göresi gelmek(özlemek), sohum (lokma), çonur (büyük diken), ingilli herif (kılıbık), kelik (pabuç eskisi), ariyet (ödünç) almak, yunak (banyo), göğez (koyu mor renk), söbü (yumurta biçimi, oval), tebelleş olmak(istenmediği halde birinden veya bir yerden ayrılmayan, gitmeyen, musallat olan)…
—Küçcük paşayı daha ilk gecede aç uyutmalım, haydi hiç olmazsa iki yumurta sıdırıver. (s.100)
—…konağa dıhmazsınız da sokakta kalır, sürünürüm deye korhtum gelemedim. (s.55)
—E güzel hanım no gorup bakır saçını pürçeğini yolup bağrını boğazını tırnaklayıp duruyor mu? (s.115)
—Köyde yıhanırdım emme, burada garip ite döndüm, eline sağlık abla kadın, yıka; keşik yaparık, ben de seni yurum. (s.29)
—Çok ağlayıp dingildeyor mu? (s.115)
—Getiren gönderen sağ olsun! Kara abla, şirin dadı no goruyor? Dolu selevir, dolu selevir(hayvan üstünde gübre taşınan büyük zembil) gibi şişip taşıyor mu?
—Nazikter kalfa gine öyle fidan gibi konakta salınıp batır mı? Kalfa değil ha bi melek! (s.115)
—Ne gorelim aslanım (s.117)
—Bu hafta tezkiremi verecekler, her ne gadar bana da ‘Konahda kal, sana da iş bulunur’ deyorlarsa da ben galamam; köy kohusu söğürme dumanı gibi burnumda tütüyor. (s.48)
‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANI HAKKINDA TESPİTLER, DEĞERLENDİRMELER
“…Köylülerin hayatını, âdet ve duygularını yakından bilen bir kimse kudretiyle dar ne neşesiz bir hayatı, edebiyatımızda benzeri pek az bulunan bir müşahade ve tahlil ile tasvir etmiştir. Romanın bu kuvvetli inşası yer yer ve zaman zaman, muharririn kendini tutamayarak, bulunduğu uzun idare hayatından alınma itiyatlarla lâyıha tarzında kaydettiği istibdat idaresi kötülükleri ve zulüm tasvirleri yüzünden ahengini kaybetmektedir. Eserin bu zayıf noktaları bir tarafa bırakıldığı takdirde, tasvirlerdeki kuvvet ve kahramanların hayat ve hâdiseleri görüşlerini anlatmadaki gayrişahsilik, o zamana kadar edebiyatımızda görülmedik bir tarzdadır.” (Mustafa Nihat Özön)
“Küçük Paşa, Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’ (1890) hikâyesinden sonra köy romancılığımızın, çok daha geniş ve önemli, ikinci eseri oldu.” (Behçet Necatigil)
“Küçük Paşa, edebiyatımızda Karabibik’ten sonra köye yönelen ikinci eserdir. Orta Anadolu’nun belki Niğde’nin yoksul köylerinden birinin yaşama koşulları bir ana ile oğlun başından geçenlerin çevresinde verilmiştir. Gerek çevrenin ve olayların anlatılışı gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından, eserde yer yer gerçekten başarılı noktalar vardır.” (Cevdet Kudret)
“…Roman tekniği bakımından eksiğine karşılık eser, çevrenin ve olayların anlatılışı, kişilerin ruh durumlarının çözümlenmesi ve konu bakımından ‘köy romancılığında’ yeni ve sayılı kilometre taşlarından biridir. Burada ilgimizi çeken konulardan biri de Nabizâde Nazım’ın edebiyata özgün ve gerçekçi bir roman verme kaygısına karşılık Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın, Anadolu köylüsünün çektiklerinin hiç olmazsa ilk ağızda söylenmesi gerekenleri vermek istemesidir. Böylece o, roman yazmış olmaktan çok aydınlara, köy ve köylü konusunda bir ‘muhtıra’ vermek ister.” (Mehmet Bayrak)
“…Küçük Paşa’ya gelinceye değin yayımlanan romanlarda genel olarak İstanbul’da, özel olarak da İstanbul’un varsıl çevrelerinde geçen olaylar konu edinilmiş ve anlatılmıştır. İlk kez bu romanda konağın dışına taşıldığına, Anadolu halkının yaşam biçiminin kaba ama kesin çizgilerle yansıtılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Ona gelinceye değin yayımlanan romanların insan kadrosu beyefendi hanımefendi hizmetçi üçlüsünden oluşuyordu. İlk kez Küçük Paşa ile Anadolu insanı romanımıza girmiştir. Tepeyran yalnızca yaşam biçimleri ile değil, değer yargılarıyla da birbirinden uzak, aralarında derin uçurumlar bulunan iki toplumsal kesimle yüz yüze getiriyor bizi. Bir yanda yazgısıyla baş başa bırakılmış köy diğer yanda bolluk içerisinde yüzen konak. Yazarının amacı gereği Küçük Paşa gerçekçi bir roman ancak doğalcılığın sınırları içinde kalan bir gerçekçilik bu.” (Mehmet Ergün)
“Ebubekir Hâzım’ın sözü edilmeye değer bir köy romanının yazarı oluşunda taşrada yetişmiş, taşrada görev yapmış olmasının payı vardır. Küçük Paşa romanı Orta Anadolu’nun yoksul bir köyünün yaşantısını sergiler. Orada anlatılanların pek çoğu Ebubekir Hâzım’ın doğup yetiştiği Niğde’nin ve yörelerinin verdiği gözlemlerle beslenmiştir. Küçük Paşa’da bir köylü çocuğunun İstanbul’da bir paşa konağına getirilen anasıyla birlikte geçici bir süre güzel günler yaşayıp köyüne geri gönderilişi ve buradaki çetin yaşama koşulları ortasında ölüme sürüklenişi, köy insanının çilelerini, köy sorunlarını somut biçimde canlandırmaktadır. Her yıl köylüden alınan ağır yol vergisi, vergi ödemeyecek kadar yoksul olanların yollarda, güneş altında, aç susuz çalıştırılmaları, okulsuz köyde bir köşeye yığılmış tabutların yanı başında üç beş çocuğun derme çatma öğrenim görmesi, köylünün hastalıktan kırılması, köylünün haklarını adalet organının korumaktan uzak kalışı, uzak cephelerde kan dökmeye itilen Anadolu insanının kendi toprağında mutlu olamayışı… Romanda anlatılan serüveni kuşatan sert gerçeklerdir.” (Konur Ertop)
“…Ebubekir Hâzım’ın bu romanı, nev’i şahsına münhasır çok dokunaklı, çok özlü bir Anadolu romanıdır. Kendi zaten Orta Anadolu’daki Niğde’den olduğu için Anadolu’yu içinden biliyor. İlk defa Anadolu köylülerini kendi şiveleriyle bu romanda konuşur görüyoruz. Mevzuu da çok iyi seçilmiş…” (İsmail Habip Sevük)
“Ebubekir Hâzım Bey’in Küçük Paşa’sı bizim bugün anladığımız manada, realist edebiyatın tipik bir örneğidir. Türk edebiyatı içinde ilk defa bu Küçük Paşa’dır ki memleket meselelerine doğru uzanarak gerçek bir roman görüşünün temelini atmıştır. Geçmiş nesiller arasında ileri görüş sahibi bir müellifin varlığı, o edebiyatçı nesillerin kıymetlendirilmesinde bize yeni bir ölçü kazandırmıştır.” (Fahir Önger)
“Küçük Paşa, devrinin güzel üslûbu ile yazılmış bir kitaptır. Üslûbu devrine ait kaldığı halde bugün kendisinden bahsettirecek kudrettedir. Muhtevanın kudreti kendisini derhal mevzuu ile hissettiriyor.” (Sadri Ertem)
“Halk için çalışan ve halk arasında yaşayan bir insan olarak, bizde köy gerçeklerine yönelen ilk roman olan Küçük Paşa ile ün kazandı. Aslında kendi kendini yetiştiren bir otodidakt olan Ebubekir Hâzım, uzun süren idarî hayatında Anadolu insanını ve sorunlarını yakından tanımak fırsatları bulmuş… Köye ve köylüye bilim ve sanat açısından çok, bir idare adamı görüşüyle bakmakla birlikte, bizde köye yönelen gerçekçiler arasında önemli öncülerden biri oldu. Yazar, kitabının başında asıl amacının bir roman yazmak değil, Anadolu köylerinin dert ve sıkıntılarını bir roman düzeni içinde sergilemek olduğunu belirtmektedir...” (Tahir Alangu)
“Küçük Paşa’nın okunmaya değer kılan tek yanı, Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın yirminci yüzyılın başındaki Türk köyü ve Türk köylüsü üzerine gözlemleridir. Tepeyran bu gözlemleri büyük bir açık yüreklilikle dile getirir. Bu arada bürokrasiye de eleştiriler yöneltir. Köy toplumsal gerçekliğini bütün ayrıntılarıyla (ev içlerine varıncaya kadar) veren romanda köy insanlarının psikolojik gerçekliği yoktur. Köylülerin konuşmalarını köylü ağzıyla vermek ilginç bir çaba, ama bu çaba fazla bir şey katmıyor romana” (Fethi Naci)
“Küçük Paşa günümüzde okunuyor mu, bilmiyorum. Genç arkadaşlara sordum, Küçük Paşa'yı işitmemişlerdi. Yaşıtlarıma sordum, bir iki kişi hayal meyal hatırladı. Sorduğum kişileri edebiyatla ilgisiz sanmayın. Kimileri, üstelik doğrudan doğruya edebiyatın içinde, öykü, roman yazıyorlar. Küçük Paşa yazarların artık okumadığı bir roman mı, dememiz gerekiyor. Yazarlar okumuyorsa, geçmişin bir eseri bugünün okuruna nasıl ulaştırılacak?” (Selim İleri)
SONUÇ
‘Küçük Paşa’ edebiyatımızda köy ve köy hayatı üzerine önemli bir romandır. Yazar Ebubekir Hâzım Tepeyran, devrin sosyal şartları içinde köyü ve köylüyü gündeme getirmek istemiştir. Edebî bir kaygıdan ziyade toplumsal gerçekliği yansıtma çabasında olmuştur. O devir içindeki merkez-taşra karşıtlığı; zengin konak hayatı ve yoksul Anadolu köyü üzerinden anlatılmıştır.
Romanın bazı bölümlerinde aşırı, zorlama bir yorum ile doğa şartları ve çevre özellikleri vurgulanarak ‘istibdat’ eleştirisi yapılır. Bu üslûp yazarın anlatıma müdahil olduğu, romana zarar verdiği bölümlerdir.
‘Küçük Paşa’ yirminci yüzyılın başlarında Anadolu gerçeğini, Anadolu insanını yakından görme, tanıma ve anlama çabası olarak değerli bir çalışmadır. İstanbul’un dışındaki taşra hayatı dikkatlere sunulmuştur. Ayrıca kadınların duygu-düşünce dünyası ve bir çocuğun masumiyeti üzerine önemli dikkatler içermektedir. Anlatımda aksayan yönler olmasına rağmen yine de kendisini okutan bir romandır ‘Küçük Paşa’.
Yazının Devamı