yandex
NİĞDELİ ‘KÜÇÜK PAŞA’ 115 YAŞINDA! | Murat Soyak | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    41,6527
    %0,20
  • EURO
    48,9302
    %0,25
  • G. Altın
    5.207,22
    %0,96
  • Ç. Altın
    8.575,61
    %0,66
  • BIST
    11.117
    -202
  • BITCOIN
    121,961.232
    0.14
  • ETHEREUM
    4,488.589
    0.29
  • DOLAR
    41,6527
    %0,20
  • EURO
    48,9302
    %0,25
  • G. Altın
    5.207,22
    %0,96
  • Ç. Altın
    8.575,61
    %0,66
  • BIST
    11.117
    -202
  • BITCOIN
    121,961.232
    0.14
  • ETHEREUM
    4,488.589
    0.29
Murat Soyak

NİĞDELİ ‘KÜÇÜK PAŞA’ 115 YAŞINDA!

: 02-05-2025

‘Küçük Paşa’ romanı üzerine

   Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın 1910 yılında yayımlanan ‘Küçük Paşa’ isimli romanı, edebiyatımızda Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’ (1890) isimli uzun hikâyesinden sonra köy hayatını konu alan bir eserdir.

  ‘Küçük Paşa’ romanında anlatılan köy, Niğde köylerinden biridir. Romandaki çevre tasvirleri ve yöresel ağız özellikleri bu köyün Niğde vilayeti içinde bulunduğuna birer işarettir.

   Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın torunu Oktay Akbal, 3 Eylül 1984 tarihli sunuş yazısında eserin hazırlanışı hakkında şunları belirtir: “Küçük Paşa’nın –ilk kez 1910’da, ikinci kez 1945’te yayınlanmış bu romanın-üçüncü baskısı elinizde. 1945’teki metni bugünün Türkçesine çevirdik yine… Belki bir gün bir inceleyici çıkar, 1910’daki esas metni olduğu gibi bugünün Türkçesine çevirir, bir ‘edition critigue’ halinde yayınlar. Şimdilik size sunduğumuz, 1945’te Hazım Bey’in yaptığı sadeleştirilmiş Küçük Paşa’dır.” (s.9)

  ‘Küçük Paşa’ romanı yer tasviri ve buna bağlı tespitler ile başlar: “Anadolu’da bir köy… Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı köylerden biri.

   Anadolu’yu görmeyenlerin, büyük şehirlere mahsus her türlü gürültülerden sıkıldıkça birer sükûn ve huzur yeri olmaları tasavvuru ile sakinlerine gıpta ettikleri fakir ve sefalet yuvalarından biri olan bu köyün mevkii, bir şairi, bir ressamı yalnız bir şiir yazmak, bir tablo krokisi çizip geçmek için belki memnun edebilirdi.

   Bu küçük köy, dört taraftan yüksek, alçak, çoğu çıplak dağlarla çevrilmiş, enine boyuna birer ikişer saat uzayan ve topraklarının kuvvetiyle ünlenen bir ovanın kuzey batısına doğru keman sapı şeklinde kıvrılarak iki dağ silsilesinin arasına girdiği yerde kurulmuştur.” (s.11)

   “1312(1896) yılı şubatının son günlerinden biri idi” ifadesiyle olayın başladığı zaman hakkında bir kayıt düşülmüştür.

ROMAN İÇİNDE OLUP BİTENLER

   Niğde’nin bir köyünden Keleşoğlu Ali, askerliğini yapmak üzere İstanbul’a çağrılır. Keleşoğlu Ali, temiz, saf, dürüst bir Anadolu çocuğudur. Bir gün İstanbul'da bir hemşehrisine rastlar. Kâmil adındaki bu hemşehrisi, işini yoluna yordamına koymuş, zamanın sadrazamına kapılanmıştır. Keleşoğlu Ali ile ilgilenir. Sıladan sepetten konuşup dertleşirlerken Kâmil, Âli'nin köyde bıraktığı karısının doğurmak üzere olduğunu öğrenince ona bir teklifte bulunur. Sadrazamın karısı da yakında doğuracaktır; doğacak çocuk için sağlığı, gücü kuvveti yerinde bir sütanne aramaktadırlar. Bu sütannelik için karısını İstanbul'a getirmesini söyler. Durum Paşa’ya iletilir. Ve Ali’nin karısı Selime konağa getirtilir.

   Selime kendi oğlu Salih’i haftada iki gün, Paşa’nın yeğeni Haldun’u ise her gün iki kez emzirir. Haldun konuşmaya başlayınca Suat Paşa’ya “Paşababa” der. Selime’nin oğlu Salih de aynı şeyi yapınca Paşa’nın karısı bundan hoşlanmaz; üstelik Salih’i de sevmez. Paşa ise kendi çocuğu olmadığı için bütün sevgisini bu iki yavruya vermiştir.

   Selime konakta Anadolu şivesi, saflığı ve temizliğiyle kendini sevdirir. Ali, ayda bir konağa gelerek onu görür.

   Paşa, evladı yerine koyduğu Salih’in okuması için Fransız bir mürebbiye tutar. Fakat bir görevle Anadolu’ya gidince, karısı, çocuğun eğitimini engeller.

   Paşa, sağlığı bozulduğundan İstanbul’a gelir. Askerliği nihayete eren Ali, karısı ile birlikte köye döner. Oğulları Salih’i konağa evlatlık olarak bırakmışlardır.

   Ali, köye döndükten bir süre sonra İstanbul’dan aldığı imzasız bir mektuptan Selime’nin birisiyle ilişkisi olduğunu öğrenir. Ve onu boşar; bir başkasıyla evlenir. Selime bir başına kalır. Sonunda yakın köyden bir başka adam ile evlenir. Hastalığı gittikçe ilerleyen paşa bir süre sonra ölür. Salih, adeta sahipsiz kalır. Konakta evlatlık iken uşak durumuna düşer. Naime Hanım hiç sevmediği bu çocuğu kısa zaman içinde köyüne gönderir.

   Salih köye gelince kendisini öz annesi yerine, üvey annesi Haçça karşılar. Paşa konaklarında büyüyen Salih, köyde büyük bir boşluğun içine düşer; önceki ve şimdiki yaşantısı arasında dağlar kadar fark vardır. Bu yetmiyormuş gibi babası Keleşoğlu Ali yeniden askere alınır ve Yemen'e gönderilir. Üvey annesi Haçça kendisine akla gelmedik zulüm, işkence yapmakta; kaldıramayacağı çok ağır işlerin altında ezmektedir.

   Üvey anne Haçça, bir kış gecesi sürekli öksüren Salih’i kendisini uyutmadığını bahane ederek tekme tokat evden dışarıya atar. Salih, soğuk ve karlı havada üşür. Sağlığı gittikçe bozulur. Üvey anasının baskısından usanmıştır. Köyden kaçmayı düşünmektedir. Yaşanan bu olay üzerine kararını verir. O gece ahırda sabahladıktan sonra yola çıkmayı amaçlar.

   Paşa’nın eşi Naime Hanım kocası ölünce bir gençle evlenmiştir. Beş aylık çocuğunu düşürmüş, yedi aylık bir çocuğunu da ölü doğurmuştur. Olup bitenler onu çok üzmüştür. Bir gün rüyasında eski kocasını görür.  Salih’e yaptığı haksızlıktan ötürü Paşa onu azarlar. Aynı gece Salih’i de rüyada görür. Karlı, tipili bir yerde birtakım hayvanlarla boğuşan Salih, sonunda yere yuvarlanarak hareketsiz kalır. Naime Hanım korkuyla uyanır. Yaptıklarından pişman olmuştur. Salih’in konağa geri getirilmesini kocasından ister ve hemen telgraf çekilir.

   İstanbul’dan gelen telgrafa verilen cevap şudur: “Merhum sabî üç gün evvel geceleyin kurtlar tarafından itlâf ve ekledilmiş olduğu mazurdur.” Roman hazin bir son ile biter. Salih, geceleyin kurtlar tarafından parçalanmıştır.




‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANINDA YÖRESEL KELİME, DEYİM VE SÖYLEYİŞLER

   Bu eser, Niğde yöresi söyleyiş özelliklerine uygun çeşitli kelime, deyim ve cümleler bakımından bir zenginlik arz etmektedir. Yazar, Niğde yöresinin dil özelliklerini iyi bildiği için esere başarıyla yansıtmıştır. ‘Küçük Paşa’ romanında dilin kullanımına dair seçtiğimiz bazı örnekler: Zerradar (zerre kadar), dımışkı (düz), horanta (aile fertleri), sındı(makas), yeğni(hafif), mezelenmek (taklidini yaparak alay etmek), dölek yürümek(doğru, rahat), söğürme(bir tür et yemeği), bişirgeç(ekmek pişirmek için bir alet), sormuk(bebeklere, tülbent içine tatlı konularak yapılan emzik), üzlük(küçük çömlek), melmekât (memleket), gömük(batak), gözer(kalburun biraz daha geniş deliklisi), peşkir(havlu), sini(üzerinde yemek de yenilebilen tepsi), güçce (yapma bebek) enkesden (şakadan) söylemek, göresi gelmek(özlemek), sohum (lokma), çonur (büyük diken), ingilli herif (kılıbık), kelik (pabuç eskisi), ariyet (ödünç) almak, yunak (banyo), göğez (koyu mor renk), söbü (yumurta biçimi, oval), tebelleş olmak(istenmediği halde birinden veya bir yerden ayrılmayan, gitmeyen, musallat olan)…

 —Küçcük paşayı daha ilk gecede aç uyutmalım, haydi hiç olmazsa iki yumurta sıdırıver. (s.100)

 —…konağa dıhmazsınız da sokakta kalır, sürünürüm deye korhtum gelemedim. (s.55)

 —E güzel hanım no gorup bakır saçını pürçeğini yolup bağrını boğazını tırnaklayıp duruyor mu? (s.115)

 —Köyde yıhanırdım emme, burada garip ite döndüm, eline sağlık abla kadın, yıka; keşik yaparık, ben de seni yurum. (s.29)

 —Çok ağlayıp dingildeyor mu? (s.115)

 —Getiren gönderen sağ olsun! Kara abla, şirin dadı no goruyor? Dolu selevir, dolu selevir(hayvan üstünde gübre taşınan büyük zembil) gibi şişip taşıyor mu?

 —Nazikter kalfa gine öyle fidan gibi konakta salınıp batır mı? Kalfa değil ha bi melek! (s.115)

 —Ne gorelim aslanım (s.117)

 —Bu hafta tezkiremi verecekler, her ne gadar bana da ‘Konahda kal, sana da iş bulunur’ deyorlarsa da ben galamam; köy kohusu söğürme dumanı gibi burnumda tütüyor. (s.48)

‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANI HAKKINDA TESPİTLER, DEĞERLENDİRMELER

   “…Köylülerin hayatını, âdet ve duygularını yakından bilen bir kimse kudretiyle dar ne neşesiz bir hayatı, edebiyatımızda benzeri pek az bulunan bir müşahade ve tahlil ile tasvir etmiştir. Romanın bu kuvvetli inşası yer yer ve zaman zaman, muharririn kendini tutamayarak, bulunduğu uzun idare hayatından alınma itiyatlarla lâyıha tarzında kaydettiği istibdat idaresi kötülükleri ve zulüm tasvirleri yüzünden ahengini kaybetmektedir. Eserin bu zayıf noktaları bir tarafa bırakıldığı takdirde, tasvirlerdeki kuvvet ve kahramanların hayat ve hâdiseleri görüşlerini anlatmadaki gayrişahsilik, o zamana kadar edebiyatımızda görülmedik bir tarzdadır.”  (Mustafa Nihat Özön)

   “Küçük Paşa, Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’ (1890) hikâyesinden sonra köy romancılığımızın, çok daha geniş ve önemli, ikinci eseri oldu.” (Behçet Necatigil)

   “Küçük Paşa, edebiyatımızda Karabibik’ten sonra köye yönelen ikinci eserdir. Orta Anadolu’nun belki Niğde’nin yoksul köylerinden birinin yaşama koşulları bir ana ile oğlun başından geçenlerin çevresinde verilmiştir. Gerek çevrenin ve olayların anlatılışı gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından, eserde yer yer gerçekten başarılı noktalar vardır.” (Cevdet Kudret)

   “…Roman tekniği bakımından eksiğine karşılık eser, çevrenin ve olayların anlatılışı, kişilerin ruh durumlarının çözümlenmesi ve konu bakımından ‘köy romancılığında’ yeni ve sayılı kilometre taşlarından biridir. Burada ilgimizi çeken konulardan biri de Nabizâde Nazım’ın edebiyata özgün ve gerçekçi bir roman verme kaygısına karşılık Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın, Anadolu köylüsünün çektiklerinin hiç olmazsa ilk ağızda söylenmesi gerekenleri vermek istemesidir. Böylece o, roman yazmış olmaktan çok aydınlara, köy ve köylü konusunda bir ‘muhtıra’ vermek ister.” (Mehmet Bayrak)

   “…Küçük Paşa’ya gelinceye değin yayımlanan romanlarda genel olarak İstanbul’da, özel olarak da İstanbul’un varsıl çevrelerinde geçen olaylar konu edinilmiş ve anlatılmıştır. İlk kez bu romanda konağın dışına taşıldığına, Anadolu halkının yaşam biçiminin kaba ama kesin çizgilerle yansıtılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Ona gelinceye değin yayımlanan romanların insan kadrosu beyefendi hanımefendi hizmetçi üçlüsünden oluşuyordu. İlk kez Küçük Paşa ile Anadolu insanı romanımıza girmiştir. Tepeyran yalnızca yaşam biçimleri ile değil, değer yargılarıyla da birbirinden uzak, aralarında derin uçurumlar bulunan iki toplumsal kesimle yüz yüze getiriyor bizi. Bir yanda yazgısıyla baş başa bırakılmış köy diğer yanda bolluk içerisinde yüzen konak.  Yazarının amacı gereği Küçük Paşa gerçekçi bir roman ancak doğalcılığın sınırları içinde kalan bir gerçekçilik bu.” (Mehmet Ergün)

   “Ebubekir Hâzım’ın sözü edilmeye değer bir köy romanının yazarı oluşunda taşrada yetişmiş, taşrada görev yapmış olmasının payı vardır. Küçük Paşa romanı Orta Anadolu’nun yoksul bir köyünün yaşantısını sergiler. Orada anlatılanların pek çoğu Ebubekir Hâzım’ın doğup yetiştiği Niğde’nin ve yörelerinin verdiği gözlemlerle beslenmiştir. Küçük Paşa’da bir köylü çocuğunun İstanbul’da bir paşa konağına getirilen anasıyla birlikte geçici bir süre güzel günler yaşayıp köyüne geri gönderilişi ve buradaki çetin yaşama koşulları ortasında ölüme sürüklenişi, köy insanının çilelerini, köy sorunlarını somut biçimde canlandırmaktadır. Her yıl köylüden alınan ağır yol vergisi, vergi ödemeyecek kadar yoksul olanların yollarda, güneş altında, aç susuz çalıştırılmaları, okulsuz köyde bir köşeye yığılmış tabutların yanı başında üç beş çocuğun derme çatma öğrenim görmesi, köylünün hastalıktan kırılması, köylünün haklarını adalet organının korumaktan uzak kalışı, uzak cephelerde kan dökmeye itilen Anadolu insanının kendi toprağında mutlu olamayışı… Romanda anlatılan serüveni kuşatan sert gerçeklerdir.” (Konur Ertop)

   “…Ebubekir Hâzım’ın bu romanı, nev’i şahsına münhasır çok dokunaklı, çok özlü bir Anadolu romanıdır. Kendi zaten Orta Anadolu’daki Niğde’den olduğu için Anadolu’yu içinden biliyor. İlk defa Anadolu köylülerini kendi şiveleriyle bu romanda konuşur görüyoruz. Mevzuu da çok iyi seçilmiş…” (İsmail Habip Sevük)

   “Ebubekir Hâzım Bey’in Küçük Paşa’sı bizim bugün anladığımız manada, realist edebiyatın tipik bir örneğidir. Türk edebiyatı içinde ilk defa bu Küçük Paşa’dır ki memleket meselelerine doğru uzanarak gerçek bir roman görüşünün temelini atmıştır. Geçmiş nesiller arasında ileri görüş sahibi bir müellifin varlığı, o edebiyatçı nesillerin kıymetlendirilmesinde bize yeni bir ölçü kazandırmıştır.” (Fahir Önger)

   “Küçük Paşa, devrinin güzel üslûbu ile yazılmış bir kitaptır. Üslûbu devrine ait kaldığı halde bugün kendisinden bahsettirecek kudrettedir. Muhtevanın kudreti kendisini derhal mevzuu ile hissettiriyor.” (Sadri Ertem)

   “Halk için çalışan ve halk arasında yaşayan bir insan olarak, bizde köy gerçeklerine yönelen ilk roman olan Küçük Paşa ile ün kazandı. Aslında kendi kendini yetiştiren bir otodidakt olan Ebubekir Hâzım, uzun süren idarî hayatında Anadolu insanını ve sorunlarını yakından tanımak fırsatları bulmuş… Köye ve köylüye bilim ve sanat açısından çok, bir idare adamı görüşüyle bakmakla birlikte, bizde köye yönelen gerçekçiler arasında önemli öncülerden biri oldu. Yazar, kitabının başında asıl amacının bir roman yazmak değil, Anadolu köylerinin dert ve sıkıntılarını bir roman düzeni içinde sergilemek olduğunu belirtmektedir...” (Tahir Alangu)

   “Küçük Paşa’nın okunmaya değer kılan tek yanı, Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın yirminci yüzyılın başındaki Türk köyü ve Türk köylüsü üzerine gözlemleridir. Tepeyran bu gözlemleri büyük bir açık yüreklilikle dile getirir. Bu arada bürokrasiye de eleştiriler yöneltir. Köy toplumsal gerçekliğini bütün ayrıntılarıyla (ev içlerine varıncaya kadar) veren romanda köy insanlarının psikolojik gerçekliği yoktur. Köylülerin konuşmalarını köylü ağzıyla vermek ilginç bir çaba, ama bu çaba fazla bir şey katmıyor romana” (Fethi Naci)

   “Küçük Paşa günümüzde okunuyor mu, bilmiyorum. Genç arkadaşlara sordum, Küçük Paşa'yı işitmemişlerdi. Yaşıtlarıma sordum, bir iki kişi hayal meyal hatırladı. Sorduğum kişileri edebiyatla ilgisiz sanmayın. Kimileri, üstelik doğrudan doğruya edebiyatın içinde, öykü, roman yazıyorlar. Küçük Paşa yazarların artık okumadığı bir roman mı, dememiz gerekiyor. Yazarlar okumuyorsa, geçmişin bir eseri bugünün okuruna nasıl ulaştırılacak?” (Selim İleri)

SONUÇ

  ‘Küçük Paşa’ edebiyatımızda köy ve köy hayatı üzerine önemli bir romandır. Yazar Ebubekir Hâzım Tepeyran, devrin sosyal şartları içinde köyü ve köylüyü gündeme getirmek istemiştir. Edebî bir kaygıdan ziyade toplumsal gerçekliği yansıtma çabasında olmuştur. O devir içindeki merkez-taşra karşıtlığı; zengin konak hayatı ve yoksul Anadolu köyü üzerinden anlatılmıştır.

  Romanın bazı bölümlerinde aşırı, zorlama bir yorum ile doğa şartları ve çevre özellikleri vurgulanarak ‘istibdat’ eleştirisi yapılır. Bu üslûp yazarın anlatıma müdahil olduğu, romana zarar verdiği bölümlerdir.

   ‘Küçük Paşa’ yirminci yüzyılın başlarında Anadolu gerçeğini, Anadolu insanını yakından görme, tanıma ve anlama çabası olarak değerli bir çalışmadır. İstanbul’un dışındaki taşra hayatı dikkatlere sunulmuştur. Ayrıca kadınların duygu-düşünce dünyası ve bir çocuğun masumiyeti üzerine önemli dikkatler içermektedir. Anlatımda aksayan yönler olmasına rağmen yine de kendisini okutan bir romandır ‘Küçük Paşa’.


YAĞMUR BULUTLARI

"Bana ne, bugün var yarın yok olan görüntülerden; anlam değiştirmeyecek olana bakarım ben" der Tarık Buğra. Yazmak, bu anlamda kalıcı olana talip olmaktır. Geçmişten geleceğe değişmeyeni anlamak ve yorumlamak…

  Gündemdeki olayların esiri olacaksak yazmanın ne anlamı var? Aldatıcı gündemden sıyrılıp kendi gerçeğimizi dile getirmeliyiz. Dikkatimizi kalıcı olandan yana çevirmeliyiz. Yazılar, gündem bataklığında solmasın, pörsümesin. Duygu ve düşünce dünyamızın derinliğinden sesler, güzellikler taşımalıyız bugüne ve yarına. Kararan gönlümüz, daralan ufkumuz böylelikle sıhhat bulmalı. Evet, şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Dirice bir tavır ile hayatı, insanı, olup bitenleri, sanatı, hakikati güzelce anlatmalı, duyurmalı. 

    Yazmak, ruhun malzemelerine değinmek; ötelerden ses getirmek ve acıyı bal eylemek. Okuyunca ışık düşmeli içimize. Yazmak bir ihtiyaç olarak kendini gösteriyor. Bu anlamda yazmak, yangın yerine su taşımak gibi ve toprağa fidan dikmek gibi. Hakikati anlama, anlatabilme çabası. Yazmak eylemi aydınlığa taşımalı bizleri. 

*

Sessizliğin yurdunda yazyalnız !..

*

    “O” diğer adı “Hakkâri’de Bir Mevsim”. Özgün bir anlatım denemesi. Sürgün, bunalımlı, bohem. Köylü ve okumuş-yazmış arasındaki uçurum yine ana izlek. Memleket gerçeği ve yabancılaşma. Dağ köyünde bir ilkokul öğretmeni. Bu roman 1976 senesinde yazılmış. O günden bugüne ne değişti? 

*

  Çok bilgi var günümüzde. Yaraya derman olmaz. Çok bilgi var günümüzde. Baş ağrısı. Evet, sağaltmayan, sığ bilgiler akıyor zihinlere. Ne varsa yine kitaplarda, dergilerde var.

*

  “Çocuk benim ülkemdir” der Sezai Karakoç. Burada bir müddet duralım. Asıl yurdumuz çocukluğumuz. Hatırla yeryüzünü, gökyüzünü! Yakınımız dağ, taş, kuş, çiçek idi. Oyunlar içinde öğrendik iyiliği, güzelliği. Çocuklar ile umut var. 


*

  “Devin Uyanışı” kitabı Sedat Umran’ın seçilmiş şiirlerden oluşuyor. Şair nesnelerdeki anlama odaklanmış. Somut olandan hareket ile soyuta varan şiirler. Eşyayı başka bir bakış ile çözümlüyor. Bir de şiirlerinde çocukluk çağına vurgu var. Sedat Umran’ın son devir şiirimizdeki yeri, emeği inkâr edilemez. Şiir, derdi. Ve derdini seviyor şair. 

*

  Ahmet Oktay’ın şiir kitabı “Az Kaldı Kışa” okunuyor. “Ayrılık bilemem ne zaman gelir / Sen bir okul defteri getir bana / Çünkü sadece yazmak tesellidir / Çektiğimiz acıya bu dünyada” Güne bir anlam şiirce düştü.

*

 “Yürümenin dışında bütün eylemlerin adı / Kaçış kaçış kaçıştır” der İlhami Çiçek. Gök ekin ile anlamdaş. Şiirin kederli yurdunda buluşmak varmış: “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın / Hüzün öylece orta yerdedir…”

*

Bir güzelliği çoğaltan su. 

*

Sarı yaprağın söylediğini can kulağı ile dinle. 

*

Ah, okunacak ne çok sayfa var!

*

Sarı güneş şurada dursun. Isıtsın sayfayı bir güzel. Dere incecik akıyor. Silme kardeşim !..

*

  Erdem Bayazıt’ın şiiri hakkında bir yazı hazırlığı… Şiirlerini tekrar okuyorum. Hayata, insana, imana dair mısralar. Yüreğimde karşılık bulan şiirler. Coşkulu bir söyleyiş ve yiğitçe bir duruş. Yeni koçaklama. “Ey” nidasına derinlik katan şair, yurdun cennet olsun !..

*

  Yusuf Enes dedi ki: “Baba, sana doğum gününde gerçek araba alacağım. Anne, sana da doğum gününde kırılmayan bardaklar alacağım.” Eyvallah oğul, dillenir oldun. 

*

 Yazınca bir şey değişmez mi? Yazmayınca hiçbir şey değişmez. Yazmak, yarayı dağlamak gibi. 

*

 Yakup Eren ve ben, sabah erkenden şehre indik. 120 kahraman gördük. Kar altında buz kesmiş çocuklar. Gözlerimiz yaşardı. 120 artık üç basamaklı sayı değil, bir direniş ruhu !..

*

Bir halk türküsünden alınmıştır: “Kim okur kim yazar, bu düğümü kim çözer?”

*

  Mürsel Sönmez güzelce söylemiş: “Her şey çok güzeldi Allah’ım! / Sunduğun bir demet güldü ömür.” Şükür makamında, hakikate doğru bir adım daha…

*

  “Çile”yi yeniden okudum. Necip Fazıl’ın şiirinde yalnızlığın halleri daha bir vurgulu. Notlar aldım. Mısralar seçip derledim. Belki bir gün yazı bütünlüğüne kavuşur. 

*

  Bir gazete haberinden: “İnşaatın sıvasını yaparken 6. kattan düşen usta hayatını kaybetti. Edinilen bilgiye göre…” Ötesi can yangını, feryat figan. Bizi terk etmeyen hüzün, bizi yaralayan. Şimdi bir fotoğraf karesinde geçmiş günler. Kapıda babasını bekleyen çocuk için için der ki: “Nerede kaldı babam?”

*

  Dergiler, geldiler. Bütün zorluklara rağmen edebiyat dergileri çıkıyor. Onların varlığı ile ışık ışık yurdum. Edebiyat, hayat ve insan arasındaki bağlar dergilerde daha bir belirgin. Yaşasın edebiyat! 

*

  Vefa Taşdelen’in “Ay Çekimi” kitabındaki şiirlerini okudum. İçli, derin bir ses. Duygunun ve düşüncenin harman olduğu sağlam mısraları var. “Ateş yüküdür paylaşılmayan fikir / Gizli ölümleri içerir…” diyen şaire selâm!

*

  “Şiir tenha selviyi söyler” diyen Şahin Taş’ın “Kısa Yaz” isimli şiir kitabı geldi. Kısa şiirin anlatım imkânlarına güzel bir örnek bu eser. “Haiku”ları andıran bir söyleyiş. Şiiri bileyi bileyi keskin kılmış. Varoluş sorgusu, ölüm ve çocukluk konuları daha bir ağırlıklı. İnceden çalışılmış, emek verilmiş şiirler. Şairin söylediği: “bir gün gideriz / gidince / elbet bizden de ipince / bir iz kalır”.

*

  Dışarısı dayanılır gibi değil. Dışarısı vurgun düzeni, kirli çark. Dışarısı sığ, sıradan, sırnaşık… Kalbim kitaba dön. Başka çıkış yok. Ve okumak bir sığınak. Gün gelir de kanar; kanatlanır sayfalar. Sabret yüreğim, umut ol. 

*

 Yağmur bulutları yığın yığın… Birkaç gündür ha yağdı ha yağacak. Toprak göz göz olmuş; sabırla bekliyor. İyi haberler yakında.

*

  Bahar günleri içimde bir sevinç, bir umut… Ömür defterimde yeni yaprak. Ağaçlar çiçeğe durmuş. Yeniden başlamak aşk ile…

*

 “İlle mavi olacak” dedi. “Tamam dedik, mavi olsun”. Yusuf Enes’e bisiklet aldık. Ne çok seviniyor. İncecik bacakları ile o pedalı nasıl da çeviriyor. Düşe kalka sürüyor ama yılmıyor. Hayat da böyle değil mi? Çoğu zaman yokuşlarda yara bere içinde, bir başına kalan insan. Yol gösteren işaret şu ki her zorluğun ardınca bir kolaylık vardır. Öyleyse yenilgi daim değil. Yolda olmak, en güzel eylem.

*

Yaza yaza aydınlanır içim dışım. Yaza yaza dağılır kara bulutlar.

Yazının Devamı

ŞİİRİMİZDE ÖLÜM DÜŞÜNCESİ

Ölümü hatırlamak hayırlara vesiledir. Ölümü hatırlamak sınırları hatırlamak gibi. Hepimizin bildiği ama hemen unuttuğu bir gerçek ölüm. Mademki öleceğiz bu serkeşlik, bu kavga niye? Ölümden kaçamayız zira “Her nefis ölümü tadacaktır.” Ölüm bir hatırlatıcı, bir uyarıcı olarak hep yanımızdadır. 

    Halk dilinde ölen kişi için “göç etti”, “dünyasını değiştirdi”, “şimdi gerçek dünyasında” gibi ifadeler kullanılır. Mevlâna Hazretleri ölüm vakti için “şeb-i arûz” der. Sevgiliye kavuşma vakti. Bu sebeple Mevlâna, ölümü hüzün günü olarak değil sevinç günü, düğün günü olarak ifade eder. Yüce bir anlayış, derin bir idrâk.

    Ölüm düşüncesi bizim medeniyetimizde korkulu, saplantılı, hastalıklı bir bakış ile anlatılmamıştır. Batılılaşma(modernleşme) maceramızın başlamasıyla birlikte hayata, insana, kâinata bakış değişti. Modernizm fikri bölünmüş, parçalanmış bir zihin ister. Akl-ı selim yerini akılcılığa bıraktı. İnsan-ı kâmil olmak yerine eşyaya sahip olmak marifet sayıldı. Ve hatta “üst-insan” gibi aşırı yorumlar ile cihan savaşlarının tohumları atıldı. Bilginin, teknolojinin hızla geliştiği bir çağda insanlık maneviyat cephesinde kayıplar verdi. Modern zamanlarda yeni bir cahiliye kültürü ortaya çıktı. “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır.”

     İnsanoğlu bazen kendi eliyle yeni putlar oluşturur. Bağlanma, inanma ihtiyacı başka alanlar içinde görünür olur. Şimdi hayat sahnesinde sahte ilahlar, sahte kahramanlar var.  Bağlar zayıflamış ve hatta kopmuş. Yaşamak bazılarına göre sadece yemek, içmek, gezmek ve dünyadan haz almak içindir; bazılarına göre ise yaşamak saçmadır. İntihar olayları modern zamanlarda daha bir arttı. Atom bombası, hidrojen bombası ve her türlü kimyasal silahlar modern kafanın insanlığa sundukları birer armağan. Ölümler şimdi daha seri ve daha kolay. Cihan savaşlarını başlatan yıkıcı, yok edici zihniyeti görmek gerek. 

    Modernizm anlayışında ölüm maalesef kötü bitiştir. Ölmek onlara göre toprak olmaktır, ot olmaktır. Ölüm, dillerinde kaybolmak ile eşanlamlıdır. Kaybolmak ne hazin son değil mi? Bu sebeple ölümü hiç hatırlamak istemezler. Rahatları kaçar. Birey, ölüm korkusuyla titremektedir. Modern insan paranın ve sanatın gücü ile ölümsüzlüğü dener hep. Modern sanatın temelinde ölüme isyan fikri vardır. Kelime, renk, ses ve çizgi bu isyan fikri ile yüklüdür. Sanat adı ile oluşturulmuş bir sürü helvadan putlar!

    Ölüm düşüncesinin zaman içindeki seyrini şairlerin dilinden takip edebiliriz. Türkçemizin kurucu şairlerinden Yunus Emre ile başlayalım.

      “Vaktinize hazır olun 

       Ecel vardır gelir bir gün

       Emanettir kuşça canın,

       Issı vardır alır bir gün”

  Evet, can bize emanettir. Vakti geldiğinde asıl dünyasına, sahibine kavuşacaktır. Ya sonrası…

    “Mezardan durugelicek

     Hakk terazi kurulıcak

     Amelimiz görilecek

     Aceb nola benim halim”

   O gün hesap günüdür. Her kişi yaptığı iyilikler ve kötülükler ile Hakk’ın divanına çıkacaktır. 

      Karacaoğlan, dünyanın cazibesine kapılmış belli ki ölümü hiç hatırlamak istemez. Der ki:

    “Ölüm ardıma düşüp de yorulma

     Var git ölüm bir zamanda gene gel”

    Dünyaya alışmış bir kere; bırakmak öyle kolay mı? Takip edildiğinin farkında şair, gafil değil. Biliyor gelecek olanı, biliyor gerçeği.

     Hanımının ölümü karşısında “Öldün, nasıl eyleyeyim tahammül” der Abdülhâk Hamid Tarhan. “Makber” diye diye yeri göğü inletir. 

     Mehmet Âkif, ölümden ders almamız gerektiğini belirtir. 

     “Musalla: Minber-i tebliğidir dünyada ukbanın

      Musalla: Ders-i ibrettir durur pişinde irfanın”

      Yeni edebiyatımızda ölüm denildiğinde akla gelen şairlerden birisi de Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Birçok şiirinde ölüm konusunu işlemiştir. En bilineni ise “Otuz Beş Yaş” şiiridir. 

      “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.

        Dante gibi ortasındayız ömrün.

        Delikanlı çağımızdaki cevher,

        Yalvarmak yakarmak nafile bugün,

        Gözünün yaşına bakmadan gider.”

    Şair bir kabulleniş edasıyla şöyle der:

       “N’eylersin ölüm herkesin başında.

        Uyudun uyanamadın olacak

        Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? 

        Bir namazlık saltanatın olacak.

        Taht misali o musalla taşında.” 

    Orhan Veli, “Ölüme Yakın” şiirinde bir başka açıdan hayatı ve ölümü anlatır. Cümle zorluklardan, sıkıntılardan kurtulmak ister. Hayatın ağır yükü altında ölümü düşünür. Aralanan bir kapı. 

      “Ölürüz diye mi üzülüyoruz?

        Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada

        Kötülükten gayri?


        Ölünce kirlerimizden temizlenir,

        Ölünce biz de iyi adam oluruz;

        Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, 

        Hepsini unuturuz.”

   Ahmet Muhip Dıranas, ölümü bir yakını gibi görür. Bütün zamanlar içre bizi hiç terk etmeyen ölüm.

    “Uzaktadır her şey, hep… Yalnız ölüm 

      Her yerde, her an yakınımız ölüm”

    Ölüm canımızda taşıdığımız olmuştur. Ecel vaktine kadar yoldaşımız. Yahya Kemal Beyatlı’nın ölüme dair söyledikleri:

   “Artık demir almak günü gelmişse zamandan

     Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”

Rind-meşrep bir eda ile ölümü anlatır:

“Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç

Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç 

Cihâna bir daha gelmek hayâl edilse bile 

Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle”

   Bu mısralarda ölüm korkulu, tedirgin bir halden ziyade rahat, dingin bir ruh hali ile anlatılır. “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde” der. Şairin “O Taraf” isimli şiirinde söylediği:

“Gördüm ölüm diyarını rü’yâda bir gece

Sessizlik ortasında gezindim kederlice”

Ve bu şiirin sonunda bir soru: “Yoksa başka bir âlem midir ölüm?”

Ölüm uzayıp giden bir sessizliktir. “Düşünce” isimli şiirinde der ki:

“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi

 Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi”

   Ölüm bir muamma, bir soru. Şair cevap vermek ister. Necip Fazıl, şiirlerinde ölüm düşüncesini sıkça işlemiştir. Sonsuza ulaşmak için ölüm bir geçit. Ötelerden mana yüklü bir rüzgâr. Ruh köklerine derin bağlılık.


    “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber

    Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?”

Ölüm, şiirimizde yeniden “vuslat” fikri olarak telakki edilmeye başlanmıştır. Hakk’a teslim olmuş şairin mısraları:

    “Ben ölünce etsin dostlarım bayram

    Üst üste tam kırk gün, kırk gece düğün

    Açı doyurmaksa kabirde meram

    Yemeğimde Fatiha, günde beş öğün”

   “Her ölüm erken ölümdür” diyen Cemal Süreya, ölüm konusunu kaygılı, korkulu bir dille anlatır:

    “Ölüm geliyor aklıma birden ölüm 

      Bir ağacın gövdesine sarılıyorum” 

   İnsan bir yakınını kaybettiğinde yıkılır. Gün birden kararır. Tadı kalmaz yaşamanın. Cemal Süreya “Sizin hiç babanız öldü mü?” der. Bu yürek yakıcı sorunun devamında şu mısralar vardır:

      “Sizin hiç babanız öldü mü?

       Benim bir kere öldü kör oldum

       Yıkadılar, aldılar, götürdüler

       Babamdan ummazdım bunu kör oldum”

     Bir tanımlama, belirleme çabası olarak okunabilecek ölüm mısraları:

         “Ölüm mü, 

           Bir gölün dibinde durgun uykudasın.”

   Ziya Osman Saba ölüm hakkında der ki:

      “Gözlerimi o saat sessiz kapayacağım

      Beni bekleyedursun bir kenarda yatağım

      Bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir”

   Erdem Bayazıt’ın şiirlerinde ölüme dair mısralar sıkça yer alır. Hakikat içre bulduğu cevapları gür bir sesle duyurur. Hakk’a tam bir teslimiyet içinde şair.

     “Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm 

      Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

   Ölümsüzlüğü tatmak…Efendimiz(s) “Ölmeden evvel ölünüz” buyuruyor. Sonsuzu anlamaya ve anlatmaya çalışmak yahut ölmeden evvel ölüp de dirilmek. 

      “Mahlûkta devinen

       Gürül gürül bir ırmaktır ölüm”

        Ölüm hepimiz için. Başkasıyla ölen biziz. Er ya da geç kapımızı çalacak ölüm. İsmet Özel, “Üç Firenk Havası” şiirinin birinci kısmında ölüme dair şu mısraları söyler:

      “Bize ne başkasının ölümünden demeyiz

        çünkü başka insanların ölümü

        en gizli mesleğidir hepimizin

        başka ölümler çeker bizi

        ve bazan başkaları 

        ölümü çeker bizim için.”

     “Kitaplarda Ölmek” şirinde iki çizgi arasındaki hayatı anlatır Behçet Necatigil. Her şey o kısa çizgide: “Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci / Ne varsa orda”. Şiirden bir bölüm:

       “Adı, soyadı

        Açılır parantez

        Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti

        Kapanır parantez.

 

        O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı

        Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.”


   



Alâeddin Özdenören “Cebimde ölümüm” isimli şiirinde der ki:

    “Gülüm gülüm

     Bu kentin koynuna girdiğim günden beri

     Cebimde ölümüm

     Avuç avuç dağıtırım insanlara

     Bir türlü tükenmez ölümüm”

     Yaşayıp giderken gündelik telaşlarda. Bir alışkanlık üzere devam ederken hayat. Bir gün çıkar gelir. Yapılan hesaplar, planlar yarım kalır. Sonrası hüzün… Mustafa Özçelik “Ölüm” isimli şiirinde yaşanan hali etkili bir dille anlatmış:

       “Ölümü görünce

        Şaşkın bir soruya dönüşüyor hayat

        Bu serüven çılgını ayaklarım

        Bastığı toprakta tedirgin

        Sulara girerken ürkek biraz

 

        Bu limanı bırakıp giderken

        Bütün hayatların soğuk yüzünde

        Ayrılığın o sarı rengi

        Bir yokuşun önünde

        Yolunu kesmiş ejderhâ”

     Sezai Karakoç, şiirlerinde hayatı, insanı ve hakikati yorumlarken ölüm gerçeği ile yüzleşir. Ölüm yeniden başlamanın adıdır. Diriliş ırmaklarında hayat bulur mısralar. 

      “Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda

      Verilmemiş hesapların korkusuyla

      Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

      Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

      Sevgili

      En sevgili

      Ey sevgili 

      Uzatma dünya sürgünümü benim”

    Sezai Karakoç “balkon” imgesiyle modern zamanlardaki yaşantıya ve ölüme işaret eder. 

        “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

         Ölümün cesur körfezidir evlerde”

      Yaklaşan zamanı muhteşem bir mısra ile duyurur:

     “Gelecek zamanlarda ölüleri balkonlara gömecekler”

    Sezai Karakoç’un dilinde ölümden ötesi vardır. Ölümden evvel dirilişi hatırlatır. 

      “Ben ağıt yazmayı sevmem

      Ölmeden değil dirilişten yanayım

      Ölümden değil ölüm sonrasından yana

      Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yanayım”

   “Cümle şair dost bahçesi bülbülü” der Yunus Emre. Her şair kendi duygu-düşünce dünyasında ölümü anlatmış.

    Efendimiz(s) “Ağzınızın tadını bozan ölümü çok hatırlayınız” buyuruyor. Unutuşu sonlandıran ölüm. Şehrin kıyısındaki mezarlık yaşayanları daima uyarır. Serin serviler altında yatanları düşünelim. Yaratılan cümle varlığın fani oluşu gözümüzdeki, gönlümüzdeki perdeleri kaldırır. İnsan ve hayat arasındaki hassas denge iman kuvveti ile sağlanır. 

    Ve an gelir herkes bir suskunluğa bürünür. Ölüm konuşur.

Yazının Devamı

GÖNÜL SOHBET İSTER

  • Yılmak, yıkılmak yok efendiler! 

Yaş haddini bulmuş diye meydanı terk mi edeyim? Hem evde niye oturayım ki önümüz kış… Odun ister, kömür ister; yahu şu kör boğaz ekmek ister. Emekli maaşımız da yok ki kenara çekilelim. Çocuklar yuvadan uçup gittiler. Şimdi çok uzaktalar. Bu yaşıma kadar ayakkabı tamirciliği ile geçindim. Muhannete muhtaç olmadım. Devam öyleyse, yatağa düşene kadar çalışacağım. Hem burada dostlarımla da görüşüp sohbet ediyorum. Vakit geçiyor. Daha ne olsun efendim! 

 Bahar günleri... Işıklar içinde yer gök. Kahvehanenin müdavimleri günün belli saatlerinde burada buluşup sohbet ederler. Memleketin halleri, askerlik hatıraları, ahir zaman alametleri, değişen zaman üzerine bir muhabbet ki bal akar dillerinden.

—Şinasi!

—Buyur İhsan Efendi…

—Bize birer kahve yapıver.

—Tamam efendim. 

—Tahir ne var ne yok, işlerin nasıl? 

—Allah’a şükürler olsun İhsan Efendi, hamd olsun, kimseye muhtaç olmayacak kadar kazanıyorum. Yetiyor bize, geçinip gidiyoruz. 

—Allah şükrünü çoğaltsın efendim. Tevellüd kaç? 

—Seferberlik zamanı doğmuşum. Hesap et gayrı. Altmışın üzerindeyim. 

—Sıhhatin nasıl, halinden memnun musun? 

—Ayaktayım şükür. Şimdilik sıhhatim yerinde. Yalnız bizim hanım yine rahatsız. Geçenlerde hastahanede üç gün yattı. Ne yaparsın dünya hali… Hastalık gelince sıhhatin kıymetini biliyoruz. Sen nasılsın İhsan Efendi? 

—Eh işte... Bazen kalbim sıkışıyor. Ameliyattan sonra yeni yeni toparlandım. Gidecek başka yerim de yok. Sizi görmem yetiyor bana. Şinasi'nin yeri de olmasa eğer bunalıp kalacağım. 

—Hakikaten burası evimizden sonra ikinci adresimiz oldu. Bir sığınak gibi…

    Önce ayakkabının tozunu, çamurunu temizledi. Sonra lazım olan aletleri torbadan çıkarıp yaygının üzerine güzelce dizdi. Bir elinde çekiç, bir elinde ayakkabı…

Durmaksızın çalışıyor. Alnında boncuk boncuk terler... Ak sakalı yüzüne nasıl da yakışmış. Pek sevimli bir hali var. Hani babacan derler ya işte öyle babacan... 

—Abdullah Hoca dalmışsın yahu, hiç konuşmuyorsun. Hayrola! 

—İhsan Efendi, bizim oğlan cephede, onu düşünüyorum, tek evladım. Hanım da geçen sene vefat etti. Bilirsin, yalnızım. Ev bana zindan gibi oldu. Hayatta bir başına olmak pek meşakkatli…

—Haklısın efendim, Allah sabır versin. Oğlun sağ salim döner inşâallah. 

—Sağ olasın İhsan Efendi sağ olasın, sizlerin varlığı ile buradaki sohbetlerimiz ile kuvvet buluyorum. 

  Deniz sakin bugün. Sandallar kıyıya çekilmiş. Martılar uçuşuyor. Şirket-i Hayriye vapurları düzenli aralıklarla karşı yakaya gidip geliyor, gidip geliyor. Gün boyu süren tatlı bir telaş…

  Tahir, kunduranın ökçesini çakıyor. Çivileri küçük teneke kutudan alıp özenle çakıyor. Göz çevresi ve alnı kırış kırış…

  Şinasi, elinde tepsi ile çıkıp geldi. Sesi çın çın çınladı:

  —Kahveleriniz buyrun, afiyetle için…

    İhsan Efendinin yüzü gülüverdi. O ân elmacık kemikleri daha bir belli oldu. Bir elini Tahir’in omzuna attı. 

  —Az soluklan Tahir’im, yiğidim…

  —Bitireyim şu elimdeki işi, namaz vakti yakındır.

    İhsan Efendi yelek cebinden saatini çıkarıp baktı.

  —Evet, ikindi ezanı birazdan okunur.

    Saatin camını silip yelek cebine tekrar yerleştirdi.

  —Kahvelerinizi soğutmayın efendiler…

  Beyaz fincan elde ve göz ufukta şimdi. Bir vapur ağır ağır yaklaşıyor. 

  Abdullah Hoca kahvesini içip fincanı masaya bıraktı. 

  —Kahvelerinizi için de kalkalım, camiye ancak varırız.

    Tahir, kahvesini çoktan içmişti zaten. Kalan işi bitirmek için son bir hamle yaptı. Çakılan çivilere göz attı. Ayakkabının köselesini iyice yokladı. Çıkıntıları bıçağı ile incecik kesip düzeltti.

  —Şimdi tamam oldu. Haydi…

    İhsan Efendi, ayağa kalkıp içeriye yürüdü. Cebinden çıkardığı bozuk paraları Şinasi’ye uzattı. 

    Birlikte camiye doğru yürüyorlar. İkindi ezanı okunuyor.

Yazının Devamı

GEÇMİŞ ZAMAN GÜLLERİ

Bahçenin köşesinde görkemli bir alıç ağacı var. Çocuk o ağacın üst dallarına çıkıp kendisine bir yer yaptı. Uçağa benzesin istedi alıç. Niğde kalesini şimdi daha iyi görüyor. Kuşlar daha yakın. Uzakta kaldı çiçekler ve oyuncaklar.

  Kırbağlarının mor sümbülü meşhur. Çayır çimen içinde sarı papatyalara komşu mor sümbüller biterdi. Arılar konup konup nasiplenirdi. Çocuk mor sümbüllere, sarı papatyalara koşuyor. Arılardan korkuyor korkmasına ama yine de bildiğinden vazgeçmiyor. Birazdan arkadaşları gelir. Meşin çanta ve okul önlüğü bir kenarda duruyor. Oyundan ötesi yalan diyorlar. Akşama dek kan ter içinde koşuyorlar, zıplıyorlar.  Dinleri, imanları oyun bunların. 

 Çerçi Bekir’in uzaktan sesi duyuluyor. Demir, bakır ve atık yün karşılığında çekirdek, kırık leblebi, keçi boynuzu veren o gül yüzlü, nuranî adam. Çocuklar şimdi Çerçi Bekir’e doğru koşuyorlar. Tek teker küçük tahta arabaya ne çok şey sığdırmış. Rengarenk bir alem bu. Biriktirdikleri metaller karşılığında elde ettiklerine bakıp bakıp seviniyor çocuklar. Çalışmak, kazanmak neymiş anlamaya başladı keratalar. Çocuklar avuçlarındaki yemişleri ceplerine doldurup oyun alanına doğru seğirttiler. Çerçi Bekir güne iyi başladım diye sevindi. Uçuşan kuşlara göz ucuyla bakıp alın terini sildi ve şapkasını düzeltti. Çerçi Bekir’in dilinde bir türkü: “Yine yeşillendi Niğde bağları”

 Mahallenin bir Mustafa’sı var. Kendi âleminde hür Mustafa. Kimseye eyvallahı yok. Kimseye küs değil, kırgın değil, düşman değil. Kendi ile barışık; insanlar ile barışık. Ayak topu oynayan çocukları seyrediyor şimdi. İri vücudu oturduğu yerde arada bir sallanıyor. Kumral saçları ışığını kaybetmiş ve dağınık. Yüzünde toz ile karışık ter izi. Gülüyor Mustafa, gülüyor Mustafa, gülüyor. Kimse aldırmıyor ona. İşte buna dayanamaz Mustafa. Bir gök gürültüsü gibi ayak topu oynayan çocukların arasına ansızın dalıyor. Şimdi bir kaçışma, bir şamata... Hiç bitmeyecek gibi bu kargaşa ama Mustafa yoruluyor. Bir taşa oturup derin derin nefesleniyor. Çocuklar etrafında toplanıyorlar. Kuşlar o yöne kanat çırpıyor. Mustafa sürekli yere bakıyor. Aralarında bir sessizlik büyüyor. 

 Öğle ezanı okunuyor. İhtiyar baba çatal kapıyı usulca açıp mahalle camisine doğru yürüyor. 

 Kalın yün ceketi altında yılların ağırlığını taşıyor. Nice acılar, kederler yaşamış. Yine de yılmamış, yıkılmamış. Oğlu kızı daha küçük. Dertler, kaygılar gün gün çoğalır. Çocuklar gibi olmak” ne güzel der, onlara imrenir. Gelecek ne getirir ne götürür bilinmez. Elinde tespih, dilinde dua dua…  “Yakup” denildiğinde çoğalıyor hüzün.

 “Akbaş” namında bir genç var bu mahallede. Ayak topunda üzerine yok. Nasıl oynuyor zalım, rüzgâr gibi. Tutana aşk olsun. Sarı plastik bir topu var. Alındığından beri aylar geçti; oyna oyna patlamaz. Mahallenin has futbolcusu Akbaş. Takım kuran o, ilerde oynayan o, golleri atan o. Biz kaleciyiz birader. İyi kaleci aslında bulunmaz bir nimet. Düşünsene, kalende gol görmeyeceksin. Kurtardığım her şuttan sonra yağmur gibi yağardı ödüller. Hey gidi Akbaş, maç sonrasında koşardı eve. Ekmek arası sucuk getirirdi şişman kaleciye. Kadir kıymet bilmek böyle bir şey işte. Kıssadan hisse gol yemek istemiyorsan başarıyı gör ve ödüllendir.

 Bahçede koşup oynarken Sultan’ın kolu çıktı. Bir feryat, bir feryat… Yer gök yıkılıyor. Sınıkçıya götürüldü. Sınıkçı sarmış sarmalamış. Bir de dirsek kısmına bal sürün demiş. Bin meşakkatle bir kâse bal buldu anam. Pencere kenarında duran altın sarısı ışıltı gözümü alıyor. Yaklaştım usul usul bir kâse bala. Tadımlık değil, doyumluk oldu. “Bal gibi” dedikleri kadar var. Ertesi gün anam pek öfkeli idi. “Pencere yanında duran bal nerede?” diye seslendi. Sessizce ayrıldım evden. Şu öfke selinden kurtulmalıyım. Yürü yürü ayaklarıma kara su indi. Neylersin, şehirde akşama dek gezdim. Eve varsam bir türlü, varmasam bin türlü. Hele akşam olsun, akşam olsun; anam sakinleşir belki. 

 O yıllarda kalede bir çay bahçesi vardı. Havuz etrafında sıralanmış masalar. Salkım söğütler altında serinlik hüküm sürüyor. Çocuklar ve gençler ile dolu cıvıl cıvıl bir ortam. Şu sıcak günlerde bir özge diyar Niğde Kalesi. Serinlik bahşeden esinti burada hiç kesilmez. En uzun, en güzel teneffüsler için inşâ edilmiş sanki. Dersi kıran buraya geliyor. Sizi kaçaklar sizi! Hiç inkâr etmeyin yakası açık gömlek ve yönünü şaşırmış kravat konuşuyor. Neyse, ağzımızın tadı kaçmasın şimdi. Bakın şu gördüğünüz Alâeddin Camii. Taş işlemeli kapısı meşhurdur. Sabah saatlerinde o kapıda ışık-gölge sayesinde bir gelin başı görünür. Nasıl da mahirmiş usta! Alâeddin Camisine komşu bir camii daha var kalede. Selçuklu karşısında sesini yükseltmeyen Osmanlı eseri şirin bir camii bu. Düşünen, yapan iyi insanlara rahmet. Şu topraklar üzerinden kimler geldi, kimler geçti? Karşı dağlara, karlı yamaçlara bakıp tefekkür etmenin zamanıdır şimdi. İşte geldik gidiyoruz.

 Geniş merdivenlerden aşağıya doğru iniyoruz. Haydi, pazar yerine gidelim. Şu meşhur söze konu olan pazar yeri. Sözün bir yerinde Bor, bir yerinde Niğde var. Evet, hatırladınız şimdi. Bu sözün hikâyesini bir vakit, bir amca anlatmıştı. Şöyle ki: Bor’un bir köyünde yaşayan bir âdemoğlu pazar alışverişi için hazırlığını yapar ve seher vakti yola çıkar. Az gider uz gider bir ağaç gölgesi görür. Oturup dinlenmek ister. Lakin yorgunluktan olsa gerek uyuyakalır garibim. Etrafında ‘nereden gelip nereye gidiyorsun’ diyecek birisi de yok. Bir müddet sonra uyanır uyanmasına ama vakit de epey geçmiştir. Ah vah eder hemen yola koyulur. Bor pazarına gelir ama pazar yeri dağılmış. Yükünü toplayan gitmiş. Hemen orada gezinen kişiye sorar “Kardeş bugün Bor’un pazarı idi. Hani nerede, dağılmış millet, bu tenhalık niye?” Şaşkın ve çaresiz…  Ne yapacağını bilmez bir haldedir. O kişi hemen cevap verir: “Ağam, Bor’un pazarı bu vakte kalmaz. Sen çok geciktin ya hu. Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye”

 Perşembe pazarının üst tarafında uzayıp giden bir bedesten var. Yürüye yürüye yol mu aşınır. Devam öyleyse. Şu karşı uçta görünen büyük yapı Sungur Bey Camii. Niğde’nin tarihi kökleri burada saklı. Sungur Bey, Niğde’nin ilk valisi olarak biliniyor. Niğde’yi imar etmiş, inşâ etmiş ve çok dua almış bir mübarek zat. İçeri girince bir ferahlık hissediyoruz. Taşı işleye işleye nasıl da latif kılmış cedlerimiz. Bizi güzel eyleyen düşüncenin güzel eseri. Yangınlar yaşamış Sungur Bey Camii ve maalesef bir devirde yalnız bırakılmış. Sonra çatısı yeniden onarılmış ama o köklü gövdeyle uyuşmayan bir çatı bu. Sarı taşlar üzerinde elimi gezdirdim. Yılların yorgunluğundan olsa gerek duvardaki bazı taşlar adeta erimiş ve çözülmeye durmuş. Eyvah, o koca sarı taş işte pul pul dökülüyor. Aman dostlar bir çare! 

 Gümüşler, Bahçeli, Kemerhisar, Üskül, Sazlıca, Hacıbeyli, Dündarlı, Fertek ve şimdi ismini sayamayacağım diğer köy ve kasabalarımız yıllarca hep elma ile anılmıştır. Lisede talebe iken üç beş kuruş kazanalım diye elma bozmaya giderdik. Elma yüklü dallar kırılacak gibi sarkardı. Ağaçtaki o ağır yükü kovalara aktarıp aşağıya indirirdik. Dallar doğrulmaya başlardı. Ağaç adeta bir nefes alırdı. Ve sandıklar doldukça mutluydu iri elma yanaklı bahçe sahibi. 

 Ova köylerinde, kasabalarında patates ekimi aldı yürüdü. Bereketli dönemler yaşandı. Gün geldi kazandı çiftçi, gün geldi kazanamadı. Yaz tatilinde Misli Ovası benim için ayrı bir şenlik idi. Patates tarlasında, çamura bata çıka yağmurlama değiştirdiğimiz o günler… Sarı sıcağın altında uzayıp giden bir tarlada çapa yapardık, ayrık otu yolardık. Yorgunluktan sonra yenen acı menemeni ve üzerine içilen tavşankanı çayı hiç unutmadım. 

 Şimdi balıkçı esnafının olduğu yerde seksenli yıllarda bir kitapçı vardı. Orta boyda, ak sakallı, gözlüklü bir amca işletirdi o dükkânı. Pazara her gelişimizde annemin elinden tutup zorla o dükkâna getirirdim. Kitap alınacak, al; kitap alınacak, al. Paramız yok dese de dinlemezdim. Ne yapsın işte söz dinlemez bir evlat, çarşı ortasında sızlanıp duruyor. Dayanamazdı o çekişmeye ve kabul ederdi. Ne hoş kokardı o kitapçı dükkânı. İlk kitaplarımın bir kısmını oradan almıştım. Şimdi o güzel dükkânın yerinde yeller esiyor. Canım kitapçı dükkânları hayatımızdan, şehrimizden çekildi. Şimdilerde oyuncak satıyorlar, kırtasiye ürünü satıyorlar ama kitaplar yok. Şehri güzelleştiren ve anlamlı kılan kitapçı dükkânlarını şimdilerde daha çok arar olduk. Biri duysa sesimizi de kitaba yatırım yapsa ne iyi olur. 

 Çarşı dediğin keşifler yurdu. Hele çocuklar, gençler için bulunmaz bir şenlik. Çarşıya yaptığımız her seferden yeni keşifler ile döndük. Paranın nasıl kazanıldığını boyacı sandıkları, simit tablaları sayesinde öğrendik. Paranın nasıl kaybedildiğini ise senede bir kurulan lunaparkta şans oyunları, atari oyunları ile öğrendik. Acı ama öğretici bir deneydi.  ‘Hayat’ denilen soyut kelimeyi böylelikle tanımış olduk. Yol genişletme çalışmaları kapsamında eski dükkânlar yıkıldı. Bir cadde oluştu. Yeni zamanlar için bir hazırlıktı bu. Bizler bu arada büyüdük çoluk çocuğa karıştık. Rüzgâr artık sert esiyor, kırıyor dallarımızı. Yeni Çarşı, ah hatıralarımızın üzerine inşâ edildi. 

 Hüdavend Hatun türbesi güzel, şirin bir parkın içinde yükseliyor. O müstesna usta, taşı nasıl da inceden işlemiş. Sabır, dua, gayret ile ölümü munis kılmış. Korkutmuyor mezar, sadece solmaz gerçeği hatırlatıyor. Yitirilmiş bir değer için adanmış bu emek. Hatırlansın diye yapılmış. İnci gibi yeniden görünür olmuş. Vefanın ve derin sevginin bir yansıması Hüdavend Hatun türbesi. Etrafında türlü çiçekler, çimenler ve çocuklar… 

 Akşam oluyor. Eve dönme zamanıdır. Bu toprak, bu gök, bu bahçe, bu dağ hâsılı bu şehir yüreğimde yankılanıyor. Bende karşılığı olan şehri yazmaya çalıştım. Bize dair anılar, yaşantılar, resimler… Şu zaman dediğimiz kıyıcı akıştan kurtarabildiklerim. Sözün özü “bakî kalan gök kubbede hoş bir seda imiş.”

Yazının Devamı

EDEBİYATA, DÜŞÜNCEYE, KÜLTÜRE ADANMIŞ BİR ÖMÜR: ŞAİR-YAZAR İSMAİL ÖZMEL

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠metin, kişi, şahıs, kitap, giyim içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

  Türk edebiyatının değerli isimlerinden, Akpınar edebiyat-kültür-sanat dergisinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni, şair-yazar İsmail Özmel, 23 Temmuz 2025 tarihinde vefat etti.

    Edebiyat, kültür ve düşünce alanında kaleme aldığı şiir, deneme, biyografi ve incelemeleriyle tanınan Özmel, özellikle Niğde merkezli çalışmalarıyla edebiyat çevrelerinde tanınan bir isimdi.

    1933 yılında Niğde’de dünyaya gelen İsmail Özmel, ilk ve ortaöğrenimini Niğde’de, lise öğreniminin bir bölümünü ise İstanbul’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir süre öğretmenlik yapan Özmel, daha sonra serbest avukat olarak görev yaptı.

  Yazı hayatına 1950’li yıllarda başlayan Özmel’in ilk şiirleri Türk Sanatı dergisi ve Uluova gazetesinde yayımlandı. Şiirleri ve yazıları zamanla pek çok dergi ve gazetede yer aldı. Kültür, sanat ve edebiyat alanındaki yoğun çalışmalarını 2006 yılında kurduğu Akpınar edebiyat, kültür, sanat dergisi ile kurumsallaştırdı. Dergi, 2025 yılı itibariyle 110. sayıya ulaştı.

     Hayatı boyunca edebiyata ve kültür-sanat hayatına katkıda bulunmayı sürdüren Özmel, farklı türlerde çok sayıda eser kaleme aldı. Özellikle “Bir Daha Yaşamak”, “Sihirli Zaman”, “Kültür ve Tarih Sohbetleri”, “Türkçenin Rüzgârında” ve “Bütün Şiirleri” gibi kitaplarıyla dikkat çeken İsmail Özmel, “Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar” isimli biyografi çalışmalarıyla da son devir edebiyat tarihçiliğine kıymetli katkılar sundu.

    İsmail Özmel’in denemelerinde Türk dili, tarih, kültür ve medeniyet ana temalar olarak öne çıktı. Yazılarında Türkçenin korunması, şehir kültürü, millî kimlik ve toplumsal meseleler gibi konuları işleyen yazar, edebiyatı yalnızca estetik bir uğraş değil; aynı zamanda bir fikir ve sorumluluk alanı olarak değerlendirdi.

  Yazarlık kimliğinin yanı sıra birçok televizyon programına katılan, panellerde konuşmalar yapan Özmel’in hayatı ve edebî kişiliği üzerine çeşitli üniversitelerde lisans tezleri hazırlandı. 2010 yılında Karacaoğlan Özel Ödülü'ne, 2012’de İLESAM Şeref Ödülü’ne, 2013’te ise Berceste Türk Edebiyatına Katkı Ödülü’ne layık görüldü.

    Niğde Üniversitesi tarafından 2012 yılında düzenlenen “Yazı Hayatının 50. Yılında İsmail Özmel” başlıklı panelde hayatı, edebî şahsiyeti ve eserleri odağında tebliğ metinleri sunuldu. 

       2025 yılında yayımlanan “Bilgenin Söylediği” isimli kitapta (Hazırlayan: Murat Soyak, Bilgekut Yayınları, Ankara) İsmail Özmel’in hayatı, eserleri, sanat anlayışı ve edebî şahsiyeti hakkında kendisiyle yapılan söyleşiler kitaplaştı. 

    Son dönemde Niğde'de edebiyat, kültür, sanat çalışmalarına özellikle Akpınar dergisi vesilesiyle çok önemli katkılar sundu. Okuma-yazma çabası hep devam etti. Bir ömür sabır ve gayret ile düşünce, sanat, edebiyat alanında çalışmalar yapıp kıymetli eserler kaleme aldı.

    Akpınar edebiyat dergisi için çok emek verdi. Issızlığın ortasında yazma eylemini inançla sürdürdü. Bütün zorluklara karşı daima umutlu ve iyimserdi. 2006 senesinde yayın hayatına başlayan Akpınar dergisi hiç aksamadan 110 sayı devam etti. 

      Son olarak “Çıkış Yolu”, “Acıların Büyüttüğü İnsan”, “Kaybolan Zamanın Ruhu”, “Ölümsüz Ruh İçimizde” ve “Yeni Türk Ruhu” başlıklı kitaplarını yayımlayan İsmail Özmel, vefatından önce Akpınar dergisinin 111. sayısı için hazırlıklarını sürdürüyor ve yeni kitap çalışmalarını tamamlamaya çalışıyordu.

    İsmail Özmel’in vefatı, başta Niğde olmak üzere edebiyat ve kültür camiasında büyük üzüntüyle karşılandı. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans