Çıngırak oyunu nasıl oynanır, bilir misiniz?
Üskül köyünde üç çocuklu yoksul bir aile vardı. Bu yoksul ailenin üç çocuğundan biri olan Hüseyin on dört yaşında bir kaza sonucu ölmüş. Ailesini yasa boğmuştu. Aradan yıllar geçti ailenin bir erkek çocuğu daha dünyaya geldi. Çocuğun adını Mustafa koydular. Mustafa ailesine tüm acılarını unutturdu.
Yıllar geçti. Mustafa büyüdü on bir yaşına girdi. Hareketli, yerinde duramayan afacan bir çocuk oldu. İlkokul bitirdi. Boyu uzadı, serpildi ve gelişti. Yiğit bir delikanlı oldu. Bir yaz günü az sayıda koyunları ile köylerindeki Hançer Yaylasına göçtüler. Hançer Yaylası, Bor’u, Kemerhisar’ı, Aladağlar’ı, Demirkazık Tepesini, Melendiz Dağlarını ve Emen Ovasını gören bir yayladır. Bu yaylanın suları tatlı, havası serindir. Binbir çeşit çiçekleri, yumak yumak çayırları ile çobanları kendine cezbeder. Bu yaylada otlayan koyunların etleri lezzetli, yoğurdu tatlı olur. Burada canlı ve cansız varlıklar arasında güzel bir uyum vardır.
Mustafa bu güzel yaylada arkadaşlarıyla birlikte dağlarda koyun ve kuzuları otlatır. Sağım zamanı annesini bulamayan kuzuları bulur; onları emiştirirdi. Sağımdan sonra da koyunları kuzularından ayırır; sağılan sütleri evlerine götürürdü.
Boş zamanlarında ise arkadaşlarıyla çeşitli oyunlar oynardı. Bu oyunlardan en eğlencelisi de çıngırak oyunu idi. Çıngırak oyunu obadakilerin en büyük eğlencesi idi. Bu oyun sayesinde kaç sevgili buluşmuş; kaç gönül birleşmiştir bilinmez. Çıngırak, biri uzun diğeri kısa iki sağlam ağaçtan oluşan bir çeşit tahterevallidir. Çıngırağı oluşturan kısa ağacın bir ucu inceltilir. Diğer ucu düz bir yere derince bir çukur açılarak gömülür. Uzun ağacın kalın tarafına direğin ucunun gireceği büyüklükte bir delik açılarak içerisine bir miktar kömür tozu karıştırılmış tereyağı sürülerek direğin üzerine geçirilir. Çıngırak oynamaya hazır hale getirilir. Çıngırağın uzunca tarafına bir kişi, kısa tarafına da birkaç kişi binerek oyun oynanmaya başlanır. Oyuncular uzun ağacı dikili direğin etrafında döndürebildikleri gibi aşağı yukarı da kaldırabilirler. Ağaçtan düşen oyunu kaybetmiş sayılır.
Çıngırağın uzun tarafına binen kişi kısa tarafında olanlara göre yerden daha yüksektedir. Bu nedenle her an düşebilir. Uzun tarafa binen bir yerde oyunu kaybetmiş sayılır ama oyun bu, iki tarafa da binilmesi gerekir. Uzun tarafa binen ve düşmekten korkan gençler oyun esnasında “Beni indirin. Ne isterseniz yapacağım!” diye bağırmaya başlar. Bu durumdan yararlanan arkadaşları da ona çeşitli sorular sorarak cevabını almaya çalışırlar. Soruları cevaplamayan çıngıraktan indirilmez. Gençler birbirlerine en çok “Sevdiğin kızın adı ne? Sevdiğini kavuşamazsan neylersin?” gibi sorular sorarak o kişinin kimi sevdiğini öğrenmiş olurlar.
Bir gün Mustafa arkadaşıyla çıngırağın bulunduğu tepeye gider. Mustafa çıngırağın uzun tarafına, arkadaşları da kısa tarafa biner. Arkadaşları Mustafa’yı bir kuş gibi indirip çıkarırlar. Mustafa ve arkadaşları bir süre gülerler, eğlenirler. Oyunun sonuna doğru arkadaşları Mustafa’yı yerden hayli yükseğe kaldırırlar ve Mustafa’ya sorarlar:
—Sevdiğin kızı adı nedir?
Mustafa korku dolu bir sesle bağırmaya başlar:
—Beni indirin, beni indirin!
Arkadaşları:
— Sevdiğin kızın adını söylemezsen indirmeyiz.
Mustafa utanır; bir türlü sevdiği kızın adını söylemez. Mustafa çıngıraktan inmek ister ama arkadaşları sorunun cevabını almakta kararlıdırlar. Bunun üzerine Mustafa hiç düşünmeden atar kendini yere. Mustafa düştüğü yerden kalkamaz. Çırpındıkça çırpınır; titrer ve yaralı bir kuş gibi oracıkta son nefesini verir.
Oyunu seyreden çocuklar koşarak acı haberi obaya iletirler. Oba Mustafa’nın ölüm haberiyle derin bir sessizliği bürünür. Mustafa’nın öldüğünü duyan anne ve babası ile obada bulunan kadınlar, erkekler koşarak çıngırağın bulunduğu tepeye varırlar. Mustafa’nın yerde cansız yattığını görürler. Mustafa’nın anne ve babası:
—Allah’ım başımıza bu da mı gelecekti? Canım evladım, bahtsız kuzum!..
Ellerini göğüslerine vuruyorlar ağıtlar yakıyorlardı. Orada bulunanlar da yaşanan bu acıyı olayı gözyaşları dökerek sessizce seyrediyorlardı. Koyun çobanı olayı seyreden gençlerden birini muhtara bildirmesi için köye gönderdi.
Acıların ilacı gibi gözyaşı… Gözyaşı bitince acı da biter mi? Bir süre sonra savcı, karakol komutanı ve üç asker yaylaya geldiler. Çocukların ifadelerini aldılar. Bu ifadeler neticesinde savcı çıngırağın hemen sökülmesini ve bir daha da obalara çıngırak kurulmamasını istedi. Bu emir üzerine köy muhtarı obalardaki çıngırakları söktürdü. Bu çıngırak oyunu o acı günden sonra yavaş yavaş unutuldu.
Evvel zaman içinde çıngırak oyunumuz vardı. Şimdi ne çıngırak kaldı ne de o güzel insanlar!
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Yunus bir uçurumda yatar. Onun yattığı yere yüksek tepelerden inilir. Gece yarısı yaylı araba, korkulu yollardan sarsıla sarsıla düşerken, uzakta, ta derinlerden bir ışık gösterdiler: “İstasyon” dediler, “Yunus’un türbesi onun yanındadır.”
Çocuk gözlerimle ona baktım ve ürperdim. Kulaklarımda bir efsanenin uğultusu vardı. Dağlar, taşlar, ağaçlar, manasını bilmediğim bir ilahi söylüyorlardı.
Köy yerleştikten sonra, uçurum, Yunus, istasyon ve ben, birbirimize kaynaştık. Zamanla orkestramıza daha başka seslerde karıştı. Yakıcı yaz güneşinde sıtmadan toprağa uzanmış köylüler gördüm: Toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi ela gözleri daima bir velîyi hatırlatan köylüler. Çatlak dudakları ile güldükleri zaman, taşlar canlanıyormuş hissiyle insanı korkutan köylüler ve akşam güneşi bataklıkta yanarken milyonlarca zehirli sineğini göklere salıveren Porsuk.
Gece, ellerimizde ayran bakraçları, trene çıkardık. Issız bozkır karanlığında, seyyar, ışıklı saraylar gibi, birden karşımızda duruveren vagonlar bizi büyülerdi. Pencereden, uyku içinde donmuş veya bir rüyadan bakar gibi çehreler uzanır, ölü gözler ile soğuk boşluğu yoklar, tekrar kayıtsız içeri çekilirlerdi. Bir şey göremezlerdi. Orada, uçurumun içinde, Yunus’u ve bizim bulunduğumuzu fark etmezlerdi. Nereden fark edeceklerdi? Etseler ne yapacaklardı sanki?
Bu aydınlık, masal kâşaneleri uzaklarda eriyince, bizi yine mağaramıza dönerdik: Kerpiç damlarımıza, uykularımıza, hastalığımıza ve sefaletimize. Yıllar var, bu uçurumdan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Arabalar, evler, istasyonlar, şehirler, mektepler, kitaplar ve insanlar beni uzun bir vadiden geçirdiler. Bu vadide asırlarca yürümüş gibiyim. Bir daha dönmedim.
Bir daha oraya dönmedim. Fakat uçurum benimle her yeri dolaştı. Ne zaman içime baksam, karşıma onun karanlık boşluğu, titreyen istasyon ışığı, Yunus, köylüler ve Porsuk çıkar. Milyonlarca sivrisineğin yüzüme hücum ettiğini hissederim.
Yaylı, tıpkı ilk gecede olduğu gibi, yüksek tepeden iner; kulaklarımda anne sesiyle söylenen bir efsane uğuldar; dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, o zaman mânasını bilmediğim, fakat şimdi çok iyi anladığım ilâhîler söylerler:
“ Ben Yunus-u bîçareyim,
Dost elinden âvâreyim.
Baştan ayağa yareyim.
Gel gör beni aşk neyledi.”
Bu uçurum şarkısı beni her zaman ürpertti. Ben onu Yunus’un kendi ağzından dinledim. Ben “bîçare, baştan ayağa yare, dost elinden âvâre” Yunus’u gördüm. Ben bu uçurum türküsünü toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi elâ gözleri Yunus’unkinin tıpkısı olan insanlardan duydum.
Bunaltıcı bozkır öğlesi Porsuk sularını kaynattığı zaman, onlar, toprağa uzanırlar, sıtmalı, çatlak ve yorgun sesleri ile bu türküyü mırıldanırlardı. Harap türbesinde yatan Yunus da onlara karışırdı.
Yıllar geçti. Türlü şarkılar dinledim. Mesut evlerin pencerelerinden sızan şarkılar, meyhane şarkıları, ıssız sokaklarda söylenen külhanbeyi şarkıları, güzel kadınların, çirkin kadınların, çocukların, yaşlıların, artistlerin ve vatmanların şarkılarını dinledim. Ağlayan, gülen, söven ve okşayan şarkılar. Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus’un, Yunusların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus çoğalmış, köyler Yunus’la dolmuş hissiyle uyandım.
Uyandım, fakat etrafımda şehir vardı; şehirli vardı. Asfalt yolları pırıl pırıl, apartmanları göklere tırmanan, meydanları, otomobil, kamyon, otobüs, tramvay, dilenci, fahişe, bey, işsiz, hamal ve talebe ile tıklım tıklım dolu şehir. Her biri kendi içine kapanmış körler gibi dolaşan,
İnsanlar. Kendimi onlar arasında buldum.
Yıllar var, büyük, sonsuz karışık bir labirentin içinde, çıkacak bir yer bulmak için uğraşıyorum. Zaman zaman içimdeki uçurum beni çağırır ve “Çıkış yeri benim, der. Haydi, atlayıver, korkma !” Ve kalbim kendi kendine şöyle söylenir: Bir yaylıya binsem, kırbacı elime alsam, atlara “deh” desem, yollardan geri dönsem, o mukaddes uçuruma insem…
* Nesillerin Ruhu, Mehmet Kaplan
Dergâh Yayınları, 10. Baskı, 2010
Sayfa 223-225
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip geçer
Her affın içinde bir intikam gelir gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
AHMET MUHİP DRANAS
KAR
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Okşanmadan saçım, başım
Beyazlığı gören gelsin usulca
Dökülür kar gibi beyazlıklar
Sessiz sedâsız kalbimin üstüne
Dünya yolcusunda bir nur olur
Kefenlenir artık tenim notasız
Selam eder âhirete uzanan bir ele
Kimsesiz bakışlarım
Başlar toprakla nişan
Düğüne davet var izinsiz
Başkası için değil kendisi olduğundan
Gülistanda açıverir bembeyaz güller
Itrını neşreder
Bedenimin en tepesinde salkım saçak
Ne de rânâdır olgunluğa dokunan kanatlar
Gökyüzünde amansız
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
İdeolojik bir metafor kanıma işlemiş
Kafamı hangi taşa vursam kırmızı akıyor
Nerde olursa olayım gözyaşlarım hep aynı
Kapalı kapılar ardında çevrilen dolaplarda
Acının rengi hep aynı, zaliminde…
Yer ve mekân farklı da olsa çocuklar
Hap yetim, hep yarım
Sonra her taraf zifiri karanlık
Kafamı hangi taşa vursam kırmızı akıyor
Zaman katmanına saklanmış renkler
Gök gürültüsü, şimşek boran
Gün aydınlığa yeni gonca açan gül
Mahzun bülbül isyanda, konduğu dal kırmızı
Ötüşleri kan kırmızı, nağmeleri acının rengi
Yıkık bir duvar dibinde anne
Acıların en kesifini iliklerine kadar
Damarlarına kadar intikam ve isyan
Gözlerinde kan goncasına ağlamakta
Göz yaşları solmakta gece karanlığında
Batmayan gemi anılarımı da yükler
Zaman katmanına saklanmış renkler
Prangalar eskitir düşlerime saklanan güneş
İdeolojik bir metafor kanıma işlemiş
Kafamı hangi taşa vursam kırmızı akıyor
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Bahar bütün güzelliği ile geldi. Yeryüzü allı pullu giyinmiş gibi. Bahçe duvarını aşınca mor sümbüller, papatyalar ve toprağı güzelce örten yemyeşil çimen…
İkindiye yakın bulut kümesi oluşuyor. Ve bir süre sonra yağmur inceden yağmaya başlıyor. Sahada top oynayan çocuklar ıslansalar da oyuna devam ediyorlar. Yağmur sonrası mis gibi toprak kokuyor. Sanki yeryüzü kirlerinden arınıyor.
Çocuklar yağmur altında top peşinde koşuyorlar. Yine mahalle maçı… Nar Mahallesi ve İlhanlı Mahallesi arasındaki çekişme sanki hiç bitmeyecek gibi. İki mahallenin çocukları maç esnasında bazen kavga ediyorlar. Büyükler araya girmese sözlü sataşmalar uzayıp gidecek. İyi ki arayı bulup da barıştırıyorlar.
İşte yine yükselen sesler göğü dolduruyor.
—Haydi, çabuk ol Yusuf!..
Kaleci Yusuf elindeki topu bir kez çevirdikten sonra bütün gücüyle vuruyor. Top yükselip orta sahaya düşüyor. Plastik sarı topun peşinde çocuklar çılgınlar gibi koşuyorlar.
—Buradayım Refik, ver pasını koçum ver.
Refik sesin geldiği yöne topu gönderiyor ama rakip oyuncu hemen koşup müdahale ediyor.
Çetin bir mücadele devam ediyor. İki tarafın oyuncuları da azimli, kararlı.
Kazanmak istiyorlar.
—Çelme atma, bak bunu bir daha yapmıştın!
—Oyununu oyna koçum, bırak konuşmayı!
—Çelme atıyorsun. Doğru oyna bak…
Bir anda oyun durdu. İtişmeler başladı. Birbirlerine vurmadıkları kaldı. Sarı plastik top oyun sahasının dışında çamura batmış bir hâlde duruyor. Maç süresince bu çekişmeler, sürtüşmeler sıkça yaşanıyor. Gürültüyü duyan Murtaza emmi top sahasına doğru hızla yürümeye başladı. “Ne oyunları bitiyor bu çocukların ne kavgaları… Bir değil, iki değil yahu!” diye söylenerek yanlarına vardı. Hemen kavgaya duran çocukları ayırdı.
—Ne oluyor yine, nedir bu kavga, gürültü!
—Murtaza emmi, Sinan bana çelme atıp düşürdü.
Sinan’a dönüp yükse sesle sordu:
—Doğru mu söylüyor?
—Yok emmi, yalan… Topa vurmaya çalışınca çarpıştık ve yere düştü. Beni haksız yere suçluyor!
—Oğlum şu çekişmeyi, sürtüşmeyi bırakın artık. Güzel güzel oynamak varken… Şimdi barışın bakalım. Burada kavga istemiyorum. Birbirinize karşı anlayışlı olun çocuklar; sonuçta bir oyun bu. Kazansanız da kaybetseniz de neticede bir oyun. Sizin arkadaşlığınız, kardeşliğiniz daha önemli. Yoksa oynamak için bir daha bir araya gelemezsiniz. Kalp kırmaya, kavga etmeye ne gerek! Haydi bakalım, sizi pencereden izlemeye devam edeceğim.
Murtaza emmi iki tarafı da sakinleştirdi. Birbirleriyle atışan çocukları barıştırıp oyunu tekrar başlattı. Sinan, çamura batmış sarı topu koşup getirdi. İki takımın oyuncuları saha içinde yerlerini aldılar. Yeniden başladı oyun.
Yağmur dindi. İşte son devre. Islanmışlar ama aldırmıyorlar. Kan ter içindeler ama umurlarında değil. Maç bitti. Çocuklar top sahasından yorgun, bitkin bir hâlde ayrılıyorlar. Şimdi eve gitmenin zamanı.
Yarın pazartesi… Yapılacak ödevleri hatırladı birden. “Matematik ödevini bitirmem lazım” diyerek hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladı.
77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777
Murat Soyak
BİZE DAİR BİR ÇÖZÜMLEME: “KARPUZ KESTİM YİYEN YOK”
Bir hazinemiz var. Bizi anlatan, bizi duyuran hazinemiz… Bütünüyle söz varlığımız okunmayı, işlenmeyi bekliyor. Kilimdeki her nakış duyguların izleri, simgeleri idi. Bu topraklarda acı, sevinç, hasret nakış nakış sabır ile dokundu. Eskimeyen, solmayan yeniye ulaşmak için köklere ulaşmak için bir imkân arayışı.
“Karpuz Kestim Yiyen Yok” kitabının müellifi şair Şaban Abak, kitapta yer alan yazıların gayesi hakkında şu bilgileri veriyor: “Bu yazılar esasen, Müslüman gibi düşünme, insanı, dünyayı ve hayatı Müslüman gibi tasavvur ediş ve tanımlayış biçiminin ne idüğüne dair, kültürel unsurlara nasıl yansıyıp onları hangi yönde biçimlendirdiğine dair bir denemeler toplamıdır. Türküler üzerinden yazılmış, türküleri vücuda getiren halkı tanıyıp anlamaya ve onun duyuş ve düşünüşüne tesir eden unsurları şairce bir yöntemle; sezgisel bulguculuk yöntemiyle işaret etmeye çalışan denemeler… Türkü sözlerinin bir şiir olarak şekillenmesine etki eden kültürel unsurların görülebilmesi ve türkü gerçeğinin anlaşılabilmesi için, hem sözlerin hem de inanç, duyuş, düşünüş, tasavvur ve muhayyile gibi söz konusu kültür unsurlarının tahlil edilmesi gerektiğini söylüyoruz.”
Kitapta yer alan yazılar 1995 yılından başlayarak Yalnız Ardıç, Yedi İklim, Kaşgar, Kılavuz ve Genç Türkiye gibi çeşitli kültür, sanat, edebiyat dergilerinde yayımlanmış.
Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde yer alan on yazı “Uçmak’a Açılan Kanatlı Kapı” başlığı altında; ikinci bölümde yer alan on dört yazı “Türküler Yoldaşım” başlığı altında tertip edilmiş.
“Ayın Kollarında İncecik Yıldız” isimli yazıda kültürümüzde ‘kapı’ simgesi üzerinde durulmuş. Görkemli taç kapılar, kanatlı kapılar, kapı tokmakları, ilim kapısı, iki kapılı han, kapı çalmanın adabı, kapı eşiği… Kapının kültürümüzdeki anlam zenginliği ve çağrışımları üzerine düşünceler, tespitler yer alıyor bu yazıda.
“Allah Devlete Zeval Vermesin” sözünü çevremizde sıkça duyarız. Yazar bu sözü yazısına başlık olarak seçmiş. Yazıda ‘zeval’ kelimesi öncelikle açıklanmış. Ayrıca güneş simgesinin kullanımı hakkında tarihimizden örnekler verilmiş. Günümüze de ışık tutan bir yazı bu.
“Ekmek Medeniyettir” yazısında buğday, değirmen ve ekmek arasındaki bağ vurgulanmış. Ekmeğe güzelleme diye de okunabilir. Dünya hayatına dair çözümlemeler ‘değirmen’ imgesi ile anlatılmış: “Değirmen kültürümüzde bir remz; çoğunlukla da dünyaya ve dünyanın hallerine işaret edici bir remiz olarak kullanılagelmiştir. Dünyanın bir gurbet oluşunun ve sılaya dönme hazırlığını hatırlatışın remzidir.” Ekin kavramının dilimiz ve kültürümüzdeki karşılığı örneklerle verilmiş.
“Batrak’tan Bayrağa, Allah’tan Hilal’e” yazısında bayrak kelimesinin kökeni, tarihimizdeki, kültürümüzdeki yeri ve karşılığı üzerine bilgi verilmiş.
Medeniyetimizin önemli göstergelerinden olan çeşmeler üzerine yazılmış bir yazı: “Çeşmeler, Eski Kızlar, Eski Aşklar”.
Ak-kara kelimelerinin dilimizdeki anlam çeşitliliği bir bütünlük içinde sunulmuş: “Kar Beyaz da Olsa, Kış Karadır”.
Bir oruç yazısı da yer alıyor kitapta. Ramazan ayının güzelliğini, yüceliğini duyuran bir yazı: “Ramazan Harcı Görmek”. Kız kulesine oruç penceresinden bir bakış… Yazının giriş cümlesi: “Bugün hayatımızda eksikliğini hissettiğimiz şeylerin başında dinî neş’e duygusu geliyor.”
Ramazan ayından kaynağını alan bir yazı: “Ramazan’ın Habercisi Olarak Hilal”. Bu yazıda özellikle hilal kavramı hakkında bilgi veriliyor.
“Gülün Türküleri” yazısı, gül türkülerini içermektedir. “Gül” mazmunu şiirimizde, türkülerimizde sıkça işlenmiştir. Güllü türkülerden bir demet sunulmuş bu yazıda. Güle hasret ile kurulmuş cümleler.
Ve güldeki güzelliğe dair bir yazı: “Gül Alıp Satmanın Zamanı Değil”.
Elif’in serencamı “Elif Dedim, Be Dedim” yazısında anlatılıyor. Türkülerde okuma-yazma kültürü ve aşk acısının yazılamazlığı üzerine.
Yaşanan sıkıntılara, büyük acılara dair türkülerimiz de vardır. “Kan Damlar Kar Üstüne” yazısında yaşanan acılar ve hüzün işlenir. “Ne mutlu bizlere ki sevinç ve mutluluğumuz, neşemiz ve oyunumuz bile acılarımızdan beslenmekte, onların sabır ve tevekkülle damıtılmasından doğmaktadır. Sır buradadır; bir toplum için mutlu olmak, yaşanan büyük acıları unutmamakla mümkündür. ‘Acıyı bal eylemek’ tam da bu olsa gerek.”
Kitaba da isim olan yazı: “Karpuz Kestim Yiyen Yok.” Türküden bir bölüm: “Karpuz kestim, yiyen yok/Halin nedir diyen yok/(Aman) Ayrılık gömleğini/Senden başka giyen yok”. Karpuz kesen kişi, paylaşmaya, dostluğa çağırıyor. Lakin çevresinde derdini paylaşacak, haldaş olacak kimse yok. Yazar bu durumu şöyle açıklıyor: “Bir kesen olduğu halde, onu yiyecek kimsenin bulunmadığı söyleniyor. Çünkü karpuz, tek kişilik bir meyve değil!” Bencilliği, yalnızlığı aşmak ancak ‘paylaşmak’ ile mümkündür. Dost kazanmak isteyenlere de bir işaret var bu türküde. Yazıda altını çizdiğim satırlar var. Şöyle ki: “Türkü diyorsam, bu, biraz da dilimin buna yatkın oluşundandır. Üstü ölüm külüyle örtülmüş ve kültürümüzün çok tali unsurlarından bile bir diriliş özü, hatta capcanlı hücreler bulunduğunu söylemek isteyişimden.”
Seher vakti ile gelen iyilikler, güzellikler bir Kırşehir sürmelisi eşliğinde anlatılıyor. Adı: “Seherde Açılan Kapı”.
Bir türkünün arka planı, çözümlemesi yapılmış “Nal Delen Gül Dikeni” yazısında.
Türkü sözlerinde ölüme dair konular sıkça işlenir. “Beşikte Bala Sarhoş” yazısında fani oluşumuz hatırlatılır. Ölüm daima gündemdedir: “Tabut denen ağaç ata/ Binmemeye çaren mi var?”
Türküler sınır taşlarını, tel örgüleri aşar. Uzaklar, türkü ile yakındır. “Nasıl Methedeyim Sevdiğim Seni”, “Bağdat Ellerinden Gelen Turnalar” ve “Bakır Çalığı” isimli yazılarda sınırlar ötesine, “imparatorluk coğrafyasına” içli türküler ile bir yolculuk vardır. Bağdat, Basra, Yemen… Gidip de dönmeyenlere yakılmış türküler, tarihte yaşadığımız yıkımlara, acılara, yenilgilere tanıklık eder. “Düşmanlar, büyük ülkemizi suni sınırlarla parçalara ayırmış olabilirler, ama türkülerimizi yenemezler; onların coğrafyası hep ‘cihan devleti’ genişliğinde kalacaktır!”
Yozgat sürmelisi diye bilinen bir türküden kaynağını alan yazı: “Sürme Karanlığı”. Yazı türküden alınan mısralar ile başlıyor: “Dersini almış da ediyor ezber / Sürmeli gözleri sürmeyi neyler.”
Ve bayramlarımızı konu alan türküler… Bayram günlerinin aydınlığı, sevinci vardır türkülerde: “Buna bayram günü derler/ Dostla düşman bir olur”. Bir de bayram günlerinde sevdiklerinden uzakta olmanın ıstırabını, hüznünü duyuran türküler vardır: “Bayram gelmiş, neyime/ Kan damlar yüreğime, aman aman garibem!”. Türküler eşliğinde bir bayram yazısı: “Bayram O Bayram Ola !”
Bize dair bilgiye, somut verilere ulaşmanın yolu kültür, sanat ürünlerimiz üzerinde yoğunlaşmaktan geçer. Yıllar geçse de değişmeyen iyilikler, güzellikler vardır. Köklere, öze varmak için bir uğrak yeri türkülerimiz. Derin milletin hislerine tercüman olan türkülerin tahlili hususunda da örnek bir çalışma bu eser.
“Türkülerimiz ve simgelerimiz hakkında ezber bozan yorumlar” alt başlığı ile Kaknüs Yayınları’ndan çıkan “Karpuz Kestim Yiyen Yok” kitabı bize dair bir çözümleme denemesi. Özellikle türküler eşliğinde kültür ve medeniyet yolculuğu…
Yazının DevamıKan ter içinde çalışıyor. Çocuklarına helalinden bir ekmek götürmek için çabası. Yazın sıcağı kavuruyor. Alnında biriken ter yol bulup birden göz çukuruna iniyor. Ter gözünü yakıyor.
Kamyon kasasındaki kireç torbaları gün batmadan indirilecek. Bugün bu iş bitmezse eğer yevmiye de yok. Eli yüzü kireç tozu. Bir ara durup terini siliyor, bir nefesleniyor.
Eskimiş, rengi solmuş gömleğinin açık yakasından kireç tozları girip terli sırtına yapışıyor. Bir müddet sonra sırtında bir sızı başlıyor. Kıvranıyor, yerinde duramıyor. Sanki alev alev yanıyor. Yüzünde acının derin izleri...
Kireç torbaları inecek ama artık takati kesiliyor. Olduğu yere çöküyor.
AH ANNEM
Bayburt’un Demirözü ilçesinden hareket edip ikindi sonrası buraya geldik. Üzerimizde yol yorgunluğu. Hemen bir çeşmeye koşup serinliğe sığındık. Erzincan tren garındayız.
Annem tenha bir yerde üzgün, kederli duruyor. Gözyaşlarını gizler gibi. Kayseri’ye gidecek treni bekliyoruz. Gün batmak üzere… Bir türlü zamanında gelmeyen tren. Uzun bir bekleyiş. Karşıda uzayıp giden sıra dağlara bakıyorum. İlk göz ağrım, ilk sevincim Bayburt günleri… Bir dönem daha kapanıyor. Ne umduk ne bulduk? Göç göç olmuş kervan. Bir yerden bir yere insan. “Üç göç bir yangına bedel” demiş atalar. Gün görmüş, umur görmüş atalar; vardır bir bildikleri.
İşte beklediğimiz tren geliyor. Kara duman gök boşluğunu doldurdu. Akşam rüzgârı esiyor. Koşuşuyor insanlar. Yürüdük annem ile… Ve ağır demir kapılar kapandı.
Geride kaldı mor dağlar, solgun güller, sarı yapraklar…
ÇERÇİ BEKİR
Çerçi Bekir’in uzaktan sesi duyuluyor. Demir, bakır ve atık yün karşılığında çekirdek, kırık leblebi, keçi boynuzu veren o gül yüzlü, nuranî adam. Çocuklar şimdi Çerçi Bekir’e doğru koşuyorlar. Tek teker küçük tahta arabaya ne çok şey sığdırmış. Rengarenk bir alem bu. Biriktirdikleri metaller karşılığında elde ettiklerine bakıp bakıp seviniyor çocuklar. Çalışmak, kazanmak neymiş anlamaya başladı keratalar. Çocuklar avuçlarındaki yemişleri ceplerine doldurup oyun alanına doğru seğirttiler. Çerçi Bekir güne iyi başladım diye sevindi. Uçuşan kuşlara göz ucuyla bakıp alın terini sildi ve şapkasını düzeltti. Çerçi Bekir’in dilinde bir türkü: “Yine yeşillendi Niğde bağları”
MUSTAFA
Mahallenin bir Mustafa’sı var. Kendi âleminde hür Mustafa. Kimseye eyvallahı yok. Kimseye küs değil, kırgın değil, düşman değil. Kendi ile barışık; insanlar ile barışık. Ayak topu oynayan çocukları seyrediyor şimdi. İri vücudu oturduğu yerde arada bir sallanıyor. Kumral saçları ışığını kaybetmiş ve dağınık. Yüzünde toz ile karışık ter izi. Gülüyor Mustafa, gülüyor Mustafa, gülüyor. Kimse aldırmıyor ona. İşte buna dayanamaz Mustafa.
Bir gök gürültüsü gibi ayak topu oynayan çocukların arasına ansızın dalıyor. Şimdi bir kaçışma, bir şamata... Hiç bitmeyecek gibi bu kargaşa ama Mustafa yoruluyor. Bir taşa oturup derin derin nefesleniyor. Çocuklar etrafında toplanıyorlar. Kuşlar o yöne kanat çırpıyor. Mustafa sürekli yere bakıyor. Aralarında bir sessizlik büyüyor.
Yazının DevamıDışarısı buz gibi soğuk olsa da içimizi ısıtan bir mevsimdir kış. Sabahleyin çocuklarda bir sevinç, bir heyecan…
—Kar yağmış kar!
—Anne, kar yağmış!
Şimdi çocuklar, pencereye burunlarını dayamışlar dışarıyı izlemekteler. Evimizin önündeki ağaçlar kar altında daha bir güzel görünüyor. Yoldan birkaç kişi geçiyor. Sıkıca giyinmişler. Gözleri karlı, buzlu yolda. Şimdi yürürken daha bir dikkatliler. Allah korusun, kayıp düşmek var.
Kışın eve çekiliriz, kalbimize… Dışarıdaki sesler azalırken; iç ses kendisini duyurur. Kendimizi dinlemenin vaktidir.
“Hayat Bilgisi” kitabında bir kış resmi var. Sevimli mi sevimli… Şöyle ki:
Şöminede uyumlu alevler, çay çevresinde anne, baba, dede… Çocuk yere uzanmış bir kitabı okumaktadır. Hemen yanında kedi, örgü ipini çekiştiriyor; kendince oynuyor. Her şey yerli yerinde; bir eli yağda bir eli balda derler ya, işte öyle. Mutlu aile görüntüsüdür bu.
Dertsiz insan olur mu? Başka açıdan bakınca farklı görünüm arz edecektir kış.
Gerçeklere doğru bir teneffüs… Şimdi uzak köyler kar altında, çıkmaz olmuş yollar. Şehir ne yana düşer? Evler içine kapanmıştır. Bir dokun, bin ah işit. Odun-kömür var mı, yeter mi? Ekmek, iş, aş var mı? Ve başlayan hastalıklar… Hayatın içinden bir kış resmi: İçinde yoksulluk, çaresizlik ve yaşanan acılar…
İki ayrı kış resmi bir yerde buluşur: Kar rahmettir, berekettir. “Kışı güzel olan memleketin, baharı da güzel olur” derler. Yaşanan zorluklar, sıkıntılar gelecek güzelliğin, iyiliğin
habercisidir.
—Kardan adam yapalım mı?
—Kartopu oynayalım.
Koşarak dışarıya çıktılar. Kış ve çocuk birbirini hasret iki dost gibi. Kar, sevinci çoğaltıyor. Soğuk olsa da dışarısı, umursamaz çocuklar. Kartopu ısıtır avuçlarını. İşte sokak arasında toplanıvermişler. Daha kardan adam yapılacak. Bitmez tükenmez tembihler sıralanır ama nafile. Annelerin içinde bir korku: Ya üşütürse ya düşerse!..
Uzun kış gecelerinde sohbetlerin tadı da bir başka olur. Şimdilerde insanlar birbirine uzak, yabancı gibi. Komşuluk ilişkileri zayıfladı. Hâl hatır sormalar azaldı. İletişim çağındayız ama insanlar sahici yakınlığa, komşuluğa, dostluğa hasret.
Uzun kış geceleri demiştik değil mi? Peygamber kıssalarının, askerlik hatıralarının, memleket havadislerinin, masalların anlatıldığı demdir. Sohbete doyum olmaz. Evimize ak sakallı bir amca ile hanımı gelirdi şimdi her ikisi de rahmetli oldu. Ne güzel anlatırlardı sanki dillerinden bal akardı! O kış dinlediğim peygamber kıssalarını hiç unutmadım.
Evvel zamanda kahveler içilirdi. Çocuklara kahveden pek verilmezdi. Kahve içmek büyüklere mahsustu. Ahir zamanlarda kahve, yerini çaya bıraktı. Sohbete eşlik eden çaydır.
Çaysız olmaz efendim! Dumanı üstünde sımsıcak çay, kış günlerinde daha bir aranır. Sohbeti tamamlar adeta.
Gündelik işlerimiz, alışkanlıklarımız karın yağmasıyla sarsılır. Zira olağanüstü bir yaşantıdır bu. Kış bütün görkemiyle çevremizi kuşatmıştır. Hatırlamanın, muhasebenin, yeniden düşünmenin zamanıdır.
—Haydi eve!
—Daha kardan adam yapacaktık anne…
—Yarına kalsın, üşüdünüz.
—Hayır, üşümedik biz!
Anne ve çocuklar arasındaki bu tür konuşmalar uzar gider. Çocuklar için kış, yeni bir evrendir; bitmez tükenmez keşiftir. Kış dışarının sertliğini, hayatın gerçeklerini duyurur kendi dilince. Yeni oluşu muştular. Zira toprak kar sularıyla beslenmektedir. Yeryüzü bahara hazırlanır. Gelecek güzel günlerin hazırlığıdır bütün bu devinmeler. Nihayetinde çiçek çiçek bahar gelir; sabrın meyvesidir.
Sayfalarında rahmet, bereket filizlenen kış kitabını okuyalım derim. Kışın halleri zor olsa da Rabbim bir kolaylığı beraberinde vermektedir. Daha nice kışlara…
Gönül sıcağı daim olsun!
Yazının Devamı“Fareler ve İnsanlar” romanında olayların akışı içinde bireysel ve toplumsal sorunlar dile getirilmiştir. Romanda işlenen sorunları şu başlıklar altında inceleyebiliriz: Yalnızlığa terk edilmiş insanlar, yalnızlık problemi; iç huzursuzluk, kimsesizlik, bencil hayatlar; insan hakları hususunda yaşanan olumsuzluklar, ülkedeki zencilere yapılan haksızlıklar, kötülükler…
George Milton ve Lennie Small, Salinas nehrinin kıyısına bir akşam vakti oturup olup bitenleri konuşurlar. Bir başka çiftlikte yaşanan olay neticesinde oradan ayrılmak zorunda kalmışlardır. George, komşusu Clara teyzeye verdiği söz üzerine Lennie ile irtibat kurmuş ve yanına almıştır. Arkadaşlıkları bu şekilde başlar.
Yalnızlığa terk edilmiş insanlar, yalnızlık problemi hususu romanın bütün aşamalarında karşımıza çıkar. Yazar, dönemin insan ilişkilerini karşılıklı diyaloglar ile dışa vurur. Bu konuşmalarda insanlar birbirlerine karşı sert, acımasız, anlayışsız bir tutum içindedirler. Hayatın sert gerçeği, acımasızlığı konuşmalara yansır. George ve Lennie özünde yalnız, kimsesiz insanlardır. Özellikle Lennie’nin bakıma, korumaya muhtaç oluşu daha bir belirgindir. Teyzesi Clara’nın ölümünden sonra kendisi ile ilgilenecek başka bir yakını kalmamıştır. Artık George ve Lennie iki yalnız olarak hayatta kalma mücadelesi verirler. Ömürleri bir çiftlikten diğerine gündelik işlerde çalışmak ile geçer. Bir türlü tutunamazlar. Romanda tutunamayan insanların hayat serüveni anlatılır. Bir türlü başarılı olamazlar, bir türlü kurdukları hayaller gerçekleşmez. George, arkadaşı Lennie’e öfkeli bir halde şunları söyler: “Senin yüzünden memleketin dört bir yanında sürtüp duruyorum. Bu kadarla kalsa iyi. Başın beladan kurtulmuyor. Kötü şeyler yapıyorsun, senin yaptıklarını temizlemek de bana düşüyor.”
Çiftlikteki reisin oğlu Curley çalışanlara kötü davranır. Saldırgan bir tavrı vardır. Kaba davranışları neticesinde insanlar ondan uzaklaşırlar. Eşi arayış halindedir. Yalnızdır. Sürekli konuşacağı, dertleşeceği birilerini aramaktadır. Curley’in eşinin Lennie ile görüşmesi neticesinde acı olaylar zinciri başlar.
Zenci seyis Crooks çiftlik içinde ayrı bir mekânda tek başına kalmaktadır. Crooks, yalnızlığı içinde ayrı bir dünya kurmuştur. Zenci olduğu için dışlanmıştır. Amerika’daki zenci-beyaz ayrımcılığının roman içindeki bir göstergesidir.
Çiftliğe George ve Lennie geldikten sonra işçi Candy’in dünyaya bakışı değişir. Yalnızlığından kurtulmuştur. George ve Lennie ile birlikte geleceğe dair hayaller kurar. Hep başka bir hayat arayışı vardır. İçinde bulundukları olumsuz şartlardan kurtulmak isterler.
Çalıştıkları çiftlikte kavgalar, gerginlikler yaşanmaktadır. Bu yaşanan durumlar karşısında George hep tedbirlidir. Sürekli Lennie’i başına gelebilecek olaylar hususunda uyarır. Burada Lennie’yi koruyan, kollayan bir yaklaşımı vardır. Zira Lennie çevresindeki olup bitenleri anlayamayacak kadar çocuksu bir saflığa sahiptir. George, Curley’in saldırgan tavırları karşısında Lennie’e kalkan olmaya çalışır.
Curley, çiftlikte bir seferinde yine Lennie’e sataşır. Kavga çıkar. Lennie kavgadan kaçınmasına rağmen Curley üzerine gelir. Ve yaşanan olayın boyutları büyür. Curley’in parmakları kırılır. Diğer günlerde ortam biraz sakinleşir fakat Curley’in eşinin bir gün Lennie’e yaklaşması, konuşması neticesinde acı bir olay yaşanır. Lennie, istem dışı davranışları ile Curley’in hanımını öldürür. Burada yaşanan ölüm olayında bir planlama veya bir kasıt yoktur. Lennie psikolojik yönden rahatsız biridir. Yaptığı davranışın sonuçlarını hesap etmekten acizdir. Ve yaşadığı bu olay karşısında çiftliği hemen terk eder. Zira arkadaşı George, yaşanan bir aksilik karşısında Lennie’in Salinas nehrinin kıyısındaki sazlıkta saklanmasını ister.
Çiftlikte ölüm olayını duyanlar hemen harekete geçerler. Lennie hedefteki kişidir ve öldürülecektir. George işte bu aşamada gelişmeleri kontrol edemez. İnsanları olup bitenler karşısında bilgilendirme, yönlendirme hususunda yetersiz kalır. Lennie her zaman kendisini zor durumda bırakmaktadır. Sorunlar bitmek bilmez. George bir karar ile herkesten önce davranıp Lennie’nin bulunduğu yere varır. Lennie, George’u görünce çok sevinir. Ortak hayallerini dillendirir. Kendi suçsuzluğunu ifade eder ama George artık kararını vermiştir. Lennie’yi kendi elleri ile vurur. Bir arkadaşlık serüveni Salinas nehrinin kıyısında hazin bir sonla biter.
Amerika merkezli 1929 ekonomik buhranının yıkıcı, sarsıcı sonuçları dikkate alındığında romandaki kişilerin çaresizliği, ezilmişliği daha bir anlam kazanmaktadır. O dönemde yaşanan sosyal ve ekonomik sıkıntılar eserin yazılmasına kaynaklık etmiştir. Vahşi batı bir kez daha çirkin yüzünü göstermektedir. Amerika’daki karanlık sistemin ve ekonomik kuşatmanın derin bir eleştirisi yapılır. Romanın satır aralarında egemenlere karşı muhalif bir düşünce okunur.
Yazar John Steinbeck, The New York Times gazetesine verdiği bir röportajda bu romanı hakkında önemli bir belirlemede bulunur: “Ben kendim de uzun bir süre göçmen işçiydim. Öykünün geçtiği yerlerde çalıştım. Karakterler bir yere kadar, çeşitli insanların karışımıyla ortaya çıktı. Lennie ise gerçek biriydi. Şu anda Kaliforniya'daki bir akıl hastanesinde. Onunla haftalar boyunca yan yana çalıştım. Gerçek Lennie bir kızı değil, bir ustabaşını öldürdü. Kızgındı, çünkü patron arkadaşını işten çıkarmıştı, Lennie de dirgeni karnına saplayıverdi. Bunu arka arkaya defalarca yapışını izlediğimi anlatmaktan nefret ediyorum. Onu, çok geç olmadan durdurmayı başaramadık.”
“Fareler ve İnsanlar” isimli roman 1937 yılında yayımlanır. Bu roman, ülkemizde ilk kez 1945 yılında “Farelere ve İnsanlara Dair” adıyla Millî Eğitim Basımevi tarafından Necmi Sarıoğlu'nun çevirisiyle basılmıştır.
“Fareler ve İnsanlar” romanında yalnızlığın, kimsesizliğin girdabı içinde yaşama mücadelesi veren insanların serüveni anlatılmaktadır. İnsanlık onurunu yaralayan zulme, haksızlıklara tanık oluşun iç sızısı. Ve okunan acı gerçekler...
MURAT SOYAK
Yazının DevamıZihnimde çocukluk yıllarımda görüp yaşadığım çok şeyler oldu. Yaşadığımız o yıllar çok etkileyiciydi. Yaşadıklarımın tesiri altında kalmış olmalıyım ki “Harman Zamanı” öyle ortaya çıktı. İmkansızlıklar, yoksulluklar, yüzde yüz alın terine dayanan yaşamlar… Yerine göre heder olan günler, aylar. En önemlisi de hastalıklar nedeniyle çaresizlik gibi durumları yaşamış olmak veya olaylara ve insanların hayatlarına tanık olmak “Harman Zamanı”nı ortaya çıkardı diyebilirim.
Öykülerde geçen ortak yan birkaç öykü dışında bir döneme dair yaşanmışlıklar. O yılların yaşantısı çok farklı ve zorluydu. Kırsal yaşam ve imkânsızlık, o yıllardaki müzmin haller, durumlar, alışkanlıklar unutulur gibi değil. O günlerden bugüne bakmak ve o yıllarla günümüzü değerlendirmek, bir muhasebe yapmak toplum yaşamı için önemlidir diye düşünüyorum. İnsan geçmişinden kopuk yaşaması kolay değil. Bu durum her dönem için geçerli. İnsanlar bugün çok farklı bir hayat içindeler. Her dönemin şartları düşünüldüğünde insanlar geleceğine veya yaşadığı günlere bir hayat muhasebesi yaparak yaşamalılar.
“Harman Zamanı” kitabımın ortak yanı geçmişin insanlarda bıraktığı izler, izlenimlerdir.
Öykülerin çoğunluğu gerçek hayattan izler taşımaktadır. Yaşadıklarımın ve gördüklerimin çok azını yazdım Olaylar ve karakter gerçek bazı isimler, yerler ise birer tasavvurdan ibaret.
Çocukluğumun Niğde’si diyebilirim ki çocukluk hayatımın bir öznesidir. O yıllar biraz önce de belirttiğim gibi imkansızlıklar ve çaresizliklerin geçtiği yıllardır. Bugünden o yıllara baktığımda insanların samimi halleri ve sükûnet dolu zamanalar olarak değerlendirmek mümkündür. Nüfus az, üretimde çeşitlilik ve insanların birbirlerine olan muhtaçlıkları ortak bir yaşam cemiyet bağlarını da sağlam örmekteydi.
Niğde ve Nevşehir’in geleneksel kültürüne genel olarak bakmak gerekirse; toplum hayatı her dönem geleneksel yapı içinde yerine göre değişime uğrayarak gelişir. O yıllardaki anlayışlar çok farklıydı. 60’lı – 70’li yılların kültür hayatı ile günümüzün kıyaslaması halinde çok şeylerin değiştiği görülecektir. Kültürel bir değişim içinde olduğumuz bir gerçektir. Sosyal ve kültürel gelişme incelenmesi ve irdelenmesi gereken aslında köklü ve derin bir konudur. Buradan “Harman Zamanı” öyküleri derinlemesine incelendiğinde bu sorunun da karşılığı bulunacaktır. “Harman Zamanı” birinci baskısında (2012 yılı) bazı yazarlar aslında bu yöne dair kısmen de olsa değindiler. Hatice Eğilmez Kaya’nın derinlemesine makalesi, keza Cevat Akkanat ve Sergül Vural’ın olayları ve karakterleri irdelemesi bu konuda kapıyı biraz aralamıştır, diyebilirim.
Kuşkusuz oldu. Gazeteciliğe başlarken özellikle kendi doğduğum topraklarda olsun Niğde’de olsun hem yeni şeyler öğrendim hem de ilginç olaylardan bir kısmını öykülerime taşıdım
Niğde’ye ilk gelişim 1965 yılıydı. Sonra 1973’lerin sonlarında geldim yedi yıl kadar Niğde’de yaşadım. Memuriyetten emekli olduğumda da yolum Niğde ile tekrar kesişti. Bu son gelişimde gazetecilik de yaptım. Birkaç olayın da öyküsünü yazdım.
Öykü yazmak hayalimde olan bir şeydi zamanla gerçekliğe dönüştü. Gördüklerimi yaşadıklarımı ya anılar ya denemeler yoluyla veya öykülerle anlatma yoluna gidecektim. Hatıralarımı da kaleme alıyorum ama en ilginç olanlarını, öyküler hatırata göre bana daha farklı geliyor. Öyküler yazmayı çok istiyordum. Öykücülükte yerli ve yabancı yazarların anlatım teknikleri ve tarzlarından etkilendim. Yazarlardan bilhassa Edgar Allen Poe gizem ve macera dolu gerçeküstü öykücülüğü ufkumu açtı diyebilirim. Öykülerde daha sonra çocuk edebiyatına yöneldim.
Bir yazarın çok yönlü olması edebiyatına daha çok katkılar sunar. Resim ve edebiyat ilişkisini bir zamanlar öykü ve roman yazarı Sevinç Çokum ile konuşmuştuk. Sevinç hanım özellikle öykülerinde tasvirleri çok güçlüdür. Kendisinin resimle de uğraştığını gördüm. Çizdiği resimler vardı. Bir insanın ressam olması mutlak bir surette yazdıklarına da yansır. Ressamın görselleri zihninde tutması bir yazar olarak önemli bir avantaj olduğunu düşürüm. Bu bakımdan ilk zamanlar da kitaplarımın birkaçını resimledim. İki de çizgi roman hazırladım. Yayınlandı. Çok da iyi olduğunu düşünüyorum. Oğlum da güzel resimler çiziyor. Benden de çok ileride. Çocuk kitaplarımın resimlerini oğlum resimliyor.
Sadece öykü yazan biri değilim. Bölgemle ilgili incelemelerde ve araştırmalarda da bulunuyorum. Gezdikçe, gördükçe, yeni yerler keşfettikçe, araştırdıkça çok şeyler ortaya çıkıyor. Hayat gizemlerle doludur. Bilinmezlikler özellikle araştırmacıları çok farklı zamanlara, mekanlara götürür, çeker. Çalıştıkça ilginç olaylar ve konular çorap söküğü gibi geliyor. Yazılacak daha çok farklı, ilginç ve bilinmezliklerin var olduğunu görüyorum.
İnsanın dünyaya gelişinin veya getirilişinin mutlaka bir anlamı var. İnsan yaşadığı sürece yaptıklarından ve yapacak olduğu halde yapamadıklarından mesuldür. İnsan sorumludur. Bir fert ve yazar olarak ben de yaşadığım topluma karşı yükümlülüklerim var. Bir sanatçı şöyle diyordu, “Ben bir sanatçıyım ve ben çağımdan sorumluyum.” Bütün mesele sorumluluk duygusu taşımak ve bu anlamda bir tutum içinde olmaktır. Bu bakımdan geçmiş yıllar ile günümüz arasında bir değerlendirme yaptığımda toplumsal bağların hasara uğramaması, yara almaması için duyarlı olmanın zarureti içindeyim.
Köy hayatı veya kırsal hayat her ne kadar bozulmalar yaşansa da şehir hayatına göre daha sağlam ve iyi bir derecededir denilebilir. Toplumsal hayatta bağlar gevşeyip kopmaya başlasa da metropoller kırsal yerlere göre tekin değildir. Kültürümüze katkılar sunmak için bir yazar olarak sorumluluk taşıyorum. Aile bağları ve toplum hayatı hem yaşadığımız çevre hem de ülkemiz açısından üzerinde durulması gereken çok önemli olgulardan biridir.
Aile, toplum ve çevrenin korunması elzemdir. Bu konularda her fert, topluluk ve yöneticiler sorumluluklarının bilincinde olmalıdırlar.
“Harman Zamanı” çocukluğumun gerçekliğidir. Değişim, dönüşüm sarmalında bir dönemi anlatmak istedim. Bu kitap ile okurlar geçmişe yolculuk yapacaklardır. Dünün gözüyle bugünü yaşamak daha konforlu geliyor. Bugünün anlayışıyla da dünü yaşamak nasıl olurdu? İnsanlar ne halde olurlarsa olsunlar geçmişini unutarak geleceğe yol alamazlar.
“Harman Zamanı” bu kitapla bir dönemin yüzünü yansıtmaktadır. Simgesi, sembolü, umudu, düşleri, gerçekleri, heyecanları, başarıları ve acılarıyla yoklukları bu dönemin sıcak, yerine göre sam yeli gibi kavurucu hallerinin gerçeklini anlatıyor. Öykülerin merkezinde “Harman Zamanı” dönemleri vardır.
Öncelikle anlayışların devir devir farklılaştığı yaşantılar etkili oldu diyebilirim. Taze, güzel, iyi, dingin, doğal, samimi, içten ne varsa kaybetmeye başladık. İnsanlık imkân ve konfora kavuştukça benliğinden, çevresinden ve toplumdan çok şeyler kaybetti ve bu süreç devam ediyor. Ahlak, anane, güzel hasletler her geçen gün mumla aranıyor adeta. Kaybedilen erdemler ve değerlerin göz ardı edilmesi bu unsurların belirleyicisi oldu.
Kırsalı da şehir hayatını da yaşamış biri olarak köy hayatı ile modern hayat arasındaki farklılıkları çözümlemeleri görmüş ve öykülere giriş yapmıştım. O yıllarda şehir hayatıyla köy hayatı arasında çok büyük uçurumlar vardı. İnsanların %70’i köylerde yaşıyordu. Şehir hayatı köylüler için “Kızılelma” ülküsü gibi bir şeydi. Kırsal kesim sanayileşmeyle birlikte modern hayata geçişin arzularına yenik düştü ve şehirlere taşındı. Kırsal kesim ile şehir hayatı ters köşe oldu. Taşra diye bir şey kalmadı herhalde. Geçmişle bugün arasında çelişkilere ışık tutmak istedim.
Toplum münevverini kaybetti. İrfanını, ahlakını, güzel ve ince anlayışlarını kaybetti. Güzel İstanbul Türkçesi vardı. Nerede? Niğde “Aydınlar kenti” idi ne oldu? Mahremiyet diye adeta kutsiyetimiz vardı! Hepsi birer birer kayboldular… Toplumu ayakta tutan terbiye, vicdan ve ahlaktır. Merhamet ve vicdan masum yüreklerde boy atar. Yabancı bir film şöyle bir replik vardı; “Temiz bir vicdan kaça patlar?” Bütün değerler yerle bir olmaktadır. Geçmişin de hoş olmayan yönleri vardı ancak bu kadar dejenere değildi. Geçmişi özlem kaybedilen değerler nedeniyledir.
Başarılı olduysam ne mutlu bana. Öykülerimin çoğunda gerçek sahneler var. Gerçekçi anlatmaya, tasvir etmeye çalıştım. Yaşadıklarım, gördüklerim an olur bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçer. Bana sadece o gördüğüm anları yazmak kaldı.
Elbette o mekanlar gerçek. Yaşadığım yerin altı birbirine tünellerle bağlı. Bir yazarın da dediği gibi adeta karınca yuvasına benzer; birbirine geçmeli. Bu konularda yani; yeraltı şehri, manastır ve ören yerlerinde hikayeler bitmek bilmez. Bana sadece bir öykü yazarı olarak kurgulama kaldı. Bu mekanların kültürel ve tarihsel yönleriyle ilgili çok şeyler yazıldı. Bizlerin de araştırma konuları arasında yer almaktadır. Çocuklar için. “Yeraltında Bir Şehir” öykü kitabı ve yetişkinler için de “Bir Dünya Harikası Derinkuyu Yeraltı Şehri” araştırma-inceleme türünde bir kitap yazdım.
Her öykü yazarı anlatmak istediklerini seçtiği veya oluşturduğu hedef kitleye göre yazmak mecburiyetindedir. Öykülerimde kullandığım dil bir tercihten ziyade neyi, nasıl ve en iyi bir ifadeyle anlatabilirim kaygısıydı.
Hayır, olmadı. “Dünden Bugüne Derinkuyu” isimli kitabımın hazırlık aşaması 18 yıl sürdü. Kendi ilçemin yazılmış bir kitabı yoktu. Önümüzde de kayda değer bilgilerde yoktu. Bu kitap bu nedenle uzun sürdü. Kitapta halk folkloru, kültürü de yer aldı. Halkın konuştuğu 400 civarında yerel sözcük tespit ettim ve kitaba koydum. Ayrıca yerel deyimler, atasözleri, dualar, beddualar, tekerlemeler, halk inanışları…” Bu bakımdan üzerinde çalıştığım halk yaşamı nedeniyle öyküleri yazarken zorlanmadım. Ancak ilk derlemelerde zorlandım.
Hikayeleri farklı zamanlarda yazdım. Zaten bazı konuların çoğu hafızamda idi. Bazıları da yaşadıkça oluştu.
Yeni öykülerde bir süreçten söz etmek mümkün. Özellikle günümüze dair hayattan hikayeler daha planlı gidiyor.
Öykülerde etkilendiğim, esinlendiğim yazarlar var. Anlatış tarzları, üslupları, öykülerin akıcılığı, duruluğu gibi nedenler. Örnek vermek gerekirse: Sait Faik, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Necip Mahmuz, İnci Aral, Çehov… Bunlardan birkaçı.
Resim ve edebiyat resimle de uğraşan biri olarak benim için iyi bir ilişkiden söz etmek mümkündür. Resim çizmek tasavvuru ve betimlemeyi güçlendirdiğini düşünüyorum.
“Harman Zamanı” basıldıktan sonra birkaç kez okudum. Yazdığınız öyküleri en iyi değerlendirmenin yolu öyküyü yazdıktan sonra bir süreliğine dinlendirmektir. Bir hafta sonra yazdığınızı okursanız öykü üzerindeki sizin duygusallığınız kaybolur. Yani öykücü eğer yazdıklarının daha gerçekçi olmasını istiyorsa yazdıklarına duygusal yaklaşmamalıdır. Ben de bu kitabı daha sonra okuduğumda öykülerde zengin ifadeler olduğunu gördüm. Kitabın ilgi görmesini yaşanılanların realist bir şekilde yansıtıldığına bağlıyorum.
İyi izler bırakmasını, geçmişle bugünün değerlendirmesinin yapmasını, nelerin kaybedilip nelerin kazanıldığını görmesi isterim. Öyküler okurda ayrıca bir haz da bıraksın. Okurları her ne kadar zaman zaman kederli, üzüntülü anlar yaşatsam da hayatın sadece bunlarla sınırlı olmadığını bilinmesini isterim. Zira bu kitabımda tebessüm ettiren öyküler de bulunuyor.
Güzel, iyi, olumlu ve olumsuz günlerin izleri olduğu kadar şehrin değişen yapısı da bir yönüyle öykülerde hayat bulmuş oldu. İlk gençlik yıllarında yaşadığım Niğde’de başımdan gelen olaylar beni oldukça etkilemişti. O anların etkileri bazı öykülerimde kendine yer buldu. Bir yönüyle o yıllara da öyküler vasıtasıyla tanıklık etmiş oldum.
Elbette düşünüyorum. Biraz önce de söz ettiğim gibi yazar çağından, yazdıklarından ve yazamadıklarından mesuldür. Bu saikle öyküler yazıyorum. Yeni nesil babalarının dedelerinin, analarının neler yaşadıklarını görüp hissetmeliler. Toplum iyi olursa bütün yazarlar da bundan mesrur olacaktır.
Geriye dönüp baktığımda “Harman Zamanı” öykü kitabıma dair edebiyat insanlarının güzel ifadeleri oldu. Derinlemesine öykülerimi incelediler. Değerlendirdiler. Kendi açılarından öyküleri daha da bir gün ışığına çıkardılar. Ayrıca “Harman Zamanı” hikayelerim Eda Uzun isimli bir üniversite öğrencisi tarafından lisans bitirme tezi olarak sunuldu. Bütün bunlar mutluluk vericidir. Yazarlarımıza ve kitaba emeği geçen herkese teşekkür ederim. Harman Zamanı kitabı için güzel dönüşler oldu. Yakında 2. baskısı yayınlanacak. Size ve Aysima Yayınları yönetimine teşekkürler…