yandex
VARA VARA VARDIM OL KARA TAŞA | Murat Soyak | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    38,5580
    %0,31
  • EURO
    43,5555
    %0,11
  • G. Altın
    4.023,86
    %0,51
  • Ç. Altın
    6.483,07
    %0,00
  • BIST
    9.225
    0
  • BITCOIN
    97,023.521
    0
  • ETHEREUM
    1,848.914
    0.25
  • DOLAR
    38,5580
    %0,31
  • EURO
    43,5555
    %0,11
  • G. Altın
    4.023,86
    %0,51
  • Ç. Altın
    6.483,07
    %0,00
  • BIST
    9.225
    0
  • BITCOIN
    97,023.521
    0
  • ETHEREUM
    1,848.914
    0.25
Murat Soyak

VARA VARA VARDIM OL KARA TAŞA

: 22-01-2025

GÜLAYDINLIĞI

EDEBİYAT, KÜLTÜR, SANAT 

Hazırlayan: Murat Soyak



Vara vara vardım ol kara taşa

Hasret ettin beni kavim kardaşa

Sebep ne, gözden akan kanlı yaşa

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm


Nice sultanları tahttan indirdi

Nicesin gül benzini soldurdu

Nicelerin, gelmez yola gönderdi

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm


Karac'oğlan der, kondum, göçülmez

Acıdır ecel şerbeti, içilmez

Üç derdim var, birbirinden seçilmez

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm


KARACAOĞLAN



MURAT SOYAK

KANAYAN YERYÜZÜ


Dünya sadece izledi. Yıllardır yaşanan bu saldırılar şimdi yeni bir aşamada. Bütün coğrafyalarda kan ağlıyor Müslümanlar. “Yaşamak” isimli eserinde “Ne çok acı var” demişti Cahit Zarifoğlu. Çocuklar büyüdü. Aradan yıllar geçti. Değişmeyen bir şey var ki zulüm bitmiyor, acılar dinmiyor.Arif Nihat Asya’nın Naat’ında dediği gibi: “Ebu Leheb ölmedi ey Muhammed, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor”

Yaşanan acılara tanığız. Millet-i İbrahim birlik, dirlik günlerini arıyor. Cetvelle çizili sınırlar içinde kargaşa, kavga, kıyımlar, yıkımlar…

Fotoğrafta bir anne canhıraş ağlıyor ve kucağında çocuğu bir bilinmeze bakıyor. Gidenler dönecek mi? Korkulu bekleyiş bu. Karanlığın ortasında kolu kanadı kırık ve kimsesiz.

Ve elinde bastonu ile zalimlere doğru korkusuzca yürüyen yaşlı bir kadın var. Ardında kalan mazlumlar için ve giden oğulları için sesleniyor.

Yollarda, kaldırımlarda çatışma sonrası cansız bedenler… Yer ile gök arasında mazlumların ahı. Yine yenilgi, yine feryat figan. Benzer saldırılar başka yerlerde de sürüyor.

Acının, ölümün, çaresizliğin fotoğrafları haber ajanslarından akıp gidiyor. Yaprak kımıldamıyor. Sessiz yığınlar, tepkisiz yığınlar…

Barış ve güvenliği sağlama adına oluşturulan çeşitli kuruluşlar görev yapamaz halde. Karanlık güçlerin denetimi altında etkisiz, yetkisiz bir konumdalar. Söyleyecek bir sözleri yok. Elleri, kolları bağlı. Batı, mazlum milletlerin yaşadıkları acılara karşı duyarsız.

İnsanlık her yerde tehdit altında. Her gün çeşitli saldırılar, kirli pazarlıklar… Kimse korunmuş değil ve huzursuzluk almış yürümüş. Muhalif sesler bastırılmış; adeta yok hükmünde. Bu yaşananların bir hesabı olacak elbet.

Mehmet Âkif, şiiri ile direnişe, dirilişe işaret eder. Yıkıntılar arasından yükselen gür bir ses. Bizi birbirimize yakın eyleyen, bizi teyakkuza çağıran o güzel insan der ki: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem”

Yeryüzünü yaşanmaz kılanlara cevap niteliğinde bu mısra. Şair haksızlıklar karşısındaki duruşunu ifade ediyor. Bütün zamanlar için soylu bir örneklik.

Sınırlar ötesinde kan ağlıyor insanlık. Yaşamak gittikçe ağırlaşıyor. Sabır, dua ve mücadele ile zorluklar aşılacak. Umudu kuşanmak gerek.



NİĞDELİ ‘KÜÇÜK PAŞA’ 115 YAŞINDA!

‘Küçük Paşa’ romanı üzerine

   Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın 1910 yılında yayımlanan ‘Küçük Paşa’ isimli romanı, edebiyatımızda Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’ (1890) isimli uzun hikâyesinden sonra köy hayatını konu alan bir eserdir.

  ‘Küçük Paşa’ romanında anlatılan köy, Niğde köylerinden biridir. Romandaki çevre tasvirleri ve yöresel ağız özellikleri bu köyün Niğde vilayeti içinde bulunduğuna birer işarettir.

   Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın torunu Oktay Akbal, 3 Eylül 1984 tarihli sunuş yazısında eserin hazırlanışı hakkında şunları belirtir: “Küçük Paşa’nın –ilk kez 1910’da, ikinci kez 1945’te yayınlanmış bu romanın-üçüncü baskısı elinizde. 1945’teki metni bugünün Türkçesine çevirdik yine… Belki bir gün bir inceleyici çıkar, 1910’daki esas metni olduğu gibi bugünün Türkçesine çevirir, bir ‘edition critigue’ halinde yayınlar. Şimdilik size sunduğumuz, 1945’te Hazım Bey’in yaptığı sadeleştirilmiş Küçük Paşa’dır.” (s.9)

  ‘Küçük Paşa’ romanı yer tasviri ve buna bağlı tespitler ile başlar: “Anadolu’da bir köy… Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı köylerden biri.

   Anadolu’yu görmeyenlerin, büyük şehirlere mahsus her türlü gürültülerden sıkıldıkça birer sükûn ve huzur yeri olmaları tasavvuru ile sakinlerine gıpta ettikleri fakir ve sefalet yuvalarından biri olan bu köyün mevkii, bir şairi, bir ressamı yalnız bir şiir yazmak, bir tablo krokisi çizip geçmek için belki memnun edebilirdi.

   Bu küçük köy, dört taraftan yüksek, alçak, çoğu çıplak dağlarla çevrilmiş, enine boyuna birer ikişer saat uzayan ve topraklarının kuvvetiyle ünlenen bir ovanın kuzey batısına doğru keman sapı şeklinde kıvrılarak iki dağ silsilesinin arasına girdiği yerde kurulmuştur.” (s.11)

   “1312(1896) yılı şubatının son günlerinden biri idi” ifadesiyle olayın başladığı zaman hakkında bir kayıt düşülmüştür.

ROMAN İÇİNDE OLUP BİTENLER

   Niğde’nin bir köyünden Keleşoğlu Ali, askerliğini yapmak üzere İstanbul’a çağrılır. Keleşoğlu Ali, temiz, saf, dürüst bir Anadolu çocuğudur. Bir gün İstanbul'da bir hemşehrisine rastlar. Kâmil adındaki bu hemşehrisi, işini yoluna yordamına koymuş, zamanın sadrazamına kapılanmıştır. Keleşoğlu Ali ile ilgilenir. Sıladan sepetten konuşup dertleşirlerken Kâmil, Âli'nin köyde bıraktığı karısının doğurmak üzere olduğunu öğrenince ona bir teklifte bulunur. Sadrazamın karısı da yakında doğuracaktır; doğacak çocuk için sağlığı, gücü kuvveti yerinde bir sütanne aramaktadırlar. Bu sütannelik için karısını İstanbul'a getirmesini söyler. Durum Paşa’ya iletilir. Ve Ali’nin karısı Selime konağa getirtilir.

   Selime kendi oğlu Salih’i haftada iki gün, Paşa’nın yeğeni Haldun’u ise her gün iki kez emzirir. Haldun konuşmaya başlayınca Suat Paşa’ya “Paşababa” der. Selime’nin oğlu Salih de aynı şeyi yapınca Paşa’nın karısı bundan hoşlanmaz; üstelik Salih’i de sevmez. Paşa ise kendi çocuğu olmadığı için bütün sevgisini bu iki yavruya vermiştir.

   Selime konakta Anadolu şivesi, saflığı ve temizliğiyle kendini sevdirir. Ali, ayda bir konağa gelerek onu görür.

   Paşa, evladı yerine koyduğu Salih’in okuması için Fransız bir mürebbiye tutar. Fakat bir görevle Anadolu’ya gidince, karısı, çocuğun eğitimini engeller.

   Paşa, sağlığı bozulduğundan İstanbul’a gelir. Askerliği nihayete eren Ali, karısı ile birlikte köye döner. Oğulları Salih’i konağa evlatlık olarak bırakmışlardır.

   Ali, köye döndükten bir süre sonra İstanbul’dan aldığı imzasız bir mektuptan Selime’nin birisiyle ilişkisi olduğunu öğrenir. Ve onu boşar; bir başkasıyla evlenir. Selime bir başına kalır. Sonunda yakın köyden bir başka adam ile evlenir. Hastalığı gittikçe ilerleyen paşa bir süre sonra ölür. Salih, adeta sahipsiz kalır. Konakta evlatlık iken uşak durumuna düşer. Naime Hanım hiç sevmediği bu çocuğu kısa zaman içinde köyüne gönderir.

   Salih köye gelince kendisini öz annesi yerine, üvey annesi Haçça karşılar. Paşa konaklarında büyüyen Salih, köyde büyük bir boşluğun içine düşer; önceki ve şimdiki yaşantısı arasında dağlar kadar fark vardır. Bu yetmiyormuş gibi babası Keleşoğlu Ali yeniden askere alınır ve Yemen'e gönderilir. Üvey annesi Haçça kendisine akla gelmedik zulüm, işkence yapmakta; kaldıramayacağı çok ağır işlerin altında ezmektedir.

   Üvey anne Haçça, bir kış gecesi sürekli öksüren Salih’i kendisini uyutmadığını bahane ederek tekme tokat evden dışarıya atar. Salih, soğuk ve karlı havada üşür. Sağlığı gittikçe bozulur. Üvey anasının baskısından usanmıştır. Köyden kaçmayı düşünmektedir. Yaşanan bu olay üzerine kararını verir. O gece ahırda sabahladıktan sonra yola çıkmayı amaçlar.

   Paşa’nın eşi Naime Hanım kocası ölünce bir gençle evlenmiştir. Beş aylık çocuğunu düşürmüş, yedi aylık bir çocuğunu da ölü doğurmuştur. Olup bitenler onu çok üzmüştür. Bir gün rüyasında eski kocasını görür.  Salih’e yaptığı haksızlıktan ötürü Paşa onu azarlar. Aynı gece Salih’i de rüyada görür. Karlı, tipili bir yerde birtakım hayvanlarla boğuşan Salih, sonunda yere yuvarlanarak hareketsiz kalır. Naime Hanım korkuyla uyanır. Yaptıklarından pişman olmuştur. Salih’in konağa geri getirilmesini kocasından ister ve hemen telgraf çekilir.

   İstanbul’dan gelen telgrafa verilen cevap şudur: “Merhum sabî üç gün evvel geceleyin kurtlar tarafından itlâf ve ekledilmiş olduğu mazurdur.” Roman hazin bir son ile biter. Salih, geceleyin kurtlar tarafından parçalanmıştır.




‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANINDA YÖRESEL KELİME, DEYİM VE SÖYLEYİŞLER

   Bu eser, Niğde yöresi söyleyiş özelliklerine uygun çeşitli kelime, deyim ve cümleler bakımından bir zenginlik arz etmektedir. Yazar, Niğde yöresinin dil özelliklerini iyi bildiği için esere başarıyla yansıtmıştır. ‘Küçük Paşa’ romanında dilin kullanımına dair seçtiğimiz bazı örnekler: Zerradar (zerre kadar), dımışkı (düz), horanta (aile fertleri), sındı(makas), yeğni(hafif), mezelenmek (taklidini yaparak alay etmek), dölek yürümek(doğru, rahat), söğürme(bir tür et yemeği), bişirgeç(ekmek pişirmek için bir alet), sormuk(bebeklere, tülbent içine tatlı konularak yapılan emzik), üzlük(küçük çömlek), melmekât (memleket), gömük(batak), gözer(kalburun biraz daha geniş deliklisi), peşkir(havlu), sini(üzerinde yemek de yenilebilen tepsi), güçce (yapma bebek) enkesden (şakadan) söylemek, göresi gelmek(özlemek), sohum (lokma), çonur (büyük diken), ingilli herif (kılıbık), kelik (pabuç eskisi), ariyet (ödünç) almak, yunak (banyo), göğez (koyu mor renk), söbü (yumurta biçimi, oval), tebelleş olmak(istenmediği halde birinden veya bir yerden ayrılmayan, gitmeyen, musallat olan)…

 —Küçcük paşayı daha ilk gecede aç uyutmalım, haydi hiç olmazsa iki yumurta sıdırıver. (s.100)

 —…konağa dıhmazsınız da sokakta kalır, sürünürüm deye korhtum gelemedim. (s.55)

 —E güzel hanım no gorup bakır saçını pürçeğini yolup bağrını boğazını tırnaklayıp duruyor mu? (s.115)

 —Köyde yıhanırdım emme, burada garip ite döndüm, eline sağlık abla kadın, yıka; keşik yaparık, ben de seni yurum. (s.29)

 —Çok ağlayıp dingildeyor mu? (s.115)

 —Getiren gönderen sağ olsun! Kara abla, şirin dadı no goruyor? Dolu selevir, dolu selevir(hayvan üstünde gübre taşınan büyük zembil) gibi şişip taşıyor mu?

 —Nazikter kalfa gine öyle fidan gibi konakta salınıp batır mı? Kalfa değil ha bi melek! (s.115)

 —Ne gorelim aslanım (s.117)

 —Bu hafta tezkiremi verecekler, her ne gadar bana da ‘Konahda kal, sana da iş bulunur’ deyorlarsa da ben galamam; köy kohusu söğürme dumanı gibi burnumda tütüyor. (s.48)

‘KÜÇÜK PAŞA’ ROMANI HAKKINDA TESPİTLER, DEĞERLENDİRMELER

   “…Köylülerin hayatını, âdet ve duygularını yakından bilen bir kimse kudretiyle dar ne neşesiz bir hayatı, edebiyatımızda benzeri pek az bulunan bir müşahade ve tahlil ile tasvir etmiştir. Romanın bu kuvvetli inşası yer yer ve zaman zaman, muharririn kendini tutamayarak, bulunduğu uzun idare hayatından alınma itiyatlarla lâyıha tarzında kaydettiği istibdat idaresi kötülükleri ve zulüm tasvirleri yüzünden ahengini kaybetmektedir. Eserin bu zayıf noktaları bir tarafa bırakıldığı takdirde, tasvirlerdeki kuvvet ve kahramanların hayat ve hâdiseleri görüşlerini anlatmadaki gayrişahsilik, o zamana kadar edebiyatımızda görülmedik bir tarzdadır.”  (Mustafa Nihat Özön)

   “Küçük Paşa, Nabizâde Nazım’ın ‘Karabibik’ (1890) hikâyesinden sonra köy romancılığımızın, çok daha geniş ve önemli, ikinci eseri oldu.” (Behçet Necatigil)

   “Küçük Paşa, edebiyatımızda Karabibik’ten sonra köye yönelen ikinci eserdir. Orta Anadolu’nun belki Niğde’nin yoksul köylerinden birinin yaşama koşulları bir ana ile oğlun başından geçenlerin çevresinde verilmiştir. Gerek çevrenin ve olayların anlatılışı gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından, eserde yer yer gerçekten başarılı noktalar vardır.” (Cevdet Kudret)

   “…Roman tekniği bakımından eksiğine karşılık eser, çevrenin ve olayların anlatılışı, kişilerin ruh durumlarının çözümlenmesi ve konu bakımından ‘köy romancılığında’ yeni ve sayılı kilometre taşlarından biridir. Burada ilgimizi çeken konulardan biri de Nabizâde Nazım’ın edebiyata özgün ve gerçekçi bir roman verme kaygısına karşılık Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın, Anadolu köylüsünün çektiklerinin hiç olmazsa ilk ağızda söylenmesi gerekenleri vermek istemesidir. Böylece o, roman yazmış olmaktan çok aydınlara, köy ve köylü konusunda bir ‘muhtıra’ vermek ister.” (Mehmet Bayrak)

   “…Küçük Paşa’ya gelinceye değin yayımlanan romanlarda genel olarak İstanbul’da, özel olarak da İstanbul’un varsıl çevrelerinde geçen olaylar konu edinilmiş ve anlatılmıştır. İlk kez bu romanda konağın dışına taşıldığına, Anadolu halkının yaşam biçiminin kaba ama kesin çizgilerle yansıtılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Ona gelinceye değin yayımlanan romanların insan kadrosu beyefendi hanımefendi hizmetçi üçlüsünden oluşuyordu. İlk kez Küçük Paşa ile Anadolu insanı romanımıza girmiştir. Tepeyran yalnızca yaşam biçimleri ile değil, değer yargılarıyla da birbirinden uzak, aralarında derin uçurumlar bulunan iki toplumsal kesimle yüz yüze getiriyor bizi. Bir yanda yazgısıyla baş başa bırakılmış köy diğer yanda bolluk içerisinde yüzen konak.  Yazarının amacı gereği Küçük Paşa gerçekçi bir roman ancak doğalcılığın sınırları içinde kalan bir gerçekçilik bu.” (Mehmet Ergün)

   “Ebubekir Hâzım’ın sözü edilmeye değer bir köy romanının yazarı oluşunda taşrada yetişmiş, taşrada görev yapmış olmasının payı vardır. Küçük Paşa romanı Orta Anadolu’nun yoksul bir köyünün yaşantısını sergiler. Orada anlatılanların pek çoğu Ebubekir Hâzım’ın doğup yetiştiği Niğde’nin ve yörelerinin verdiği gözlemlerle beslenmiştir. Küçük Paşa’da bir köylü çocuğunun İstanbul’da bir paşa konağına getirilen anasıyla birlikte geçici bir süre güzel günler yaşayıp köyüne geri gönderilişi ve buradaki çetin yaşama koşulları ortasında ölüme sürüklenişi, köy insanının çilelerini, köy sorunlarını somut biçimde canlandırmaktadır. Her yıl köylüden alınan ağır yol vergisi, vergi ödemeyecek kadar yoksul olanların yollarda, güneş altında, aç susuz çalıştırılmaları, okulsuz köyde bir köşeye yığılmış tabutların yanı başında üç beş çocuğun derme çatma öğrenim görmesi, köylünün hastalıktan kırılması, köylünün haklarını adalet organının korumaktan uzak kalışı, uzak cephelerde kan dökmeye itilen Anadolu insanının kendi toprağında mutlu olamayışı… Romanda anlatılan serüveni kuşatan sert gerçeklerdir.” (Konur Ertop)

   “…Ebubekir Hâzım’ın bu romanı, nev’i şahsına münhasır çok dokunaklı, çok özlü bir Anadolu romanıdır. Kendi zaten Orta Anadolu’daki Niğde’den olduğu için Anadolu’yu içinden biliyor. İlk defa Anadolu köylülerini kendi şiveleriyle bu romanda konuşur görüyoruz. Mevzuu da çok iyi seçilmiş…” (İsmail Habip Sevük)

   “Ebubekir Hâzım Bey’in Küçük Paşa’sı bizim bugün anladığımız manada, realist edebiyatın tipik bir örneğidir. Türk edebiyatı içinde ilk defa bu Küçük Paşa’dır ki memleket meselelerine doğru uzanarak gerçek bir roman görüşünün temelini atmıştır. Geçmiş nesiller arasında ileri görüş sahibi bir müellifin varlığı, o edebiyatçı nesillerin kıymetlendirilmesinde bize yeni bir ölçü kazandırmıştır.” (Fahir Önger)

   “Küçük Paşa, devrinin güzel üslûbu ile yazılmış bir kitaptır. Üslûbu devrine ait kaldığı halde bugün kendisinden bahsettirecek kudrettedir. Muhtevanın kudreti kendisini derhal mevzuu ile hissettiriyor.” (Sadri Ertem)

   “Halk için çalışan ve halk arasında yaşayan bir insan olarak, bizde köy gerçeklerine yönelen ilk roman olan Küçük Paşa ile ün kazandı. Aslında kendi kendini yetiştiren bir otodidakt olan Ebubekir Hâzım, uzun süren idarî hayatında Anadolu insanını ve sorunlarını yakından tanımak fırsatları bulmuş… Köye ve köylüye bilim ve sanat açısından çok, bir idare adamı görüşüyle bakmakla birlikte, bizde köye yönelen gerçekçiler arasında önemli öncülerden biri oldu. Yazar, kitabının başında asıl amacının bir roman yazmak değil, Anadolu köylerinin dert ve sıkıntılarını bir roman düzeni içinde sergilemek olduğunu belirtmektedir...” (Tahir Alangu)

   “Küçük Paşa’nın okunmaya değer kılan tek yanı, Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın yirminci yüzyılın başındaki Türk köyü ve Türk köylüsü üzerine gözlemleridir. Tepeyran bu gözlemleri büyük bir açık yüreklilikle dile getirir. Bu arada bürokrasiye de eleştiriler yöneltir. Köy toplumsal gerçekliğini bütün ayrıntılarıyla (ev içlerine varıncaya kadar) veren romanda köy insanlarının psikolojik gerçekliği yoktur. Köylülerin konuşmalarını köylü ağzıyla vermek ilginç bir çaba, ama bu çaba fazla bir şey katmıyor romana” (Fethi Naci)

   “Küçük Paşa günümüzde okunuyor mu, bilmiyorum. Genç arkadaşlara sordum, Küçük Paşa'yı işitmemişlerdi. Yaşıtlarıma sordum, bir iki kişi hayal meyal hatırladı. Sorduğum kişileri edebiyatla ilgisiz sanmayın. Kimileri, üstelik doğrudan doğruya edebiyatın içinde, öykü, roman yazıyorlar. Küçük Paşa yazarların artık okumadığı bir roman mı, dememiz gerekiyor. Yazarlar okumuyorsa, geçmişin bir eseri bugünün okuruna nasıl ulaştırılacak?” (Selim İleri)

SONUÇ

  ‘Küçük Paşa’ edebiyatımızda köy ve köy hayatı üzerine önemli bir romandır. Yazar Ebubekir Hâzım Tepeyran, devrin sosyal şartları içinde köyü ve köylüyü gündeme getirmek istemiştir. Edebî bir kaygıdan ziyade toplumsal gerçekliği yansıtma çabasında olmuştur. O devir içindeki merkez-taşra karşıtlığı; zengin konak hayatı ve yoksul Anadolu köyü üzerinden anlatılmıştır.

  Romanın bazı bölümlerinde aşırı, zorlama bir yorum ile doğa şartları ve çevre özellikleri vurgulanarak ‘istibdat’ eleştirisi yapılır. Bu üslûp yazarın anlatıma müdahil olduğu, romana zarar verdiği bölümlerdir.

   ‘Küçük Paşa’ yirminci yüzyılın başlarında Anadolu gerçeğini, Anadolu insanını yakından görme, tanıma ve anlama çabası olarak değerli bir çalışmadır. İstanbul’un dışındaki taşra hayatı dikkatlere sunulmuştur. Ayrıca kadınların duygu-düşünce dünyası ve bir çocuğun masumiyeti üzerine önemli dikkatler içermektedir. Anlatımda aksayan yönler olmasına rağmen yine de kendisini okutan bir romandır ‘Küçük Paşa’.

Yazının Devamı

BAHARI KARŞILAYAN ŞİİRLER

Bahar, gözümüzü, gönlümüzü aydınlatan mevsim. Işıklar içinde tabiat. Bir güzelliğin çiçek çiçek, yaprak yaprak çoğalması. Yeniden başlamak hayata, yeniden doğmak… Umut yüklü bahar en güzel şiirlerde anlatılmış. Baharı anlatan, baharı karşılayan şiirlerden bir demet bu yazı. 

     Âşık Veysel, baharı dillendirdiği şiirinde “Cümle ağaç uykusundan uyanır” der. Gönül gözü ile tabiat kitabını okur. Baharın gelişi bir güzel haber olarak şiirlerinde işlenir.

    “Bahar gelir dağlar bağlar süslenir

   Yel değmezse coşar dallar uslanır

    Bir hazin ses şafaklara seslenir

    Neler duymaz bâd-ı saba o sesten”

    Orhan Veli Kanık, “Baharın İlk Sabahları”nı sevinç ve mutluluk içinde anlatır. 

 “Tüyden hafif olurum böyle sabahlar;

Karşı damda bir güneş parçası,

İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;

Bağıra bağıra düşerim yollara; 

Döner döner durur başım havalarda.”

   Cahit Sıtkı Tarancı, “Bahar Sarhoşluğu” isimli şiirinde baharın gelişiyle yaşadığı değişimi anlatıyor. Baharın gelmesi ile bir güzellik, bir ferahlık başlıyor. Bahara duyduğu özlemi ve yeni günlerin sevincini dile getirmiş. Şehrin gürültüsünden bir süreliğine de olsa kurtulduğunu ifade ediyor.

 “İlk sevgilinin gülüşüne benzer

Bir Nisan havası değil mi esen?

Zincirlere, kelepçelere inat,

Kanatlarımı açmak zamanıdır”

    Melih Cevdet Anday, “Bir İlkbahar Şiirine Giriş” şiirinde dışarının, tabiatın güzelliğini anlatıyor. Evde, okulda, içeride durmak zordur artık. Çiçeklenen yeryüzünün çağrısına “ses” verir insanoğlu. Dışarıya çıkmak ister çocuklar. Tabiat çağırır insanı. 

 “Hava ne kadar güzel öğretmenim

Yollar ağaçlar kuşlar ne kadar güzel

Yeryüzü pırıl pırıl öğretmenim

Gizlisi saklısı kalmamış dünyanın

Nesi var nesi yoksa dökmüş ortaya

Bütün bitkiler, bütün hayvanlar, bütün taşlar

Sürüngenler, konglomeralar, serhaslar

Hepsi hepsi ortada öğretmenim.

Ne olur biz de gidelim”

    Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerinde bahar, İstanbul ile birlikte anılır. Birbirini tamamlayan iki güzellik. İstanbul’da bahar günleri aşk ile harmanlanır. “Erenköyü’nde Bahar” şiirinden:

 “İstanbul’un öyledir bahârı;

Bir aşk oluverdi âşinâlık…

Aylarca hayâl içinde kaldık;

Zannımca Erenköyü’nde artık

Görmez felek öyle bir bahârı.”

    Sezai Karakoç, “Özgür Bahar” şiiri ile geçmiş baharlara götürür bizleri. Hatırlayış vaktidir. Yaşananlar, bir bahar şiirinin içinde yeniden yorumlanır. 

 “Dün bir gül düştü bir taraçadan

Bahar gelmiş dedim başımı kaldırmadan

Andım o gençlik günlerini güneş kızıl bir duman

Sense yüzünden göğsünden ellerinden gül akan

Eğilirdin zamana menekşeler gibi sen

Korkardım altında durduğun leylâklara bakarken

Leylâkların aydınlığında belirirdi mermer ülken

Kalbimizi serin özlemleriyle yakan”

      Ahmet Muhip Dıranas, “Bahar Gökleri” isimli şiirinde “Kork! Bahar seni bir al güle döndürebilir” mısrası ile baharın insan üzerindeki güzel tesirini ifade eder. O şiirden bir bölüm:



“Meltem mi ki bu esen, renk mi ki, şarkı mı ki?

Şu dağdan aşağı ak bir bulut salkımı ki

İçime bir buruksu sarhoşluk akıtmada.

Düşler mi ki şu burcu burcu kokan havada,

Renk mi ki üzerimden akaduran bu nehir?

“Kork! Bahar seni bir al güle döndürebilir”

Bir daha göstermemek üzere gökyüzünü.”

    Allah’ın ayetlerinden olan bahara selâm. Hoş geldin, hoş geldin! Ölümden sonrasını hatırlatan diriliş mevsimi. Yeni bir sayfa, yeni bir başlangıç. Umudu kavi kılan günler. Nice bereketli baharlara…

Yazının Devamı

BAHAR SÜRGÜNÜ 

İşte bahar, işte umudun çağlası!

  “Kışı güzel olan memleketin, baharı da güzel olur” derler. Bir hazırlık dönemi şart öyleyse. Toprağın beslenmesi gerek. Süzülüp gelen kar ve yağmur suları derinlerde damar damar… 

   Birazdan gün doğar. Kurt kuş uykuda şimdi. Aşağıda bağlar bahçeler ve derede suyun şırıltısı… Derenin iki yakasında yeni güne hazırlık var. Çiğ düşmüş çimenlere, yapraklara…

   Güneş şimdi daha bir yakın… Yeryüzü ışıl ışıl gülümsüyor. Uyanış vaktidir. Toprak, bağrındaki tohumları yeni güne hazırlamanın telaşında. Birazdan bağ bahçe sahipleri gelir. Gün, gayret günüdür.

   İkindiye yakın inceden bir yağmur yağdı. Uzakta gökkuşağı belirdi. Açık pencereden içeriye giren mis gibi toprak kokusu odayı doldurdu. Evde durulmaz artık. Dört duvar sıkar, boğar. Dışarı çıkalım çocuklar, dışarı! 

   Bahçelere doğru yürüyoruz. Yolda su birikintileri. Ağaç dallarında kuşlar yeni günü karşılar gibi. Bizi görünce uçuverdi kuşlar. Onları üzen kişi, bizden uzak olsun. Bir daldan bir dala kuşkulu gariplerim. 

   Kırmızı toprak burada başlıyor. Tarlalar ta karşı yamaca kadar uzayıp gider. Tarla içinde bir başına alıç ağacı. Güneş altında kalmışlar için sığınak gibidir bu ağaç. Tarlada serinliğin adı alıç. Gövdesinde karınca hiç eksik olmaz. Alıç gölgesinde ayran içtiğimiz günler, hey gidi günler! 

   Koşuyor Yakup Eren. Düşerim diye hiç korkmuyor. Aramızda sevinci çoğaltıyor. Koşuyor koşuyor ve bir ağaca yaslanıyor. Biz de peşinden koşuyoruz. Ağaçların dalları, yaprakları tozdan arınıvermiş bugün. Yağmur damlaları ağaç çevresinde ufak ufak oyuklar oluşturmuş. Su ile başlayan bir hareket var tabiatta. Ayağımız toprağa basınca hayat daha bir güzel, daha bir yaşanılır. 

   Dağlara esmer bulutlar çökmüş. Yokuşu aşan bir çocuk bize doğru ağır ağır yaklaşıyor. Sırtında heybesi. Tanıdım, talebem Hüseyin. Beni görünce gülümsedi. 

  —Hayr ola Hüseyin, nereye gidiyorsun bu vakitte? 

  —Öğretmenim, babam şu tepenin ardında koyun güdüyor. Ona azık götürüyorum.

   

   Yaklaşıp sırtını sıvazladım. Yine gülümsedi. Pek utangaç. Yanakları kıpkırmızı oldu. Sırtındaki heybe ıslak. Paçaları çamur içinde kalmış. Yanımızdan hızlıca geçti. Soğuk sıcak, yağmur çamur demeden, her gün ders bitiminde, babasına azık taşıyan Hüseyin gözümde birden büyüyüverdi. Bize dönüp bir kez daha baktı. Sonra başını eğip yürümeye devam etti. Bekleyeni var. Babası şimdi ne durumda, kim bilir? Yolcu yolunda gerek. 

 —Yürüyelim.

 —Nereye kadar?

 —Şu kayalığa kadar yürüyelim. 

 —Haydi o zaman, tabana kuvvet!

  Yakup Eren yorulmuş artık. Ardımızda kaldı. Sallana sallana geliyor. Arada bir konuşuyor. Az önce dedi ki:

  —Kuşlara gidelim!

  Bu sözü duyunca şaşırdım kaldım.

  —Oğlum, az önce sen ne dedin?

  —Kuşlara gidelim baba, bak oradalar, ağaçta!

  Yüreğim kıpır kıpır... Bir şiir şimdi yağmurdan, kuştan, ağaçtan, topraktan, çocuktan kaynağını alıp mısra mısra yazılıyor.

   Kuşlara doğru gidiyoruz. Yaklaşınca kanat çırpıp uçuyorlar. Gökyüzünde gözlerimiz. Hiç usanmadan izliyoruz kuşları. Üstümüzde dönüp duruyorlar. Güvenli bir yer arıyorlar sanki. Bir kısmı topluluktan ayrılıp başka ağaçlara konuyor. Kuş sesleri bahçelerden taşıp karşı yamaçta yankılanıyor.

   Kayalık yere varıp durduk. Bir soluklandık. Yönümüzü tekrar köye döndük. İnce uzun minare hemen göze çarpıyor. Ağaçların ardında çatılı-çatısız evler görülüyor. Epey yürümüşüz. Dönüş vaktidir. 

   Aşağılarda, dereye yakın ağaç diplerinde şimdi salyangoz çok olur. Böyle havalarda çocuklar ellerinde torbalar ile dereye doğru koşarlar. Salyangozları toplayıp toplayıp satıyorlar. Balon için kalem için top için silgi için para lazım değil mi? Ekmeklerini taştan, topraktan, yağmurdan çıkarıyor bu çocuklar. 

    Dönüş yolundayız. Hafiften yorulmuşuz ama hiç de umurumuzda değil. Ruhumuzu sarıp sarmalamış bahar. Bu güzellik, iyilik yetiyor bize. 

    —Ağaç nasıl da yapraklanmış gür, gümrah! 

   Yeniden başlamak güzel. Yeşilin bütün tonları vadi boyunca dalgalanıyor. 

      Gözün gönlün bahar olsun kardeşim

      Gözün gönlün bahar olsun

      Gözün gönlün bahar

Yazının Devamı

GÜN AKŞAMLIDIR

Bir günün sonunda yine akşam… Eve dönüş vaktidir. Gün içinde yaşananlar şimdi bir bir hatırlanır. Nasıl başladık güne ve elde kalan nedir? Muhasebe, varoluş sorgusu her akşam. Günden kalan sevinçler, hüzünler… 

   Şimdi yoldayız erenler! Yorgun ama yine de umutlu. Aynı yolda yıllarca devam eden koşturmaca usandırmadı mı? “İşimiz bu” der gibisin “İşimiz bu”

   Gün battı burada. Görkemli kızıllık semayı doldurdu. Kuşlar görünmez oldu artık. Gök kızıl bir çehre ile bakıyor bize. Söyleyecekleri var. “Duralım burada kardeş, muhteşem bir gün batımı… Duralım, şu lunaparka da uğrayalım.”

    Karanlık, biçimleri, sesleri yutmuş. Bir iz halinde yeryüzü şekilleri. Sessizlik hüküm sürüyor. Dışarısı sanki bütün cazibesini yitirmiş gibi. İçine çekilmiş hayat, içine çekilmiş insan. Bir süreliğine de olsa durup dinlenmenin vaktidir. Eve dönmenin ayrı bir güzelliği var. Şimdi gözü yolda kalanlar der ki: “Nerede kaldı, hiç bu kadar gecikmezdi!”

    Şu dönme dolap ne söyler bize? Akşamı yüklenmiş kara kızıl bulutlar altında yeryüzü. Bir hayat belirtisi, bir eksen etrafında hareket…

    Lunapark neşeli hayatın tam da ortasında durur. Kötümserliğe, karamsarlığa, hüzne yer yoktur burada. Çarpışan arabaların sesine karışan sevinç çığlıkları ve çocuk gülüşleri… Hayatın gerçeklerine, sertliğine aldırmaksızın koşan rengârenk atlıkarıncalar hey!  Lunapark, hayat içinde bir hayat yahut bir başka zamana özlemin adı. Bir perde açılıyor. Çocukluk çağına yolculuk böylelikle sağlanıyor. Rahmetli babam derdi ki: “Çocuk olmak varmış şu dünyada yahu ne dert ne tasa!..” 

    Yeryüzü, üzerine çöken kara kızıl bulutlara bu akşam vakti bir dönme dolap ile cevap veriyor. “İşimize bakalım çocuklar, haydi bir tur daha, bir tur daha!” Gökyüzü bu akşam daha bir güzel, daha bir alımlı. Kayıtsız kalamaz insanoğlu. Şu dalga dalga bulutlar alıp götürüyor geçmiş zamana. 

    Şehrin ışıkları çoğalınca akşamın o munis güzelliğini göremez olduk. Heyhat şehrin gürültüsü bastırdı ince, derin sesleri! “Akşam, yine akşam, yine akşam” diyen Ahmet Haşim’i hatırlıyorum. Gün akşam olsun diye beklemiş şair, akşama sığınmış. İç ses, gün batınca duyulur. O ses, bütün derinliği ve içtenliği ile yüreğimizin sesidir.

   “İnecek var, inecek var; dönme dolap, dönme artık. Sen de nefeslen biraz.” Çocuklar ve anne birkaç turdan sonra iniş yerine varınca oturdukları yerden yavaşça kalktılar. “Bu kadar yeter çocuklar.” 

    Zaman da fanidir. Her başlangıcın bir bitişi vardır değil mi? Bazen hoşumuza gitmese de bu böyledir. Hayatın kuralları gayet ciddi adımlarla çıkar gelir ve büyüklerimizin dilinde bir tembih ifadesi olarak yer bulur. Hayatın kuralları ne çok; say say bitmez. Oysa şu lunapark, şu dönme dolap çocukluğun özgür ve sevinçli günlerini hatırlatır. 

   —Akşam akşam git başımdan!

   —Nereye gideyim?

      Kuşatır kâinatı akşam, bildiğini okur. Söyleyecekleri vardır. Gün akşamlıdır!

Yazının Devamı

ŞAİR BEKİR SITKI ERDOĞAN’A DAİR

Bekir Sıtkı Erdoğan, halk şiiri ve divan şiiri geleneğini iyi bilen bir şairdir. “Şiirimizi sevenlerin hem halk şiirimize hem de divan şiirimize çıraklık yapmaları gerekiyor.” der.

*

  Yeni şiir karşısında şaşkın ve kederlidir. Eskimeyen şiiri ısrarla hatırlatır. Bu husustaki tespitleri: “Ben şahsen divan edebiyatımıza ait bir şiiri alıyor ve okuya okuya meşk ederek iki günde bitiriyorum. Şimdi yazılanlara bakıyorum, adeta bizim zevkimizle alay ediliyor gibi. Kahroluyorum. Adeta asırlardır, inşa edilen sanat harikalarının enkazı altında kaldık.”

*

  Yeni şiire karşı eleştirel bir yaklaşımı sürdürmüştür. Daima geleneğin devamından yanadır. Bir yazısında yaşanan durumu şöyle ifade eder: “1940’tan beri adeta şiirde karikatür havası estirildi. Belki buna zamanla alışırız diye düşündük fakat düşündüğümüz gibi olmadı.”

*

  Yunus Emre’ye komşu olmak için şiirler, şiirler söyler. Yunus Emre bir ufuk şahsiyet olarak vurgulanır. Hakikat ve aşk diline işaret eder. “Bu ilham işini Yunusvâri yapmak lâzımdır” der.

*

  Şairin “Kışlada Bahar” ve “Hancı” isimli şiirleri adeta diğer şiirlerini görünmez kılmıştır.  Sarı sayfalarda kalan diğer şiirler okuyucusunu sabırla bekliyor.

*

  “Han Duvarları” ve “Hancı” birbirini selâmlayan şiirler... İnceden, nakış nakış bir yakınlık. Ortak duygu düşünce ikliminin yansımaları okunuyor.

“ Kayseri yolundan Niğde’ye geçtim.

 Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş…”

*

  Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Niğde’ye özel bir muhabbeti var. Çocukluk, ilk gençlik yılları Niğde’de geçmiş. “Niğde’nin Sesi” gazetesinin 31 Temmuz 1956 tarihli nüshasında yayımlanan “Bir Garip Şehir ve Çocukluğum” şiiri bu anlamda kıymetlidir.

“İlk hasreti duyduğum işte bu şehirdi !

Semalarında uçan pır pır çocukluğum…

Kuşkulu adımlarla bir sokağa girdi.

Sağına soluna bakınır çocukluğum.”

  Geçmiş zaman günleri, gülleri yeniden yâd edilir. Şair, çocukluk çağını yeniden dillendirir.  “Bu şiir, Niğde’de geçen çocukluğumun bir hatırasıdır” der.

“Ne kadar kapanırsa kapansın kapılar

Ne kadar sır vermezse vermesin dört duvar!

Unutuşa açık kalmış bir pencerem var.

Hep o pencereden sarkınır çocukluğum”

*

    Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Ahmet Kabaklı yönetiminde çıkan Türk Edebiyatı dergisinde “Sabır Sarmaşıkları” üst başlığı ile yayımladığı rubaileri bu nazım türünün son devirde yazılmış seçkin örnekleridir. 

*

   Şairin “Bir Yağmur Başladı” (1949) ve “Dostlar Başına” (1965) isimli şiir kitapları yıllar önce yayımlanmış. Bekir Sıtkı Erdoğan’a ait şiirler toplamını bir bütünlük içinde okumak, incelemek ve değerlendirmek için bütün şiirlerinin tek kitap olarak yayımlanması elzemdir. Şairin okuyucu ile yeniden buluşması böylelikle sağlanabilir.

*

  Kadim şiir geleneğimiz yeraltı suları gibi akışını sessizce sürdürüyor. Şair Bekir Sıtkı Erdoğan “Gönlümle Söyleşi” isimli şiirinde der ki:

“Sıtkı’m üslûbunla çözdün gönlümün esrarını,

Sende nazmın başka bir dil, başka bir imlâsı var”

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans