yandex
AHMET HAŞİM’İN BİR MEKTUBU HAKKINDA DÜŞÜNCELER | Murat Soyak | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    35,8273
    %0,20
  • EURO
    37,1868
    %-0,26
  • G. Altın
    3.225,48
    %0,32
  • Ç. Altın
    5.153,04
    %0,97
  • BIST
    10.104
    -0.77
  • BITCOIN
    100,603.653
    -0.6
  • ETHEREUM
    3,118.608
    -1.05
  • DOLAR
    35,8273
    %0,20
  • EURO
    37,1868
    %-0,26
  • G. Altın
    3.225,48
    %0,32
  • Ç. Altın
    5.153,04
    %0,97
  • BIST
    10.104
    -0.77
  • BITCOIN
    100,603.653
    -0.6
  • ETHEREUM
    3,118.608
    -1.05
Murat Soyak

AHMET HAŞİM’İN BİR MEKTUBU HAKKINDA DÜŞÜNCELER

: 31-01-2025


   Ahmet Haşim, 1917 senesinde “İaşe-i Umumiye İdaresi Heyet-i Teftişiyesi”ndeki vazifesi gereğince Niğde ve çevresinde bulunmuştur.

  1917 senesi için tarih bilgilerine müracaat edildiğinde görülecektir ki her yönü ile zor, sıkıntılı bir dönemdir. 1. Cihan Harbi devam etmektedir. Rusya’da Bolşevik devrimi olmuştur. Osmanlı Devleti bütün cephelerde ağır kayıplar vermiştir. Yoksulluk, çaresizlik alıp yürümüştür. Anadolu halkı ıssızlığın ortasında yaşama mücadelesi vermektedir. Salgın hastalıklar, bitmeyen savaşlar, cepheye gidip de dönmeyen yiğitler ve sönen ocaklar, yetimler… Kaderine terk edilmiş Anadolu’da hazin haller yaşanmaktadır. 

  İstanbul’da yaşayan edipler, 20. yüzyılın başlarında, Anadolu’da yaşananları, olup bitenleri eserleri ile kayıt altına almaya başladılar. Anadolu gerçeği edebî eserlere konu oldu. Böylelikle bir muhasebe, sorgulama çabası da gelişti. Nabizade Nazım’ın “Karabibik” romanı (1890) ve Niğdeli meşhur devlet adamı, edip Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa” romanı (1910) bu anlamda nitelikli ilk eserlerdir. Sonraki zamanlarda memleket edebiyatı cereyanı ile Anadolu’ya bir yöneliş başladı. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiiri Anadolu’yu, Anadolu insanını yakından görme, anlatma çabası olarak güzel bir şiirdir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Yaban” isimli romanında (1932) Anadolu insanı ile İstanbullu Ahmet Celâl’in karşıtlığını dile getirir. Anadolu köylüsüne göre bir “yaban”dır Ahmet Celâl. Konuşması, değer yargıları ve davranışları ile toplumdan uzağa düşmüş ve dışlanmıştır. Romanın bir yerinde Ahmet Celâl der ki: “Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak… Haydi, bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim? Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak… Bu resimleri, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek. Neye yarar? Hepsi benim içime girdiler. Bende, silinmez, kaçınılmaz, yıkanıp temizlenmez izlerini bıraktılar. Benim iç duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, çizgiler, işaretler, renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş neye yarar? Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınaî, adeta kimyevî bir şey halini almışım.”

     Memleket gerçeğini anlama, anlatma çabası yeni eserler ile devam etti. Ahmet Haşim, 1917 senesinde bir teftiş vazifesi ile bulunduğu Niğde’den arkadaşı Şevket İnce’ye yazdığı mektubunda görüp yaşadıklarını, intibalarını dile getirmiş. Öznel yargıların, ilginç tespitlerin yer aldığı bir mektup.

  “Sevgili Refik, 

  İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan hasıl olmuş ve bütün mesafeler boyunca mümted, maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. Muhaberatımızın bu tevâlisi seni iz’ac ediyor mu?

  Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra livanın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin hitamında bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum.”

 O dönemin acı gerçeklerini anlatırken yer yer sert ifadelerin de yer aldığı bu mektubu, devrin tarihî-sosyolojik şartları içinde değerlendirmek gerekir. Zira o yıllar evvelce de belirttiğimiz gibi ülkemizin en zor yıllarıdır.

    “Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım? Evvelâ bu kıta-ı arazide kimler yaşıyor? Görülen harabelerin banisi hangi cins mahlûkattır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz haraba yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü tasnif-i mahlûkatta karıncalar nevine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin namütenahi sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” fikr-i sabitiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin mesai-i müşkilesine tesadüf olunur. Sanki, cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya madde-i gıdaiyeyi biçmekle ya onu taşımakla ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…”

 Bir çöküş dönemi yaşanmaktadır. Yokluklara ve yenilgilere rağmen ayakta durma mücadelesi verilmektedir. Anadolu insanının o dönem içindeki çaresizliği, hayat şartları, yoksulluğu bir mektup ile adeta resmedilmektedir. 

 “Anadolu, hemen serapa firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, heyet-i umumiyede o kadar topal, topalların o kadar envaı, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan şekl-i eşyayı bozan muhaddeb bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Mamafih güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli.”

    Şair Ahmet Haşim’in şiirlerinde içe dönük olan mizacı, nesirlerinde hayata ve insana yönelir. Dikkatli, keskin bir gözlem gücü yazılarında belirgindir. 

     Ahmet Haşim’in bu mektubunu okuyunca düşündüm ki İstanbul’da hayatlarını sürdüren, taşraya uzaktan bakan, sözde aydınlar zaman içinde adeta Anadolu insanına karşı yabancılaşıyorlar. Sanki başka bir iklimden kopup gelmişler gibi. Oysa yüzyıllardır cephelerde savaşan ve ülkeyi koruyan Anadolu insanı değil mi? Bu kibirli bakış asla kabul edilemez. İnsanımıza uzak düşenlere, onun yaşantısını beğenmeyenlere sorulacak bir soru var: Ne ektiniz ki ne biçeceksiniz?

777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777

AHMET ÖZDEMİR

ÇUVAL


lambanın etrafında bir duman

dumanın içinde kar ve ölüm

dumanın içinde çaresizlik var



annenin yüzünde

gözyaşından bir ırmak

akar geceden sabaha doğru

durmadan akar


gün doğanda diner fırtına

yol verir karlı dağlar

babanın sırtında bir çuval


çuvalın içinde uyur bir çocuk

gözlerinde mor halkalar


77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


YUSUF DAĞCI

YENİDEN DOĞMAK


Ey soğuk geceleri emen kar!

Yıldızları doğuran gökyüzüne hüznümü sor.

Kundaklansa bütün kötülükler bir bir,

Karın rengine boyansa divâne rüzgâr.

Girse gerdeğe mehtap, beyazlara bürünse yâr…


Fırın küreği kadar sımsıcak yürek…

Bir dağda kardelen ne kadar ürkek?

Şehlâ bakışlarda yoğrulan vefâ bir dilek,

Sadakati yücelt miraç hızıyla ey binek!

Sulasın her yanı derya, sağsın göğü bir balık!


Yorgun bedenler kürek çekerken gayrı,

Şakayıklar süsler gülzârı ayrı ayrı.

İğreti durmasın Tuba dalları,

Neşv ü nemâ bulsun bir bâğın nârı.

Zemzemle yıkasın petekleri seyyah arı.


Ruh âleminde tulu etsin bir özge beden,

Dırahşan çehrelere dokunsun kefen.

Mücellâ suretlere batmasın keven.

Yollarda bir şehr-âyin, pir ü pâk cân u ten;

Patlasın şehvetle papatyalar zevkten.


Bâl-ı Cîbril’de en rânâ sürmeyle yazılmalı hat,

Muhabbet ağını germeli şaha kalkan bir at,

Köhne zincirleri, esâret yoncasını kır at,

Yûsuf’un Mısır’ında kuyuları sat,

Sat ki “külbe-i âhzân” gibi olmasın sırat.


7777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


İZZET IRMAK

BU DA BİR SEVDA


kıyısız düşünceler üretir

boş kaldıkça kelimeler

suya düşen gölgeler 

bakışır ömür dalında

düşen yapraklar art arda 

bu da bir sevda


insan en çok mutluyken söyler 

dilinin tersine düşme

hele gözünden düşme 

önündeki taşa bak düşme

ikinci el bir sevinç mezattan düşme 

bu da bir sevda 


sadece kendine anlamsızdır

herkese bir anlam yükler

düşmez sırtındaki yükler

hele ki büyükler

gönül bu bekler 

bu da bir sevda 


gecenin en aydınlık saati

akrep kovalar mı yelkovanı

boşa akıtma zamanı 

haydi doldur kovanı

umut tükenmez insanda 

bu da bir sevda


77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777







NURULLAH ÖZDEMİR

BİR ŞEY VAR


Bir şey var, içimi kanatan bir şey

Bir şey var, kanımı kaynatan bir şey

Bir şey var, ruhumu ağlatan bir şey

Bir şey var, bir şey var, şey gibi bir şey


 Bir şey var, bir adım benden ileri

Bir şey var, bir şekil tenden ileri

Bir şey var, bir nefes candan ileri

Bir şey var, bir şey var, şey gibi bir şey



Bir şey var, gökkubbe ârza iniyor

Bir şey var, nabzında zaman diniyor

Bir şey var, melekler semâh dönüyor

Bir şey var, bir şey var, şey gibi bir şey


Bir şey var, kışında sular yanıyor

Bir şey var, yazında ateş donuyor

Bir şey var, kalbinde güneş sönüyor

Bir şey var, bir şey var, şey gibi bir şey


Bir şey var, canhıraş koşuyor her şey

Bir şey var, dünyadan taşıyor her şey

Bir şey var, çukura düşüyor her şey

Bir şey var, bir şey var, şey gibi bir şey


Bir şey var, yörünge kâinat O'na

Bir şey var, zikirde mahlukat O'na

Bir şey var, masiva malumat O'na

Bir şey var, bir şey var, âşk gibi bir şey


7777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777

KÜÇÜREK ÖYKÜ

NECATİ TOSUNER

ACI YAĞMUR 


Bir zamandır ablam, annemin kafayı üşüttüğünü söylüyordu.

Ben pek üzerinde durmadım.

Evet, ablam da haklı.

Yaşlı bir kadınla her gün aynı evde olmak kolay değil.

Dün pazardı, şöyle bir uğradım onlara.

Biraz kaynattık işte, eskilerden filan…

Artık kalktım gidiyorum, elini öptüm annemin.

“Oğlum, bir daha gelişinde anneni de getir…” dedi.

İçimdeki yangın gözlerimi yaşarttı.

Ablamın yüzüne bakmadan kaçarcasına çıktım evden.

Yağmura sığındım dışarıda.


   * Yakamoz Avına Çıkmak 

77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


*GÜLAYDINLIĞI edebiyat, kültür, sanat sayfası Her hafta Cuma günü yayında.


GÜLAYDINLIĞI

HARMAN ZAMANI’NA DAİR

“Harman Zamanı” kitabında yazar Osman Aytekin, Anadolu'nun geleneksel yaşamını, toplumsal ilişkilerini ve insan hikâyelerini sade ama etkileyici bir dille okuyucuya sunuyor. Kitap, taşra insanının gündelik hayatına dokunan, sıcaklıkla yoğrulmuş, derin gözlem ve duygusal bir yoğunluk içeren hikâyelerden oluşuyor.

   Bu eserde insan doğasının sıcak yönleri, geleneksel yaşamın ince detayları ve yaşam mücadelesi etkileyici bir dille anlatılmaktadır. Yazar, güçlü gözlem yeteneği ve akıcı anlatımıyla Anadolu insanının ruhunu hikâyelere taşımaktadır. Resim, çizgi ve desen sanatı üzerine de yıllardır emek veren Osman Aytekin, bu görsel sanatlardaki yeteneğini hikâyelerine ustalıkla yansıtmış. Özellikle çevre, mekân ve kişi tasvirlerinde bu durumu görmekteyiz.

    Yazar, kasaba ve köy yaşamının temel taşlarını oluşturan değerleri işlerken; doğanın, emeğin ve dayanışmanın önemini yansıtan sahneler gözümüzde canlanıyor. Kitaptaki her bir hikâye, karakterlerin iç dünyasına, hayallerine ve mücadelelerine ışık tutarken; okuru geçmişle bugün arasında bir yolculuğa çıkarıyor.

    Hatice Eğilmez Kaya, “Harman Zamanı” kitabı hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Osman Aytekin, Harman Zamanı’nda İç Anadolu’nun zengin, bir o kadar da zorlu doğa koşullarında yaşayan insanların gündelik hayatını resmediyor. Osman Aytekin öykülerini okurken tanıdığı veya kurguladığı kahramanların bizlere her defasında bir şeyler öğrettiğini fark edeceğiz.”                                 

   Hikâyelerde Anadolu insanın hallerine değinilirken; hayatın içindeki insan ilişkileri, mutluluk anları ve kırılganlıklar içtenlikle işleniyor. Aytekin, yöresel söyleyişleri ve ağız özelliklerini ustalıkla kullanarak hikâyelerine bir özgünlük kazandırıyor.

    Dr. Harun Çolak bir yazısında der ki: "Osman Aytekin, Anadolu’nun kıraç topraklarında can çekişen kültür ve sanat hayatına can suyu taşıyan değerli ve usta kalemlerden biridir.”                                                                           

    Yazarın incelikle işlediği detaylar, köy meydanından harman yerine, taşra sokaklarından gökyüzüne kadar her yerde hissediliyor. Karakterlerin hayata tutunma çabaları, kültürel öğelerle yoğrulmuş bir anlatımla aktarılıyor ve her biri adeta yaşam dersi veriyor.

  Osman Aytekin’in edebî ustalığını sergilediği “Harman Zamanı” kitabı modern edebiyat ile geleneksel hikâye anlatıcılığını buluşturuyor. Sadece bir hikâye kitabı değil, bir dönemin toplumsal ve kültürel bir aynası olarak da okunabilir. 1970’li yılların gerilimli sosyal hayatı,siyasî cepheleşmeler ve politik kavgalar bazı hikâyelerinde arka plan olarak yer buluyor. Böylelikle yazarın yaşadığı döneme aitşahitliğini ve gözlemlerini okumuş oluyoruz.

 “Harman Zamanı” kitabında insanımızın duygu-düşünce dünyası bir döneme tanıklığın işareti olarak dile getirilmiş.HikâyelerdeNiğde ve Nevşehir illerine ait mekânlar ve yer isimleri dikkat çekiyor. Yazarın doğup büyüdüğü Derinkuyu ilçesi özellikle hikâyelerde mekân olarak tercih edilmiş.

Bu toprağın sıcak, sahici, derin gözlem içeren hikâyelerinden oluşuyor “Harman Zamanı.”Bereketli okumalar dilerim.   


*Harman Zamanı, Osman Aytekin

Aysima Yayınları, 2025 

2. baskı, Ankara

77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


AHMET ÖZDEMİR

ÜÇ GÜL


sen ki kovulmuş çocuğusun usumun

tanrısal mavisinde varoluşların

sahici değil yalınkattır mutluluğun

üç gül açar indiğin yerde – üç gül –

işaretlidir alnında sürgün olduğun 


birinci gül doğuludur – acıyı sever

çöl dikenleri içinde uyuşuk ve narin

histeriye benzer çokça mecnunluğu 

gayya kuyusunda kan kokar her daim




ikinci gül siyahtır – hep yağmalanır

inci dişleriyle altın işler durmadan

her zaman kölesidir kölesiz toprağın

eski bir hikâyedir bu insanlık kadar


üçüncü gül beyazdır – vahşiyse batı

zeus’un şimşeğinden deli gibi korkar

açgözlü dolaşır tüm kara parçalarını

kendini hep perdenin arkasına saklar


sen ey usumun kovulmuş çocuğu

unutma ki güneş herkese eşit doğar


(2023)

777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


ÜLKÜ TAMER

N'EDEYİM


Kuş dediğin konar omuz başıma

Ay ardında uçan kuşu n’edeyim

Hançer mi saplandı sırtına susma

Gizli gizli akan yaşı n’edeyim


Bir dağdan bir dağa salıncak kurdum

Uykumu gecenin sesine sardım

Sabahla beraber ben de ağardım

Hayra yorulmayan düşü n’edeyim


Takvim yaprağında kederin izi

Çiçeğin dalında denizin tuzu

Ne zaman görünür güneşin yüzü

Yazı getirmeyen kışı n’edeyim




7777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


OSMAN AYTEKİN

KİTAPLARI ANLAMAK

     Bir kitabı anlayabilmek, kitabın seviyesine gelebilmek için kitap okumalarına ve zamana ihtiyaç vardır. Okudukça okuyucunun anlama gücü artacak ve zamanla kitapları anlayacaktır. 

   Kitapları zaman kaybetmeden iyi anlayabilmek için neler yapılmalıdır?

    Anlama gücünün geliştirilmesi için konunun dikkatle okunması gerekir.   Okunulan konunun ana fikrinin ortaya çıkarılması üzerinde durulmalıdır. Okuyucuyu daha dikkatli okumaya yöneltilmesi için kitapla ilgili sorular hazırlanabilir. Kitaptaki ana ve yan düşünceler tespit edilmelidir. Kitaptan notlar alma, satırların altını çizme ve hızlı okuma kitabı anlamaya yardımcı olacaktır. Okunulan parça veya bölümler kitaba bakılmaksızın özetlenmesi konunun anlaşılmasını sağlar. Okuyup öğrenilenlerin doğru olup olmadığını, doğru olanlar da tekrarlanarak pekiştirmiş olunur. Bir metni doğru anlamanın yolu metni doğru okumaktır. Kelimeleri yanlış okuyan, anlama gücünü de olumsuz etkiler. Bir metin ne kadar çok yanlışlı okunursa o kadar az anlaşılır, ne kadar az yanlışla okunursa o derece iyi anlaşılır.

    Okunan kitaplar arttıkça, iyi bir okuyucu oldukça yazarların fikirleri de eleştiriye daha açık hale getirebilir. Okuma yeni sonuçlara ulaşan yaratıcı okuma biçimini de sağlar.

  Kitapları anlayabilmek için okunan kitapla ilgili eleştiri yazılara göz atmakta fayda vardır.  O kitapla ilgili önyargının oluşmaması için eleştiri yazısını kitap okunduktan sonra okunmalıdır. Bu sayede okunan kitapla ilgili bir anlayış oluşur. Eleştiri metninde yer alan hususlar nedeniyle farklı bakış açısı kazanılır. Okuyucu okuduklarıyla eleştirmenin görüş, anlayış veya aynı konularda tespitlerde kıyaslama ve birliktelik görülmüş olunur.

   Okuyucu, okuduğu kitaplar dışında farklı türdeki kitapları da okumalıdır. Okunan farklı türdeki kitaplar okuyucuyu diğer türlerden uzak tutmamalıdır. Okuyucu tarafsız, anlayarak, düşünerek okuduğunda kitaplardan daha da fazla yararlanacaktır.

    Okumadan verim elde edebilmek için doğru kitap seçimi yapılmalıdır. Okunan kitaplar hakkında yorum yapabilmek için anlama kapasitenizi de yükseltmeniz gerekir.  Sürekli, çok kitap okuyan biri kelime haznesi geliştiği için okuduğu kitapları daha iyi anlayacaktır. Okunan kitaptaki kelimelerin muhtemelen çoğunu bilmesi, yani kelime haznesinde olması o okuyucunun rahat okumasını ve anlamasını sağlayacaktır.

    Okuma düzeyi yükselen biri rahat araç kullanan kişiye benzer. Ne kadar çok kitap okursanız daha çok bilgilere ulaşırsınız. Beyniniz de aktif kalır. Okuduğunuz anlamakta da güçlük çekmezsiniz. Okuma alışkanlığı olanların okuma hızı ve anlama oranları da yüksek olur. Sürekli ve düzenli okuyan biri hemen hemen her kitabı anlama melekesini kazanır.


77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777

YAĞMUR BALABAN

ARİF AY AYDINLIĞINDA 

Arif Ay,1953’te Niğde’nin Balcı köyünde doğdu. Çocukluk yıllarını doğduğu köyde geçirdi ve sonrasında ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşti. Eğitim hayatı boyunca Anadolu’nun kültürel ve sosyal dokusundan etkilenmiştir. Bu birikim eserlerinde derin izler bıraktı.

    Arif Ay, ilköğrenimini ve ortaöğrenimini Niğde ve Ankara’da tamamladı.Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bir süre öğrenim gördü. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde eğitimine devam etti ve Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 

    Edebiyat ve sanat alanındaki çalışmalarının yanı sıra çeşitli kamu kurumlarında görev aldı. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nda Eğitim Müdürlüğü ve Başkanlık Müşavirliği gibi görevlerde bulundu. Kırıkkale ve Başkent Üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak dersler verdi. Edebiyat alanındaki teorik birikimini akademik çalışmalarıyla birleştirdi.

     Arif Ay, lise yıllarında başladığı edebî çalışmalarını, üniversite yıllarında ve sonrasında daha da geliştirerek sürdürdü. Şiir, öykü ve deneme türlerinde eserler veren yazar, Anadolu insanının yaşamını, duygularını ve kültürel zenginliklerini yansıtan sıcak, içten ve sahici bir üslup ile eserlerini kaleme aldı.

   Arif Ay, şiirlerinde özellikle hakikat mücadelesini, aşkı, inancı, doğayı ve toplumsal meseleleri işleyen bir şairdir. Şiirlerinde ve yazılarında daima direnişin, dirilişin izleri belirgindir. Onun eserlerinde geçmişin ve bugünün harmanlandığı, evrensel insanlık değerlerinin vurgulandığı bir derinlik görülür.

    Edebiyat hayatına şiirle başlayan Arif Ay'ın "Denizi Giyinmek" adlı ilk şiiri 1975'te “Edebiyat” dergisinde yayımlandı.

    Yazı ve şiirleri Edebiyat, Yedi İklim, İkindi Yazıları, Kayıtlar, Hece, Ayane, Edep dergilerinde yayımlandı.

"Bosna Alevler İçinde" adlı çizgi filmin senaryosunu yazdı.

Edep isimli aylık edebiyat dergisini yayına hazırladı (2010-2015).

     Son devir Türk edebiyatında müstesna bir yere sahip olan şair, yazar Arif Ay’ın eserleri şunlardır:

    Hıra (1978, şiir), Dosyalar (1980, şiir ), Şiirin Kandilleri(1983, şiir), Gökyüzü Saatleri(1986, şiir), İma Kitabı(1989, şiir), Bin Yılın Destanı(1992, şiir), Yirmi Yaş Şiirleri(1995, şiir), Dokuz Kandil(1997, şiir), Ateş ve Caz (2001, şiir), Dağlara Götür Beni (2001, şiir), Uzun Bir Hüzün (2006, şiir), Şiirimin Şehirleri(2011, şiir), Güne Doğan Koşu (Toplu Şiirler, 2. Baskı, 2015), Saat Yirmidörtte Saksafon Dersleri(1991, öykü), Gece Yazıları(1993, deneme), Anne Hikayeleri(1991, antoloji), Türk Edebiyatında Anne Şiirleri(2001, antoloji), Türk Edebiyatında Çocuklara Şiirler Antolojisi( 2001, antoloji)… 

    Eyüp Önder, Musa Deniz ve Halis Emre imzalarını da kullanan Arif Ay, “Edebiyat” dergisinin kurucuları arasında yer almış ve uzun yıllar derginin yazı İşleri müdürlüğünü üstlenmiştir (1977-1984). Bu süreçte genç edebiyatçılara yol gösterici bir rol üstlenmiş ve Türk edebiyatının gelişimine katkıda bulunmuştur.

    Arif Ay, Türk edebiyatına yaptığı katkılar nedeniyle çeşitli ödüllere layık görülmüş; edebiyat çevrelerinde saygıyla anılmıştır. Ödülleri arasında Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülü de bulunmaktadır.

   Arif Ay, Türk edebiyatına yön veren isimlerden biri olup eserleri ve edebî birikimiyle yeni nesillere ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. 


77777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


AHMET HAŞİM 

 AY

Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarında dolaştık. Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi vazıh ve berrak gösterdiği için yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik.

Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soluyan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç nâşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli geçen bir gezinti gününden sonra, akşamüstü eve mahzun ve nevmid dönmemenin mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim. Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışığında eğlenmenin ve mes'ut olmanın hiç imkânı var mı?

Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem ve nâtamam bir âlem içinde idik. Artık her şeyi sarahatle görmek ve tahayyül etmek imkânının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücud bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ay ışığı içinde birer murassâ hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadan bir mâyi sallanıp bir şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştık. Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu.

Ay! Ay! Yalancı ay! Zekâdan harab olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!


777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777777


*GÜLAYDINLIĞI edebiyat, kültür, sanat sayfası 

Her hafta Cuma günü yayımlanır.

Yazının Devamı

Sezai Karakoç


ÇATI


Kaç aç varsa hepsi ben

Kaç hasta varsa hepsi ben

Kaç liman önlerinde dönen

İşsiz hamal hepsi ben


Kaç aşktan ters yüz edilmiş

Âşık varsa hepsi ben

Bütün çiçeklerle donanıp

Bütün insanlarla ölen


Atılmış kömür toplar

Annelerinin zoruyla çocuklar

-Başka çaresi ne annenin-

Çocuklarıyla yere çarpılan


Ben o çocuklarla yere çarpılan

Sevgili deyip yere çarpılan

Sedye taşımaktan kolu tutulan

Bu sessiz çılgın çalkantıda. 



Murat Soyak

ŞİİRE DAİR

   Şiirlerde aradığımız nedir? Acının, sevincin, yalnızlığın, hasretin, aydınlığın, hakikatin mısra mısra dile gelişi. Ruhun seyahati engin denizlerde. Dokunulan, duyulan bir iç yangını. Çekilen sızının siyah-beyaz fotoğrafı. Şu dünya yolculuğunda sesimize bir ses veren var mı? Başkasının şiirlerini okurken kendimizi de okuruz. Şiirlerde tanımak insanı, şiirlerde derinliğine…

   Sahil dil bir şiirin olmazsa olmazı. Şiiri var eyleyen sahici bir duruş ve iç kanamadır. Yaygın bir ifade ile samimiyet. Şiirin gücü ve güçsüzlüğü burada saklı. Bir dönem parlak mısraları ile anılan bazı şairler şimdi unutulur oldu. Mesela Mehmet Emin Yurdakul, Enis Behiç Koryürek, Behçet Kemal Çağlar… Halbuki kendi dönemlerinde bu şairler nasıl da “yıldızlı pekiyi” idiler. İri, şatafatlı, allı pullu mısralar gün gelir de bir balon gibi sönüverir. Kim ne derse desin, zaman yetkin bir seçici.   

    Şiirin hası direnmesini bilir. Şiir, bir direnç alanı olarak da anılır. Şiir geleneği içinde çetin bir sınav şairi bekler. Şiirin zorluğu da burada diyorum. Dışarıda olup bitenlerin cazibesine kapılmadan; kendi iç akarında, yeni şeyler söyleme çabası şiiri okunur kılmakta.

    Bir ses bize unuttuğumuzu hatırlatan, bir ses uzağı yakın eyleyen, bir ses gecede işaret fişeği, bir ses birce duyuşa kapılar açan…

   “Yolculuk” kavramı bizim için açıklayıcı olmaktadır. Evet, bir ömür yaşadıklarımız, tanık olduklarımız birikir, birikir de gün olur dışa yansır. İnsanın sustuğunu sanmayalım. İç konuşma hiç bitmez ki… Hep cevaplar üretiriz; kendimizce cevaplar. Zira kendi özümüzü, ben içindeki ben’i ikna etmek durumundayız. Yoksa çıkmaz olur girdiğimiz sokaklar. Kararıverir iç evren. Sürekli aydınlık için okuma-araştırma-sorgulama-yazma çabası devam eder. Bazen isyan, bazen teslimiyet… Neticede sürekli yaşanan bir ruh devinimidir.


     Gökyüzünün dinginliği bir yere kadar. Rüzgârın ardılı yağmur. Ve her damla ile güzelleşir yeryüzü. Şiire varmak için yola çıkan insanın yaşadığı çile değil midir? Bütün zorluklar bir serinlik umudu ile aşılır. Sarı güneşin altında toprağı çapalayan kişi güzel yarınlar düşler. Hak edilmiş bir yaşamak, hak edilmiş güzellikler… Bunu sağlayacak olan derinlikli okuma-yazma sürecidir.

     Şiirde buluşmak… Var mı böyle bir buluşma şimdilerde? Sürekli içine kapanan, duvar ören bir şiir ortamı. Şiiri imge batağında görünmez kılan ve bencil şiiri çoğaltan nasıl sağlayabilir bu buluşmayı? Karanlık dehlizlerde söylenip duran. Akışı yok, yankısı yok. Nerede ışık? Çağının tanığı olmaktan uzaklaşmış. Yaşanan zulümlere duyarsız. Bu tavır şiir adına kabul edilemez. Şair, haksızlıklar karşısında sesini yükseltendir. Öncü tavır, önder oluş şaire yakışır.

     Güzelliği, iyiliği, tanıklığı, hakikati özge bir bakış ile sağlam bir anlatım ile duyurmak gerek. Şiirde buluşmak o vakit daha bir anlamlı. Dilin içindeki varlık, dilin içindeki “biz” gür gümrah bir kez daha okunur olur. 

     Şiirde okunan insan gerçeği. Yeraltı sularının ince çağıltısı. Sonsuz akışa uyumlu sesler. Bir dağın iç ağrısı. Rüzgârın savuramadığı kökler. Acıyı bal eyleyen emek.

     İnsanı, insanda tanımak… Şiirin imkânları ile bu mümkün. Şiir okuyup şiir yazanlar daha çok sahih oluşu vurgular. Şiirdeki sahih dil; bütün ayak oyunlarına, göz boyamalara verilmiş esaslı bir cevap niteliğindedir. 

    Gücünü şiirden alır edebiyat. Hayatın içindeki saklı şiir bir kıvılcıma bakar.


Osman Aytekin

ÇOCUKLAR NE TÜR KİTAPLAR OKUMALI?


    Kitaplar her ferde değerler kattığı gibi çocuklara da önemli katkılar sağlar. Çocukların hayal gücünü geliştirir. Çocuklar için hazırlanan kitaplar onlara sunulmuş en güzel armağanlardır. Çocuklar kitaplar sayesinde ailesi ve yakın çevresi dışında başka arkadaşlarla tanışır, dünyayı dolaşır.

     Kitaplar, çocukların zihinsel ve dil gelişimini olumlu etkiler. Öğrenmeyi artırır. Hayal gücünü geliştirir.

    Kitaplar, çocukların eğlence ve bilgi ihtiyacının dışında başarma, değişme, rahatlama gibi ruhsal ihtiyaçlarını da karşılar ve rahatlatır.

    Çocuklar, hikâyede kendisine yakın hissettiği karakter ile özdeşleşir. Kitaplarda geçen bazı serüvenleri, olayları kendi yaşadıklarına benzetirler. Bazen de gibi yaşamak isterler. Bu bakımdan ben de hikayelerimde yazdığım, betimlediğim kahraman karakterlere çok dikkat ederim. Çünkü hikayedeki kahraman çocuklar için rol model olabilir. Rol model nitelikli de olması gerekir.

     Hikayelerdeki iyi karakterler özellikli kişiler çocuklara çok şeyler katar. Çocuklar okudukları kitaplardan duygusal açıdan gelişimlerini etkileyebilir. Hikayelerimde macera ve merak unsuru olmakla birlikte korku, gerilim gibi durumlardan uzak dururum. Bazı öykülerimde de az da olsa mizaha yer vermeyi isterim. Çocuklar mizahi ağırlıklı öyküler sayesinde günlük hayatın gerginliklerinden kurtulurlar. Olumlu bakış açısı üzerlerinde etkili olur. 

     Çocukların çoğunluğu mizah türü kitapları okumayı sever. Mizah türü kitaplar okuyan çocuklar, okuma hızı düşük olsa da bu tür kitapları okuduklarında kitap okuma alışkanlığına fayda sağlayabilir.

     Anne babalar, öğretmenler çocuklara olumlu gelebilecek, duygu ve fikirlerini iyi yönde geliştirebilecek kitapları önermelidirler. Tavsiye edilecek kitaplar tek bir türde olmamalıdır.

    Çocuklar kitaplar sayesinde başarmaya, öğrenmeye, eğlenmeye, sevgiye ve güvene ihtiyaçları vardır. Hayal gücünün gelişmesine kitaplar da katkılar sağlar.

    Kitaplar, çocukların yaşına, olgunluk düzeyine, ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına göre belirlenip seçilmelidir. Burada anne ile babalara ve öğretmenlere görevler düşmektedir.

    Çocuklar büyüdükçe kitaplar da kitapların boyutları da büyüyecektir.

    Anne ve babalar evde çocuklarına kitap okumalıdırlar. Çocuklara da okutmalıdırlar. Çocuklarının okumalarını da ilgi göstererek dinlemelidirler. Kitabı sevdirmenin bir yolu da evde kitap okumaktır. Evlerde çocuklar için küçükte olsa bir kitaplık olmalıdır.

    Çocuklara kitap alışkanlığı kazandırmak için onlara kitap okuyarak kitap – insan bağlantısı erken yaşta kurulabilir. Sürekli ve düzenli kitap okumak da kitap okuma alışkanlığının kazanmasını sağlar.

     Çocuklara kitap sevgisi ilkokul sıralarında başlamalıdır. Süreklilik sağlanmalıdır. Kitap sevgisi, kitap ilgisi üzerine çalışmalar yapılmalı ve çocukların kitap kültürüne olan bağları sağlamlaştırılmalıdır.


Yakup Eren 

DEĞİRMEN


    “Değirmen” isimli kitap Türk edebiyatının değerli hikâyecisi Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkmış üç bölüm ve on altı hikâyeden oluşan bir eserdir.  Birbirinden farklı hayatlar, farklı aşklar, farklı sorunlar, farklı dünyalar… Bu kitapta yer alan her hikâye ayrı bir güzel.

   Hikâyeler insanı etkiliyor ve okurken kendisine hayran bıraktırıyor. İlginçtir ki kitabın girişinde yazar bu hikâyelerden bazılarının kaleme alınan ilk yazıları olması nedeniyle zayıf ve yetersiz olduğunu belirtmiş: “Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim.” der

    Kitapta yer alan hikâyeler okuyucuya bir okuma sevinci, okuma tadı sunuyor. Hikâyeleri beğenerek okudum. İnsana aynı anda birçok duyguyu beraber yaşatan nadir kitaplardan biri “Değirmen”. Bu hikâye kitabının hedef kitlesine gelecek olursak; bütün insanlık diyebilirim rahatlıkla. Çünkü kitap her duyguyu derinlemesine işleyen ve her türden insanı etkisi altına almayı başarabilen bir özelliğe sahiptir.


   Kitabın dil özelliklerine gelecek olursak; kitap gayet akıcı ve sade bir dille yazılmıştır. Kitabın içinde çok sayıda anlamını bilmediğiniz kelimelere rastlamak mümkün ancak kitapta bilmediğiniz kelimelerin tanımı yer aldığı için bir okuma rahatlığı sunuyor. Yazarın bu kadar süslü ve yöresel kelimeler kullanmasındaki amaç sanatlı bir anlatıma yol açmak değil; aksine o konunun anlam bütünlüğünü sağlamak için böyle bir dil kullanımını tercih etmiştir. Yani hikâyelerin dil ve anlatımında anlamını bilmediğimiz, duymadığımız kelimeler karşımıza çıksa da bu durum hikâyelerin anlamını değiştirecek, etkileyecek bir olumsuzluk taşımıyor. Yazar hikâyelerin sonunu hiç tahmin edilmeyecek bir şekilde bitiriyor. Hikâyeler okuyucuda ciddi bir merak uyandırıyor. Bu yönüyle hikâyelerde başarılı bir kurgu yer alıyor.

   Kitabın ince bir görünüme sahip olması kısa bir zamanda okunup bitirileceği gibi bir yanılgıya sebep olmasın. Çünkü her bir hikâyedeki duygu yoğunluğu nedeniyle hayli zaman alabiliyor. Her bir hikâye insanı ciddi anlamda etkileyip düşündürdüğü için bitirmek biraz zaman alabiliyor.

  Hikâyelerde genel olarak; korkuyu, ümitsizliği, aşkı ve sevgiyi barındıran insanlık halleri anlatılmaya çalışılmış. Kısacası Anadolu insanının yaşadıkları dile getirilmiş. Kitap o kadar samimi ki okurken tanıdık birilerini görmek bile mümkün.  Kitapta her türlü insanı etkileyecek özellikte hikâyeler mevcut. Beni en çok etkileyen hikâye ise bir çingenenin aşkını anlatan, okurken oldukça duygulandığım kitaba da isim olan “Değirmen” isimli hikâye. Hikâyeden biraz bahsedecek olursak; hikâyenin kahramanı Atmaca isimli yakışıklı bir delikanlıdır. Atmaca yakışıklı yüzü ve heybetli duruşuyla tüm kızların ilgisini çekmesine rağmen hiçbir kız Atmaca’nın ilgisini çekmemektedir. Atmaca, klarnetini öyle bir üfler ki dinleyenler gözyaşlarına engel olamamaktadır. Atmaca bir gün değirmencinin sakat kızına âşık olur ve her gece değirmenin karşısındaki ağaca yaslanıp değirmencinin kızı için klarnetini öttürür. Atmaca bir gün değirmencinin kızı ile konuşmaya karar verir ve ona âşık olduğunu söyler. Fakat kız bir kolunun olmadığını bu nedenle bu yükü kaldıramayacağını söyler. O günden sonra Atmaca günden güne sararıp solar. Klarnetini elini almaz olur. En sonunda bir akşam Atmaca herkesin değirmene gelmesini ve klarnet çalacağını söyler. Kısa bir sürede herkes toplanır, Atmaca da klarnetine üflemeye başlar. Fakat bu kez farklıdır, değirmenin içindeki yoğun gürültüye rağmen klarnetten başka hiçbir şey duyulmamakta, dinleyenlerde ağlayacak hal bırakmamaktadır. Atmaca giderek artan bir hırsla, değirmencinin kızının gözlerinin içine baka baka çalmaya devam eder. Sonunda, klarnetini bir köşeye fırlatarak darmadağın eder ve diğer tarafta hızla dönerek çalışmaya devam eden değirmen çarklarına doğru koşmaya başlar. Çingeneler ne olacağını anlamıştır fakat onlar bağırıp yetişmeye çalışana kadar olanlar olmuştur işte. Atmaca'nın sağ kolunun yerindeki koca boşluktan oluk oluk kan akmaktadır. Hikâyenin son kısmında beni en çok etkileyen şu cümleler olmuştur: “İşte adaşım, bizler sevdiğimiz adama ya da kadına ne verebiliriz ki? Bir âşık çingene, sevdiği kadına kolunu verebiliyor, biz rastladığımız her karşı cinse kalbimizi vermişiz çok mu?”

   “Değirmen” isimli hikâyeyi okuduktan sonra hayat içinde olup bitenleri yeniden bir düşündüm. İnsanın, sevdiği birinden zor hayat koşulları nedeniyle vazgeçmek zorunda olmadığı; asıl engelleri bizim koyduğumuzu, diğer engellerin bir şekilde çözülebileceğini anladım. Bu açıdan bakıldığında birçok duyguyu birlikte yaşatmasının yanında ders verme gibi bir özelliği de olan bir eserdir “Değirmen”.


    Kitapta yer alan bütün hikâyeler çok güzel ama ben “Değirmen” hikâyesine ek olarak “Viyolonsel” ve “Kırlangıçlar” hikâyelerini de ayrıca beğendim. Her türden insana hitap edebilecek hikâyeler bulmak mümkün bu kitapta. Bana hitap eden hikâyeler ise özellikle bunlardı.

   Ben bu kitabı severek okudum. Bütün kitap dostlarına bu hikâyeleri okumalarını tavsiye ederim. Edebiyatımızın özgür ve özgün sesi Sabahattin Ali’den bu seçkin, güzel hikâyeleri okuduğunuzda sizler de benim gibi bu kitabı seveceksiniz. İçeriğiyle insanın içine burkan, üslubuyla kendisine hayran bırakan bu kitabı okuyunuz, okutunuz.



Murat Soyak

“DENİZDEN GELEN MEKTUP” HAKKINDA


Bir solukta okunacak” Denizden Gelen Mektup”, geçmiş ve bugün arasında köprü kurarak okurları duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. “Anne Kuş, Bu Akşam da Gelmedi” isimli hikâyede aile bağlarını yeniden düşünmeye sevk eden, sıcak ve dokunaklı bir anlatım var. Tabiatın içinde geçen bir hayat mücadelesi... “Ahmet Dayı” isimli hikâyede köy yaşamının zorlukları ve güzellikleri, günlük mücadeleler ve insani duygular ince bir dille anlatılır. Hem geçmişin izlerini hem de insanın manevi dünyasındaki derinlikleri gözler önüne seriyor “Ağlayan Ağaç”. Sırlarla dolu bir hikâyeye tanıklık etmek isteyenler için etkileyici bir yolculuk. Beklenmedik bir zamanda yaşanan acı kaybın derin hüznü anlatılır “Miraç” adlı hikâyede. Böylelikle hayatın ne kadar kırılgan olduğu da dile getirilir. “Yusufçuk Kuşu” hikâyesinde geçmişle bugünü, köyle şehri birbirine bağlayan duygusal bir yolculuk yaşanıyor. “Balık Avındaki Esrar” hikâyesinde yazar, sıradan bir balık avının nasıl unutulmaz bir maceraya dönüştüğünü merak uyandıran bir dille anlatıyor.

    Doğan İşler’in kaleme aldığı hikâyelerde insana ve hayata dair içten, sıcak bir anlatımın izleri okunuyor. Kıssadan hisse alınsın diye doğal çevrenin korunması, çalışkanlık, doğruluk, iyilik, aile bağları gibi ortak değerler hikâyelerde vurgulanıyor. Yazarın yaşadığı yere dair tanıklığı özellikle olay, durum, mekân seçimi ve yöresel söyleyişler bağlamında anlatıma yansımış. İyi okumala



Nurullah Özdemir

HİCRAN TÜRKÜSÜ


Dikeni var diye bıkıp bezmedim

Dallarda yürüdüm; gül sensin orda

Çiçekten çiçeğe boşa gezmedim

Sırladım kalbimi; bal sensin orda


 Ne durdum dinlendim; ne âh eyledim

Hayâl kundağında vuslat beledim

Hicran türküsünü yazdım; söyledim

Titreyip inleyen dil sensin orda


 Gözümün içinde gözün izi var

İçimde depreşen tatlı sızı var

Gönlümde dumansız sevdâ közü var

Söndükçe tutuşan kül sensin orda


KISSADAN HİSSE

Harun Reşit ile İhtiyar


Harun Reşit Veziri ile birlikte tebdili kıyafet dolaşırken bahçesinde hurma fidanları diken bir ihtiyar görür. Selam verir ve aralarında şu konuşma geçer:

- Kolay gelsin, ne yapıyorsun böyle?

- Hurma fidanları dikiyorum. 

- Peki bu diktiğin hurma fidanları ne zamana kadar büyür ve meyve vermeye başlar?


- Kim bilir belki on, belki yirmi sene sonra yetişir ve meyve vermeye başlar.

- Peki onların meyvelerini görebilecekmisin?

- Bu yaşlı halimle belki göremem. Ama bizden öncekilerin diktikleri ağaçların meyvelerini biz yedik. Biz de bizden sonrakilerin istifadeleri için bu hurma fidanlarını dikiyoruz.

Bu cevap Harun Reşid’in hoşuna gider ve bir kese altın verir. İhtiyar, Allah’a hamdeder ve:

- Diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi.

Bu söz üzerine Harun Reşid bir kese daha altın verir ve ihtiyar yine Allah’a hamdeder ve:

- Herkesin diktiği meyve ağaçları yılda bir defa mahsül verir, benim diktiğim fidan hem hemen meyve verdi. Hem de senede iki defa ürün vermeye başladı.

Yazının Devamı

VARA VARA VARDIM OL KARA TAŞA

GÜLAYDINLIĞI

EDEBİYAT, KÜLTÜR, SANAT 

Hazırlayan: Murat Soyak



Vara vara vardım ol kara taşa

Hasret ettin beni kavim kardaşa

Sebep ne, gözden akan kanlı yaşa

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm


Nice sultanları tahttan indirdi

Nicesin gül benzini soldurdu

Nicelerin, gelmez yola gönderdi

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm


Karac'oğlan der, kondum, göçülmez

Acıdır ecel şerbeti, içilmez

Üç derdim var, birbirinden seçilmez

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm


KARACAOĞLAN



MURAT SOYAK

KANAYAN YERYÜZÜ


Dünya sadece izledi. Yıllardır yaşanan bu saldırılar şimdi yeni bir aşamada. Bütün coğrafyalarda kan ağlıyor Müslümanlar. “Yaşamak” isimli eserinde “Ne çok acı var” demişti Cahit Zarifoğlu. Çocuklar büyüdü. Aradan yıllar geçti. Değişmeyen bir şey var ki zulüm bitmiyor, acılar dinmiyor.Arif Nihat Asya’nın Naat’ında dediği gibi: “Ebu Leheb ölmedi ey Muhammed, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor”

Yaşanan acılara tanığız. Millet-i İbrahim birlik, dirlik günlerini arıyor. Cetvelle çizili sınırlar içinde kargaşa, kavga, kıyımlar, yıkımlar…

Fotoğrafta bir anne canhıraş ağlıyor ve kucağında çocuğu bir bilinmeze bakıyor. Gidenler dönecek mi? Korkulu bekleyiş bu. Karanlığın ortasında kolu kanadı kırık ve kimsesiz.

Ve elinde bastonu ile zalimlere doğru korkusuzca yürüyen yaşlı bir kadın var. Ardında kalan mazlumlar için ve giden oğulları için sesleniyor.

Yollarda, kaldırımlarda çatışma sonrası cansız bedenler… Yer ile gök arasında mazlumların ahı. Yine yenilgi, yine feryat figan. Benzer saldırılar başka yerlerde de sürüyor.

Acının, ölümün, çaresizliğin fotoğrafları haber ajanslarından akıp gidiyor. Yaprak kımıldamıyor. Sessiz yığınlar, tepkisiz yığınlar…

Barış ve güvenliği sağlama adına oluşturulan çeşitli kuruluşlar görev yapamaz halde. Karanlık güçlerin denetimi altında etkisiz, yetkisiz bir konumdalar. Söyleyecek bir sözleri yok. Elleri, kolları bağlı. Batı, mazlum milletlerin yaşadıkları acılara karşı duyarsız.

İnsanlık her yerde tehdit altında. Her gün çeşitli saldırılar, kirli pazarlıklar… Kimse korunmuş değil ve huzursuzluk almış yürümüş. Muhalif sesler bastırılmış; adeta yok hükmünde. Bu yaşananların bir hesabı olacak elbet.

Mehmet Âkif, şiiri ile direnişe, dirilişe işaret eder. Yıkıntılar arasından yükselen gür bir ses. Bizi birbirimize yakın eyleyen, bizi teyakkuza çağıran o güzel insan der ki: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem”

Yeryüzünü yaşanmaz kılanlara cevap niteliğinde bu mısra. Şair haksızlıklar karşısındaki duruşunu ifade ediyor. Bütün zamanlar için soylu bir örneklik.

Sınırlar ötesinde kan ağlıyor insanlık. Yaşamak gittikçe ağırlaşıyor. Sabır, dua ve mücadele ile zorluklar aşılacak. Umudu kuşanmak gerek.


OSMAN AYTEKİN


KİTAPLAR

      Kitap, Arapça kökenli bir kelimedir. Aslı “kitab”tır. Kitap insanlığın kâğıttan hafızasıdır. Okuma bir şahsi karakter ifadesidir, kitap, bir medeniyet ölçüsüdür.

   Bir ülkede basılan kitapların muhtevası, türleri, baskı tekniği ve adedi, kitap dağıtım sistemi ve satış miktarı o ülkenin uygarlık düzeyini belirler.” (Meşhurların Kitap Okuma Alışkanlıkları, Mehmet İmrak Çıra yay. 2009 İst.)

    Kitap okuma zihin aktivitesine dayanır. Ekonomik gelişme başta olmak üzere her türlü gelişim için bir ülke nüfusunun en az % 40’nın okuryazar olması gerekir. Bir konuşmacı saatte 9.000 cümle konuşur, okuyucu ise 27.000 sözcük okur.

    İslam dini okumaya büyük önem vermiştir. Kur’an ikra (oku) ile başlar. Kur’an da oku kökünden 87 kelime mevcuttur. 68 yerde okumak manasını telkin eden Kur’an kelimesi geçiyor. Yazmak manasına gelen kitap kökünden türemiş 320 kelime, 261 yerde kitap kelimesi geçer. Yazmak manasını ifade eden toplam 336 kelime yer alır. 68 surenin adı da kalemdir.”(Meşhurların Kitap Okuma Alışkanlıkları, Mehmet İmrak Çıra yay. 2009 İst.)

    Kitap, kültürlü insanların en büyük dostu, yardımcısı ve eğlencesidir. Bir Afrika atasözü, “Kitap, cepte taşınan bir çiçek bahçesidir” der. Kitabı ifade eden anlamlı ve güzel sözlerden biridir. Kitaplar fertlere gerçek yol gösteren, insanlar gibi ikiyüzlülük yapmadan bilgiler verir ve okuyucuya görevlerini hatırlatır.

     Her okunan kitap okuyanı fikren yüceltir, güzel fikirler verir. Kitapları anlayarak okuyan, her satırdan yeni anlamlar çıkaran, okudukları kitaplarla kendini geliştirenler için iyi bir hazinedir. Bu hazine okudukça eksilmez artar. Okuyanın değerini de artırır.

      Her kitaptan üst düzeyde istifade edilmeyebilir. Kitapların da okuyuculara verdikleri farklıdır. Bazı kitaplar espri, nükteli ve maceralarla dolu olduğu için zevke, bazıları eğittikleri yeni fikirler verdikleri için bilgiye, bazıları da farklı bakış açıları sundukları için felsefeye, mantığa hitap ederler. Kitapları okura değer kattıkları için sadece bu kadarıyla da düşünmemeliyiz.       

     Keşfedilen yeni yerler, gizemli mekânlar, yeni kelimeler öğretmekle düşünce yapısını da zenginleştirdiğini de görmeliyiz.

Kitaplarda bizim düşündüklerimizin, inandıklarımızın aksi de yazılabilir. Kendi düşüncelerimizle yazarın düşünceleri ters düşebilir. Kendi düşüncelerimiz kitaptaki düşüncelere karşı baskın çıkıyorsa onun düşüncelerine saygı göstermekle birlikte kendi düşüncemizi sürdürürüz. Güçlü fikirlere sahip olanlar kitaplardan korkmaz. Kitaplarla pek ilgisi olmayan düşüncesi fazla gelişmemiş kişiler korkar. Kitaplara mesafeli durur.

     Kitaplar da dostlar gibidir. Seçici olmalı fakat iyi bakmalıdır. Bilgimizin kaynağı, hazinesidir. Genel kültürümüz kitaplarla daha da kuvvetlenir. Sürekli kitap okumakla hayatta karşılaşabilecek sorunlar karşısında çok daha etkin çözümler üretilebilir. Çevremizdeki insanlarda göremediğimiz anlayışı, olgunluğu, avunmayı kitaplarda buluruz. Kitaplar herkese değil, sevgili bir dosta, arkadaşa kavuşmak isteyenler mutluluğu bulur. Bu haliyle kitaplar insanın yaşama sevincine sevgi gücü verir. Kitaplar zekâyı artırdığında tehlikeleri de azaltır. Zihni özgün ve diri kılar. Okuma zihin için en soylu bir eylemdir; iyi okuma güçlendirir.

     Kitaplarında kusurluları vardır. Bazı kitaplar boş, çok azı da zararlı olabilir. Kitapta seçici olmak zaman ve donanım açısından gereklidir. Edebi nitelikten mahrum berbat kitaplar insanların zamanlarını almakla kalmazlar dikkatlerini de dağıtırlar, paralarını da çalmış olurlar. Kötü kitap aklı harap eder. Kötü kitaplar çok az veya iyi kitaplar çok fazla okunmaz. Okumanın seyrini iyi okurlar daha iyi duruma sokabilir. Kitaplar çok ancak zaman kısa, insan için sınırlıdır.

     Bir kitabı satın almakla o kitabın içindekileri elde etmek başka şeydir. Kitap alındığında okunur ve düşünüldüğünde o kitap faydalı olur. Bazı kitaplar ikinci kez okunduğunda kavranır. Tekrar okununca okuyanın ruh hali, zihni yapısı birbirinden farklı olabilir.


HÜSEYİN AKTE 

MÜLAZIM

    Hamdi Ağaorta boylu, kıvırcık saçlı, çakır gözlü, çalışkan, şık giyimli, az da olsa mürekkep yalamış, hazır cevap bir adamdı. Sürüyle koyunları vardı. Cömertliği ile dillere destandı. Yanında çok sayıda çalışanı vardı. Yanında çalışanlar kendisini çok sever ve sayardı. Çok sevilmesinin nedenlerinden biri de kendisi ne yerse çalışanlarına onu yedirmesi idi. Yaz aylarını yaylalarda, kış aylarını köyde geçirirdi. Hamdi Ağa’nın her yıl koyunları çoğaldı, çoğaldı. Büyük sürüleri oldu. Sürüleri için çoban aramaya başladı. Birkaç gün sonra Üskül köyünün meşhur çobanlarından Mülazım’ın boşta olduğu haberini aldı. Bunun üzerine doğruca Mülazım'ın evine gitti. Mülazım ile görüşüp anlaşmak istedi. 

   Uzun uzadıya havadan sudan konuştuktan sonra Hamdi Ağa:

-Mülazım, benim sebeb-i ziyaretim seni çoban tutmak.

— Ağa benim işim çobanlıktır. Şu an için de boşum. Tamam, yalnız şartlarım var.

— Neymiş şartların?

— Her ay sürünün en iyi koyunlarından birini vereceksin. Yemem içmem de size ait olacak.

— Başka…

— Bir de ben kabaktan yapılmış hiçbir yemeği yemem. Bu nedenle bana kabak yemeği yaptırmayacaksın. Bu şartları kabul edersen yarından itibaren koyunları gütmeye başlarım.

Hamdi Ağa bir süre düşündükten sonra:

-Tamam, kabul ediyorum.

  Uzunca boylu, koca burunlu, kalın kaşlı, yanık sesli Mülazım ertesi gün eşeğine çadırını ve ev eşyalarını yükledi. Hanımını da yanına alarak yola çıktı. İki saatlik bir yürüyüşten sonra Üskül köyünün Yedigöze Yaylasına vardı. Hamdi Ağa’nın obasına çadırını kurdu. Koyunlar sağılıp kuzular emiştirilince; Mülazım kepeneğini, azığını, dişbudaktan yapılmış değneğini ve köpeğini yanına alarak sürünün yanına gitti. Sürünün eke koyunlarından birkaç tanesinin boğazına çanları taktı. Sürüyü yatağından kaldırdı. Koyunları saydı.  Yaylanın otlu kesimlerinde sürüyü yaymaya başladı. Koyunların karnı doyunca bir tepenin başında yatırdı. Kendisi de büyükçe bir taşın dibine kepeneğini serdi ve bir süre uyudu. Sabahın ilk ışıkları ile uyandı. Sürüyü kaldırdı. Kuşluk vaktine kadar koyunları tekrar otlattı. Koyunların memeleri sütle doldu. Mülazım buna çok sevindi. Islık çalarak, türküler söyleyerek, neşe içinde sürüyü obaya getirdi. Mülazım’ın sürüyü otlatmasıyla birlikte koyunların sütünün artmasına Hamdi Ağa da çok sevindi. Kendisi kabak yemeğini çok sevdiği halde Mülazım kabak yemeğini yemiyor diye hiç kabak yemeği yaptırmadı.

    Mülazım, çobanlık mesleğinde pek mahirdi. Islığı ile sürüyü idare eder, sürüyü kaybetse bile çanlarının ve köpeğinin sesinden sürünün nerde otladığını bilirdi. Rüzgârın yönüne göre sürünün yayılacağı yerleri tayin ederdi. Bir yaz boyu Mülazım, Hamdi Ağa’nın sürülerini otlattı. Koyunlar semirip etlendi. Güz gelince Hamdi Ağa koyunları sattı. Mülazım’a hak ettiği koyunları verdi. 


***

   Aradan birkaç yıl geçti. Hamdi Ağa yine koyun aldı. Mülazım’ı da tekrar sürüye çoban tutmak istedi. Bir öğle vakti Mülazım’ın evine gitti. Kapısını çaldı. Kapıyı Mülazım’ın eşi Ayşe açtı.

—Hoş geldiniz!

—Hoş bulduk.

—Mülazım ev de mi?

_ Evde.

—Ne yapıyor?

—Yemek yiyor. Buyurun içeri geçin.

 Hamdi Ağa ayakkabılarını çıkarıp içeri geçti.

—Selamünaleyküm Mülazım.

—Aleykümselâm ağam, hoş geldin! Buyur buyur Hamdi Ağa, kaynanan severmiş, sofra başına…

    Hamdi Ağa sofraya oturdu. Besmeleyi çekti. Kaşığı eline aldı. Sahanda bulunan yemeğe kaşığı daldırdı. Bir de ne görsün: Kabak yemeği! 

   Hamdi ağanın sinirleri gerildi. Yüzünün rengi değişti ve Mülazıma yüksek bir sesle: 

Ulan Mülazım, hani sen kabak yemezdin? Peki, şu yediğin ne?

—Ağam ağam, bak beni çoban tutacaksan senin evde yine kabak yemeği yemem.

Hamdi Ağa bu söz karşısında daha fazla dayanamayarak:

 -Ulan Mülazım, gevursun amma lazımsın!..


YAĞMUR BALABAN

“KÜÇÜK PAŞA” ROMANI 

    Ebubekir Hazım Tepeyran’ın 1910 yılında yayımlanan bu romanı, hem Türk edebiyatında realizmin etkilerini yansıtan bir eser olması hem de taşra hayatını detaylı bir şekilde ele alması bakımından önemlidir. Bu yönüyle yeni edebiyatımızda köyü/köylüyü ele alan ilk romanlardan birisidir.

“Küçük Paşa” romanında Anadolu’da bir köyde geçen olaylar anlatılır ve taşradaki zor hayat şartları gerçekçi bir dille işlenir. Romanın ana karakteri olan Küçük Paşa (Hasan), zor bir çocukluk dönemi geçirir. Annesi Fatma’nın karşılaştığı zorluklar, köydeki hayatın sıkıntıları ve toplumsal baskılar, Hasan’ın büyüme sürecine yön verir. Hasan’ın yaşadığı olay ve durumlar,insanların hayatmücadelesi ve yoksulluk ile iç içe bir şekilde gelişir. Roman, bireysel bir hikâyeyi merkeze alırken aynı zamanda dönemin toplumsal sorunlarını da dile getirir.

“Küçük Paşa” romanında anlatılan köyün Niğde ili çevresinden olması kuvvetle muhtemeldir. ZiraEbubekir Hazım Tepeyran, doğup büyüdüğü Niğde yöresine ait olayları/durumlarıözellikle çevre, mekân tasvirleri ve yöresel söyleyişler bağlamında eserine yansıtmıştır. Böylelikle yazar, Niğde odağında Anadolu coğrafyasınınbir tasvirini sunar. Köy insanlarının hayat tarzı, gelenekleri ve yaşanan zorluklar detaylı bir şekilde anlatılır.

Fatma’nın hayatı ve Küçük Paşa’nın çocukluk dönemindeki zorluklar, o dönemdeki kadın ve çocukların durumunu gözler önüne serer.

     Ebubekir Hazım Tepeyran, eserinde sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Romanın en güçlü yönlerinden biri, köy yaşamını ve karakterleri gerçekçi bir şekilde tasvir etmesidir. Bu yönüyle “Küçük Paşa”, Türk edebiyatında realizmin akımının önemli örneklerinden biri sayılır. Anlatımda gözleme dayalı bir yaklaşım benimsenmiş; mekânlar ve karakterler canlı bir şekilde tasvir edilmiştir.

“Küçük Paşa”, Türk edebiyatında Anadolu'yu ve köy yaşamını ele alan ilk romanlardan biri olmasıyla öncü bir rol oynar. Özellikle edebiyatımızda köy temalı romanların başlangıcı olarak kabul edilen bu eser, daha sonra yazılacak olan benzer temalı romanlara ilham kaynağı olmuştur. Ebubekir Hazım Tepeyran,“Küçük Paşa” romanı ile sonraki dönemde Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Samim Kocagöz gibi yazarlara öncülük yapmıştır.

      Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa” romanı, Anadolu’nun toplumsal ve kültürel yapısını edebiyata taşıyan önemli bir eserdir. Edebiyatımızda İstanbul dışında farklı yerlerin, çevrelerin hikâyede, romanda yer bulması sağlanmıştır. “Küçük Paşa” romanı taşra yaşamınıanlatması, bireyin yaşadığı acılara dokunması ve toplumsal eleştiriler barındırmasıyla edebiyatımızda müstesna bir yere sahiptir. Bu roman, tarih ve sosyoloji ilimleri açısından da bir belge niteliği taşımaktadır. Yirminci yüzyılın başında Anadolu coğrafyasının sosyal ve kültürel yapısını anlamak, yorumlamak için de önemli bir kaynak “Küçük Paşa”. İyi okumalar…

İSMAİL ÖZMEL


HACILAR SOKAĞI


Yıllar sonra uğradım Hacılar sokağına

Ağaçlar kurumuş duvar perişan.

Kırık hezen dayamış elini şakağına

Toprak ağlamaklı, rüzgâr perişan.


 Ne kadar uzakta kaldıysa yıllar

İçimde oraya akan bir su var.

Güreş yaptığımız yeşil çayırlar

Pınara varmayan yollar perişan.


Hangi duygularla çıktım bu yola

Pişmiş mi sahandaki yumurta?

Seladın teyze ile komşu Mustafa

Susuzluktan yanan arklar perişan.


Felekten bir gün çalayım dedim

Komşularla dostları bulayım dedim

Yıllar ötesinden türkü söyledim

Mızrap hasretinde teller perişan.



Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans