yandex
Sezai Karakoç | Murat Soyak | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    41,6527
    %0,20
  • EURO
    48,9302
    %0,25
  • G. Altın
    5.207,22
    %0,96
  • Ç. Altın
    8.575,61
    %0,66
  • BIST
    11.117
    -202
  • BITCOIN
    121,961.232
    0.14
  • ETHEREUM
    4,488.589
    0.29
  • DOLAR
    41,6527
    %0,20
  • EURO
    48,9302
    %0,25
  • G. Altın
    5.207,22
    %0,96
  • Ç. Altın
    8.575,61
    %0,66
  • BIST
    11.117
    -202
  • BITCOIN
    121,961.232
    0.14
  • ETHEREUM
    4,488.589
    0.29
Murat Soyak

Sezai Karakoç

: 22-01-2025


ÇATI


Kaç aç varsa hepsi ben

Kaç hasta varsa hepsi ben

Kaç liman önlerinde dönen

İşsiz hamal hepsi ben


Kaç aşktan ters yüz edilmiş

Âşık varsa hepsi ben

Bütün çiçeklerle donanıp

Bütün insanlarla ölen


Atılmış kömür toplar

Annelerinin zoruyla çocuklar

-Başka çaresi ne annenin-

Çocuklarıyla yere çarpılan


Ben o çocuklarla yere çarpılan

Sevgili deyip yere çarpılan

Sedye taşımaktan kolu tutulan

Bu sessiz çılgın çalkantıda. 



Murat Soyak

ŞİİRE DAİR

   Şiirlerde aradığımız nedir? Acının, sevincin, yalnızlığın, hasretin, aydınlığın, hakikatin mısra mısra dile gelişi. Ruhun seyahati engin denizlerde. Dokunulan, duyulan bir iç yangını. Çekilen sızının siyah-beyaz fotoğrafı. Şu dünya yolculuğunda sesimize bir ses veren var mı? Başkasının şiirlerini okurken kendimizi de okuruz. Şiirlerde tanımak insanı, şiirlerde derinliğine…

   Sahil dil bir şiirin olmazsa olmazı. Şiiri var eyleyen sahici bir duruş ve iç kanamadır. Yaygın bir ifade ile samimiyet. Şiirin gücü ve güçsüzlüğü burada saklı. Bir dönem parlak mısraları ile anılan bazı şairler şimdi unutulur oldu. Mesela Mehmet Emin Yurdakul, Enis Behiç Koryürek, Behçet Kemal Çağlar… Halbuki kendi dönemlerinde bu şairler nasıl da “yıldızlı pekiyi” idiler. İri, şatafatlı, allı pullu mısralar gün gelir de bir balon gibi sönüverir. Kim ne derse desin, zaman yetkin bir seçici.   

    Şiirin hası direnmesini bilir. Şiir, bir direnç alanı olarak da anılır. Şiir geleneği içinde çetin bir sınav şairi bekler. Şiirin zorluğu da burada diyorum. Dışarıda olup bitenlerin cazibesine kapılmadan; kendi iç akarında, yeni şeyler söyleme çabası şiiri okunur kılmakta.

    Bir ses bize unuttuğumuzu hatırlatan, bir ses uzağı yakın eyleyen, bir ses gecede işaret fişeği, bir ses birce duyuşa kapılar açan…

   “Yolculuk” kavramı bizim için açıklayıcı olmaktadır. Evet, bir ömür yaşadıklarımız, tanık olduklarımız birikir, birikir de gün olur dışa yansır. İnsanın sustuğunu sanmayalım. İç konuşma hiç bitmez ki… Hep cevaplar üretiriz; kendimizce cevaplar. Zira kendi özümüzü, ben içindeki ben’i ikna etmek durumundayız. Yoksa çıkmaz olur girdiğimiz sokaklar. Kararıverir iç evren. Sürekli aydınlık için okuma-araştırma-sorgulama-yazma çabası devam eder. Bazen isyan, bazen teslimiyet… Neticede sürekli yaşanan bir ruh devinimidir.


     Gökyüzünün dinginliği bir yere kadar. Rüzgârın ardılı yağmur. Ve her damla ile güzelleşir yeryüzü. Şiire varmak için yola çıkan insanın yaşadığı çile değil midir? Bütün zorluklar bir serinlik umudu ile aşılır. Sarı güneşin altında toprağı çapalayan kişi güzel yarınlar düşler. Hak edilmiş bir yaşamak, hak edilmiş güzellikler… Bunu sağlayacak olan derinlikli okuma-yazma sürecidir.

     Şiirde buluşmak… Var mı böyle bir buluşma şimdilerde? Sürekli içine kapanan, duvar ören bir şiir ortamı. Şiiri imge batağında görünmez kılan ve bencil şiiri çoğaltan nasıl sağlayabilir bu buluşmayı? Karanlık dehlizlerde söylenip duran. Akışı yok, yankısı yok. Nerede ışık? Çağının tanığı olmaktan uzaklaşmış. Yaşanan zulümlere duyarsız. Bu tavır şiir adına kabul edilemez. Şair, haksızlıklar karşısında sesini yükseltendir. Öncü tavır, önder oluş şaire yakışır.

     Güzelliği, iyiliği, tanıklığı, hakikati özge bir bakış ile sağlam bir anlatım ile duyurmak gerek. Şiirde buluşmak o vakit daha bir anlamlı. Dilin içindeki varlık, dilin içindeki “biz” gür gümrah bir kez daha okunur olur. 

     Şiirde okunan insan gerçeği. Yeraltı sularının ince çağıltısı. Sonsuz akışa uyumlu sesler. Bir dağın iç ağrısı. Rüzgârın savuramadığı kökler. Acıyı bal eyleyen emek.

     İnsanı, insanda tanımak… Şiirin imkânları ile bu mümkün. Şiir okuyup şiir yazanlar daha çok sahih oluşu vurgular. Şiirdeki sahih dil; bütün ayak oyunlarına, göz boyamalara verilmiş esaslı bir cevap niteliğindedir. 

    Gücünü şiirden alır edebiyat. Hayatın içindeki saklı şiir bir kıvılcıma bakar.


Osman Aytekin

ÇOCUKLAR NE TÜR KİTAPLAR OKUMALI?


    Kitaplar her ferde değerler kattığı gibi çocuklara da önemli katkılar sağlar. Çocukların hayal gücünü geliştirir. Çocuklar için hazırlanan kitaplar onlara sunulmuş en güzel armağanlardır. Çocuklar kitaplar sayesinde ailesi ve yakın çevresi dışında başka arkadaşlarla tanışır, dünyayı dolaşır.

     Kitaplar, çocukların zihinsel ve dil gelişimini olumlu etkiler. Öğrenmeyi artırır. Hayal gücünü geliştirir.

    Kitaplar, çocukların eğlence ve bilgi ihtiyacının dışında başarma, değişme, rahatlama gibi ruhsal ihtiyaçlarını da karşılar ve rahatlatır.

    Çocuklar, hikâyede kendisine yakın hissettiği karakter ile özdeşleşir. Kitaplarda geçen bazı serüvenleri, olayları kendi yaşadıklarına benzetirler. Bazen de gibi yaşamak isterler. Bu bakımdan ben de hikayelerimde yazdığım, betimlediğim kahraman karakterlere çok dikkat ederim. Çünkü hikayedeki kahraman çocuklar için rol model olabilir. Rol model nitelikli de olması gerekir.

     Hikayelerdeki iyi karakterler özellikli kişiler çocuklara çok şeyler katar. Çocuklar okudukları kitaplardan duygusal açıdan gelişimlerini etkileyebilir. Hikayelerimde macera ve merak unsuru olmakla birlikte korku, gerilim gibi durumlardan uzak dururum. Bazı öykülerimde de az da olsa mizaha yer vermeyi isterim. Çocuklar mizahi ağırlıklı öyküler sayesinde günlük hayatın gerginliklerinden kurtulurlar. Olumlu bakış açısı üzerlerinde etkili olur. 

     Çocukların çoğunluğu mizah türü kitapları okumayı sever. Mizah türü kitaplar okuyan çocuklar, okuma hızı düşük olsa da bu tür kitapları okuduklarında kitap okuma alışkanlığına fayda sağlayabilir.

     Anne babalar, öğretmenler çocuklara olumlu gelebilecek, duygu ve fikirlerini iyi yönde geliştirebilecek kitapları önermelidirler. Tavsiye edilecek kitaplar tek bir türde olmamalıdır.

    Çocuklar kitaplar sayesinde başarmaya, öğrenmeye, eğlenmeye, sevgiye ve güvene ihtiyaçları vardır. Hayal gücünün gelişmesine kitaplar da katkılar sağlar.

    Kitaplar, çocukların yaşına, olgunluk düzeyine, ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına göre belirlenip seçilmelidir. Burada anne ile babalara ve öğretmenlere görevler düşmektedir.

    Çocuklar büyüdükçe kitaplar da kitapların boyutları da büyüyecektir.

    Anne ve babalar evde çocuklarına kitap okumalıdırlar. Çocuklara da okutmalıdırlar. Çocuklarının okumalarını da ilgi göstererek dinlemelidirler. Kitabı sevdirmenin bir yolu da evde kitap okumaktır. Evlerde çocuklar için küçükte olsa bir kitaplık olmalıdır.

    Çocuklara kitap alışkanlığı kazandırmak için onlara kitap okuyarak kitap – insan bağlantısı erken yaşta kurulabilir. Sürekli ve düzenli kitap okumak da kitap okuma alışkanlığının kazanmasını sağlar.

     Çocuklara kitap sevgisi ilkokul sıralarında başlamalıdır. Süreklilik sağlanmalıdır. Kitap sevgisi, kitap ilgisi üzerine çalışmalar yapılmalı ve çocukların kitap kültürüne olan bağları sağlamlaştırılmalıdır.


Yakup Eren 

DEĞİRMEN


    “Değirmen” isimli kitap Türk edebiyatının değerli hikâyecisi Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkmış üç bölüm ve on altı hikâyeden oluşan bir eserdir.  Birbirinden farklı hayatlar, farklı aşklar, farklı sorunlar, farklı dünyalar… Bu kitapta yer alan her hikâye ayrı bir güzel.

   Hikâyeler insanı etkiliyor ve okurken kendisine hayran bıraktırıyor. İlginçtir ki kitabın girişinde yazar bu hikâyelerden bazılarının kaleme alınan ilk yazıları olması nedeniyle zayıf ve yetersiz olduğunu belirtmiş: “Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim.” der

    Kitapta yer alan hikâyeler okuyucuya bir okuma sevinci, okuma tadı sunuyor. Hikâyeleri beğenerek okudum. İnsana aynı anda birçok duyguyu beraber yaşatan nadir kitaplardan biri “Değirmen”. Bu hikâye kitabının hedef kitlesine gelecek olursak; bütün insanlık diyebilirim rahatlıkla. Çünkü kitap her duyguyu derinlemesine işleyen ve her türden insanı etkisi altına almayı başarabilen bir özelliğe sahiptir.


   Kitabın dil özelliklerine gelecek olursak; kitap gayet akıcı ve sade bir dille yazılmıştır. Kitabın içinde çok sayıda anlamını bilmediğiniz kelimelere rastlamak mümkün ancak kitapta bilmediğiniz kelimelerin tanımı yer aldığı için bir okuma rahatlığı sunuyor. Yazarın bu kadar süslü ve yöresel kelimeler kullanmasındaki amaç sanatlı bir anlatıma yol açmak değil; aksine o konunun anlam bütünlüğünü sağlamak için böyle bir dil kullanımını tercih etmiştir. Yani hikâyelerin dil ve anlatımında anlamını bilmediğimiz, duymadığımız kelimeler karşımıza çıksa da bu durum hikâyelerin anlamını değiştirecek, etkileyecek bir olumsuzluk taşımıyor. Yazar hikâyelerin sonunu hiç tahmin edilmeyecek bir şekilde bitiriyor. Hikâyeler okuyucuda ciddi bir merak uyandırıyor. Bu yönüyle hikâyelerde başarılı bir kurgu yer alıyor.

   Kitabın ince bir görünüme sahip olması kısa bir zamanda okunup bitirileceği gibi bir yanılgıya sebep olmasın. Çünkü her bir hikâyedeki duygu yoğunluğu nedeniyle hayli zaman alabiliyor. Her bir hikâye insanı ciddi anlamda etkileyip düşündürdüğü için bitirmek biraz zaman alabiliyor.

  Hikâyelerde genel olarak; korkuyu, ümitsizliği, aşkı ve sevgiyi barındıran insanlık halleri anlatılmaya çalışılmış. Kısacası Anadolu insanının yaşadıkları dile getirilmiş. Kitap o kadar samimi ki okurken tanıdık birilerini görmek bile mümkün.  Kitapta her türlü insanı etkileyecek özellikte hikâyeler mevcut. Beni en çok etkileyen hikâye ise bir çingenenin aşkını anlatan, okurken oldukça duygulandığım kitaba da isim olan “Değirmen” isimli hikâye. Hikâyeden biraz bahsedecek olursak; hikâyenin kahramanı Atmaca isimli yakışıklı bir delikanlıdır. Atmaca yakışıklı yüzü ve heybetli duruşuyla tüm kızların ilgisini çekmesine rağmen hiçbir kız Atmaca’nın ilgisini çekmemektedir. Atmaca, klarnetini öyle bir üfler ki dinleyenler gözyaşlarına engel olamamaktadır. Atmaca bir gün değirmencinin sakat kızına âşık olur ve her gece değirmenin karşısındaki ağaca yaslanıp değirmencinin kızı için klarnetini öttürür. Atmaca bir gün değirmencinin kızı ile konuşmaya karar verir ve ona âşık olduğunu söyler. Fakat kız bir kolunun olmadığını bu nedenle bu yükü kaldıramayacağını söyler. O günden sonra Atmaca günden güne sararıp solar. Klarnetini elini almaz olur. En sonunda bir akşam Atmaca herkesin değirmene gelmesini ve klarnet çalacağını söyler. Kısa bir sürede herkes toplanır, Atmaca da klarnetine üflemeye başlar. Fakat bu kez farklıdır, değirmenin içindeki yoğun gürültüye rağmen klarnetten başka hiçbir şey duyulmamakta, dinleyenlerde ağlayacak hal bırakmamaktadır. Atmaca giderek artan bir hırsla, değirmencinin kızının gözlerinin içine baka baka çalmaya devam eder. Sonunda, klarnetini bir köşeye fırlatarak darmadağın eder ve diğer tarafta hızla dönerek çalışmaya devam eden değirmen çarklarına doğru koşmaya başlar. Çingeneler ne olacağını anlamıştır fakat onlar bağırıp yetişmeye çalışana kadar olanlar olmuştur işte. Atmaca'nın sağ kolunun yerindeki koca boşluktan oluk oluk kan akmaktadır. Hikâyenin son kısmında beni en çok etkileyen şu cümleler olmuştur: “İşte adaşım, bizler sevdiğimiz adama ya da kadına ne verebiliriz ki? Bir âşık çingene, sevdiği kadına kolunu verebiliyor, biz rastladığımız her karşı cinse kalbimizi vermişiz çok mu?”

   “Değirmen” isimli hikâyeyi okuduktan sonra hayat içinde olup bitenleri yeniden bir düşündüm. İnsanın, sevdiği birinden zor hayat koşulları nedeniyle vazgeçmek zorunda olmadığı; asıl engelleri bizim koyduğumuzu, diğer engellerin bir şekilde çözülebileceğini anladım. Bu açıdan bakıldığında birçok duyguyu birlikte yaşatmasının yanında ders verme gibi bir özelliği de olan bir eserdir “Değirmen”.


    Kitapta yer alan bütün hikâyeler çok güzel ama ben “Değirmen” hikâyesine ek olarak “Viyolonsel” ve “Kırlangıçlar” hikâyelerini de ayrıca beğendim. Her türden insana hitap edebilecek hikâyeler bulmak mümkün bu kitapta. Bana hitap eden hikâyeler ise özellikle bunlardı.

   Ben bu kitabı severek okudum. Bütün kitap dostlarına bu hikâyeleri okumalarını tavsiye ederim. Edebiyatımızın özgür ve özgün sesi Sabahattin Ali’den bu seçkin, güzel hikâyeleri okuduğunuzda sizler de benim gibi bu kitabı seveceksiniz. İçeriğiyle insanın içine burkan, üslubuyla kendisine hayran bırakan bu kitabı okuyunuz, okutunuz.



Murat Soyak

“DENİZDEN GELEN MEKTUP” HAKKINDA


Bir solukta okunacak” Denizden Gelen Mektup”, geçmiş ve bugün arasında köprü kurarak okurları duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. “Anne Kuş, Bu Akşam da Gelmedi” isimli hikâyede aile bağlarını yeniden düşünmeye sevk eden, sıcak ve dokunaklı bir anlatım var. Tabiatın içinde geçen bir hayat mücadelesi... “Ahmet Dayı” isimli hikâyede köy yaşamının zorlukları ve güzellikleri, günlük mücadeleler ve insani duygular ince bir dille anlatılır. Hem geçmişin izlerini hem de insanın manevi dünyasındaki derinlikleri gözler önüne seriyor “Ağlayan Ağaç”. Sırlarla dolu bir hikâyeye tanıklık etmek isteyenler için etkileyici bir yolculuk. Beklenmedik bir zamanda yaşanan acı kaybın derin hüznü anlatılır “Miraç” adlı hikâyede. Böylelikle hayatın ne kadar kırılgan olduğu da dile getirilir. “Yusufçuk Kuşu” hikâyesinde geçmişle bugünü, köyle şehri birbirine bağlayan duygusal bir yolculuk yaşanıyor. “Balık Avındaki Esrar” hikâyesinde yazar, sıradan bir balık avının nasıl unutulmaz bir maceraya dönüştüğünü merak uyandıran bir dille anlatıyor.

    Doğan İşler’in kaleme aldığı hikâyelerde insana ve hayata dair içten, sıcak bir anlatımın izleri okunuyor. Kıssadan hisse alınsın diye doğal çevrenin korunması, çalışkanlık, doğruluk, iyilik, aile bağları gibi ortak değerler hikâyelerde vurgulanıyor. Yazarın yaşadığı yere dair tanıklığı özellikle olay, durum, mekân seçimi ve yöresel söyleyişler bağlamında anlatıma yansımış. İyi okumala



YAĞMUR BULUTLARI

"Bana ne, bugün var yarın yok olan görüntülerden; anlam değiştirmeyecek olana bakarım ben" der Tarık Buğra. Yazmak, bu anlamda kalıcı olana talip olmaktır. Geçmişten geleceğe değişmeyeni anlamak ve yorumlamak…

  Gündemdeki olayların esiri olacaksak yazmanın ne anlamı var? Aldatıcı gündemden sıyrılıp kendi gerçeğimizi dile getirmeliyiz. Dikkatimizi kalıcı olandan yana çevirmeliyiz. Yazılar, gündem bataklığında solmasın, pörsümesin. Duygu ve düşünce dünyamızın derinliğinden sesler, güzellikler taşımalıyız bugüne ve yarına. Kararan gönlümüz, daralan ufkumuz böylelikle sıhhat bulmalı. Evet, şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Dirice bir tavır ile hayatı, insanı, olup bitenleri, sanatı, hakikati güzelce anlatmalı, duyurmalı. 

    Yazmak, ruhun malzemelerine değinmek; ötelerden ses getirmek ve acıyı bal eylemek. Okuyunca ışık düşmeli içimize. Yazmak bir ihtiyaç olarak kendini gösteriyor. Bu anlamda yazmak, yangın yerine su taşımak gibi ve toprağa fidan dikmek gibi. Hakikati anlama, anlatabilme çabası. Yazmak eylemi aydınlığa taşımalı bizleri. 

*

Sessizliğin yurdunda yazyalnız !..

*

    “O” diğer adı “Hakkâri’de Bir Mevsim”. Özgün bir anlatım denemesi. Sürgün, bunalımlı, bohem. Köylü ve okumuş-yazmış arasındaki uçurum yine ana izlek. Memleket gerçeği ve yabancılaşma. Dağ köyünde bir ilkokul öğretmeni. Bu roman 1976 senesinde yazılmış. O günden bugüne ne değişti? 

*

  Çok bilgi var günümüzde. Yaraya derman olmaz. Çok bilgi var günümüzde. Baş ağrısı. Evet, sağaltmayan, sığ bilgiler akıyor zihinlere. Ne varsa yine kitaplarda, dergilerde var.

*

  “Çocuk benim ülkemdir” der Sezai Karakoç. Burada bir müddet duralım. Asıl yurdumuz çocukluğumuz. Hatırla yeryüzünü, gökyüzünü! Yakınımız dağ, taş, kuş, çiçek idi. Oyunlar içinde öğrendik iyiliği, güzelliği. Çocuklar ile umut var. 


*

  “Devin Uyanışı” kitabı Sedat Umran’ın seçilmiş şiirlerden oluşuyor. Şair nesnelerdeki anlama odaklanmış. Somut olandan hareket ile soyuta varan şiirler. Eşyayı başka bir bakış ile çözümlüyor. Bir de şiirlerinde çocukluk çağına vurgu var. Sedat Umran’ın son devir şiirimizdeki yeri, emeği inkâr edilemez. Şiir, derdi. Ve derdini seviyor şair. 

*

  Ahmet Oktay’ın şiir kitabı “Az Kaldı Kışa” okunuyor. “Ayrılık bilemem ne zaman gelir / Sen bir okul defteri getir bana / Çünkü sadece yazmak tesellidir / Çektiğimiz acıya bu dünyada” Güne bir anlam şiirce düştü.

*

 “Yürümenin dışında bütün eylemlerin adı / Kaçış kaçış kaçıştır” der İlhami Çiçek. Gök ekin ile anlamdaş. Şiirin kederli yurdunda buluşmak varmış: “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın / Hüzün öylece orta yerdedir…”

*

Bir güzelliği çoğaltan su. 

*

Sarı yaprağın söylediğini can kulağı ile dinle. 

*

Ah, okunacak ne çok sayfa var!

*

Sarı güneş şurada dursun. Isıtsın sayfayı bir güzel. Dere incecik akıyor. Silme kardeşim !..

*

  Erdem Bayazıt’ın şiiri hakkında bir yazı hazırlığı… Şiirlerini tekrar okuyorum. Hayata, insana, imana dair mısralar. Yüreğimde karşılık bulan şiirler. Coşkulu bir söyleyiş ve yiğitçe bir duruş. Yeni koçaklama. “Ey” nidasına derinlik katan şair, yurdun cennet olsun !..

*

  Yusuf Enes dedi ki: “Baba, sana doğum gününde gerçek araba alacağım. Anne, sana da doğum gününde kırılmayan bardaklar alacağım.” Eyvallah oğul, dillenir oldun. 

*

 Yazınca bir şey değişmez mi? Yazmayınca hiçbir şey değişmez. Yazmak, yarayı dağlamak gibi. 

*

 Yakup Eren ve ben, sabah erkenden şehre indik. 120 kahraman gördük. Kar altında buz kesmiş çocuklar. Gözlerimiz yaşardı. 120 artık üç basamaklı sayı değil, bir direniş ruhu !..

*

Bir halk türküsünden alınmıştır: “Kim okur kim yazar, bu düğümü kim çözer?”

*

  Mürsel Sönmez güzelce söylemiş: “Her şey çok güzeldi Allah’ım! / Sunduğun bir demet güldü ömür.” Şükür makamında, hakikate doğru bir adım daha…

*

  “Çile”yi yeniden okudum. Necip Fazıl’ın şiirinde yalnızlığın halleri daha bir vurgulu. Notlar aldım. Mısralar seçip derledim. Belki bir gün yazı bütünlüğüne kavuşur. 

*

  Bir gazete haberinden: “İnşaatın sıvasını yaparken 6. kattan düşen usta hayatını kaybetti. Edinilen bilgiye göre…” Ötesi can yangını, feryat figan. Bizi terk etmeyen hüzün, bizi yaralayan. Şimdi bir fotoğraf karesinde geçmiş günler. Kapıda babasını bekleyen çocuk için için der ki: “Nerede kaldı babam?”

*

  Dergiler, geldiler. Bütün zorluklara rağmen edebiyat dergileri çıkıyor. Onların varlığı ile ışık ışık yurdum. Edebiyat, hayat ve insan arasındaki bağlar dergilerde daha bir belirgin. Yaşasın edebiyat! 

*

  Vefa Taşdelen’in “Ay Çekimi” kitabındaki şiirlerini okudum. İçli, derin bir ses. Duygunun ve düşüncenin harman olduğu sağlam mısraları var. “Ateş yüküdür paylaşılmayan fikir / Gizli ölümleri içerir…” diyen şaire selâm!

*

  “Şiir tenha selviyi söyler” diyen Şahin Taş’ın “Kısa Yaz” isimli şiir kitabı geldi. Kısa şiirin anlatım imkânlarına güzel bir örnek bu eser. “Haiku”ları andıran bir söyleyiş. Şiiri bileyi bileyi keskin kılmış. Varoluş sorgusu, ölüm ve çocukluk konuları daha bir ağırlıklı. İnceden çalışılmış, emek verilmiş şiirler. Şairin söylediği: “bir gün gideriz / gidince / elbet bizden de ipince / bir iz kalır”.

*

  Dışarısı dayanılır gibi değil. Dışarısı vurgun düzeni, kirli çark. Dışarısı sığ, sıradan, sırnaşık… Kalbim kitaba dön. Başka çıkış yok. Ve okumak bir sığınak. Gün gelir de kanar; kanatlanır sayfalar. Sabret yüreğim, umut ol. 

*

 Yağmur bulutları yığın yığın… Birkaç gündür ha yağdı ha yağacak. Toprak göz göz olmuş; sabırla bekliyor. İyi haberler yakında.

*

  Bahar günleri içimde bir sevinç, bir umut… Ömür defterimde yeni yaprak. Ağaçlar çiçeğe durmuş. Yeniden başlamak aşk ile…

*

 “İlle mavi olacak” dedi. “Tamam dedik, mavi olsun”. Yusuf Enes’e bisiklet aldık. Ne çok seviniyor. İncecik bacakları ile o pedalı nasıl da çeviriyor. Düşe kalka sürüyor ama yılmıyor. Hayat da böyle değil mi? Çoğu zaman yokuşlarda yara bere içinde, bir başına kalan insan. Yol gösteren işaret şu ki her zorluğun ardınca bir kolaylık vardır. Öyleyse yenilgi daim değil. Yolda olmak, en güzel eylem.

*

Yaza yaza aydınlanır içim dışım. Yaza yaza dağılır kara bulutlar.

Yazının Devamı

ŞİİRİMİZDE ÖLÜM DÜŞÜNCESİ

Ölümü hatırlamak hayırlara vesiledir. Ölümü hatırlamak sınırları hatırlamak gibi. Hepimizin bildiği ama hemen unuttuğu bir gerçek ölüm. Mademki öleceğiz bu serkeşlik, bu kavga niye? Ölümden kaçamayız zira “Her nefis ölümü tadacaktır.” Ölüm bir hatırlatıcı, bir uyarıcı olarak hep yanımızdadır. 

    Halk dilinde ölen kişi için “göç etti”, “dünyasını değiştirdi”, “şimdi gerçek dünyasında” gibi ifadeler kullanılır. Mevlâna Hazretleri ölüm vakti için “şeb-i arûz” der. Sevgiliye kavuşma vakti. Bu sebeple Mevlâna, ölümü hüzün günü olarak değil sevinç günü, düğün günü olarak ifade eder. Yüce bir anlayış, derin bir idrâk.

    Ölüm düşüncesi bizim medeniyetimizde korkulu, saplantılı, hastalıklı bir bakış ile anlatılmamıştır. Batılılaşma(modernleşme) maceramızın başlamasıyla birlikte hayata, insana, kâinata bakış değişti. Modernizm fikri bölünmüş, parçalanmış bir zihin ister. Akl-ı selim yerini akılcılığa bıraktı. İnsan-ı kâmil olmak yerine eşyaya sahip olmak marifet sayıldı. Ve hatta “üst-insan” gibi aşırı yorumlar ile cihan savaşlarının tohumları atıldı. Bilginin, teknolojinin hızla geliştiği bir çağda insanlık maneviyat cephesinde kayıplar verdi. Modern zamanlarda yeni bir cahiliye kültürü ortaya çıktı. “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır.”

     İnsanoğlu bazen kendi eliyle yeni putlar oluşturur. Bağlanma, inanma ihtiyacı başka alanlar içinde görünür olur. Şimdi hayat sahnesinde sahte ilahlar, sahte kahramanlar var.  Bağlar zayıflamış ve hatta kopmuş. Yaşamak bazılarına göre sadece yemek, içmek, gezmek ve dünyadan haz almak içindir; bazılarına göre ise yaşamak saçmadır. İntihar olayları modern zamanlarda daha bir arttı. Atom bombası, hidrojen bombası ve her türlü kimyasal silahlar modern kafanın insanlığa sundukları birer armağan. Ölümler şimdi daha seri ve daha kolay. Cihan savaşlarını başlatan yıkıcı, yok edici zihniyeti görmek gerek. 

    Modernizm anlayışında ölüm maalesef kötü bitiştir. Ölmek onlara göre toprak olmaktır, ot olmaktır. Ölüm, dillerinde kaybolmak ile eşanlamlıdır. Kaybolmak ne hazin son değil mi? Bu sebeple ölümü hiç hatırlamak istemezler. Rahatları kaçar. Birey, ölüm korkusuyla titremektedir. Modern insan paranın ve sanatın gücü ile ölümsüzlüğü dener hep. Modern sanatın temelinde ölüme isyan fikri vardır. Kelime, renk, ses ve çizgi bu isyan fikri ile yüklüdür. Sanat adı ile oluşturulmuş bir sürü helvadan putlar!

    Ölüm düşüncesinin zaman içindeki seyrini şairlerin dilinden takip edebiliriz. Türkçemizin kurucu şairlerinden Yunus Emre ile başlayalım.

      “Vaktinize hazır olun 

       Ecel vardır gelir bir gün

       Emanettir kuşça canın,

       Issı vardır alır bir gün”

  Evet, can bize emanettir. Vakti geldiğinde asıl dünyasına, sahibine kavuşacaktır. Ya sonrası…

    “Mezardan durugelicek

     Hakk terazi kurulıcak

     Amelimiz görilecek

     Aceb nola benim halim”

   O gün hesap günüdür. Her kişi yaptığı iyilikler ve kötülükler ile Hakk’ın divanına çıkacaktır. 

      Karacaoğlan, dünyanın cazibesine kapılmış belli ki ölümü hiç hatırlamak istemez. Der ki:

    “Ölüm ardıma düşüp de yorulma

     Var git ölüm bir zamanda gene gel”

    Dünyaya alışmış bir kere; bırakmak öyle kolay mı? Takip edildiğinin farkında şair, gafil değil. Biliyor gelecek olanı, biliyor gerçeği.

     Hanımının ölümü karşısında “Öldün, nasıl eyleyeyim tahammül” der Abdülhâk Hamid Tarhan. “Makber” diye diye yeri göğü inletir. 

     Mehmet Âkif, ölümden ders almamız gerektiğini belirtir. 

     “Musalla: Minber-i tebliğidir dünyada ukbanın

      Musalla: Ders-i ibrettir durur pişinde irfanın”

      Yeni edebiyatımızda ölüm denildiğinde akla gelen şairlerden birisi de Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Birçok şiirinde ölüm konusunu işlemiştir. En bilineni ise “Otuz Beş Yaş” şiiridir. 

      “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.

        Dante gibi ortasındayız ömrün.

        Delikanlı çağımızdaki cevher,

        Yalvarmak yakarmak nafile bugün,

        Gözünün yaşına bakmadan gider.”

    Şair bir kabulleniş edasıyla şöyle der:

       “N’eylersin ölüm herkesin başında.

        Uyudun uyanamadın olacak

        Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? 

        Bir namazlık saltanatın olacak.

        Taht misali o musalla taşında.” 

    Orhan Veli, “Ölüme Yakın” şiirinde bir başka açıdan hayatı ve ölümü anlatır. Cümle zorluklardan, sıkıntılardan kurtulmak ister. Hayatın ağır yükü altında ölümü düşünür. Aralanan bir kapı. 

      “Ölürüz diye mi üzülüyoruz?

        Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada

        Kötülükten gayri?


        Ölünce kirlerimizden temizlenir,

        Ölünce biz de iyi adam oluruz;

        Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, 

        Hepsini unuturuz.”

   Ahmet Muhip Dıranas, ölümü bir yakını gibi görür. Bütün zamanlar içre bizi hiç terk etmeyen ölüm.

    “Uzaktadır her şey, hep… Yalnız ölüm 

      Her yerde, her an yakınımız ölüm”

    Ölüm canımızda taşıdığımız olmuştur. Ecel vaktine kadar yoldaşımız. Yahya Kemal Beyatlı’nın ölüme dair söyledikleri:

   “Artık demir almak günü gelmişse zamandan

     Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”

Rind-meşrep bir eda ile ölümü anlatır:

“Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç

Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç 

Cihâna bir daha gelmek hayâl edilse bile 

Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle”

   Bu mısralarda ölüm korkulu, tedirgin bir halden ziyade rahat, dingin bir ruh hali ile anlatılır. “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde” der. Şairin “O Taraf” isimli şiirinde söylediği:

“Gördüm ölüm diyarını rü’yâda bir gece

Sessizlik ortasında gezindim kederlice”

Ve bu şiirin sonunda bir soru: “Yoksa başka bir âlem midir ölüm?”

Ölüm uzayıp giden bir sessizliktir. “Düşünce” isimli şiirinde der ki:

“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi

 Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi”

   Ölüm bir muamma, bir soru. Şair cevap vermek ister. Necip Fazıl, şiirlerinde ölüm düşüncesini sıkça işlemiştir. Sonsuza ulaşmak için ölüm bir geçit. Ötelerden mana yüklü bir rüzgâr. Ruh köklerine derin bağlılık.


    “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber

    Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?”

Ölüm, şiirimizde yeniden “vuslat” fikri olarak telakki edilmeye başlanmıştır. Hakk’a teslim olmuş şairin mısraları:

    “Ben ölünce etsin dostlarım bayram

    Üst üste tam kırk gün, kırk gece düğün

    Açı doyurmaksa kabirde meram

    Yemeğimde Fatiha, günde beş öğün”

   “Her ölüm erken ölümdür” diyen Cemal Süreya, ölüm konusunu kaygılı, korkulu bir dille anlatır:

    “Ölüm geliyor aklıma birden ölüm 

      Bir ağacın gövdesine sarılıyorum” 

   İnsan bir yakınını kaybettiğinde yıkılır. Gün birden kararır. Tadı kalmaz yaşamanın. Cemal Süreya “Sizin hiç babanız öldü mü?” der. Bu yürek yakıcı sorunun devamında şu mısralar vardır:

      “Sizin hiç babanız öldü mü?

       Benim bir kere öldü kör oldum

       Yıkadılar, aldılar, götürdüler

       Babamdan ummazdım bunu kör oldum”

     Bir tanımlama, belirleme çabası olarak okunabilecek ölüm mısraları:

         “Ölüm mü, 

           Bir gölün dibinde durgun uykudasın.”

   Ziya Osman Saba ölüm hakkında der ki:

      “Gözlerimi o saat sessiz kapayacağım

      Beni bekleyedursun bir kenarda yatağım

      Bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir”

   Erdem Bayazıt’ın şiirlerinde ölüme dair mısralar sıkça yer alır. Hakikat içre bulduğu cevapları gür bir sesle duyurur. Hakk’a tam bir teslimiyet içinde şair.

     “Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm 

      Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

   Ölümsüzlüğü tatmak…Efendimiz(s) “Ölmeden evvel ölünüz” buyuruyor. Sonsuzu anlamaya ve anlatmaya çalışmak yahut ölmeden evvel ölüp de dirilmek. 

      “Mahlûkta devinen

       Gürül gürül bir ırmaktır ölüm”

        Ölüm hepimiz için. Başkasıyla ölen biziz. Er ya da geç kapımızı çalacak ölüm. İsmet Özel, “Üç Firenk Havası” şiirinin birinci kısmında ölüme dair şu mısraları söyler:

      “Bize ne başkasının ölümünden demeyiz

        çünkü başka insanların ölümü

        en gizli mesleğidir hepimizin

        başka ölümler çeker bizi

        ve bazan başkaları 

        ölümü çeker bizim için.”

     “Kitaplarda Ölmek” şirinde iki çizgi arasındaki hayatı anlatır Behçet Necatigil. Her şey o kısa çizgide: “Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci / Ne varsa orda”. Şiirden bir bölüm:

       “Adı, soyadı

        Açılır parantez

        Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti

        Kapanır parantez.

 

        O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı

        Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.”


   



Alâeddin Özdenören “Cebimde ölümüm” isimli şiirinde der ki:

    “Gülüm gülüm

     Bu kentin koynuna girdiğim günden beri

     Cebimde ölümüm

     Avuç avuç dağıtırım insanlara

     Bir türlü tükenmez ölümüm”

     Yaşayıp giderken gündelik telaşlarda. Bir alışkanlık üzere devam ederken hayat. Bir gün çıkar gelir. Yapılan hesaplar, planlar yarım kalır. Sonrası hüzün… Mustafa Özçelik “Ölüm” isimli şiirinde yaşanan hali etkili bir dille anlatmış:

       “Ölümü görünce

        Şaşkın bir soruya dönüşüyor hayat

        Bu serüven çılgını ayaklarım

        Bastığı toprakta tedirgin

        Sulara girerken ürkek biraz

 

        Bu limanı bırakıp giderken

        Bütün hayatların soğuk yüzünde

        Ayrılığın o sarı rengi

        Bir yokuşun önünde

        Yolunu kesmiş ejderhâ”

     Sezai Karakoç, şiirlerinde hayatı, insanı ve hakikati yorumlarken ölüm gerçeği ile yüzleşir. Ölüm yeniden başlamanın adıdır. Diriliş ırmaklarında hayat bulur mısralar. 

      “Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda

      Verilmemiş hesapların korkusuyla

      Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

      Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

      Sevgili

      En sevgili

      Ey sevgili 

      Uzatma dünya sürgünümü benim”

    Sezai Karakoç “balkon” imgesiyle modern zamanlardaki yaşantıya ve ölüme işaret eder. 

        “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

         Ölümün cesur körfezidir evlerde”

      Yaklaşan zamanı muhteşem bir mısra ile duyurur:

     “Gelecek zamanlarda ölüleri balkonlara gömecekler”

    Sezai Karakoç’un dilinde ölümden ötesi vardır. Ölümden evvel dirilişi hatırlatır. 

      “Ben ağıt yazmayı sevmem

      Ölmeden değil dirilişten yanayım

      Ölümden değil ölüm sonrasından yana

      Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yanayım”

   “Cümle şair dost bahçesi bülbülü” der Yunus Emre. Her şair kendi duygu-düşünce dünyasında ölümü anlatmış.

    Efendimiz(s) “Ağzınızın tadını bozan ölümü çok hatırlayınız” buyuruyor. Unutuşu sonlandıran ölüm. Şehrin kıyısındaki mezarlık yaşayanları daima uyarır. Serin serviler altında yatanları düşünelim. Yaratılan cümle varlığın fani oluşu gözümüzdeki, gönlümüzdeki perdeleri kaldırır. İnsan ve hayat arasındaki hassas denge iman kuvveti ile sağlanır. 

    Ve an gelir herkes bir suskunluğa bürünür. Ölüm konuşur.

Yazının Devamı

GÖNÜL SOHBET İSTER

  • Yılmak, yıkılmak yok efendiler! 

Yaş haddini bulmuş diye meydanı terk mi edeyim? Hem evde niye oturayım ki önümüz kış… Odun ister, kömür ister; yahu şu kör boğaz ekmek ister. Emekli maaşımız da yok ki kenara çekilelim. Çocuklar yuvadan uçup gittiler. Şimdi çok uzaktalar. Bu yaşıma kadar ayakkabı tamirciliği ile geçindim. Muhannete muhtaç olmadım. Devam öyleyse, yatağa düşene kadar çalışacağım. Hem burada dostlarımla da görüşüp sohbet ediyorum. Vakit geçiyor. Daha ne olsun efendim! 

 Bahar günleri... Işıklar içinde yer gök. Kahvehanenin müdavimleri günün belli saatlerinde burada buluşup sohbet ederler. Memleketin halleri, askerlik hatıraları, ahir zaman alametleri, değişen zaman üzerine bir muhabbet ki bal akar dillerinden.

—Şinasi!

—Buyur İhsan Efendi…

—Bize birer kahve yapıver.

—Tamam efendim. 

—Tahir ne var ne yok, işlerin nasıl? 

—Allah’a şükürler olsun İhsan Efendi, hamd olsun, kimseye muhtaç olmayacak kadar kazanıyorum. Yetiyor bize, geçinip gidiyoruz. 

—Allah şükrünü çoğaltsın efendim. Tevellüd kaç? 

—Seferberlik zamanı doğmuşum. Hesap et gayrı. Altmışın üzerindeyim. 

—Sıhhatin nasıl, halinden memnun musun? 

—Ayaktayım şükür. Şimdilik sıhhatim yerinde. Yalnız bizim hanım yine rahatsız. Geçenlerde hastahanede üç gün yattı. Ne yaparsın dünya hali… Hastalık gelince sıhhatin kıymetini biliyoruz. Sen nasılsın İhsan Efendi? 

—Eh işte... Bazen kalbim sıkışıyor. Ameliyattan sonra yeni yeni toparlandım. Gidecek başka yerim de yok. Sizi görmem yetiyor bana. Şinasi'nin yeri de olmasa eğer bunalıp kalacağım. 

—Hakikaten burası evimizden sonra ikinci adresimiz oldu. Bir sığınak gibi…

    Önce ayakkabının tozunu, çamurunu temizledi. Sonra lazım olan aletleri torbadan çıkarıp yaygının üzerine güzelce dizdi. Bir elinde çekiç, bir elinde ayakkabı…

Durmaksızın çalışıyor. Alnında boncuk boncuk terler... Ak sakalı yüzüne nasıl da yakışmış. Pek sevimli bir hali var. Hani babacan derler ya işte öyle babacan... 

—Abdullah Hoca dalmışsın yahu, hiç konuşmuyorsun. Hayrola! 

—İhsan Efendi, bizim oğlan cephede, onu düşünüyorum, tek evladım. Hanım da geçen sene vefat etti. Bilirsin, yalnızım. Ev bana zindan gibi oldu. Hayatta bir başına olmak pek meşakkatli…

—Haklısın efendim, Allah sabır versin. Oğlun sağ salim döner inşâallah. 

—Sağ olasın İhsan Efendi sağ olasın, sizlerin varlığı ile buradaki sohbetlerimiz ile kuvvet buluyorum. 

  Deniz sakin bugün. Sandallar kıyıya çekilmiş. Martılar uçuşuyor. Şirket-i Hayriye vapurları düzenli aralıklarla karşı yakaya gidip geliyor, gidip geliyor. Gün boyu süren tatlı bir telaş…

  Tahir, kunduranın ökçesini çakıyor. Çivileri küçük teneke kutudan alıp özenle çakıyor. Göz çevresi ve alnı kırış kırış…

  Şinasi, elinde tepsi ile çıkıp geldi. Sesi çın çın çınladı:

  —Kahveleriniz buyrun, afiyetle için…

    İhsan Efendinin yüzü gülüverdi. O ân elmacık kemikleri daha bir belli oldu. Bir elini Tahir’in omzuna attı. 

  —Az soluklan Tahir’im, yiğidim…

  —Bitireyim şu elimdeki işi, namaz vakti yakındır.

    İhsan Efendi yelek cebinden saatini çıkarıp baktı.

  —Evet, ikindi ezanı birazdan okunur.

    Saatin camını silip yelek cebine tekrar yerleştirdi.

  —Kahvelerinizi soğutmayın efendiler…

  Beyaz fincan elde ve göz ufukta şimdi. Bir vapur ağır ağır yaklaşıyor. 

  Abdullah Hoca kahvesini içip fincanı masaya bıraktı. 

  —Kahvelerinizi için de kalkalım, camiye ancak varırız.

    Tahir, kahvesini çoktan içmişti zaten. Kalan işi bitirmek için son bir hamle yaptı. Çakılan çivilere göz attı. Ayakkabının köselesini iyice yokladı. Çıkıntıları bıçağı ile incecik kesip düzeltti.

  —Şimdi tamam oldu. Haydi…

    İhsan Efendi, ayağa kalkıp içeriye yürüdü. Cebinden çıkardığı bozuk paraları Şinasi’ye uzattı. 

    Birlikte camiye doğru yürüyorlar. İkindi ezanı okunuyor.

Yazının Devamı

GEÇMİŞ ZAMAN GÜLLERİ

Bahçenin köşesinde görkemli bir alıç ağacı var. Çocuk o ağacın üst dallarına çıkıp kendisine bir yer yaptı. Uçağa benzesin istedi alıç. Niğde kalesini şimdi daha iyi görüyor. Kuşlar daha yakın. Uzakta kaldı çiçekler ve oyuncaklar.

  Kırbağlarının mor sümbülü meşhur. Çayır çimen içinde sarı papatyalara komşu mor sümbüller biterdi. Arılar konup konup nasiplenirdi. Çocuk mor sümbüllere, sarı papatyalara koşuyor. Arılardan korkuyor korkmasına ama yine de bildiğinden vazgeçmiyor. Birazdan arkadaşları gelir. Meşin çanta ve okul önlüğü bir kenarda duruyor. Oyundan ötesi yalan diyorlar. Akşama dek kan ter içinde koşuyorlar, zıplıyorlar.  Dinleri, imanları oyun bunların. 

 Çerçi Bekir’in uzaktan sesi duyuluyor. Demir, bakır ve atık yün karşılığında çekirdek, kırık leblebi, keçi boynuzu veren o gül yüzlü, nuranî adam. Çocuklar şimdi Çerçi Bekir’e doğru koşuyorlar. Tek teker küçük tahta arabaya ne çok şey sığdırmış. Rengarenk bir alem bu. Biriktirdikleri metaller karşılığında elde ettiklerine bakıp bakıp seviniyor çocuklar. Çalışmak, kazanmak neymiş anlamaya başladı keratalar. Çocuklar avuçlarındaki yemişleri ceplerine doldurup oyun alanına doğru seğirttiler. Çerçi Bekir güne iyi başladım diye sevindi. Uçuşan kuşlara göz ucuyla bakıp alın terini sildi ve şapkasını düzeltti. Çerçi Bekir’in dilinde bir türkü: “Yine yeşillendi Niğde bağları”

 Mahallenin bir Mustafa’sı var. Kendi âleminde hür Mustafa. Kimseye eyvallahı yok. Kimseye küs değil, kırgın değil, düşman değil. Kendi ile barışık; insanlar ile barışık. Ayak topu oynayan çocukları seyrediyor şimdi. İri vücudu oturduğu yerde arada bir sallanıyor. Kumral saçları ışığını kaybetmiş ve dağınık. Yüzünde toz ile karışık ter izi. Gülüyor Mustafa, gülüyor Mustafa, gülüyor. Kimse aldırmıyor ona. İşte buna dayanamaz Mustafa. Bir gök gürültüsü gibi ayak topu oynayan çocukların arasına ansızın dalıyor. Şimdi bir kaçışma, bir şamata... Hiç bitmeyecek gibi bu kargaşa ama Mustafa yoruluyor. Bir taşa oturup derin derin nefesleniyor. Çocuklar etrafında toplanıyorlar. Kuşlar o yöne kanat çırpıyor. Mustafa sürekli yere bakıyor. Aralarında bir sessizlik büyüyor. 

 Öğle ezanı okunuyor. İhtiyar baba çatal kapıyı usulca açıp mahalle camisine doğru yürüyor. 

 Kalın yün ceketi altında yılların ağırlığını taşıyor. Nice acılar, kederler yaşamış. Yine de yılmamış, yıkılmamış. Oğlu kızı daha küçük. Dertler, kaygılar gün gün çoğalır. Çocuklar gibi olmak” ne güzel der, onlara imrenir. Gelecek ne getirir ne götürür bilinmez. Elinde tespih, dilinde dua dua…  “Yakup” denildiğinde çoğalıyor hüzün.

 “Akbaş” namında bir genç var bu mahallede. Ayak topunda üzerine yok. Nasıl oynuyor zalım, rüzgâr gibi. Tutana aşk olsun. Sarı plastik bir topu var. Alındığından beri aylar geçti; oyna oyna patlamaz. Mahallenin has futbolcusu Akbaş. Takım kuran o, ilerde oynayan o, golleri atan o. Biz kaleciyiz birader. İyi kaleci aslında bulunmaz bir nimet. Düşünsene, kalende gol görmeyeceksin. Kurtardığım her şuttan sonra yağmur gibi yağardı ödüller. Hey gidi Akbaş, maç sonrasında koşardı eve. Ekmek arası sucuk getirirdi şişman kaleciye. Kadir kıymet bilmek böyle bir şey işte. Kıssadan hisse gol yemek istemiyorsan başarıyı gör ve ödüllendir.

 Bahçede koşup oynarken Sultan’ın kolu çıktı. Bir feryat, bir feryat… Yer gök yıkılıyor. Sınıkçıya götürüldü. Sınıkçı sarmış sarmalamış. Bir de dirsek kısmına bal sürün demiş. Bin meşakkatle bir kâse bal buldu anam. Pencere kenarında duran altın sarısı ışıltı gözümü alıyor. Yaklaştım usul usul bir kâse bala. Tadımlık değil, doyumluk oldu. “Bal gibi” dedikleri kadar var. Ertesi gün anam pek öfkeli idi. “Pencere yanında duran bal nerede?” diye seslendi. Sessizce ayrıldım evden. Şu öfke selinden kurtulmalıyım. Yürü yürü ayaklarıma kara su indi. Neylersin, şehirde akşama dek gezdim. Eve varsam bir türlü, varmasam bin türlü. Hele akşam olsun, akşam olsun; anam sakinleşir belki. 

 O yıllarda kalede bir çay bahçesi vardı. Havuz etrafında sıralanmış masalar. Salkım söğütler altında serinlik hüküm sürüyor. Çocuklar ve gençler ile dolu cıvıl cıvıl bir ortam. Şu sıcak günlerde bir özge diyar Niğde Kalesi. Serinlik bahşeden esinti burada hiç kesilmez. En uzun, en güzel teneffüsler için inşâ edilmiş sanki. Dersi kıran buraya geliyor. Sizi kaçaklar sizi! Hiç inkâr etmeyin yakası açık gömlek ve yönünü şaşırmış kravat konuşuyor. Neyse, ağzımızın tadı kaçmasın şimdi. Bakın şu gördüğünüz Alâeddin Camii. Taş işlemeli kapısı meşhurdur. Sabah saatlerinde o kapıda ışık-gölge sayesinde bir gelin başı görünür. Nasıl da mahirmiş usta! Alâeddin Camisine komşu bir camii daha var kalede. Selçuklu karşısında sesini yükseltmeyen Osmanlı eseri şirin bir camii bu. Düşünen, yapan iyi insanlara rahmet. Şu topraklar üzerinden kimler geldi, kimler geçti? Karşı dağlara, karlı yamaçlara bakıp tefekkür etmenin zamanıdır şimdi. İşte geldik gidiyoruz.

 Geniş merdivenlerden aşağıya doğru iniyoruz. Haydi, pazar yerine gidelim. Şu meşhur söze konu olan pazar yeri. Sözün bir yerinde Bor, bir yerinde Niğde var. Evet, hatırladınız şimdi. Bu sözün hikâyesini bir vakit, bir amca anlatmıştı. Şöyle ki: Bor’un bir köyünde yaşayan bir âdemoğlu pazar alışverişi için hazırlığını yapar ve seher vakti yola çıkar. Az gider uz gider bir ağaç gölgesi görür. Oturup dinlenmek ister. Lakin yorgunluktan olsa gerek uyuyakalır garibim. Etrafında ‘nereden gelip nereye gidiyorsun’ diyecek birisi de yok. Bir müddet sonra uyanır uyanmasına ama vakit de epey geçmiştir. Ah vah eder hemen yola koyulur. Bor pazarına gelir ama pazar yeri dağılmış. Yükünü toplayan gitmiş. Hemen orada gezinen kişiye sorar “Kardeş bugün Bor’un pazarı idi. Hani nerede, dağılmış millet, bu tenhalık niye?” Şaşkın ve çaresiz…  Ne yapacağını bilmez bir haldedir. O kişi hemen cevap verir: “Ağam, Bor’un pazarı bu vakte kalmaz. Sen çok geciktin ya hu. Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye”

 Perşembe pazarının üst tarafında uzayıp giden bir bedesten var. Yürüye yürüye yol mu aşınır. Devam öyleyse. Şu karşı uçta görünen büyük yapı Sungur Bey Camii. Niğde’nin tarihi kökleri burada saklı. Sungur Bey, Niğde’nin ilk valisi olarak biliniyor. Niğde’yi imar etmiş, inşâ etmiş ve çok dua almış bir mübarek zat. İçeri girince bir ferahlık hissediyoruz. Taşı işleye işleye nasıl da latif kılmış cedlerimiz. Bizi güzel eyleyen düşüncenin güzel eseri. Yangınlar yaşamış Sungur Bey Camii ve maalesef bir devirde yalnız bırakılmış. Sonra çatısı yeniden onarılmış ama o köklü gövdeyle uyuşmayan bir çatı bu. Sarı taşlar üzerinde elimi gezdirdim. Yılların yorgunluğundan olsa gerek duvardaki bazı taşlar adeta erimiş ve çözülmeye durmuş. Eyvah, o koca sarı taş işte pul pul dökülüyor. Aman dostlar bir çare! 

 Gümüşler, Bahçeli, Kemerhisar, Üskül, Sazlıca, Hacıbeyli, Dündarlı, Fertek ve şimdi ismini sayamayacağım diğer köy ve kasabalarımız yıllarca hep elma ile anılmıştır. Lisede talebe iken üç beş kuruş kazanalım diye elma bozmaya giderdik. Elma yüklü dallar kırılacak gibi sarkardı. Ağaçtaki o ağır yükü kovalara aktarıp aşağıya indirirdik. Dallar doğrulmaya başlardı. Ağaç adeta bir nefes alırdı. Ve sandıklar doldukça mutluydu iri elma yanaklı bahçe sahibi. 

 Ova köylerinde, kasabalarında patates ekimi aldı yürüdü. Bereketli dönemler yaşandı. Gün geldi kazandı çiftçi, gün geldi kazanamadı. Yaz tatilinde Misli Ovası benim için ayrı bir şenlik idi. Patates tarlasında, çamura bata çıka yağmurlama değiştirdiğimiz o günler… Sarı sıcağın altında uzayıp giden bir tarlada çapa yapardık, ayrık otu yolardık. Yorgunluktan sonra yenen acı menemeni ve üzerine içilen tavşankanı çayı hiç unutmadım. 

 Şimdi balıkçı esnafının olduğu yerde seksenli yıllarda bir kitapçı vardı. Orta boyda, ak sakallı, gözlüklü bir amca işletirdi o dükkânı. Pazara her gelişimizde annemin elinden tutup zorla o dükkâna getirirdim. Kitap alınacak, al; kitap alınacak, al. Paramız yok dese de dinlemezdim. Ne yapsın işte söz dinlemez bir evlat, çarşı ortasında sızlanıp duruyor. Dayanamazdı o çekişmeye ve kabul ederdi. Ne hoş kokardı o kitapçı dükkânı. İlk kitaplarımın bir kısmını oradan almıştım. Şimdi o güzel dükkânın yerinde yeller esiyor. Canım kitapçı dükkânları hayatımızdan, şehrimizden çekildi. Şimdilerde oyuncak satıyorlar, kırtasiye ürünü satıyorlar ama kitaplar yok. Şehri güzelleştiren ve anlamlı kılan kitapçı dükkânlarını şimdilerde daha çok arar olduk. Biri duysa sesimizi de kitaba yatırım yapsa ne iyi olur. 

 Çarşı dediğin keşifler yurdu. Hele çocuklar, gençler için bulunmaz bir şenlik. Çarşıya yaptığımız her seferden yeni keşifler ile döndük. Paranın nasıl kazanıldığını boyacı sandıkları, simit tablaları sayesinde öğrendik. Paranın nasıl kaybedildiğini ise senede bir kurulan lunaparkta şans oyunları, atari oyunları ile öğrendik. Acı ama öğretici bir deneydi.  ‘Hayat’ denilen soyut kelimeyi böylelikle tanımış olduk. Yol genişletme çalışmaları kapsamında eski dükkânlar yıkıldı. Bir cadde oluştu. Yeni zamanlar için bir hazırlıktı bu. Bizler bu arada büyüdük çoluk çocuğa karıştık. Rüzgâr artık sert esiyor, kırıyor dallarımızı. Yeni Çarşı, ah hatıralarımızın üzerine inşâ edildi. 

 Hüdavend Hatun türbesi güzel, şirin bir parkın içinde yükseliyor. O müstesna usta, taşı nasıl da inceden işlemiş. Sabır, dua, gayret ile ölümü munis kılmış. Korkutmuyor mezar, sadece solmaz gerçeği hatırlatıyor. Yitirilmiş bir değer için adanmış bu emek. Hatırlansın diye yapılmış. İnci gibi yeniden görünür olmuş. Vefanın ve derin sevginin bir yansıması Hüdavend Hatun türbesi. Etrafında türlü çiçekler, çimenler ve çocuklar… 

 Akşam oluyor. Eve dönme zamanıdır. Bu toprak, bu gök, bu bahçe, bu dağ hâsılı bu şehir yüreğimde yankılanıyor. Bende karşılığı olan şehri yazmaya çalıştım. Bize dair anılar, yaşantılar, resimler… Şu zaman dediğimiz kıyıcı akıştan kurtarabildiklerim. Sözün özü “bakî kalan gök kubbede hoş bir seda imiş.”

Yazının Devamı

EDEBİYATA, DÜŞÜNCEYE, KÜLTÜRE ADANMIŞ BİR ÖMÜR: ŞAİR-YAZAR İSMAİL ÖZMEL

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠metin, kişi, şahıs, kitap, giyim içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

  Türk edebiyatının değerli isimlerinden, Akpınar edebiyat-kültür-sanat dergisinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni, şair-yazar İsmail Özmel, 23 Temmuz 2025 tarihinde vefat etti.

    Edebiyat, kültür ve düşünce alanında kaleme aldığı şiir, deneme, biyografi ve incelemeleriyle tanınan Özmel, özellikle Niğde merkezli çalışmalarıyla edebiyat çevrelerinde tanınan bir isimdi.

    1933 yılında Niğde’de dünyaya gelen İsmail Özmel, ilk ve ortaöğrenimini Niğde’de, lise öğreniminin bir bölümünü ise İstanbul’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir süre öğretmenlik yapan Özmel, daha sonra serbest avukat olarak görev yaptı.

  Yazı hayatına 1950’li yıllarda başlayan Özmel’in ilk şiirleri Türk Sanatı dergisi ve Uluova gazetesinde yayımlandı. Şiirleri ve yazıları zamanla pek çok dergi ve gazetede yer aldı. Kültür, sanat ve edebiyat alanındaki yoğun çalışmalarını 2006 yılında kurduğu Akpınar edebiyat, kültür, sanat dergisi ile kurumsallaştırdı. Dergi, 2025 yılı itibariyle 110. sayıya ulaştı.

     Hayatı boyunca edebiyata ve kültür-sanat hayatına katkıda bulunmayı sürdüren Özmel, farklı türlerde çok sayıda eser kaleme aldı. Özellikle “Bir Daha Yaşamak”, “Sihirli Zaman”, “Kültür ve Tarih Sohbetleri”, “Türkçenin Rüzgârında” ve “Bütün Şiirleri” gibi kitaplarıyla dikkat çeken İsmail Özmel, “Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar” isimli biyografi çalışmalarıyla da son devir edebiyat tarihçiliğine kıymetli katkılar sundu.

    İsmail Özmel’in denemelerinde Türk dili, tarih, kültür ve medeniyet ana temalar olarak öne çıktı. Yazılarında Türkçenin korunması, şehir kültürü, millî kimlik ve toplumsal meseleler gibi konuları işleyen yazar, edebiyatı yalnızca estetik bir uğraş değil; aynı zamanda bir fikir ve sorumluluk alanı olarak değerlendirdi.

  Yazarlık kimliğinin yanı sıra birçok televizyon programına katılan, panellerde konuşmalar yapan Özmel’in hayatı ve edebî kişiliği üzerine çeşitli üniversitelerde lisans tezleri hazırlandı. 2010 yılında Karacaoğlan Özel Ödülü'ne, 2012’de İLESAM Şeref Ödülü’ne, 2013’te ise Berceste Türk Edebiyatına Katkı Ödülü’ne layık görüldü.

    Niğde Üniversitesi tarafından 2012 yılında düzenlenen “Yazı Hayatının 50. Yılında İsmail Özmel” başlıklı panelde hayatı, edebî şahsiyeti ve eserleri odağında tebliğ metinleri sunuldu. 

       2025 yılında yayımlanan “Bilgenin Söylediği” isimli kitapta (Hazırlayan: Murat Soyak, Bilgekut Yayınları, Ankara) İsmail Özmel’in hayatı, eserleri, sanat anlayışı ve edebî şahsiyeti hakkında kendisiyle yapılan söyleşiler kitaplaştı. 

    Son dönemde Niğde'de edebiyat, kültür, sanat çalışmalarına özellikle Akpınar dergisi vesilesiyle çok önemli katkılar sundu. Okuma-yazma çabası hep devam etti. Bir ömür sabır ve gayret ile düşünce, sanat, edebiyat alanında çalışmalar yapıp kıymetli eserler kaleme aldı.

    Akpınar edebiyat dergisi için çok emek verdi. Issızlığın ortasında yazma eylemini inançla sürdürdü. Bütün zorluklara karşı daima umutlu ve iyimserdi. 2006 senesinde yayın hayatına başlayan Akpınar dergisi hiç aksamadan 110 sayı devam etti. 

      Son olarak “Çıkış Yolu”, “Acıların Büyüttüğü İnsan”, “Kaybolan Zamanın Ruhu”, “Ölümsüz Ruh İçimizde” ve “Yeni Türk Ruhu” başlıklı kitaplarını yayımlayan İsmail Özmel, vefatından önce Akpınar dergisinin 111. sayısı için hazırlıklarını sürdürüyor ve yeni kitap çalışmalarını tamamlamaya çalışıyordu.

    İsmail Özmel’in vefatı, başta Niğde olmak üzere edebiyat ve kültür camiasında büyük üzüntüyle karşılandı. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans