ÇATI
Kaç aç varsa hepsi ben
Kaç hasta varsa hepsi ben
Kaç liman önlerinde dönen
İşsiz hamal hepsi ben
Kaç aşktan ters yüz edilmiş
Âşık varsa hepsi ben
Bütün çiçeklerle donanıp
Bütün insanlarla ölen
Atılmış kömür toplar
Annelerinin zoruyla çocuklar
-Başka çaresi ne annenin-
Çocuklarıyla yere çarpılan
Ben o çocuklarla yere çarpılan
Sevgili deyip yere çarpılan
Sedye taşımaktan kolu tutulan
Bu sessiz çılgın çalkantıda.
Murat Soyak
ŞİİRE DAİR
Şiirlerde aradığımız nedir? Acının, sevincin, yalnızlığın, hasretin, aydınlığın, hakikatin mısra mısra dile gelişi. Ruhun seyahati engin denizlerde. Dokunulan, duyulan bir iç yangını. Çekilen sızının siyah-beyaz fotoğrafı. Şu dünya yolculuğunda sesimize bir ses veren var mı? Başkasının şiirlerini okurken kendimizi de okuruz. Şiirlerde tanımak insanı, şiirlerde derinliğine…
Sahil dil bir şiirin olmazsa olmazı. Şiiri var eyleyen sahici bir duruş ve iç kanamadır. Yaygın bir ifade ile samimiyet. Şiirin gücü ve güçsüzlüğü burada saklı. Bir dönem parlak mısraları ile anılan bazı şairler şimdi unutulur oldu. Mesela Mehmet Emin Yurdakul, Enis Behiç Koryürek, Behçet Kemal Çağlar… Halbuki kendi dönemlerinde bu şairler nasıl da “yıldızlı pekiyi” idiler. İri, şatafatlı, allı pullu mısralar gün gelir de bir balon gibi sönüverir. Kim ne derse desin, zaman yetkin bir seçici.
Şiirin hası direnmesini bilir. Şiir, bir direnç alanı olarak da anılır. Şiir geleneği içinde çetin bir sınav şairi bekler. Şiirin zorluğu da burada diyorum. Dışarıda olup bitenlerin cazibesine kapılmadan; kendi iç akarında, yeni şeyler söyleme çabası şiiri okunur kılmakta.
Bir ses bize unuttuğumuzu hatırlatan, bir ses uzağı yakın eyleyen, bir ses gecede işaret fişeği, bir ses birce duyuşa kapılar açan…
“Yolculuk” kavramı bizim için açıklayıcı olmaktadır. Evet, bir ömür yaşadıklarımız, tanık olduklarımız birikir, birikir de gün olur dışa yansır. İnsanın sustuğunu sanmayalım. İç konuşma hiç bitmez ki… Hep cevaplar üretiriz; kendimizce cevaplar. Zira kendi özümüzü, ben içindeki ben’i ikna etmek durumundayız. Yoksa çıkmaz olur girdiğimiz sokaklar. Kararıverir iç evren. Sürekli aydınlık için okuma-araştırma-sorgulama-yazma çabası devam eder. Bazen isyan, bazen teslimiyet… Neticede sürekli yaşanan bir ruh devinimidir.
Gökyüzünün dinginliği bir yere kadar. Rüzgârın ardılı yağmur. Ve her damla ile güzelleşir yeryüzü. Şiire varmak için yola çıkan insanın yaşadığı çile değil midir? Bütün zorluklar bir serinlik umudu ile aşılır. Sarı güneşin altında toprağı çapalayan kişi güzel yarınlar düşler. Hak edilmiş bir yaşamak, hak edilmiş güzellikler… Bunu sağlayacak olan derinlikli okuma-yazma sürecidir.
Şiirde buluşmak… Var mı böyle bir buluşma şimdilerde? Sürekli içine kapanan, duvar ören bir şiir ortamı. Şiiri imge batağında görünmez kılan ve bencil şiiri çoğaltan nasıl sağlayabilir bu buluşmayı? Karanlık dehlizlerde söylenip duran. Akışı yok, yankısı yok. Nerede ışık? Çağının tanığı olmaktan uzaklaşmış. Yaşanan zulümlere duyarsız. Bu tavır şiir adına kabul edilemez. Şair, haksızlıklar karşısında sesini yükseltendir. Öncü tavır, önder oluş şaire yakışır.
Güzelliği, iyiliği, tanıklığı, hakikati özge bir bakış ile sağlam bir anlatım ile duyurmak gerek. Şiirde buluşmak o vakit daha bir anlamlı. Dilin içindeki varlık, dilin içindeki “biz” gür gümrah bir kez daha okunur olur.
Şiirde okunan insan gerçeği. Yeraltı sularının ince çağıltısı. Sonsuz akışa uyumlu sesler. Bir dağın iç ağrısı. Rüzgârın savuramadığı kökler. Acıyı bal eyleyen emek.
İnsanı, insanda tanımak… Şiirin imkânları ile bu mümkün. Şiir okuyup şiir yazanlar daha çok sahih oluşu vurgular. Şiirdeki sahih dil; bütün ayak oyunlarına, göz boyamalara verilmiş esaslı bir cevap niteliğindedir.
Gücünü şiirden alır edebiyat. Hayatın içindeki saklı şiir bir kıvılcıma bakar.
Osman Aytekin
ÇOCUKLAR NE TÜR KİTAPLAR OKUMALI?
Kitaplar her ferde değerler kattığı gibi çocuklara da önemli katkılar sağlar. Çocukların hayal gücünü geliştirir. Çocuklar için hazırlanan kitaplar onlara sunulmuş en güzel armağanlardır. Çocuklar kitaplar sayesinde ailesi ve yakın çevresi dışında başka arkadaşlarla tanışır, dünyayı dolaşır.
Kitaplar, çocukların zihinsel ve dil gelişimini olumlu etkiler. Öğrenmeyi artırır. Hayal gücünü geliştirir.
Kitaplar, çocukların eğlence ve bilgi ihtiyacının dışında başarma, değişme, rahatlama gibi ruhsal ihtiyaçlarını da karşılar ve rahatlatır.
Çocuklar, hikâyede kendisine yakın hissettiği karakter ile özdeşleşir. Kitaplarda geçen bazı serüvenleri, olayları kendi yaşadıklarına benzetirler. Bazen de gibi yaşamak isterler. Bu bakımdan ben de hikayelerimde yazdığım, betimlediğim kahraman karakterlere çok dikkat ederim. Çünkü hikayedeki kahraman çocuklar için rol model olabilir. Rol model nitelikli de olması gerekir.
Hikayelerdeki iyi karakterler özellikli kişiler çocuklara çok şeyler katar. Çocuklar okudukları kitaplardan duygusal açıdan gelişimlerini etkileyebilir. Hikayelerimde macera ve merak unsuru olmakla birlikte korku, gerilim gibi durumlardan uzak dururum. Bazı öykülerimde de az da olsa mizaha yer vermeyi isterim. Çocuklar mizahi ağırlıklı öyküler sayesinde günlük hayatın gerginliklerinden kurtulurlar. Olumlu bakış açısı üzerlerinde etkili olur.
Çocukların çoğunluğu mizah türü kitapları okumayı sever. Mizah türü kitaplar okuyan çocuklar, okuma hızı düşük olsa da bu tür kitapları okuduklarında kitap okuma alışkanlığına fayda sağlayabilir.
Anne babalar, öğretmenler çocuklara olumlu gelebilecek, duygu ve fikirlerini iyi yönde geliştirebilecek kitapları önermelidirler. Tavsiye edilecek kitaplar tek bir türde olmamalıdır.
Çocuklar kitaplar sayesinde başarmaya, öğrenmeye, eğlenmeye, sevgiye ve güvene ihtiyaçları vardır. Hayal gücünün gelişmesine kitaplar da katkılar sağlar.
Kitaplar, çocukların yaşına, olgunluk düzeyine, ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına göre belirlenip seçilmelidir. Burada anne ile babalara ve öğretmenlere görevler düşmektedir.
Çocuklar büyüdükçe kitaplar da kitapların boyutları da büyüyecektir.
Anne ve babalar evde çocuklarına kitap okumalıdırlar. Çocuklara da okutmalıdırlar. Çocuklarının okumalarını da ilgi göstererek dinlemelidirler. Kitabı sevdirmenin bir yolu da evde kitap okumaktır. Evlerde çocuklar için küçükte olsa bir kitaplık olmalıdır.
Çocuklara kitap alışkanlığı kazandırmak için onlara kitap okuyarak kitap – insan bağlantısı erken yaşta kurulabilir. Sürekli ve düzenli kitap okumak da kitap okuma alışkanlığının kazanmasını sağlar.
Çocuklara kitap sevgisi ilkokul sıralarında başlamalıdır. Süreklilik sağlanmalıdır. Kitap sevgisi, kitap ilgisi üzerine çalışmalar yapılmalı ve çocukların kitap kültürüne olan bağları sağlamlaştırılmalıdır.
Yakup Eren
DEĞİRMEN
“Değirmen” isimli kitap Türk edebiyatının değerli hikâyecisi Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkmış üç bölüm ve on altı hikâyeden oluşan bir eserdir. Birbirinden farklı hayatlar, farklı aşklar, farklı sorunlar, farklı dünyalar… Bu kitapta yer alan her hikâye ayrı bir güzel.
Hikâyeler insanı etkiliyor ve okurken kendisine hayran bıraktırıyor. İlginçtir ki kitabın girişinde yazar bu hikâyelerden bazılarının kaleme alınan ilk yazıları olması nedeniyle zayıf ve yetersiz olduğunu belirtmiş: “Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. Çünkü bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim.” der
Kitapta yer alan hikâyeler okuyucuya bir okuma sevinci, okuma tadı sunuyor. Hikâyeleri beğenerek okudum. İnsana aynı anda birçok duyguyu beraber yaşatan nadir kitaplardan biri “Değirmen”. Bu hikâye kitabının hedef kitlesine gelecek olursak; bütün insanlık diyebilirim rahatlıkla. Çünkü kitap her duyguyu derinlemesine işleyen ve her türden insanı etkisi altına almayı başarabilen bir özelliğe sahiptir.
Kitabın dil özelliklerine gelecek olursak; kitap gayet akıcı ve sade bir dille yazılmıştır. Kitabın içinde çok sayıda anlamını bilmediğiniz kelimelere rastlamak mümkün ancak kitapta bilmediğiniz kelimelerin tanımı yer aldığı için bir okuma rahatlığı sunuyor. Yazarın bu kadar süslü ve yöresel kelimeler kullanmasındaki amaç sanatlı bir anlatıma yol açmak değil; aksine o konunun anlam bütünlüğünü sağlamak için böyle bir dil kullanımını tercih etmiştir. Yani hikâyelerin dil ve anlatımında anlamını bilmediğimiz, duymadığımız kelimeler karşımıza çıksa da bu durum hikâyelerin anlamını değiştirecek, etkileyecek bir olumsuzluk taşımıyor. Yazar hikâyelerin sonunu hiç tahmin edilmeyecek bir şekilde bitiriyor. Hikâyeler okuyucuda ciddi bir merak uyandırıyor. Bu yönüyle hikâyelerde başarılı bir kurgu yer alıyor.
Kitabın ince bir görünüme sahip olması kısa bir zamanda okunup bitirileceği gibi bir yanılgıya sebep olmasın. Çünkü her bir hikâyedeki duygu yoğunluğu nedeniyle hayli zaman alabiliyor. Her bir hikâye insanı ciddi anlamda etkileyip düşündürdüğü için bitirmek biraz zaman alabiliyor.
Hikâyelerde genel olarak; korkuyu, ümitsizliği, aşkı ve sevgiyi barındıran insanlık halleri anlatılmaya çalışılmış. Kısacası Anadolu insanının yaşadıkları dile getirilmiş. Kitap o kadar samimi ki okurken tanıdık birilerini görmek bile mümkün. Kitapta her türlü insanı etkileyecek özellikte hikâyeler mevcut. Beni en çok etkileyen hikâye ise bir çingenenin aşkını anlatan, okurken oldukça duygulandığım kitaba da isim olan “Değirmen” isimli hikâye. Hikâyeden biraz bahsedecek olursak; hikâyenin kahramanı Atmaca isimli yakışıklı bir delikanlıdır. Atmaca yakışıklı yüzü ve heybetli duruşuyla tüm kızların ilgisini çekmesine rağmen hiçbir kız Atmaca’nın ilgisini çekmemektedir. Atmaca, klarnetini öyle bir üfler ki dinleyenler gözyaşlarına engel olamamaktadır. Atmaca bir gün değirmencinin sakat kızına âşık olur ve her gece değirmenin karşısındaki ağaca yaslanıp değirmencinin kızı için klarnetini öttürür. Atmaca bir gün değirmencinin kızı ile konuşmaya karar verir ve ona âşık olduğunu söyler. Fakat kız bir kolunun olmadığını bu nedenle bu yükü kaldıramayacağını söyler. O günden sonra Atmaca günden güne sararıp solar. Klarnetini elini almaz olur. En sonunda bir akşam Atmaca herkesin değirmene gelmesini ve klarnet çalacağını söyler. Kısa bir sürede herkes toplanır, Atmaca da klarnetine üflemeye başlar. Fakat bu kez farklıdır, değirmenin içindeki yoğun gürültüye rağmen klarnetten başka hiçbir şey duyulmamakta, dinleyenlerde ağlayacak hal bırakmamaktadır. Atmaca giderek artan bir hırsla, değirmencinin kızının gözlerinin içine baka baka çalmaya devam eder. Sonunda, klarnetini bir köşeye fırlatarak darmadağın eder ve diğer tarafta hızla dönerek çalışmaya devam eden değirmen çarklarına doğru koşmaya başlar. Çingeneler ne olacağını anlamıştır fakat onlar bağırıp yetişmeye çalışana kadar olanlar olmuştur işte. Atmaca'nın sağ kolunun yerindeki koca boşluktan oluk oluk kan akmaktadır. Hikâyenin son kısmında beni en çok etkileyen şu cümleler olmuştur: “İşte adaşım, bizler sevdiğimiz adama ya da kadına ne verebiliriz ki? Bir âşık çingene, sevdiği kadına kolunu verebiliyor, biz rastladığımız her karşı cinse kalbimizi vermişiz çok mu?”
“Değirmen” isimli hikâyeyi okuduktan sonra hayat içinde olup bitenleri yeniden bir düşündüm. İnsanın, sevdiği birinden zor hayat koşulları nedeniyle vazgeçmek zorunda olmadığı; asıl engelleri bizim koyduğumuzu, diğer engellerin bir şekilde çözülebileceğini anladım. Bu açıdan bakıldığında birçok duyguyu birlikte yaşatmasının yanında ders verme gibi bir özelliği de olan bir eserdir “Değirmen”.
Kitapta yer alan bütün hikâyeler çok güzel ama ben “Değirmen” hikâyesine ek olarak “Viyolonsel” ve “Kırlangıçlar” hikâyelerini de ayrıca beğendim. Her türden insana hitap edebilecek hikâyeler bulmak mümkün bu kitapta. Bana hitap eden hikâyeler ise özellikle bunlardı.
Ben bu kitabı severek okudum. Bütün kitap dostlarına bu hikâyeleri okumalarını tavsiye ederim. Edebiyatımızın özgür ve özgün sesi Sabahattin Ali’den bu seçkin, güzel hikâyeleri okuduğunuzda sizler de benim gibi bu kitabı seveceksiniz. İçeriğiyle insanın içine burkan, üslubuyla kendisine hayran bırakan bu kitabı okuyunuz, okutunuz.
Murat Soyak
“DENİZDEN GELEN MEKTUP” HAKKINDA
Bir solukta okunacak” Denizden Gelen Mektup”, geçmiş ve bugün arasında köprü kurarak okurları duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. “Anne Kuş, Bu Akşam da Gelmedi” isimli hikâyede aile bağlarını yeniden düşünmeye sevk eden, sıcak ve dokunaklı bir anlatım var. Tabiatın içinde geçen bir hayat mücadelesi... “Ahmet Dayı” isimli hikâyede köy yaşamının zorlukları ve güzellikleri, günlük mücadeleler ve insani duygular ince bir dille anlatılır. Hem geçmişin izlerini hem de insanın manevi dünyasındaki derinlikleri gözler önüne seriyor “Ağlayan Ağaç”. Sırlarla dolu bir hikâyeye tanıklık etmek isteyenler için etkileyici bir yolculuk. Beklenmedik bir zamanda yaşanan acı kaybın derin hüznü anlatılır “Miraç” adlı hikâyede. Böylelikle hayatın ne kadar kırılgan olduğu da dile getirilir. “Yusufçuk Kuşu” hikâyesinde geçmişle bugünü, köyle şehri birbirine bağlayan duygusal bir yolculuk yaşanıyor. “Balık Avındaki Esrar” hikâyesinde yazar, sıradan bir balık avının nasıl unutulmaz bir maceraya dönüştüğünü merak uyandıran bir dille anlatıyor.
Doğan İşler’in kaleme aldığı hikâyelerde insana ve hayata dair içten, sıcak bir anlatımın izleri okunuyor. Kıssadan hisse alınsın diye doğal çevrenin korunması, çalışkanlık, doğruluk, iyilik, aile bağları gibi ortak değerler hikâyelerde vurgulanıyor. Yazarın yaşadığı yere dair tanıklığı özellikle olay, durum, mekân seçimi ve yöresel söyleyişler bağlamında anlatıma yansımış. İyi okumala
Nurullah Özdemir
HİCRAN TÜRKÜSÜ
Dikeni var diye bıkıp bezmedim
Dallarda yürüdüm; gül sensin orda
Çiçekten çiçeğe boşa gezmedim
Sırladım kalbimi; bal sensin orda
Ne durdum dinlendim; ne âh eyledim
Hayâl kundağında vuslat beledim
Hicran türküsünü yazdım; söyledim
Titreyip inleyen dil sensin orda
Gözümün içinde gözün izi var
İçimde depreşen tatlı sızı var
Gönlümde dumansız sevdâ közü var
Söndükçe tutuşan kül sensin orda
KISSADAN HİSSE
Harun Reşit ile İhtiyar
Harun Reşit Veziri ile birlikte tebdili kıyafet dolaşırken bahçesinde hurma fidanları diken bir ihtiyar görür. Selam verir ve aralarında şu konuşma geçer:
- Kolay gelsin, ne yapıyorsun böyle?
- Hurma fidanları dikiyorum.
- Peki bu diktiğin hurma fidanları ne zamana kadar büyür ve meyve vermeye başlar?
- Kim bilir belki on, belki yirmi sene sonra yetişir ve meyve vermeye başlar.
- Peki onların meyvelerini görebilecekmisin?
- Bu yaşlı halimle belki göremem. Ama bizden öncekilerin diktikleri ağaçların meyvelerini biz yedik. Biz de bizden sonrakilerin istifadeleri için bu hurma fidanlarını dikiyoruz.
Bu cevap Harun Reşid’in hoşuna gider ve bir kese altın verir. İhtiyar, Allah’a hamdeder ve:
- Diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi.
Bu söz üzerine Harun Reşid bir kese daha altın verir ve ihtiyar yine Allah’a hamdeder ve:
- Herkesin diktiği meyve ağaçları yılda bir defa mahsül verir, benim diktiğim fidan hem hemen meyve verdi. Hem de senede iki defa ürün vermeye başladı.
GÜLAYDINLIĞI
EDEBİYAT, KÜLTÜR, SANAT
Hazırlayan: Murat Soyak
Vara vara vardım ol kara taşa
Hasret ettin beni kavim kardaşa
Sebep ne, gözden akan kanlı yaşa
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesin gül benzini soldurdu
Nicelerin, gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
Karac'oğlan der, kondum, göçülmez
Acıdır ecel şerbeti, içilmez
Üç derdim var, birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
KARACAOĞLAN
MURAT SOYAK
KANAYAN YERYÜZÜ
Dünya sadece izledi. Yıllardır yaşanan bu saldırılar şimdi yeni bir aşamada. Bütün coğrafyalarda kan ağlıyor Müslümanlar. “Yaşamak” isimli eserinde “Ne çok acı var” demişti Cahit Zarifoğlu. Çocuklar büyüdü. Aradan yıllar geçti. Değişmeyen bir şey var ki zulüm bitmiyor, acılar dinmiyor.Arif Nihat Asya’nın Naat’ında dediği gibi: “Ebu Leheb ölmedi ey Muhammed, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor”
Yaşanan acılara tanığız. Millet-i İbrahim birlik, dirlik günlerini arıyor. Cetvelle çizili sınırlar içinde kargaşa, kavga, kıyımlar, yıkımlar…
Fotoğrafta bir anne canhıraş ağlıyor ve kucağında çocuğu bir bilinmeze bakıyor. Gidenler dönecek mi? Korkulu bekleyiş bu. Karanlığın ortasında kolu kanadı kırık ve kimsesiz.
Ve elinde bastonu ile zalimlere doğru korkusuzca yürüyen yaşlı bir kadın var. Ardında kalan mazlumlar için ve giden oğulları için sesleniyor.
Yollarda, kaldırımlarda çatışma sonrası cansız bedenler… Yer ile gök arasında mazlumların ahı. Yine yenilgi, yine feryat figan. Benzer saldırılar başka yerlerde de sürüyor.
Acının, ölümün, çaresizliğin fotoğrafları haber ajanslarından akıp gidiyor. Yaprak kımıldamıyor. Sessiz yığınlar, tepkisiz yığınlar…
Barış ve güvenliği sağlama adına oluşturulan çeşitli kuruluşlar görev yapamaz halde. Karanlık güçlerin denetimi altında etkisiz, yetkisiz bir konumdalar. Söyleyecek bir sözleri yok. Elleri, kolları bağlı. Batı, mazlum milletlerin yaşadıkları acılara karşı duyarsız.
İnsanlık her yerde tehdit altında. Her gün çeşitli saldırılar, kirli pazarlıklar… Kimse korunmuş değil ve huzursuzluk almış yürümüş. Muhalif sesler bastırılmış; adeta yok hükmünde. Bu yaşananların bir hesabı olacak elbet.
Mehmet Âkif, şiiri ile direnişe, dirilişe işaret eder. Yıkıntılar arasından yükselen gür bir ses. Bizi birbirimize yakın eyleyen, bizi teyakkuza çağıran o güzel insan der ki: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem”
Yeryüzünü yaşanmaz kılanlara cevap niteliğinde bu mısra. Şair haksızlıklar karşısındaki duruşunu ifade ediyor. Bütün zamanlar için soylu bir örneklik.
Sınırlar ötesinde kan ağlıyor insanlık. Yaşamak gittikçe ağırlaşıyor. Sabır, dua ve mücadele ile zorluklar aşılacak. Umudu kuşanmak gerek.
OSMAN AYTEKİN
KİTAPLAR
Kitap, Arapça kökenli bir kelimedir. Aslı “kitab”tır. Kitap insanlığın kâğıttan hafızasıdır. Okuma bir şahsi karakter ifadesidir, kitap, bir medeniyet ölçüsüdür.
Bir ülkede basılan kitapların muhtevası, türleri, baskı tekniği ve adedi, kitap dağıtım sistemi ve satış miktarı o ülkenin uygarlık düzeyini belirler.” (Meşhurların Kitap Okuma Alışkanlıkları, Mehmet İmrak Çıra yay. 2009 İst.)
Kitap okuma zihin aktivitesine dayanır. Ekonomik gelişme başta olmak üzere her türlü gelişim için bir ülke nüfusunun en az % 40’nın okuryazar olması gerekir. Bir konuşmacı saatte 9.000 cümle konuşur, okuyucu ise 27.000 sözcük okur.
İslam dini okumaya büyük önem vermiştir. Kur’an ikra (oku) ile başlar. Kur’an da oku kökünden 87 kelime mevcuttur. 68 yerde okumak manasını telkin eden Kur’an kelimesi geçiyor. Yazmak manasına gelen kitap kökünden türemiş 320 kelime, 261 yerde kitap kelimesi geçer. Yazmak manasını ifade eden toplam 336 kelime yer alır. 68 surenin adı da kalemdir.”(Meşhurların Kitap Okuma Alışkanlıkları, Mehmet İmrak Çıra yay. 2009 İst.)
Kitap, kültürlü insanların en büyük dostu, yardımcısı ve eğlencesidir. Bir Afrika atasözü, “Kitap, cepte taşınan bir çiçek bahçesidir” der. Kitabı ifade eden anlamlı ve güzel sözlerden biridir. Kitaplar fertlere gerçek yol gösteren, insanlar gibi ikiyüzlülük yapmadan bilgiler verir ve okuyucuya görevlerini hatırlatır.
Her okunan kitap okuyanı fikren yüceltir, güzel fikirler verir. Kitapları anlayarak okuyan, her satırdan yeni anlamlar çıkaran, okudukları kitaplarla kendini geliştirenler için iyi bir hazinedir. Bu hazine okudukça eksilmez artar. Okuyanın değerini de artırır.
Her kitaptan üst düzeyde istifade edilmeyebilir. Kitapların da okuyuculara verdikleri farklıdır. Bazı kitaplar espri, nükteli ve maceralarla dolu olduğu için zevke, bazıları eğittikleri yeni fikirler verdikleri için bilgiye, bazıları da farklı bakış açıları sundukları için felsefeye, mantığa hitap ederler. Kitapları okura değer kattıkları için sadece bu kadarıyla da düşünmemeliyiz.
Keşfedilen yeni yerler, gizemli mekânlar, yeni kelimeler öğretmekle düşünce yapısını da zenginleştirdiğini de görmeliyiz.
Kitaplarda bizim düşündüklerimizin, inandıklarımızın aksi de yazılabilir. Kendi düşüncelerimizle yazarın düşünceleri ters düşebilir. Kendi düşüncelerimiz kitaptaki düşüncelere karşı baskın çıkıyorsa onun düşüncelerine saygı göstermekle birlikte kendi düşüncemizi sürdürürüz. Güçlü fikirlere sahip olanlar kitaplardan korkmaz. Kitaplarla pek ilgisi olmayan düşüncesi fazla gelişmemiş kişiler korkar. Kitaplara mesafeli durur.
Kitaplar da dostlar gibidir. Seçici olmalı fakat iyi bakmalıdır. Bilgimizin kaynağı, hazinesidir. Genel kültürümüz kitaplarla daha da kuvvetlenir. Sürekli kitap okumakla hayatta karşılaşabilecek sorunlar karşısında çok daha etkin çözümler üretilebilir. Çevremizdeki insanlarda göremediğimiz anlayışı, olgunluğu, avunmayı kitaplarda buluruz. Kitaplar herkese değil, sevgili bir dosta, arkadaşa kavuşmak isteyenler mutluluğu bulur. Bu haliyle kitaplar insanın yaşama sevincine sevgi gücü verir. Kitaplar zekâyı artırdığında tehlikeleri de azaltır. Zihni özgün ve diri kılar. Okuma zihin için en soylu bir eylemdir; iyi okuma güçlendirir.
Kitaplarında kusurluları vardır. Bazı kitaplar boş, çok azı da zararlı olabilir. Kitapta seçici olmak zaman ve donanım açısından gereklidir. Edebi nitelikten mahrum berbat kitaplar insanların zamanlarını almakla kalmazlar dikkatlerini de dağıtırlar, paralarını da çalmış olurlar. Kötü kitap aklı harap eder. Kötü kitaplar çok az veya iyi kitaplar çok fazla okunmaz. Okumanın seyrini iyi okurlar daha iyi duruma sokabilir. Kitaplar çok ancak zaman kısa, insan için sınırlıdır.
Bir kitabı satın almakla o kitabın içindekileri elde etmek başka şeydir. Kitap alındığında okunur ve düşünüldüğünde o kitap faydalı olur. Bazı kitaplar ikinci kez okunduğunda kavranır. Tekrar okununca okuyanın ruh hali, zihni yapısı birbirinden farklı olabilir.
HÜSEYİN AKTE
MÜLAZIM
Hamdi Ağaorta boylu, kıvırcık saçlı, çakır gözlü, çalışkan, şık giyimli, az da olsa mürekkep yalamış, hazır cevap bir adamdı. Sürüyle koyunları vardı. Cömertliği ile dillere destandı. Yanında çok sayıda çalışanı vardı. Yanında çalışanlar kendisini çok sever ve sayardı. Çok sevilmesinin nedenlerinden biri de kendisi ne yerse çalışanlarına onu yedirmesi idi. Yaz aylarını yaylalarda, kış aylarını köyde geçirirdi. Hamdi Ağa’nın her yıl koyunları çoğaldı, çoğaldı. Büyük sürüleri oldu. Sürüleri için çoban aramaya başladı. Birkaç gün sonra Üskül köyünün meşhur çobanlarından Mülazım’ın boşta olduğu haberini aldı. Bunun üzerine doğruca Mülazım'ın evine gitti. Mülazım ile görüşüp anlaşmak istedi.
Uzun uzadıya havadan sudan konuştuktan sonra Hamdi Ağa:
-Mülazım, benim sebeb-i ziyaretim seni çoban tutmak.
— Ağa benim işim çobanlıktır. Şu an için de boşum. Tamam, yalnız şartlarım var.
— Neymiş şartların?
— Her ay sürünün en iyi koyunlarından birini vereceksin. Yemem içmem de size ait olacak.
— Başka…
— Bir de ben kabaktan yapılmış hiçbir yemeği yemem. Bu nedenle bana kabak yemeği yaptırmayacaksın. Bu şartları kabul edersen yarından itibaren koyunları gütmeye başlarım.
Hamdi Ağa bir süre düşündükten sonra:
-Tamam, kabul ediyorum.
Uzunca boylu, koca burunlu, kalın kaşlı, yanık sesli Mülazım ertesi gün eşeğine çadırını ve ev eşyalarını yükledi. Hanımını da yanına alarak yola çıktı. İki saatlik bir yürüyüşten sonra Üskül köyünün Yedigöze Yaylasına vardı. Hamdi Ağa’nın obasına çadırını kurdu. Koyunlar sağılıp kuzular emiştirilince; Mülazım kepeneğini, azığını, dişbudaktan yapılmış değneğini ve köpeğini yanına alarak sürünün yanına gitti. Sürünün eke koyunlarından birkaç tanesinin boğazına çanları taktı. Sürüyü yatağından kaldırdı. Koyunları saydı. Yaylanın otlu kesimlerinde sürüyü yaymaya başladı. Koyunların karnı doyunca bir tepenin başında yatırdı. Kendisi de büyükçe bir taşın dibine kepeneğini serdi ve bir süre uyudu. Sabahın ilk ışıkları ile uyandı. Sürüyü kaldırdı. Kuşluk vaktine kadar koyunları tekrar otlattı. Koyunların memeleri sütle doldu. Mülazım buna çok sevindi. Islık çalarak, türküler söyleyerek, neşe içinde sürüyü obaya getirdi. Mülazım’ın sürüyü otlatmasıyla birlikte koyunların sütünün artmasına Hamdi Ağa da çok sevindi. Kendisi kabak yemeğini çok sevdiği halde Mülazım kabak yemeğini yemiyor diye hiç kabak yemeği yaptırmadı.
Mülazım, çobanlık mesleğinde pek mahirdi. Islığı ile sürüyü idare eder, sürüyü kaybetse bile çanlarının ve köpeğinin sesinden sürünün nerde otladığını bilirdi. Rüzgârın yönüne göre sürünün yayılacağı yerleri tayin ederdi. Bir yaz boyu Mülazım, Hamdi Ağa’nın sürülerini otlattı. Koyunlar semirip etlendi. Güz gelince Hamdi Ağa koyunları sattı. Mülazım’a hak ettiği koyunları verdi.
***
Aradan birkaç yıl geçti. Hamdi Ağa yine koyun aldı. Mülazım’ı da tekrar sürüye çoban tutmak istedi. Bir öğle vakti Mülazım’ın evine gitti. Kapısını çaldı. Kapıyı Mülazım’ın eşi Ayşe açtı.
—Hoş geldiniz!
—Hoş bulduk.
—Mülazım ev de mi?
_ Evde.
—Ne yapıyor?
—Yemek yiyor. Buyurun içeri geçin.
Hamdi Ağa ayakkabılarını çıkarıp içeri geçti.
—Selamünaleyküm Mülazım.
—Aleykümselâm ağam, hoş geldin! Buyur buyur Hamdi Ağa, kaynanan severmiş, sofra başına…
Hamdi Ağa sofraya oturdu. Besmeleyi çekti. Kaşığı eline aldı. Sahanda bulunan yemeğe kaşığı daldırdı. Bir de ne görsün: Kabak yemeği!
Hamdi ağanın sinirleri gerildi. Yüzünün rengi değişti ve Mülazıma yüksek bir sesle:
Ulan Mülazım, hani sen kabak yemezdin? Peki, şu yediğin ne?
—Ağam ağam, bak beni çoban tutacaksan senin evde yine kabak yemeği yemem.
Hamdi Ağa bu söz karşısında daha fazla dayanamayarak:
-Ulan Mülazım, gevursun amma lazımsın!..
YAĞMUR BALABAN
“KÜÇÜK PAŞA” ROMANI
Ebubekir Hazım Tepeyran’ın 1910 yılında yayımlanan bu romanı, hem Türk edebiyatında realizmin etkilerini yansıtan bir eser olması hem de taşra hayatını detaylı bir şekilde ele alması bakımından önemlidir. Bu yönüyle yeni edebiyatımızda köyü/köylüyü ele alan ilk romanlardan birisidir.
“Küçük Paşa” romanında Anadolu’da bir köyde geçen olaylar anlatılır ve taşradaki zor hayat şartları gerçekçi bir dille işlenir. Romanın ana karakteri olan Küçük Paşa (Hasan), zor bir çocukluk dönemi geçirir. Annesi Fatma’nın karşılaştığı zorluklar, köydeki hayatın sıkıntıları ve toplumsal baskılar, Hasan’ın büyüme sürecine yön verir. Hasan’ın yaşadığı olay ve durumlar,insanların hayatmücadelesi ve yoksulluk ile iç içe bir şekilde gelişir. Roman, bireysel bir hikâyeyi merkeze alırken aynı zamanda dönemin toplumsal sorunlarını da dile getirir.
“Küçük Paşa” romanında anlatılan köyün Niğde ili çevresinden olması kuvvetle muhtemeldir. ZiraEbubekir Hazım Tepeyran, doğup büyüdüğü Niğde yöresine ait olayları/durumlarıözellikle çevre, mekân tasvirleri ve yöresel söyleyişler bağlamında eserine yansıtmıştır. Böylelikle yazar, Niğde odağında Anadolu coğrafyasınınbir tasvirini sunar. Köy insanlarının hayat tarzı, gelenekleri ve yaşanan zorluklar detaylı bir şekilde anlatılır.
Fatma’nın hayatı ve Küçük Paşa’nın çocukluk dönemindeki zorluklar, o dönemdeki kadın ve çocukların durumunu gözler önüne serer.
Ebubekir Hazım Tepeyran, eserinde sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Romanın en güçlü yönlerinden biri, köy yaşamını ve karakterleri gerçekçi bir şekilde tasvir etmesidir. Bu yönüyle “Küçük Paşa”, Türk edebiyatında realizmin akımının önemli örneklerinden biri sayılır. Anlatımda gözleme dayalı bir yaklaşım benimsenmiş; mekânlar ve karakterler canlı bir şekilde tasvir edilmiştir.
“Küçük Paşa”, Türk edebiyatında Anadolu'yu ve köy yaşamını ele alan ilk romanlardan biri olmasıyla öncü bir rol oynar. Özellikle edebiyatımızda köy temalı romanların başlangıcı olarak kabul edilen bu eser, daha sonra yazılacak olan benzer temalı romanlara ilham kaynağı olmuştur. Ebubekir Hazım Tepeyran,“Küçük Paşa” romanı ile sonraki dönemde Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Samim Kocagöz gibi yazarlara öncülük yapmıştır.
Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa” romanı, Anadolu’nun toplumsal ve kültürel yapısını edebiyata taşıyan önemli bir eserdir. Edebiyatımızda İstanbul dışında farklı yerlerin, çevrelerin hikâyede, romanda yer bulması sağlanmıştır. “Küçük Paşa” romanı taşra yaşamınıanlatması, bireyin yaşadığı acılara dokunması ve toplumsal eleştiriler barındırmasıyla edebiyatımızda müstesna bir yere sahiptir. Bu roman, tarih ve sosyoloji ilimleri açısından da bir belge niteliği taşımaktadır. Yirminci yüzyılın başında Anadolu coğrafyasının sosyal ve kültürel yapısını anlamak, yorumlamak için de önemli bir kaynak “Küçük Paşa”. İyi okumalar…
İSMAİL ÖZMEL
HACILAR SOKAĞI
Yıllar sonra uğradım Hacılar sokağına
Ağaçlar kurumuş duvar perişan.
Kırık hezen dayamış elini şakağına
Toprak ağlamaklı, rüzgâr perişan.
Ne kadar uzakta kaldıysa yıllar
İçimde oraya akan bir su var.
Güreş yaptığımız yeşil çayırlar
Pınara varmayan yollar perişan.
Hangi duygularla çıktım bu yola
Pişmiş mi sahandaki yumurta?
Seladın teyze ile komşu Mustafa
Susuzluktan yanan arklar perişan.
Felekten bir gün çalayım dedim
Komşularla dostları bulayım dedim
Yıllar ötesinden türkü söyledim
Mızrap hasretinde teller perişan.