—Bizim de bağımız olsaydı!
Oyunlardan kurulu, renkli, neşeli bir dünyamız var. Yaz tatilindeyiz.
Dışarısı kaynıyor. Babam ter içinde soluk soluğa geldi. Sakallarına ak düşmüş. Yüzünde derin çizgiler, kısa boylu, zayıf… Ekmeğimizi taştan çıkarıyor.
—Konuştuğumuz mesele vardı ya Cemile, bugün kabul ettiler.
—Aldın mı yani, tamam mı?
—Bağın otunu verdiler, biçin dediler.
İçim içime sığmıyor. Hemen sokağa fırladım.
—Artık bizim de bağımız var, üzüm bağımız!
Arkadaşlarıma haber verdim. Bir süre sonra çevremde toplandılar.
—Duydunuz mu babam üzüm bağı aldı. Haydi, hazırlanın bizim bağa gidelim, bizim bağa!
Onlar çoktan hazırdı. Hemen yola koyulduk. Elimizde sepetlerle güle oynaya yürüyoruz. Arada sepetleri birbirimizin kafasına vuruyoruz. Sıcak bir gün… Güneş tepemizde. Tere batmışız. Üzümleri hayal ediyorum. Sarı, siyah kütür kütür üzümleri…
Yusuf seslendi:
—Daha var mı yolumuz? Yoruldum ya…
Muhittin gevrek gevrek gülüyor. Sebahattin yolda koşar gibi. İbrahim bir türküyü mırıldanıyor.
Yoldan bahçelere doğru yöneldik. Kır bağları diye bilinir buraları. Ağaçların gölgesine yakın yürüyoruz. Uzayıp giden bahçe duvarından sarkan iğde dalları, çalılar, otlar… Yüzümüze vuran tatlı serinlik… Duvar diplerindeki otlarda bir çıtırtı duyuluyor.
—İşte bizim bağ!
Sevincime diyecek yoktu. Yalnız bağa nasıl girecektik? Aldı bir düşünce bizi. Bağ, yüksek duvarla çevrili. Duvarın üstünde dikenli teller de var.
Sebahattin:
—Şimdi ne yapacağız? dedi.
Birbirimize öylece bakakaldık.
—Bağın etrafını bir dolaşalım, dedim.
Yüksek duvara baka baka yürüyoruz. Bir süre sonra küçük, tahta bir kapı gördük. Ark suyunun giriş yeri.
İbrahim:
—Buradan girebiliriz herhalde, dedi.
İçeriye sürüne sürüne girdik. Asmalarda salkım salkım üzümler bizi bekliyor. Beğendiğimiz üzümlere uzanıyor ellerimiz. Bir yandan yemekteyiz üzümleri; bir yandan da sepetlere doldurmaktayız.
Bir neşe, bir neşe... Sesimiz kuş seslerine karışıyor.
*
Bağın aşağı tarafından bize doğru yaşlı bir kadın seğirtti. Bağıra bağıra geliyor.
—Çıkın hırsızlar, bak varırsam yanınıza!
—Burası bizim, toplamaya devam edin arkadaşlar, kim oluyormuş o?
Kadın öyle öfkeli ki… Kendisini kaybetmiş. Bizi bir kaşık suda boğacak sanki. Yanımıza kadar geldi. Bizler şaşkın bir haldeyiz. “Ne yapacağız şimdi?”
—Kimden izin aldınız da girdiniz? Bak bak sepetleri de doldurmuşlar. Utanmazlar, sizde hiç mi aile terbiyesi yok! Çabuk boşaltın şu sepetleri çabuk!
Hemen karşılık verdim:
—Ama teyze bağ bizim, biz aldık burayı.
—Ne diyorsun sen, bağı mı aldınız?
—Evet, bağı aldığımızı babamdan duydum.
—Kimin oğlusun sen?
—Yakup’un…
—Haa… Aşağı sekide ot biçen…
—Evet.
—Oğlum, siz bağı satın almadınız; sadece otunu satın aldınız otunu!
—…
—Çabuk çıkın buradan! Bir daha da görmeyim sizi buralarda tamam mı?
Bütün sepetleri boşalttık. O küçük kapıdan yine sürüne sürüne çıktık. Yüzüm ateşler içinde.
Yusuf söylenmeye başladı:
—Hani bu bağ sizindi, ne oldu şimdi?
Dilim tutulmuş gibiydi. Ne diyeceğimi bilemedim.
İbrahim:
—Boş verin be üstüne gitmeyin, dedi.
Bağ aldık diye çok sevinmiştim. Arkadaşlarıma duyurmuş, onlara üzüm yedirmek istemiştim. Ah, olmadı işte. Babamın sözlerini yanlış anlamışım. Bağ değil de otu bizimmiş.
Kimse konuşmuyor. Elde boş sepetler… Mahallemize doğru ağır ağır yürüyoruz.
Bir günün sonunda yine akşam… Eve dönüş vaktidir. Gün içinde yaşananlar şimdi bir bir hatırlanır. Nasıl başladık güne ve elde kalan nedir? Muhasebe, varoluş sorgusu her akşam. Günden kalan sevinçler, hüzünler…
Şimdi yoldayız erenler! Yorgun ama yine de umutlu. Aynı yolda yıllarca devam eden koşturmaca usandırmadı mı? “İşimiz bu” der gibisin “İşimiz bu”
Gün battı burada. Görkemli kızıllık semayı doldurdu. Kuşlar görünmez oldu artık. Gök kızıl bir çehre ile bakıyor bize. Söyleyecekleri var. “Duralım burada kardeş, muhteşem bir gün batımı… Duralım, şu lunaparka da uğrayalım.”
Karanlık, biçimleri, sesleri yutmuş. Bir iz halinde yeryüzü şekilleri. Sessizlik hüküm sürüyor. Dışarısı sanki bütün cazibesini yitirmiş gibi. İçine çekilmiş hayat, içine çekilmiş insan. Bir süreliğine de olsa durup dinlenmenin vaktidir. Eve dönmenin ayrı bir güzelliği var. Şimdi gözü yolda kalanlar der ki: “Nerede kaldı, hiç bu kadar gecikmezdi!”
Şu dönme dolap ne söyler bize? Akşamı yüklenmiş kara kızıl bulutlar altında yeryüzü. Bir hayat belirtisi, bir eksen etrafında hareket…
Lunapark neşeli hayatın tam da ortasında durur. Kötümserliğe, karamsarlığa, hüzne yer yoktur burada. Çarpışan arabaların sesine karışan sevinç çığlıkları ve çocuk gülüşleri… Hayatın gerçeklerine, sertliğine aldırmaksızın koşan rengârenk atlıkarıncalar hey! Lunapark, hayat içinde bir hayat yahut bir başka zamana özlemin adı. Bir perde açılıyor. Çocukluk çağına yolculuk böylelikle sağlanıyor. Rahmetli babam derdi ki: “Çocuk olmak varmış şu dünyada yahu ne dert ne tasa!..”
Yeryüzü, üzerine çöken kara kızıl bulutlara bu akşam vakti bir dönme dolap ile cevap veriyor. “İşimize bakalım çocuklar, haydi bir tur daha, bir tur daha!” Gökyüzü bu akşam daha bir güzel, daha bir alımlı. Kayıtsız kalamaz insanoğlu. Şu dalga dalga bulutlar alıp götürüyor geçmiş zamana.
Şehrin ışıkları çoğalınca akşamın o munis güzelliğini göremez olduk. Heyhat şehrin gürültüsü bastırdı ince, derin sesleri! “Akşam, yine akşam, yine akşam” diyen Ahmet Haşim’i hatırlıyorum. Gün akşam olsun diye beklemiş şair, akşama sığınmış. İç ses, gün batınca duyulur. O ses, bütün derinliği ve içtenliği ile yüreğimizin sesidir.
“İnecek var, inecek var; dönme dolap, dönme artık. Sen de nefeslen biraz.” Çocuklar ve anne birkaç turdan sonra iniş yerine varınca oturdukları yerden yavaşça kalktılar. “Bu kadar yeter çocuklar.”
Zaman da fanidir. Her başlangıcın bir bitişi vardır değil mi? Bazen hoşumuza gitmese de bu böyledir. Hayatın kuralları gayet ciddi adımlarla çıkar gelir ve büyüklerimizin dilinde bir tembih ifadesi olarak yer bulur. Hayatın kuralları ne çok; say say bitmez. Oysa şu lunapark, şu dönme dolap çocukluğun özgür ve sevinçli günlerini hatırlatır.
—Akşam akşam git başımdan!
—Nereye gideyim?
Kuşatır kâinatı akşam, bildiğini okur. Söyleyecekleri vardır. Gün akşamlıdır!
Yazının DevamıŞehirler vardır uzakları yakın eyler. Şehirler vardır inancın, mücadelenin, azmin timsalidir. Şehirler vardır muştu yüklü, umut yüklü. Şehirler vardır kadim zamanlardan geleceğe hep ışıklar içinde.
Kudüs, ey Kudüs! Sezai Karakoç'un ifadesiyle "Ve Kudüs… Gökte yapılıp yere indirilen şehir." Peygamberler yurdu. Çölü aşan irade, ışık ışık yürüyüş ve ilk yöneliş: Mescid-i Aksa. Solmaz bir hatırayı taşıyor Kudüs gökleri. Yükseliş zamanı dua dua... Kudüs, miraç için seçilmiş mübarek belde. Yeniden diriliş adına müstesna bir şehir. "Yürü kardeşim, ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin" der Nuri Pakdil.
Yaşanan yıkımlara, acılara, kıyımlara rağmen ümmetin ve insanlığın varoluş mücadelesi dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Kudüs tarih boyunca neler görüp yaşamış dile gelse de bir bir anlatsa. Hz. Ömer’in fethettiği şehir. Adaletin ve merhametin hüküm sürdüğü altın yıllar yaşandı. Nureddin Zengi'nin mücadelesini ve şarkın büyük sultanı Selahaddin Eyyûbi'nin Haçlılara karşı kahramanlığını, yiğitliğini hep şükranla, minnetle anıyoruz. 1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim ile başlayan Osmanlı zamanları… Ceddimiz dört yüz sene mübarek Kudüs ve çevresine hizmet etmiş. Yetmiş iki millet birlik, beraberlik ve huzur içinde asırlarca yaşamışlar. İnsanlık şimdi o barış ve esenlik günlerini hasretle arıyor.
Huzurun, mutluluğun, refahın kök salıp geliştiği topraklar bir zaman gelmiş fitne ateşinde yanıp kavrulmuş. Zalimler elinde, kan emici devletler elinde kötülük yaygınlaşmış. Düşman kuvvetlerinin eline geçen Kudüs, 1917 senesinden bu yana yaralı ve kederli... Evvel zamandan şimdiki zamana bütün yaşananlar Kudüs'te derin izler bırakmış.
Kudüs, kanayan yaramız. Yürek sızısı hiç dinmedi. Kara gözlü çocuklar sapan taşlarıyla zalimin üzerine üzerine gidiyor. Issızlığın, kimsesizliğin ortasında adım adım direniş... Ümmetin suskunluğu neden? Hanzala yıllar var ki üzgün, kırgın.
Umut daima yoldaşımız. Kapılar açılır, gönül köprüleri kurulur. Uyanış, diriliş rüzgârı eser. Kudüs göklerinde rahmet bulutları toplanır. İnceden bir yağmur başlar. Toprak sevinir. Gün olur devran döner elbet. Sular şırıl şırıl akar. Ağaçlar yeniden çiçeğe durur. Selâm olsun.
*
DİRENİŞ TAŞI
Kudüs göklerinde masumların ahı
Yollar tutulmuş, gün ortası karanlık
Kan ağlayan anne, kapı eşiğinde
Bütün mazlumlar için ağıt
Her çığlık ile dağlanan derin yara
Seyirci dünya, suskun dünya
Çağa gölgesi düşen firavun’a karşı
Sürgün verecek dal, direniş taşı
MAZLÛM
Filistin için
Biz, izlerken celladı
Gece uzadıkça uzar
Yıkılmış bir şehir
Söz yetmez şimdi
Kan ağlar ya kan ağlar
Kaç yıl geçti aradan
Bayram dediğin zehir
Yine yaralı çocuklar
Hissemize düşen ateş
Yangın içinde anne
Bir başına direniş
Acılar ülkesinde
*
AĞIT
Altı yaşında halid velvil
Kanlar içinde gömleği
Bir yardım umar babası
Duymaz mı kimsecikler
Hani kuşlar, hani bulutlar
Koptu uçurtmanın ipi
Son nefeste halid velvil
Kolsuz kanatsız
Yazının Devamıİsmail Özmel, Türk edebiyatına şiir, deneme, biyografi ve inceleme alanlarında önemli katkılar sunmuş ve özellikle Türk dili, kültürü ve edebiyatı üzerine çalışmalar yapmıştır.
Edebiyat anlayışında dilin inceliklerine, güzelliklerine duyduğu bağlılık önemli bir yer tutar. Eserlerinde kültür, medeniyet, tarih ve toplumsal meseleler öne çıkan temalardır.
Yazar, eserlerinde bir yandan klasik Türk edebiyatından beslenirken, bir yandan da modern meselelere değinerek düşünce yazıları kaleme almıştır. Edebiyatın dil ve anlatım imkanlarıyla gelecek nesillere ışık tutmayı hedeflemektedir.
İsmail Özmel’in edebî kişiliğinin oluşumunda Türkçeye duyduğu sevgi önemlidir. Eserlerinde şu konular öne çıkmaktadır: Türkçenin incelikleri, güzellikleri ve korunması, geleneksel ve modern edebiyatın sentezi, tarih ve medeniyet bilinci, toplumsal sorumluluk ve çözüm önerileri, şehirler-özellikle İstanbul ve Niğde odağında- şehir kültürü, tarihi ve sanatı…
İsmail Özmel’in şiirlerinde, Türkçenin musikiyle iç içe geçmiş zengin yapısını hissetmek mümkündür. Denemelerinde ise tarih, kültür ve medeniyet üzerine düşüncelerini okuyucuya sunmaktadır. Onun yazı üslubu hem klasik hem de çağdaş edebiyat anlayışını harmanlayan, olup bitenleri sorgulayıp tenkid eden bir yapıya sahiptir.
İsmail Özmel’in edebiyat anlayışı, erken yaşta edindiği edebî ve kültürel okumalarla şekillenmiştir. Edebî kişiliğinin oluşumunda, özellikle ortaokul ve lise yıllarında karşılaştığı öğretmenlerin büyük etkisi vardır. Ortaokulda Türkçe derslerinde okuduğu hikayeler ve şiirler, onun edebiyata olan ilgisini artırmıştır. Özellikle Ömer Seyfettin'in hikayeleri onun edebiyat dünyasına adım atmasında etkili olmuştur.
Öğrencilik yıllarında kendisini etkileyen önemli isimler arasında edebiyat öğretmenleri Sırrı Akatay, Talat Güvenç, Celal Özençay ve Şefik Can bulunmaktadır.
İstanbul’da lise öğrencisiyken irtibat kurduğu edebiyat ortamı İsmail Özmel'in edebî kişiliğinin gelişmesinde etkili olmuştur. İstanbul'da katıldığı edebiyat toplantıları, konferanslar ve anma günleri vesilesiyle dönemin edebiyat, kültür ve sanat dünyasını yakından tanımıştır. Bu yeni muhit edebiyata, sanata olan sevgisini kuvvetlendirmiştir.
İstanbul’da yapılan edebiyat toplantıları ve anma günlerinde Mithat Cemal Kuntay, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi kıymetli edebiyatçılar ile tanışma fırsatı bulmuştur.
Özellikle Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Akif Ersoy, Peyami Safa, Tarık Buğra, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken, Erol Güngör, Mehmet Kaplan, Ahmet Kabaklı, Basri Gocul isimli edipler, mütefekkirler İsmail Özmel’in duygu ve düşünce dünyasının oluşumunda etkili olmuşlardır.
Edebiyatın sadece bir duygu-düşünce aktarımı olmadığını, aynı zamanda bir mücadele alanı olduğunu düşünen Özmel, yazılarında ve eserlerinde Türkiye’nin kültürel ve sosyal meselelerine dair eleştirel bir bakış açısı sunmuştur. Onun için edebiyat, aynı zamanda bir aydın sorumluluğudur.
Türkçenin korunması ve geliştirilmesi, milli kimlik ve tarih bilinci, toplumsal ve siyasal eleştiriler, şehir kültürü ve mekânın ruhu, kültür değişimi ve medeniyet tartışmaları hususunda bir ömür ısrarla yazmayı sürdürmüştür.
İsmail Özmel'in edebî şahsiyeti, şiir, deneme, biyografi ve inceleme türlerinde verdiği eserlerle şekillenmiştir. Edebiyat yolcuğuna öncelikle şiirle başlar. Şiir, onun için duygu ve düşüncelerin en yüksek ifade biçimidir. Şiirlerinde klasik Türk şiiri ile modern edebiyat anlayışını bir araya getiren bir üslup benimsemiştir. Kadim şiir geleneğimizden beslenen şiirlerinde Yahya Kemal Beyatlı’nın tesiri görülmektedir. Şiirlerinde ahenk unsurlarına (ölçü, kafiye, redif) ve iç mûsikiye önem verir. Lirik anlatımın belirgin olduğu saf şiirler yazmıştır. Şiirlerinde genellikle tabiat, insan, şehir, vatan, tarih ve medeniyet gibi temaları işler. Şiirleri adeta “Türkçenin Rüzgârında” kanatlanır. Şiirlerinde ahenk ve anlam bütünlüğü dikkat çeker.
Deneme türünde kaleme aldığı yazılarda kültür, tarih ve medeniyet üzerine düşüncelerini yansıtır. Türk kültürünün ve tarihinin derinliklerine iner ve okuyucuya bu konularda yeni bakış açıları sunar. Denemelerinde genellikle Türk kültürünün ve medeniyetinin önemli unsurlarını ele alır ve bu unsurların günümüzdeki yansımalarını irdeler. Düzyazıları açıklayıcı, öğretici bir nitelik taşır. Yazılarında nazari bilgilerle güncel meseleleri birleştirerek sunmaktadır. Düşünce yazılarında Türkiye’nin kültürel ve siyasi meselelerine dair tespitler yapmakta, demokratik değerleri ve hukukun üstünlüğünü vurgulamaktadır.
Edebî eserlerini besleyen diğer ilgi alanları arasında tarih, kültür ve mûsiki önemli bir yer tutar. Özellikle Türk mûsikisi ve kültürü üzerine yaptığı çalışmalar, onun denemelerine ve incelemelerine yansımıştır. Türk mûsikisinin solmayan güzelliğini ve kadim kültürümüzdeki yerini eserlerinde sıkça işlemiştir.
Biyografi türündeki eserlerinde ise, özellikle Niğdeli şair ve yazarların hayatlarını ve eserlerini ele alır. Ayrıca yolu Niğde’den geçen; bir süreliğine de olsa bu şehirde yaşamış, görev yapmış şair ve yazarlar da bu kitapta yer bulmuştur. "Niğdeli Şair ve Yazarlar" isimli kitapta yer alan edebî şahsiyetlerin hayat hikayeleri ve çalışmaları detaylı bir şekilde incelenmiştir. Bu eser, çeşitli edebî metinlerin yer alması yönüyle bir antoloji özelliği de taşımaktadır.
İsmail Özmel, Akpınar kültür, sanat ve edebiyat dergisinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni olarak Türk edebiyatına katkıda bulunmaya devam etmektedir. 2006 yılında yayınlanmaya başlayan Akpınar kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran 2025 tarihli 110. sayısı yayınlandı.
İsmail Özmel, edebiyatın gelecek zamanlara ışık tutması gerektiğine inanır. Edebiyatın, sanatın toplumun sosyal ve kültürel yapısını yansıtan bir ayna olduğunu düşünür ve eserlerinde bu yansımaları gözler önüne serer. Eserlerinde Türk kültürünün ve medeniyetinin önemli unsurlarını işleyerek, bu değerlerin yaşatılmasına katkıda bulunur. Edebiyat anlayışı, topluma karşı duyduğu sorumlulukla şekillenir.
İsmail Özmel, son devir edebiyat dünyamızda “değişerek devam etmek; devam ederek değişmek” anlayışını sürdürmüştür. Şiir, deneme, biyografi ve inceleme türlerinde yazdığı eserlerle hem Niğde'nin hem de Türk edebiyatının kültür ve sanat birikimine kıymetli katkılarda bulunmuştur.
“Resimlerle Uyarı” isimli yazısında Ahmet B.Ercilasun şu tespitte bulunur: “Bir zamanlar dergilerimizin adları Ülkü, Çığır, Varlık, Ağaç, Çınaraltı, Kopuz, Ses, Yıldız, Yelpaze idi; şimdi Aktüel, Life, Capital, Home ar, Focus…
Demek ki bir zamanlar dergilerimize Türkçe adlar koymaktan utanmıyorduk; bugün ise Türkçe adlar bizi pek ilgilendirmiyor.” (Türk Dili dergisi, Sayı:583)
Ana dilimizi hor görmeyin efendiler! İnsan kelimelerle düşünür. Kelime deyip de geçmemek gerekir. Bugün yabancılaşmanın bir göstergesi de günlük hayatta kullanılan yabancı kelimelerdir.
Dil kirlenmesi, aslında zihin kirlenmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Evet, önce zihinler kirlendi. Dille oynamanın sakıncası, zararları üzerine çok yazıldı. Lakin istenen müspet netice elde edilemedi. Kelimeler dildeki kullanımına göre değil de kökenlerine bakarak değerlendirildi. Hâlbuki bir kelimenin kökeninden ziyade dildeki kullanımına bakmak gerekiyor. Nihad Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları” isimli eserinde bunu, misallerle çok güzel anlatır.
Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan bir genelge ile okullarda “Yaşayan Türkçe”nin esas alınması gerektiği belirtildi. “Yaşayan Türkçe” kavramı ile dilin yapı taşı olan kelimelerin geçmişten bugüne bir süreklilik dâhilinde kullanımı ve herkes tarafından kabul görmüş, anlaşılmış olması ifade ediliyor. Mesela “kitap” kelimesi Arapça kökenlidir ama yüzyıllardır bu kelime kullanılmaktadır. Kısaca halk arasında kabul görmüş bir kelimedir.
Kitap yerine Türkçe kökenlidir diyerek “betik” kelimesi türetilmiş ama bunca yıl geçmiş olmasına karşın “betik” kabul görmemiştir. Edebiyat kelimesi yerine “yazın” kelimesi önerilmiş ama bugün yine “edebiyat” demeyi tercih ediyoruz. Zira kitap, edebiyat vb. kelimelerin kökeni hangi dile ait olursa olsun artık bize aittir; kabul görmüştür. Diğer bir ifadeyle “Yaşayan Türkçe”ye dâhildir. Dilde doğru yaklaşım da budur.
Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca: “Türkçem, benim ses bayrağım” der. Ne güzel ifade etmiş.
Evet, dil bir milletin ses bayrağıdır. Milleti millet yapan unsurlardan biri de “dil”dir. Dil ile anlaşma ve iletişim ortamı sağlanır. Dil, bir yönüyle de milletin hafızasıdır. Sağlıklı bir iletişimin sağlanması ise “doğru kelime-doğru cümle” şartına bağlıdır.
Halkın kullandığı kelimeler yerine, yabancı kelimeleri ısrarla kullanmak dile zarar verdiği gibi kültürümüze de zarar verir. Mütefekkir Cemil Meriç: “Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır” der. Her kelime bir kültürün taşıyıcısı. Bu sebeple dil hususunda bilinçli olmak gerekiyor.
Süper, ultra, mega, show, star, vizyon, cafe, bazaar, aktüel, aksiyon… Dil, hızla kirleniyor.
Bu tür kelimeleri –maalesef- sıkça duyuyoruz. Batı dilleri karşısındaki ezilmişlik psikolojisi…
Hâlbuki bu kelimeleri karşılayan kendi kelimelerimiz var. Neden kendi kelimelerimizi kullanma cesaretini göstermiyoruz?
“Çağrı” kelimesi varken “mesaj” kelimesini kullanmak niye? “Yıldız” kelimesi dururken “star”; “gösteri” kelimesi varken “show”; “köprüyol” kelimesi yerine “viyadük” kelimesini kullanmak doğru bir tercih değil.
Son söz: Güzel dil Türkçe bize!
Yazının DevamıTarihte, dilde, kültürde devamlılık esastır. Dil bütün birikimiyle nesilleri birbirine bağlamaktadır. Zaman zaman dile çeşitli müdahaleler yapılmış olsa da akış devam ediyor.
“Dil, varlığın evidir” der Heidegger. ‘Varlığın evi’ benzetmesi dil için söylenebilecek en isabetli tariftir. Zira insanoğlu bir dilin içinde hissetmeye, tefekkür etmeye başlar. Bu yönüyle dil, varlığın tekâmül ettiği bilinç alanıdır.
Dil, anlama-anlatma-anlaşma hususunda araçtır. Bu yönüyle bir görevi yüklenmiştir. Halimize tercüman olduğu sürece kıymet kazanır. İletişimi sağlama noktasında dilin etkin kullanımı önem arz etmektedir. Yanlış anlaşılmaların çoğu dili noksan kullanmaktan kaynaklanır. Doğru kelime, doğru cümle kullanımı neticesinde olumlu sonuçlar alınabilir. Yakınlaştırdığı gibi uzaklaştırır da dil. İyileştirdiği gibi kötüleştirir de dil. Dostluğu sağladığı gibi düşmanlığı da başlatabilir dil. Yücelttiği gibi alçaltabilir de dil. Özen ve dikkat gerektirir.
George Orwel, ‘1984’ adlı romanında dil bozumu ile oluşturulan kaos ortamında milletleri ‘sürüler’ haline getirme düşüncesini işler. Bu roman ilkin 1949’da basılmıştır. Romanda totaliter tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halkı ve hayatı ‘karartma’ politikası ustalıkla tenkid edilir. Bu roman, son devirde dil üzerine önemli bir dikkati içermektedir ve cümlemiz için ikâz niteliğindedir.
Dilde sadeleştirmenin bir ölçüsü var mı? Yoksa her kelimenin kökenine bakıp ırkçı bir tavırla dilden mi kovacağız? Bu yöntemin olumsuz sonuçları bir bir ortaya çıkıyor. Yeni nesil, İstiklâl Marşımızın dilini dahi anlayamaz oldu. Refik Halid Karay’ın, Reşat Nuri Güntekin’in, Peyami Safa’nın romanları günümüzde okuyuculara sadeleştirilip de sunuluyor. Elli yıl önce yazılan eserlerin diline yabancılaşmış bir topluluk var. Bu kötülüğü millete reva görenler utansın. Biz her elli yılda bir dilde sadeleştirme yapacak olursak elimizde kalan ‘kuşdili’ olur.
Dilden kelime atıp köksüz sözcükler uydurmanın faydası olmadı. Evimizi yıkma niyetinde olan kişileri, kurumları tanımalıyız. Dil bozumu karşısında teyakkuzda olmamız gerekir.
Dile musallat olan uydurmacılık hastalığı neyse ki şimdi eski şiddetinde değildir. Bu durum, günümüz için olumlu bir gelişmedir. Zararın neresinden dönersek kârdır hesabınca yeniden ‘Yaşayan Türkçe’ esas olmalıdır. Tarihten bugüne bütün kazanımlarıyla ‘Yaşayan Türkçe’ bize yeni imkânlar sunabilir.
Nihad Sâmi Banarlı, ‘Türkçenin Sırları’ kitabında öztürkçecilik, uydurmacılık akımına karşı çıkmış; dilimizdeki Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yerine uydurulan sözcüklerin yanlışlığı üzerinde durmuştur. 1972 yılında ilk basımı yapılan bu kitapta Türkçe'nin güzelliklerini, inceliklerini ve ahengini konu olarak işleyen 43 makale bulunmaktadır.
Osmanlı devletinin son devrinde, dilde millî ve şuûrlu ıslahat çalışması Sultan Abdülhamîd devrinde başlamıştı. Sonraki yıllarda da bu çaba devam etmiştir. Özellikle ‘Yeni Lisancılar’ bu hususta gayret göstermişlerdi. Ağdalı söyleyiş yerine İstanbul halkının konuşmasını esas almak; dilde yabancı kaide ve terkipleri terk etmek gibi amaçları vardı. Bu yöneliş o devir için bir zaruretti. Kararlı ve ölçülü bir yaklaşımdı bu.
Nihad Sami Banarlı, ‘İmparatorluk Dilleri’ isimli yazısında der ki: “Hakikât şudur ki Türk milleti gibi, asırlarca hattâ çağlarca dünya sathında konuşmuş, büyük ve fâtih bir milletin dili “özdil” olamaz; imparatorluk dili olur.” Bu tespit üzerinde önemle durmak gerekir. ‘İmparatorluk dili’ kavramıyla anlatılmak istenen düşünce nedir? Bu kavramın içeriği ve özellikleri hakkında şu bilgiler verilir: “Bir kısım diller vardır ki yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş hâkimiyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir. Bu diller pek tabiî olarak medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin büyük dillerdir. İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canları istediği kadar alabilirler. Bir taraftan kendi kültür, sanat ve iktidarlarını bu ülkelere yayarlar; dünyanın dört bucağında kendi hükümlerinin geçtiğini görüp kendi dillerinin konuşulduğunu duymanın; kendi bayraklarının dalgalandığını görmenin hazzını, gururunu tadarlar. Öte yandan aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre “millileştirerek” kendi kelimeleri yaparlar.” (s.30)
Büyük bir coğrafyada hüküm süren devletin dili ‘özdil’ olamaz. Fethettiği yerler gibi fethettiği kelimeler de vardır. Dilimizdeki Arapça, Farsça vd. dillerden kaynağını alan kelimelerin varlığı dilimize bir renk, bir çeşni, bir kuvvet vermiştir. İmparatorluk dili, bir medeniyet dilidir. O medeniyetin içinde farklı kavimlerin, farklı kültürlerin, farklı coğrafyaların derin katkısı vardır. Bu durum, tarih boyunca dilimizin büyük zenginliği olmuştur.
Kitapta ‘Güneş-Dil Teorisi’ bahsi var ki birkaç kelam etmeden geçemeyiz. Nihad Sâmi Banarlı, bu teorinin gerekçesi ve hususiyetleri hakkında şu bilgileri verir: “Türkçe’nin bir kaynak dil olarak başka dillere, tarihin en eski asırlarından beri çok sayıda kelime vermiş bir dil olması ihtimâlini dikkate alır. Bu kelimeleri araştırır. Bulabildiği nisbette bir dil ferahlığına, bir gönül huzuruna ulaşır. Evvelce başka dillere bizim verdiğimiz bu kelimeleri, yine o dillerden alarak, kullanmamızda bir mahzur olmayacağı kanâatine varır. Böylece Türkçe’ye başka dillerden gelmiş ve Türkçeleşmiş bütün kelimeleri, Türkçe sayarak, öztürkçecilikten doğan büyük dil keşmekeşini, hem de millî rûhu incitmeden önlemeğe çalışır.” (s.307)
Öztürkçe savunucuları dili tahrip etmişti. Türkçeyi bir çıkmazdan kurtarmak için üretilmiştir bu teori. Dilimizde kullanımda olan bütün kelimeleri korumak, sahiplenmek için bu teori bir imkân sağlamıştır. Dilde mevcut kelimeleri atmak suretiyle yapılan büyük yanlıştan dönmek lüzumu hissedilmişti. Bu teori ile amaçlanan “Evvelce girilen çıkmaz bir yolu, milletin gönlünü incitmeden terk etmek şeklindeki çok ince bir buluştur.” (s.106)
Yunus Emre Türkçesi edebiyat ve fikir dünyamız için rehber niteliğindedir. Üzerinde önemle durulması gerekir. Yunus Emre’nin dilde ulaştığı güzellik şöyle ifade edilir: “Yeni vatan coğrafyasının topraktan yükselen bütün güzel seslerini Türk halk diliyle birleştirmiş, Anadolu Türkçesine o çağlara kadar hiçbir Türkçede görülmemiş bir mûsıkî işlemiştir. Anadolu’da bir felsefe olmaktan yükselerek bir îman derecesine varan ve çok sayıda halkı kendi ışıklı çerçevesine toplayan tasavvuf felsefesini, Türk diliyle söylemenin, hem de kifâyetle söylemenin sırlarını bulmuştur.” (s.92)
Yunus Emre’nin şiirlerinde Türkçenin gücü okunur. Cümle güzellikler kıvamını bulmuş halis bir Türkçe ile dillendirilir. Yunus Emre, dil hususunda da ufuk şahsiyettir. “Tam bir büyük şair sezişiyle milletinin lisânını hissetmiş ve ondaki güzel sesi duymuştur. Yine çok olgun bir insan olarak, kendileriyle medenî alışverişler yapılan başka milletlerin dillerinden alınmış kelimeleri, bir imânın ve irfânın ifâdesi için en tabiî sözler bilerek Türkçenin sesine, mîmârîsine ve estetiğine göre söylemekte gösterdiği hüner ve olgunluk, yaptığı her iş kadar büyüktür.” (s.96)
Kelimelerin kökenine bakıp da değerlendirme yapıldığında dil bir çıkmaza gider. Zira tarih boyunca çeşitli kavimler ve kültürler ile temasımız oldu. Verdiğimiz kelimeler var; aldığımız kelimeler var. Bunda yadırganacak hiçbir şey yok. Türkçe, kendi içine kapanan bir kabile dili değildir. Başka dillerden aldığımız kelimeler zaman içinde öylesine işlenmiştir ki artık bize ait olmuşlardır. Mesela ‘gönül, gül, merdiven, köşe, perşembe’ kelimelerinde olduğu gibi. Nihad Sami Banarlı bu hususta şöyle der: “Görülüyor ki dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir; her dilin kendi iç ve dış mûsıkîsi millîdir. Türkiye’de bir türlü dikkat edilemeyen, büyük dil hakîkati budur. Hiçbir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz fakat ‘sesi’ mutlaka millî olur. Bir de mîmârîsi millî olur. Yani, kelimelerin yan yana gelmesinden doğan söz istifi, bu yan yana gelişlerin yarattığı ifâde âbidesi millîdir.” ( s.34)
Millî mücadele döneminde Türkçe öz kıvamına ulaşmıştı. Bu güzel menzil, dil ırmağının asırlarca süren yolcuğundan sonra oluşturduğu bereketli bir delta ovası gibidir. Devrin âlimleri, şairleri, edipleri, mütefekkirleri bal tadında bir Türkçeyi o devirde eserlerinde kullanmışlardı. Nihad Sami Banarlı, hocası Yahyâ Kemal’e işaret eder ve der ki: “Yahyâ Kemal Türkçesi, lisânımızın büyük fırtınalar geçirdiği bir çağda, Türkçenin sesine, mîmârîsine, rûhuna ve dehâsına sâdık kalmak yoluyla bu lisânı kendi devrinin şâhikasına ulaştırmıştır.” (s.123)
Dil, nihayetinde canlı bir varlık. Kâinatın varoluşu ile yaşıt. Ve eşyanın bütün isimleri insana öğretildi. Dil ile oynayanların iyi niyetli olduklarını düşünemeyiz. Elbette dilde yeni kelimeler olacaktır, türetilecektir. Dilin kullanımı dâhilinde, kendi iç mantığında bu kabul edilebilir ama edebiyat yerine ‘yazın’, kitap yerine ‘betik’, peygamber yerine ‘yalvaç’ demenin dile bir katkısı olamaz. Dili zenginleştirmenin yolu evvela mevcut birikimi görmekle başlar. Dil ocağında pişip de zaman eleğinden geçen kelimelere -kökeni nereye ait olursa olsun- sahiplenmek gerekir. Bir bütünlük ve ahenk içinde ışıldayan o kelimeler artık bize aittir. Medeniyet ufuklu bir yaklaşım esas olmalıdır.
Yazının Devamı