yandex
İdris YAVUZ | Tüm Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    37,9202
    %0,01
  • EURO
    40,8842
    %0,03
  • G. Altın
    3.820,33
    %0,56
  • Ç. Altın
    6.070,97
    %0,00
  • BIST
    9.568
    0
  • BITCOIN
    84,749.54
    -0.41
  • ETHEREUM
    1,880.638
    -0.61
  • DOLAR
    37,9202
    %0,01
  • EURO
    40,8842
    %0,03
  • G. Altın
    3.820,33
    %0,56
  • Ç. Altın
    6.070,97
    %0,00
  • BIST
    9.568
    0
  • BITCOIN
    84,749.54
    -0.41
  • ETHEREUM
    1,880.638
    -0.61

NİĞDELİ ŞEHİDİN HUZURLU ÖLÜMÜ

Orduları dağılmış, Anadolu’nun bir bölümü işgal altında olduğu bir dönemde Türk insanı yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi üzerinde gidip gelmektedir. Mustafa Kemal Paşa İstanbul hükümetinin gizli emri üzerine bir grup arkadaşıyla önce Samsun’a, sonra Sivas, Amasya, Erzurum’da seri toplantılar yaptığı sırada, Niğde’de hareketli günlerinden birini yaşamaktadır.

 Henüz 17-18 yaşlarındaki çocuklar eğitim alnında toplanmışlar, sevk edilecek bölge kuraları çekilmektedir. 

 Bunların içinde, çelimsiz, zayıf Fahri isimli asker bütün dikkatleri üzerine çekiyordu. Burada iki üç ay eğitim gören asker cepheye gönderilmekteydi. Fahri, silahlı talime çıkmak yerine, bölük komutanın odasına girdi ve;

—“Yüzbaşım, ben burada kalmak istemiyorum”, dedi. Komutan hiddetlendi ve;

—“Herkesin savaşmak için can attığı bir ortamda senin haince davranışını, küstahlığını affetmiyorum”, diye Fahri’nin üzerine yürüdü. Bu anda Fahri heyecanlandı ve titrek sesiyle;

—“Komutanım beni yanlış anladınız. Ben burada üç ay kalıp vakit geçirmek istemiyorum. Ben hastayım, üç ay eğitim yapacak kadar ömrüm olmayabilir, ölmeden önce birkaç düşman askerini telef etmem gerekir. Bana izin verin cepheye gideyim”, dedi. Fahri gerçekten hastaydı. Küçük yaştan beri sıtmalıydı. Yüzbaşının şaşkınlığı bakışlarından belliydi. Şimdi sinir ve hiddetin yerini sevgi ve şefkat duygusu almıştı ve;

 —“Evladım! Askerliğin kuralları öğretilmeden cepheye asker göndermek ancak düşmanı sevindirir. Birkaç hafta kalıp hem de tedavi olman gerekmektedir” dedi. Fahri ise;

 —“Yüzbaşım, ben anama söz verdim, yemin ettim. Vatan için ölmeye hazırım”, dedi. Komutan ne diyeceğini bilemiyordu Fahri’ye;

 —“Evladım, şimdi git biraz düşünelim” diye uyarıda bulundu. Fahri çaresiz oradan ayrıldı. Bir yolunu buldu, cepheye gidecek aşçıbaşı Ahmet Ağa’nın yanına vardı. Ona yalvardı yakardı neticede onu ikna etmeyi başardı.

Fahri soğan doğrayıp, patates soyacak, mutfak işlerinde hizmet verecekti. Ertesi günü eğitim gören askerler hareket etmeye hazırlanırken aşçıbaşı Ahmet Ağa yüzbaşıya veda etmek 

için yanına geldi ve; 

 —“Yüzbaşım hakkını helal et, gidiyoruz. Yanıma Fahri isimli çocuğu da almak istiyorum. O silah taşıyacak durumda değil, çırak olarak yemeklerde bana yardımcı olacak. Sizden izin istiyorum”, dedi. Yüzbaşının bulamadığı çareyi Fahri bulmuştu. Yüzbaşı gülümsedi, evet der gibi başını hafif öne eğdi. Böylece birlik merasimle Niğde’den ayrıldı.

Fahri, Afyon cephesine geleli bir ay olmuştu. Savaştan dönen askerlerle sohbet ediyor, kiminle konuşsa düşman bataryalarının yerini bulamadıklarını, keşfe çıkan askerlerinin geri dönmediğini söylüyordu. Türk askerine büyük zayiat veren bu şer ocağını bulmaya karar verdi.

 Bir gece iki erle bir onbaşı, keşif kolu olarak araziye çıktıkları sırada, Fahri de onların arkasına takıldı. Geriden onları gizlice takip etti. Elinde sadece et bıçağı vardı. Bir ara, onbaşıyla iki asker bir birinden ayrıldılar. Fahri iki askerin peşine takıldı. Biraz sonra düşman pususuna düşen iki er süngülenerek şehit düşmüştü. 

 Olanları bir çalının arkasından izleyen Fahri düşman askerlerinin uzaklaştığını görünce “Vay Hainler” diye mırıldandı. Şehit askerlerinin yanına geldi. Onların silahını, el bombasını aldı. Bir müddet yürüdü. Bir ses duydu. Şafak sökmek üzereydi. Bir çukura girdi üzerini otlarla kamufle etti. Tam bu anda, az ilerde bir şeyler taşıyan düşman askerlerini gördü. Belli ki ölüm saçan batarya burada gizliydi. 

Fahri’nin kalbi küt küt atmaya başladı. Allah’a sığındı ve sürüne sürüne ilerledi. Bir kayanın ardına geçti. Onları şimdi daha net görüyordu. Ağaç dallarının gizlediği on kadar top namlusunun uçlarını gördü. El bombalarını birbiri ardınca oraya fırlattı. Ortalık bir anda cehenneme döndü. 

Fahri bir ok gibi fırladı, geldiği istikamete doğru kaçmaya başladı. Nefesi kesilir gibi oldu. Elini karnına bastırdı olduğu yere çöktü. Eli kıpkırmızı kan olmuştu. Fahri bombaları atarken kurallara uygun yere yatmamış, şarapnel parçasına maruz kalmıştı. O gece bataryanın yerini bulamayan Halil Onbaşı, patlama sesinin olduğu yöne doğru koştu. Kaçanın kendi arkadaşlarından biri olduğunu zannetti. Ama yerde yatan askerin Fahri isimli aşçı yamağı olduğunu görünce şaşırdıOnu kaldırıp götürmek isteyince, Niğdeli Fahri ;

—“Hemşerim! Bende hayır kalmadı. Sen kendini kurtar. Bana bir kağıt ver” dedi. Onbaşı da kağıt yoktu, beyaz bir mendili vardı. 

Fahri, yarasından akan kanı parmağına batırdı, mendilin üzerine; “Yüzbaşım! verdiğim sözü tuttum, şimdi rahat ölüyorum. Yüce Allah’ım ordumuzu, yurdumuzu korusun” diye yazdı. Mendili Halil onbaşıya verdi ve;

—Hemşerim, bu mendili Niğde’ye, Yüzbaşı Şahin Bey’e gönder[1]” diyebildi.

Niğdeli Fahri’nin mezarı, Afyon’un bir saat kadar uzağındadır ve Afyon’da onun hikâyesini bilmeyen yoktur.




[1] Tahsin Ünal, Şehitler ve Gaziler, Uytun Yay. S.72,Ankara

Yazının Devamı

EDİNCİKLİ MEHMET ER

"Edincikli Mehmet’in, koluna bir top mermisi isabet etmişti. Kanlar içerisindeki kolunu küçük bir et parçası tutuyordu. Mehmet, yanında duran teğmene:  

—"Komutanım Allah aşkına şu kolumu kes!" diye yalvardı. Sağ eliyle tuttuğu sarkık kola bakan Teğmen, donup kalmıştı. Edincikli Mehmet’in yakarışına dayanamayan Teğmen Saip, bıçağını çıkardı ve Mehmedin kolunu kopardı. Fakat ondan hiç ses çıkmadı.

 Edincikli Mehmet, bir sağ elindeki kola, birde kulağına gelen Allah! Allah! nidaları arasında çarpışan erlere bakıp kolunu fırlattı: 

—"Bu kol bu vatana feda olsun," dedi. Yerdeki et parçalarını gören Teğmen'in şaşkınlığı bir kat daha arttı. O, şehit olmanın gururuyla kolunun bedeninden ayrıldığını hiç hissetmemişti. 

Edincikli Mehmet, Allah için, vatan için Çanakkale’de savaşa katıldı ve onu durdurmak mümkün değildi. Kaybettiği kan, onu halsiz düşürmüş ve güzel yüzü sararmıştı. Gözünü dünyaya kapadığı anda, dudaklarında hala tebessüm vardı ve belli ki o, cennetteki yerini çoktan almıştı."


TEĞMEN SAİP 

Çanakkale 12. Alay

ÖMER ÇAVUŞ


 Komutanı, Ömer Çavuşa: 

—“Helal olsun sana Ömer Çavuş! Bu cesur hareketinle hem arkadaşlarını kurtardın, hem de bölgeni düşmana teslim etmedin. İsteseydin rahatlıkla geri çekilebilirdin” deyince,. Ömer Çavuş;

—“Komutanım! Düşman hem silah bakımından, hem de sayıca bizden çok üstün olmasına rağmen, göğüs göğse savaşmamızın cesaretle bir ilgisi yoktur. 


İngiliz top mermilerinin tepemize yağdığı bir sırada bize moral veren hocalarımız, mevzileri dolaşarak şehitlik rütbesinin ne yüce bir makam olduğunu, her Müslüman’ın on kâfiri öldürmeden kaçmasının caiz olmadığını anlattılar. Biz de ya şehit olacağız, yâda bu topraklardan onları kovacağız diye yemin ettik. Düşman askerleri de fazla dayanamayıp ayrılmak zorunda kaldılar” dedi. 


 Ömer Çavuşa, Çanakkale’de gösterdiği başarılardan dolayı madalya ve nişan verildi ama o bu teklifi geri çevirdi. Bunun üzerine; 

—“Biz vatan için din uğruna savaş yaptık. Bunun karşılığını Allah’tan bekliyoruz. Dünyevi bir ikbal bizi sevindirmez” diye cevap verdi.


1.Bölük Komutanı


TEK BACAĞIYLA SAVAŞTI

Çocuk askerlerden Mehmet ve İsmail, dilenci kılığına girip şehrin içinde cereyan eden olayları, düşman askerlerinin durumuyla ilgili bütün gelişmeleri Türk tarafına iletmeye giderken yakalandılar. Her türlü baskı ve işkencelere rağmen düşman askerlerine sır vermeyen bu iki afacan çocuk, serbest bırakıldıktan sonra arkalarından kalleşçe ateş açılması nedeniyle küçük Mehmet 4, İsmail ise 9 yerinden yaralandılar.

b

RESİM 3: Çanakkale’de bir ayağı kesilen gazimizin Çanakkale Şehitler abidesini ziyaret ettiği sırada.

 Mehmet, hastaneye kaldırılıp, operasyonla ayağı kesilerek hayatı kurtarıldığı halde İsmail hastanede şehit oldu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, sağlığına kavuştuktan sonra geri birliğine avdet ederek tek ayağıyla Milli Mücadelede yine görev aldı. Mehmet, bu andan itibaren daha hırslı, daha mücadele azmi içinde cepheden cepheye koşarken, bu haliyle bile vatanın kurtulmasına hizmet etmenin huzuru ve mutluluğunu yaşıyordu.

İşte bu karakter yapısıyla, Türk Milleti, diğer milletlerden farklı olduğunu ortaya koymaktadır.




Yazının Devamı

FAKÜLTE SİYAHA BOYANDI

Çanakkale destanında, bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla “Darülfünun” öğrencilerinin ayrı bir yeri vardır. 1915'te Darülfünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkale’ye koştular. 

İki tümen hâlinde, Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle bir sonraki yıl okul açılışında siyaha boyanan Darülfünun, 1921 yılında hiç mezun vermedi. 

ÇANAKKALE’DE SAVAŞAN ÇOCUK ASKERLER

Çanakkale’de, Türk çocuğu yeri geldi cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı ve Türk askerine mermi götürdü. 

b

RESİM 2: Çanakkale’de binlerce çocuk savaşa katılmıştır. 


AZMAN DEDE VE ÇOCUK MÜCAHİTLER

Azman Dede Balıkesir İvrindi'nin Mallıca köyünden, 104 yaşında son gömdüğümüz Çanakkale gazisidir. Gençliğinde, iki metreyi aşkın boyundan dolayı ona “Azman” denmeye başlanmış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Azman dede ağır işitiyordu. Söz Çanakkale`ye geldiğinde 

O; “Bir hücum sırasında bölük telef olmuştu. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı istediğimiz askerler geldi. Hepsi gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki, hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. 

Yüzbaşı sordu; 

—"Yavrum siz kimsiniz?" İçlerinden biri; 

—"Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz vatan için ölmeye geldik!"diye cevap verdi. Onlar, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlara; 

—"Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye, bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında, ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. 

 Ortalık hafif aydınlanınca düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyordu. Bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkıp siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. 

Siperler toz, duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı bana: 

—"Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen çocuklar, sanki yumak gibi birbirine sarılmışlardı. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Savaşta panik olabilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!.. 

“Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.

Al sancağı teslim etti. Allah’a ısmarladı.

Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana.

Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.”

Marş bitiyor hep birlikte yeniden başlıyorlardı. Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırınca, o çocuklar kurulmuş yay gibi siperlerden fırlayıverdiler. Bir düşman makinelisi yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. O çocukları hiçbir zaman unutamadım, aklıma geldikçe ağlarım" der[1]. Galatasaray, Konya, İzmir, Kayseri liseleri 1915'te tek bir mezun veremedi. Çünkü tüm öğrencileri Çanakkale'de şehit oldu.

Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, "Meçhul Çocuk Askerler" olarak Türk tarihinde ki 

yerini almıştır. 




[1] Celal Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan

Yazının Devamı

İKİ LALENİN HİKÂYESİ

Umumi seferberliğin ilanından hemen sonra İzmir Lisesi ve hukuk fakültesinde aynı sıraları paylaşan Hüseyin’le Münir, askere çağrıldılar. Münir Çanakkale’ye, arkadaşı Hüseyin’de İstanbul’a sevk edilmişti. Münir Bey’in Hüseyin Bey’e son yazdığı mektubundan bir bölümünü aktarmak istiyorum;


—“Toprak yatağımdan yeni kalktım. İçinde barındığım koca mağaranın ağzına çıktım ve etrafımı gözetliyorum. Çok nefis bir bahar sabahında, gecenin sis ve rutubetiyle yerler ıslaktı.


Gözümün önünde İngiliz orduları, boğazda sayısız gemiler dolaşmaktadır. Mavi denizin kesif bulut yığınlarından, istemeyerek yemyeşil çimenlerin bulunduğu vadiye, tepelere, şırıl şırıl akan derelere, güneşin hızla yükselen parlaklığına gözlerim takılıyor. Sanki rüyada gibiyim.


İngilizler bugün her nedense gecikmişe benziyorlar. Henüz top, tüfek sesinden eser yok. Bulunduğum yerden aşağıya indim. Bir toprak yığınının üzerine oturdum. Yanımda kırık bir masa, üzerinde telefon, çarpık bir iskemle, iki portatif karyola bulunmaktadır.


Bu mağarada Nihat isminde bir arkadaşla birlikte kalıyoruz. Dün gece, geç vakte kadar devam eden top sesleri ikimizi de uyutmadı. Şimdi derin ve uzun bir uykuyu ne kadar özlüyorum. Yanımda birden telefon çaldı. Komutanım beni arıyor. Her halde önemli bir tebliğdir Mektubuma ara veriyorum.


Münir, komutanın yanından gelince mektubuna devam eder;

—“Komutanı gördüm ve geldim. Üzgünüm mektubuma devam edemeyeceğim. İngilizler harekete geçtiler. Şiddetli patlamalara bakılırsa etrafta kıyametler kopuyor. 


Şimdi öyle uykum var ki, gözlerim adeta yumuluyor Bir haftadır elbiselerimi çıkarıp güzelce uyumak nasip olmadı. Şöyle yemyeşil çimenlerin üzerinde, saatlerce yatmayı öyle istiyorum ki, ama top sesleri, kulaklarımı patlatırcasına rahatsız ediyor. 


Komutanın yanından gelirken kopardığım iki laleyi Çanakkale hediyesi olarak gönderiyorum, kabul edin. İnşallah yine görüşürüz”.


Münir bu mektuptan üç hafta sonra şehit düştü. Siper arkadaşı Nihat bu mektubu Hilal-i Ahmer Hastanesine yaralı geldiği sırada Münir’in can dostu Hüseyin’e gönderdi;


—“Beyefendi! Münir Beyle siperlerde birlikteydim. O görev başında şehit düştü, ben de hafif yaralandım. Beni hastaneye getirdiler. Münir Bey mektubunu postaya vermek için vakit bulamadı. Mektubunu gönderiyorum. Bu merhumun emanetidir”.


Zarfı açtım, mektubunu ağlayarak okudum. İmzasının yanına solmuş, kurumuş iki lale iğnelemişti.

Ah sevgili Münir! Al o lalelerin, sende kalsın. O bayırlardan topladığın ,kırmızı lalelerin gibi kana bulanmış naaşınla sende bir lale olup kalmışsın[1].

Hüseyin RAGIP




[1] 1915’de Çanakkale’de Türk; s. 41, Ankara 1957.

Yazının Devamı

ELLİ YEDİNCİ ALAY

Türk ordusunun Çanakkale’deki kahramanlıklarını, dünya devletleri hayret ve dehşet içinde izlerken, Türk’ün ezeli hasletlerinden olan bu savaşın sırrını anlamakta zorlanmışlardır.  Kendisinden on misli fazla olan düşmana karşı Seddülbahir’de, askerinin yarıdan fazlasını kaybeden Binbaşı Mahmut ve Mehmetçik, Arıburnu’nda yakaladığı düşmanı önüne katıp, denize kadar kovalamıştır.

Anafartalar’da Jandarma Birliğinden Pehlivan Ahmet oğlu İsmail Çavuş ve üç arkadaşı düşman siperlerine girip onların makineli tüfeklerini ele geçirdiler. Bu savaşta daha nice fedakârlıklarla dolu menkıbeler ve isimsiz kahramanlar vardır. Burada birkaç örnek vermek istiyorum.

57. Alayda bulunan gönül erleri, Çanakkale’de 19 Mart sabahı düşman askerlerinin saldıracağı duyumunu almıştı. O tarihte bu denli mermi harcayan bir askeri birlik görülmemiştir. 57. Alay Bigalıdan Kocaçimen’e doğru hareket etmiş. Bir yandan modern silahlı güçler, diğer yandan bir avuç imanlı asker süngü savaşı yapmıştır. 


b

RESİM 5: Onlara ölmeleri emredildi, hepsi birden, gözlerini kırpmadan düşman üzerine hücum ettiler, vatan için tamamı birden şehit düştüler.

 20 Ocak 1915'de, 19. Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in komutasındaki 57. Piyade Alayı, genelde acemilerden oluşuyordu. Bu arada 57. Piyade Alayı Vapurla Tekirdağ'dan yola çıktı (24 Şubat 1915), Gelibolu’ya ulaştı.

 Mustafa Kemal, kendi tümeninden 57. Alay’ı, Maydos bölgesine tertiplemeye başladı. Bölgeyi gezerek 26. Alay’ı Seddülbahir, 27. Alay’ı Kabatepe kıyılarına yerleştirdikten sonra, Seddülbahir'e bir de akıncı müfrezesi çıkardı.

 24-25 Nisan akşamı, İngiliz ve Anzak kuvvetleri Arıburnu’ndan karaya çıkmaya başlamışlardı. Bu bölgede kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine rağmen, kıyıdan belli bir noktaya kadar ilerlemeyi başardılar. Mustafa Kemal, 57. Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirdi. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında, Arıburnu yönünden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini gördü.

O anı Mustafa Kemal şöyle anlatmaktadır: 

“Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı’na doğru kaçmakta olduğunu gördüm. Askerlerin önüne çıktım: 

—“Niçin kaçıyorsunuz ?” dedim. 

—“Efendim düşman!” dediler.

—“Nerede?”

—“İşte!” diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, ileriye doğru yürüyordu. Benim kuvvetlerim geride kalmıştı. Onlara on dakika mola vermiştim. Demek ki düşman bana, benim askerlerimden daha yakınmış! Kaçan askerlere:

—“Düşmandan kaçılmaz”, dedim.

—“Cephanemiz kalmadı”, dediler.

—“Cephaneniz yoksa süngünüz var”, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının, benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır..” [1] dedi. Mustafa Kemal, dağ bataryalarını dağın sırtına yerleştirip, daha sonra, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine aldıktan sonra atına bindi, 57. Alay'a hitap ederek:

 —“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilir”, dedikten sonra, 25 Nisan 1915 günü, 27. Alay, 57. Alayla birlikte süngü hücumunu başlattılar. 

 Bu savaşta Anzaklar çok sayıda kayıp verdi. Dört ay boyunca, Conkbayırı-Kabatepe bölgelerinde, kanlı çarpışmalar oldu. Arıburnu’ndaki 27. Alayımızın yardımına koşan birliklerimizin bazıları dağılınca, 57. Alayımız daha geniş bir araziye yayılmak zorunda kaldı. Burada Yarbay Hüseyin Avni şehit oldu. Kumandayı ele alan Binbaşı Yusuf Ziya da şehit olunca, alay müftüsü Hasan Fehmi kumandan oldu. O da şehit düştü. Kumandanları şehit düşen birlikler, Arıburnu sırtlarında düşmanı durdurmak için canla başla savaşıyordu. Bu arada Nazif Çakmakta (Fevzi Çakmak'ın kardeşi) şehit oldu. Ardından gelen 57. Alay'ın 6. Bölüğü ile Anzak Kolordusu'nun 3. Alayının 4. Bölüğü süngü ve dipçiklerle birbirlerine girdiler. 

 Sisli bir Nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görünce takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sordu. 

Takım komutanı; “Sabahleyin düşmana hücum emrini almış, 57. Alay, Huzur-u İlahi’ye temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkamışlar; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir”, der Burada. 57. Alayın tamamı şehit düşmüştür. Geriye gök kubbede baki kalan hoş bir seda olarak yerini almıştır[2]


RESİM 6: Bu sancak, Çanakkale Savaşı’nda son erine kadar şehit olan Kahraman 57. Alayın sancağıdır. Hâlen Melbourne-Avustralya müzesindedir. Sancağın tanıtım plâketinde: 

"Bu alay sancağı Gelibolu savaş alanından getirtilmiştir, ama esir edilmemiştir. Türk Ordusu'nun geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, son muhafızın altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur" yazılıdır.




[1] Lord Kinross, Atatürk Dizisi, s.129, İstanbul.

[2] Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Cilt 1, s. 244.

Yazının Devamı

BİR KOMUTANIN ÇANAKKALE MEKTUBU


Düşman 24 Temmuz 1915 tarihinde Seddülbahir mıntıkasına intikal ettiğinde, Gaziler Tepesi’ne yetişmek için silaha sarılan bölükteki fedakâr dört neferin kahramanlıkları:

 Sabah güneşinin doğmasıyla birlikte yüzlerce topun soğuk namlusundan çıkan müthiş mermi sesleri sinir bozucuydu. Düşman üzerine atılmak ve onları yere sarmak için sabırsızlanan askerler harekete geçme emrini aldı. 

İleri noktadaki Gazileri takviyeye gidiyorduk. Düşmanın yüzlerce mermisinin düştüğü yeri geçmek biraz tehlikeli ise de, düşmandan intikam almak için hırslanan askerim, din kardeşlerine yardıma yetişmek herhangi bir engel tanımıyordu. 

 Yol üzerinde her nasılsa düşman mermisinden ateş alan bir sandık cephane, yolu tamamen kapadı. Dini, vatanı, milleti için yoldan geçmeye çırpınan fedakârlar, civardan tedarik ettiği kum torbalarını omuzlayarak yanan sandık üzerine dökmek istediler. Bu sırada dört asker birden atıldı. İki saniye sonra sandık, torbalar altında kaldı ve yolumuza mani olacak engel ortadan kaldırıldı.

Bu dört askerin cesareti ve fedakârlığı sayesinde yol tamamen açıldı. Ethem Onbaşı da bu vazifeyi yerine getirdikten sonra sol kalçasından şarapnel misketi ile yaralandı. Ethem Onbaşı bunun üzerine; —“Bir senedir kullandığım silahımla hunhar düşmana bir kurşun atmadan hastaneye gidiyorum. Bari benim intikamımı siz alın” diye ellerime kapandı, gözlerinden yaşlar akıtarak ayrıldı

 Bu dört yavrunun azmini kurşun, süngü, hatta top bile kesemedi ve onlar kahramanca savaştılar. Ecdadımızın bu fedakârlığına karşılık, onların isimlerini gelecek nesillere bir anı olarak aktarmayı bir görev bilirim.

Buradaki hayatımdan hiç unutamayacağım bir safhayı belirtmeden geçemeyeceğim. Sığındere Harbi oldu, Her iki taraf çok telefat verdi. Şehitlerimizin defni için İngilizlere, bir günlük mütareke teklifi yapmak lüzumu hasıl oldu. Cenup Gurubu Kumandanının bu teklifini havi mektubunu kolordumuzdan Erkan-ı Harp Yüzbaşı Yusuf Beyle ben götürdüm. Esasen muharebe cephesi çok uzak değildi. Evvela atlarla, sonra yaya olarak dere tepe aşıp ilk siper hatlarımıza girdik. Düşman siperleri de 100-120 metre ileride görülüyordu. Siperlerin bazı yerlerinden geçerken bize rehberlik eden subay; “Burada çok eğilin! Bu noktada düşmanın makineli tüfeği tespit edilmiştir. Ufak bir karaltı görseler ateş ederler” diyordu.

 İlk siperin manzarası çok elemli idi. Buradaki şehitlerimiz ve düşman maktulleri o derece sıktı ki, tıpkı Cuma Namazında bir camide cemaatinin secdeye yatmış manzarasını andırıyordu. Yalnız bu yatış, gayrı muntazamdı ve ebedi bir sükûna dalmış, şehit ve maktullerin mahşeri halinde görülüyordu. Bu ölülerin ağız ve burnuna sinekler yumurtlamış ve buralarda büyüyüp, beslenen sürfeler(kurtlar) tombul ve beyaz birer şekil almış olduğu halde siperlere karınca gibi yürüyor, iğrenç bir manzara hasıl ediyordu. Günlerce açıkta kalmış cesetler kokmuş, etrafa çok fena bir koku yayılmıştı.

 Bu hata günlerce gece, gündüz ateş karşısında bulunan kahraman Türk askerleri bu duruma da alışmıştı, mütevekkil, cesur ve metin bir gayretle düşmanı olduğu yere çivilemişlerdi. İlk hatta girer girmez bir beyaz bayrak çıkardık. O hatta, bizim taraf ateşi kesti.

 Düşman tarafı sağa sola el bombası atıyor, makineli tüfekle ateş açıyordu, İngilizler de bize karşı bir beyaz bayrak çıkardılar. Yusuf Bey siperin dışına çıktı, benim siperde kalmamı muvafık gördü. Kendisi 50-60 adım ilerledi. Karşı hattan da bir İngiliz subayı çıktı, o da 50-60 adım ilerledi. Birbirine kavuştular. Mektup teslim edildi. İngiliz kumandanları denizde, zırhlıda imiş. Mektubun cevabını sabahtan, akşam geç vakte kadar bekledik. Beyaz bayraklar da bekledi. Akşam  üstü aldığımız cevabı Cenup Gurubu karargâhına getirdik. Cevap menfi çıktı. Mütarekeyi kabul etmemişlerdi. Ertesi gün sabah erken büyük bir taarruza geçtiler. Derslerini de aldılar.


İtiraf ediyorum, mektepte kokmuş insan ölüsü üstünde anatomi dersi yapmış ve birçok otopsi yapmak mecburiyetinde kalmış bir doktorum. 

 Sinek kurtları ile de Askeri Hıfzısıhha derslerimde ve et muayenelerimde meşgul olmuş bir insanım. Öyle olduğu halde ilk hattaki o koku bir hafta burnumdan çıkmadı, et yiyemez oldum. Kahraman Türk askerleri, her sıkıntıya, her keder ve zahmete alışmış verilen eti de otu da ilk siperlerde yiyor, inançla düşmana silah sıkıyor, hücum edene süngü sokuyordu[1].


Abdulkadir (NOYAN)

1.Kolordu Hıfzısıhha Müşaviri 





[1] Ener, K.; Çanakkale’den Hatıralar, M.M.V., İstanbul Temsil Bürosu Yayınları, No: 2, İstanbul, 1954.

Yazının Devamı

TÜRK TOPRAKLARINI PAYLAŞMA PLANI

Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra emperyalist ülkelerin önündeki engeller kalkmış oldu. Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler ve Ruslar, yeniden Anadolu’nun paylaşımı üzerine ortak kararlar alıp, Ermenileri de örgütleyip uygulamaya koydular. Osmanlı yönetimi, Mustafa Kemal Paşa’nın da şiddetle karşı çıktığı, genelde mason teşkilatı mensubu olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin emrine girdi[1].

Vatansever olanlar ya görevden alındı, ya da idam edildiler.

Ülkede can, mal, namus emniyeti kalmadığı için, halk arasında tedirginlik baş gösterdi. Devlet düşmanlığı, dinden dönme moda haline geldi.

Arnavutluk’ta isyanlar başladı ve Mahmut Şevket Paşa bu isyanı bastırmakta yetersiz kaldı. 

Sultan Reşat Arnavutluk’a giderek fakirlere yardım etti, halkla birlikte Cuma namazını kıldı, onların dertlerini dinledi ve kısmen huzuru sağladı[2], ama fitne devam etti. 8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı çıktı.

Şahsi menfaatler uğruna siyaset yapmaktan, ülke konularına eğilemeyen İttihat ve Terakki  Cemiyeti, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan karşısında bozguna uğrayıp, 30 Mayıs 1913’de Libya, Girit, Rodos, On İki Adalar, Arnavutluk ve Trakya’nın tamamı, Afrika’daki bir milyon iki yüz bin, Rumeli’de iki yüz elli bin kilometrelik topraklar kaybedildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti dünyanın süper güçlerine karşı hiçbir neden yokken Almanya’nın yanında 1. Dünya Harbine katılma kararı alındı (11 Kasım 1914)[3].

 Sultan Abdulhamid’i tahttan indiren Enver ve Talat Paşalar, Dr. Bahaeddin, Dr. Nazım 30 Ekim 1918’de, Mondros Antlaşmasını imzaladıktan hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de; Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’te Ermeni ve Yahudi militanlarınca öldürüldüler. İmparatorluğunun yağmalanmasına, bir milyon kilometreden fazla toprak kaybına, 550 bini aşkın askerin şehit düşmesine üzülen Sultan Reşat Han, 3 Temmuz 1918’de vefat etti.

 Neticede üç kıta, yedi denize hakim olan Osmanlı Devletinin sonunu hazırlayan İttihat ve Terakki üyelerinden Şeyhülislam Musa Kazım dahil birçok devlet adamı mason localarına kayıtlı insanlardı. İşte bu şartlar altında Çanakkale Savaşları başladı.


[1] Atatürkçülük Düşünce Sistemi, 3. Kitap, Genel Kurmay Başkanlığı Yay., İstanbul.1984.

[2] Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, C.7, Ötüken Yay. İstanbul 1983, s. 253.

[3] Lort Kinross, Atatürk, Türk Tarih Dizisi,İstanbul, s. 226

Yazının Devamı

NEDEN OSMANLI–TÜRK DÜŞMANLIĞI?

DÜNKÜ YAZINI DEVAMI 

O dönemlerde Yahudiler, Filistin’den toprak istemiştir. Doktor Theodor Herlz, 1896 yılında İstanbul’a gelerek, Polonyalı Kont Philippde Newlinski’nin delaletiyle padişahla görüşür ve Filistin karşılığında, 20.000.000 (yirmi milyon) sterlin vermeyi “Musevilerin yardımı olmadan, Osmanlı Devleti’nin başarı gösteremeyeceğini” söyler.

Theodor Herlz huzurdan ayrıldıktan sonra padişah, Newlinski’ye hitaben: “Sen şimdi git, Bay Hertz’e söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış toprak satmam, zira bu vatan benim değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla kazanmıştır. Benim Suriye ve Filistin’de bulunan askerlerimin her biri Plevne’de, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere şehit düşmüşlerdir.

Türk İmparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, onlar, Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem” dedi. Sultan, bu isteğe şiddetle karşı çıktı. (İşte İsrail’in ve Filistin’in bugünkü durumunu görüyoruz)[1]. Bu olumsuz gelişmeler üzerine İngiltere, Arabistan’da bulunan Celaleddin Afgani’yi, casus Lawrens’i Sultan aleyhine isyan çıkarmak için Anadolu’ya görevlendirdi. İttihat ve Terakki Cemiyetini destekledi.

Meclisten yabancıların korunmasıyla ilgili kanunların çıkarılmasını sağladı. İmparatorluğun yıkılmasına ortam hazırladı. Macaristan-Avusturya İmparatorluğu, İngilizlerin yardımıyla (1908) Bosna-Hersek’i işgal etti. Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Girit, Yunanistan’a katıldığını bildirdi. Seçimlerde azınlıklar desteklendi ve milletvekili olmaları sağlandı. Binlerce Müslüman Türk’ün kanına giren Yunanlı, Sırp, Bulgar ve Ermeni çetelerine umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar hain varsa İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar, Fransızlar ve İtalyanların el atından desteklediği çeteler, halkın huzurunu kaçırdı. Bazı boyalı basın organları, isyancılara destek verip, onları yüreklendirdi.

Bunun üzerine “31 Mart İsyanları” çıktı. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa azledildi, yerine Tevfik Paşa getirildi. Selanik’te olan 3. Ordu harekete geçti. Bulgar, Sırp, Yahudi, Arnavut azınlıklarda bu isyana destek verdiler ve 50 bin kişilik bir orduyla İstanbul’a girdiler. Yıldız Sarayını ve Harbiye nezaretini kuşattılar. 1. Ordu, bu çapulcuları ezip geçecek durumda olduğu halde, Sultan buna izin vermedi, Türk kanının akmasına razı olmadı.

Bu arada sıkıyönetim ilan edildi. Yüzlerce Balkan çetesi saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladılar. Birçok suçsuz insan idam edildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti ülkedeki teröre çanak tutmuştur[2]. 27 Nisan 1909’da meclis olağanüstü toplantı yaptı. Ahmet Muhtar Paşa kürsüye geldi, Sultan’ın hallini istedi. 

İstanbul Mebus’u Elmalılı Hamdi Yazır’a fetva müsveddesi hazırlattılar, isnat edilen suçlamalarda; 31 Mart Vaka’sına sebep olmak, dini kitapların tahrifi ve yakılması, hazineyi israfa sürükleme, suçsuz insanları idam ettirme” gibi birçok asılsız iftiralara yer verilmiştir. Hâlbuki sultanın, genelde devlet harcamasını kendi bütçesinden yaptığı bilindiği halde, böyle bir karalama nasıl yapılırdı?


Bu olayların arka perdesinde İngiliz dayatması olduğu için, fetva emini Hacı Nuri Efendi “Bu bir iftiradır” diyerek buna onay vermedi, Meclisten oy çokluğu ile karar çıkartıldı. Türk tarihinin yüzkarası olan bu emrin tebliğ heyetinde; Yahudi Emanuel Karasu, Arnavut Esat Toptanı, Ermeni Aram Efendi ve sultanın uzun yıllar yaverliğini yapan Arif Hikmet Paşa yer alıyordu. Sultan; “Türk Hakanının indirilme kararı Yahudi, Ermeni, Arnavut ve bir de nankör insana mı kaldı?[3]” diye sitem etmiştir. Yahudiler, Sultan Abdulhamid Han’dan intikamlarını da almış oldular[4] yerine V. Sultan Mehmet Reşat’ı getirmişlerdi[5].

[1] Lord Kinross, Atatürk, Türk Tarih Dizisi, s. 218, İstanbul.

[2] Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, C. 7, Ötüken Yay., İstanbul 1983, s. 189.

[3] Atilhan Cevat Rıfat; Farmasonlar İslamiyet’i ve Türklüğü Yıkmak İçin Nasıl Çalıştılar, İstanbul 1963, s. 106.

[4] Kızıltoprak İhsan, Devlerin Mirası, Hun Yay., İstanbul 1973, s. 89.

[5] Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt 1, İstanbul 1993, s. 78-88.

Yazının Devamı

ÇANAKKALE CEBHESİNDE NUSRET MAYIN GEMİSİ

Yedi düvele karşı hak ettiği dersi veren, tarihi gururumuz Nusrat Mayın Gemisi, hurda niyetine satılmak üzere iken,Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin KOCAMAZ ona sahip çıkmıştır.

Nusrat, terim olarak; Allah’ın yardımı, üstün başarı ve muzaffer anlamlarına gelmektedir[1].

Dünyada örneğine hiç rastlanmayan, üstlendiği görevde imkansızı mümkün kılan Nusrat’ın,Türk donanmasına katılım merasiminde, dualarla “Nusrat” adı verilmesi neticesi, harp tarihine onun hakkında altın harflerle not düşülmüştür.

Nusrat’ın cürümü küçük, ama başardığı işlere bakıldığında akıllara durgunluk verecek nitelikte gurur kaynağımız olmuştur.

Ege ve Marmara denizlerini adeta istila eden, buralardan kuş uçurmayan, en son sistemlerle donatılmış düşman gemilerinin arasından İlahi görünmezlik zırhına bürünerek geçen Nusrat Mayın Gemisinin başarısını dile getirmek bizim için kolay olmasa gerek. Bu nedenle Çanakkale Savaşları sıradan bir savaş değildir. Karadan ve denizden zorlayarak, Türk topraklarına girmeye çalışan düşman birliklerinin akıbeti, korkunç bir kabusa dönüşmüştür.

Çanakkale Savaşları, Türk milletinin haysiyetini ve milli duruşunu yeniden temini açısından önemlidir.

Ordumuz, silah ve mühimmat bakımından yoksun, modası geçmiş toplarla, etkili olup olmadığı bilinmeyen mayınlarla, düşmanı ezmesini bilmiş ve bütün dünya Çanakkale’de Türklerin neler yaptığını görmüştür. Türkler, İslam’a gönül vermiş, savaşa bayram sevinciyle giden bir millettir. 

Çanakkale’de Mehmetçik, Allah’ın kınından sıyrılmış kılıcı, hakkın batıla üstün gelen hıncı, Allah ve Resulünün semaya yükselen sesi, yer yüzüne sağanak halinde inen nurudur. Mehmetçik burada; vatan ve namus uğruna hayatını hiçe saymış, birlik içinde, Anadolu’da yaşayan Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Doğulusu, Batılısı “Milli Mücadele” ruhuyla, her türlü zorlukları başarmanın zevkini tatmıştır. Bu öyle bir ruh yapısıdır ki, bir metre kareye altı bin mermi düşmesine rağmen göğüs göğse süngü savaşı yaparak, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” inancıyla şereflerin en yücesine erişmiştir. Mehmet Akif bir şiirinde;


“Ölüm indirmede gökler, ölüm püskürmede yer,

Kafa, göz, gövde, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler,

Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler” demektedir.

Burada görülüyor ki, Çanakkale Savaşları, Türk milletinin özünde silinmeyecek izler bırakmıştır. Bu savaş, ırkları, renkleri, dilleri farklı milletlerden oluşan; Haçlı ordularının asırlar öncesine dayanan,Türk milletinden öç alma duygusunun uzantısıdır. 

Bu savaş, anaların canından çok sevdiği evladının başına, kurbanlık koyun gibi kınalar yakıp cenge gönderdiği savaştır. “Çanakkale Geçilmez” efsanesini yaşatanlar, eli silah tutan gencecik vatan evlatlarıdır. 

Peygamberimizin müjdelediği gibi; “Nefsim Kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi ne kadar arzu ederdim” diye buyurmuşlardır[2]. Yüce Mevla’mızın; “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Gerçekte onlar diridirler, siz onu bilemezsiniz[3] Ayetindeki müjdeler, Mehmetçiğe verilen en yüce makam ve en kutsal rütbedir. 

Bu savaşta, Osmanlı donanması yok denecek kadar azdı. Çanakkale’yi geçilmez kılan Nusrat Mayın Gemisi, Çanakkale Savaşı’nın baş aktörü olarak, verilen görevi kusursuz yerine getirmiş, yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin temeline harç koymuştur. Burada Mehmetçik, kısıtlı imkânlarla, yoksulluk içinde savaşa hazırlanırken, Nusrat Mayın Gemisine yüklenen 26 mayın, Karadeniz’de batan düşman gemilerinin enkazından çıkarılmıştı.

Nusrat Mayın Gemisi, zor şartlar altında, tüm hazırlıklarını tamamlayıp hareket için emir beklemeye başladı sırada, İngilizler, Fransızlar ve diğer müttefik devletler, birkaç haftada İstanbul’u işgal etmeyi umuyorlardı. Ama Çanakkale aşılamadı. 18 Mart 1915 günü düşman donanması, 18 savaş gemisiyle, saat 10.00 da Boğaza girdi, 3 büyük zırhlısını kaybedip, bir o kadarı da ağır yaralı olarak geri çekilme zorunda kalmıştır. Bu savaş, “Biz dünyanın en büyüğüyüz!” diyenlere iyi bir cevaptır. 3 Kasım 1914 ve 18 Mart 1915 tarihlerinde Çanakkale Boğazı’nda cereyan eden, Gelibolu Yarımadası’nda 25 Nisan 1915 tarihleri arasında sürdürülen savaşlar, Türk tarihinin en şerefli zaferlerinden biridir.

Çanakkale Savaşı, bir milletin var olma yok olma çabasıdır. Bunun neticesinde ya kanlı bir ölüm, ya da şanlı bir yaşam vardır. Çanakkale Savaşı, binlerce gönüllü insanın bu kutsal görevde yer aldığı kavgadır. Anadolu toprağında Türklüğü korumaktır.

Çanakkale Savaşı, Yüce Rabbimizin "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın"[4] emrine uyan Mehmetçiğin destanıdır. Çanakkale Savaşı, Doğudan Batıya, Güneyden Kuzeye, Anadolu topraklarına en sistemli silahlarıyla hücum eden düşmana, Mehmetçiğin göğsünü siper ederek verdiği cevaptır.



[1] Ferit Develioğlu; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitapevi Yayınları, Ankara 2002, s. 845.

[2] Riyazü’s- Salihin ve Tercümesi, C. 2, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973, s. 535.

[3] Al-i İmran, s.169-170

[4] Bakara Suresi, a. 190

Yazının Devamı

BU DA GELİR, BU DA GEÇER YA HU

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. İlk rastladığı kimseye, aç olduğunu, kendisini konuk edecek bir yer aradığını söyler. Bu köy halkı genelde fakirdir. Köyde Ahmet Ağa ya da Halil Ağa diye zengin iki zat vardır. Onların çiftliğine gitmesini tavsiye ederler.

Derviş,  Önce Ahmet Ağa’nın çiftliğe doğru hareket eder ve çiftliğe varır. Burada çok iyi karşılanır, misafir edilir, yer içer, dinlenir. Bu ailenin, hayırsever olduğunu bilmeyen yoktur.

Derviş, kendisine yapılan ikramlardan çok memnun kalmıştır. Ev sahibine teşekkür ederken; “Sizin servet varlığınız olduğu kadar gönlünüz de zengindir. Bundan dolayı Allah’a ne kadar şükretseniz yeridir ”der. Ahmet Ağa’nın cevabı; “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünenler belki de gerçek değildir. Bu da gelir, bu da geçer” diye cevap verir.

Derviş, Ahmet Ağa’nın çiftliğinden ayrılırken, bu sözün ne anlama geldiğini düşünür. Ama bunun sırrını çözemez. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Ahmet Ağa’yı hatırlar ve onun yanına uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken; Ahmet Ağa’nın fakir düştüğünü ve şimdi Halil Ağa’nın yanında uşak olarak çalıştığını öğrenir.

Derviş hemen Halil Ağa’nın çiftliğine gider, Ahmet Ağa’nın orada çalıştığını görür. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için Halil ağanın yanına sığınmıştır. Ahmet ağa ve ailesi üç yıldır Halil ağanın hizmetkârıdır.

Ahmet ağa bu kez, dervişi son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır. Derviş, oradan ayrılırken, bu güzel insanın haline üzülür. Ahmet Ağa dervişe;” Unutma, bu da gelir, bu da geçer” der.

Derviş oradan ayrılırken, olanlardan oldukça etkilenmiştir. Tesadüfen yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Halil ağa ölmüş, ailesi olmadığı içinde bütün mal varlığını, en sadık hizmetkârı ve eski dostu Ahmet ağaya bırakmıştır. Şimdi Ahmet ağa, Halil ağanın, konağında oturmaktadır. Uçsuz bucaksız arazileri ve hayvan sürülerine sahiptir.

Derviş, eski dostunu bu halde görünce memnuniyetini bildirir ve sevindiğini söyler. Ama onun cevabı yine aynı; “Bu da gelir, bu da geçer”

Aradan uzun zaman geçer, Derviş yine Ahmet ağayı arayıp hatırını sormak için onun ziyaretine gider. Köylüler yüksekçe bir tepeyi göstererek; “Ahmet ağanın mezarı tepenin üstündedir” diye tarif ederler. Derviş, işaret edilen tepeye çıktığında, gördüğü manzara şaşırtıcıdır. Mezar taşında “Bu da gelir, bu da geçer” yazılıdır.

Derviş, “ölümün nesi gelip geçecektir?” diye düşünür ve oradan ayrılır. Ertesi yıl Ahmet ağanın mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır, nede mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Ahmet ağanın mezarından geriye bir iz dahi kalmamıştır. Derviş, olanlardan oldukça etkilenmiştir.

Günlerden bir gün, ülkenin sultanı, kendisi için bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda bu yüzük umudunu tazelesin, mutsuzluğa düştüğünde ise kendisini mutluluğun sarhoşluğuna kapılmaktan alıkoysun. Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük bulamaz ya da yapamaz. 

Sultanın adamları ararlar, sorup soruştururlar neticede bu dervişi bulup ondan yardım isterler. Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük Sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü bu son derece sade bir yüzüktür. 

Sonra Sultanın gözü yüzüğün üzerindeki yazıya takılır. Biraz düşünür ve yüzünde büyük bir mutluluk peyda olur. Yüzüğün üzerinde “Bu da gelir, bu da geçer” yazmaktadır. Bu sözcük, sultanı düşünmeye sevk eder

“Buda gelir, bu da geçer Ya Hu” sözünün aslı, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde sıkça kullanılan bir ifadedir. Bu sözcük, tekkelerde ve dergâhlarda ; “Ya Allah” manasına gelen, “Ya Hu”, “BU DA GEÇER YA HU” şeklinde kullanılmıştır.

Görülüyor ki, hayat inişli çıkışlıdır. Her şeyin gelip geçici olabileceği muhakkaktır. Saltanatlar, makamlar, zenginlikler, şan ve şöhretler, hiç kimseye baki değildir. Hem iktidar hem muktedir olanlar, ya da “Her şeyi ben bilirim, benim dediğim olur” diyenler de bir gün gelir.” Eyvah! Hata ettik! Yanılmışız, üstelik de yanıltmışız.” Diyecekler. Ama burada son pişmanlık para etmeyecektir, vesselam. 

Yazının Devamı

VİCDANIYLA CÜZDANI ARASINDA SIKIŞANLARA YAZIKLAR OLSUN

Bu gün yazıma bir Çin atasözü ile başlamak istiyorum; “Gülmesini bilmeyen dükkân açmasın” Diyeceksiniz ki, “Geçim sıkıntısından gülmeye vakit mi kalıyor” 

Şimdi size bir soru; Karşınıza çıkan politikacının kaçına “ sempatik, hoşgörülü, iyi niyetli insandır” diyebiliyorsunuz.

Ömer Seyfettin; “politikacıların hangisiyle bir araya gelsem kendimi penceresiz, kapısız bir kümeste zannederim” diyor.

İstanbul eski encümen üyelerinden Adalı Avni, bindiği otomobilinin kapısını açamayan şoförüne “oğlum Mebus ağzımı bu, neden açılmıyor” der.

Bu gün meclis tartışmalarına baktığımızda, küfür edebiyatında neler varsa hepsinin orada dik alası söyleniyor? “Hırsız, sahtekâr, riyakâr, hadsiz, terbiyesiz, cahil, müfteri,” gibi burada ifade edemeyeceğim, ağzı alınmayacak küfürler yapılıyor ve bunun sonucunda nefret ekiliyor ama pişmanlık duyulmuyor. Lütfen yapmayın, bu milletin dokularını bozmayın, sakın ola ki, çevremizde olup bitenleri görmezlikten gelmeyin.

Amerikan kamuoyunda söylenen sözlerden birkaç örnek vermek istiyorum, “Herkes uzun ömürlü olmak ister, kimse ihtiyarlamak istemez, Balık ve misafir üç günde kokar. İki avukat arasında kalan insan, iki kedi arasında kalan balık gibidir”.

Şimdi diyeceksiniz ki, bu sözlerin yukarda ifade edilen politikalarla ne ilgisi var? Üzerinde biraz düşünürseniz, çok ilgisi var. Politikayı kumar oyunu gibi düşünenler her dönemde olmuştur ve olmaya da devam edecektir. İçinden parçalanmış bir ev ayakta duramaz. Siyasetçi akıntıya kürek çekme yerine, doğru bildiği konularda, milli iradeye öncelik tanımalı, vicdanıyla cüzdanı arasında sıkışıp kalmamalıdır.

Amerika devlet adamlarından, siyasetçi Churchill; “Bazı insanlar prensipleri uğruna partilerini değiştirirler. Bazıları da partileri uğruna prensiplerini değiştirirler. Kartallar susunca, papağanlar konuşmaya başlarlar abuk, sabuk konuşurlar” diyor.

Aslında milletin vekili, milletin çıkarlarını gözetmek üzere meclise gönderildiler, kutuplaşma ve ayrışmaya aracı olsunlar diye değil. Siyasetçiler doğru bilinen yanlışlarla söz dalaşı yapmamalıdır.

Siyasette Milli çıkarlar dikkate alınmalıdır. İnatlaşmanın, sürtüşmenin hiç bir kimseye faydası yoktur. Birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize zarar verilecek tartışmalardan vazgeçilmelidir. Vicdanıyla Cüzdanı Arasında Sıkışıp Kalanlara Yazıklar Olsun. 

Yazının Devamı

PÜSKÜLLÜ BELA

Bir zamanlar geceleri dükkânında çırağı ile yatan usta rüyasında bağıran çırağını uyandırır ve ona;

-“Evladım, ne diye feryat ediyorsun?” dedi. Rüyasından uyanan çırak olanlara şaşırdı ve ustasına;

-“Aman ustam! Nasıl telaşlandım, nasıl heyecan duydum bir bilseniz. Neredeyse kalbim duracaktı, az kalsın aklımı oynatacaktım. İyi ki beni uyandırdınız. Rüyamda; siz deve katarının önünde, onları çekerek gidiyordunuz. Birden havada büyük bir çaylak kuşu belirdi. O sanki Deli Dumrul gibi sağa sola saldırıyordu. Derken çaylak sizi püskülünüzden yakaladığı gibi havaya doğru çekti. Arkanızdan da iple çektiğiniz develer boncuk taneleri gibi havalandı. Sanki hortum misali gökyüzüne doğru yükseliyordunuz.

 Ben bu olanlara şaşkınlıkla bakıyordum. Birden karar verdim, en son devenin kuyruğundan yakaladım. Gökyüzü kervanına bende katıldım. Bir an yukarı baktım. Kervan sanki füze gibi gidiyordu. Çaylağın ağzında sizin püskülünüz vardı. Bu kadar ağırlığı nasıl kaldırıyor diye korkuya kapıldım. O zaman olanca gücümle size bağırdım.

 -Ustaa! Ustaaaaa! Püskülünüz sağlam mı?  diye soruyordum ki siz beni uyandırdınız.”

Eh! Ne diyelim kardeşim rüya bu, olur mu olur. İnsanın başına her türlü şey gelir. Günlük yaşantımızın bu rüyadan geri kalır yanı var mıdır dersiniz?

Kısa sürede, zahmetsizce köşeyi dönenler, banka kurup içini boşaltanlar, hayali ihracatla devleti dolandıranlar, haksız kazanç sağlayanlar, vergi kaçırmayı şeref sayanlara ne demeli? İşte buradaki ipin ucu “ Puştun” elinde değil midir?

İşçisi, çiftçisi, esnafı, öğretmeni, memuru, amiri açlık sınırında olan bir ülkede yolsuzluk yapanların sayısı Aysbergin görüntüsü kadardır. Günlük geçimlerini sağlayamayan  bu insanların çilesi hiç bitmeyecek mi?. Siyasetçilerimiz seçimlerde duygu sömürüsü yaparak oy aldılar. Muhalefette başka, iktidarda başka oldular. Sözünde durmayan partilerin bedelini ağır ödediler. “ Unutulmasın ki ağzında balı olan arının, kuyruğunda iğnesi vardır” (Laedri) 

Biz uyarıları yıkmak için değil, yapmak için söyleriz. “Kavak ağacını beğenen ve seven çok azdır. Çünkü o dosdoğrudur.” (Cenap Şahabettin)   

Siyaset ille de yalan üzerine kurulmaz. Bu millete açık yüreklilikle  “Zamlara engel olamadık, devleti soyanlara dokunulmazlıktan dolayı (Murat Demirel örneğinde olduğu gibi) el süremedik” deyin yeter. Bu yüce millet, bugüne kadar nelere katlanmadı ki.

Biz 1970-80 yılları arasında akaryakıt, şeker, tüp, sigara hülasa her türlü ihtiyaç maddelerinin karaborsada satıldığı günlerde, kuyrukları beklerken çocuk doğuran anaların acıklı haberlerini okuduk ve yaşadık. O dönemde paran olsa da istenilen şeyler yoktu. Bugünlerde de her şey bol, alım gücü zayıf. O günlerden bugünlere geldik. Köprülerden çok sular geçti, ne değişti? Sadece roller değişti. Şahıslar değişti, varlar yoklar değişti o kadar. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü bir kez daha gündeme geldi o kadar. 

Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Dürüst politika üretilmiyor. İran şairi Sadi -Şirazi, Bostan ve Gülistan eserinde dürüstlük konusunu şöyle ifade ediyor;

“ Bir gün yılanla tilki arkadaş olur. Günlerce gezer, dolaşırlar. Dostlukları iyice ilerler. Ta ki bir nehrin kenarına gelene kadar. Tam bu anda tilki suya dalar, nehrin karşısına geçmek üzere yüzmeye başlar. Arkasından yılan ıslık çalarak seslenir; 


-“Tilki kardeş, tilki kardeş. Hani seninle dosttuk? Yoksa dostluğumuz buraya kadar mıydı? Lütfen geri dönünde beni de sırtınıza alın, birlikte karşıya geçelim” diye sitem eder. Tilki yılanın yalvarmasına dayanamayarak döner. Onu sırtına alır. Tam nehrin ortasına geldiklerinde yılan tilkiye;

-“Tilki kardeş ben seni sokacağım” der. Tilki her ne kadar rica etse de yılanı ikna edemez. Sonunda ona;

“-Mademki beni sokacaksın, sen de benimle birlikte öleceksin, hani seninle dosttuk” demesine aldırmayan yılan;

-“Bu benim tiyniyetimdir, mayamın gereğidir” deyince tilki, işin şakasının olmadığını anlar ve;

-“Bak yılan kardeş; mademki beni sokacaksın, getir şu yüzünden öpeyim, helalleşelim, ondan sonra sok beni” der. Yılan da onun son isteğini yerine getirmek üzere yüzünü uzatır. Tilki fırsatı kaçırmayarak yılanın kafasını ısırır ve ezer. Sonra karaya çıkınca yol üzerine boylu boyunca uzatır ve;

-“Eee.. yılan kardeş, ben öyle eğri büğrü zikzak çizen dost istemem. İşte böyle dosdoğru olmak gerekir” der. 

Bu millet artık dürüst politika yapan, vatandaşın halinden anlayan, sürekli çözüm üreten, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan siyasetçilere prim verecektir. Bundan böyle rüyada görünen püskülden tutan, körü körüne oy verenleri bulmak zor olur. Ziya Paşa’nın “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözü bütün politikacılara ve siyasilere örnek olmalıdır.           

Yazının Devamı

EBÛL VEFA HAZRETLERİ

İstanbul’un alındığı, Bizans’ın yıkıldığı yıllarda Rodos adası çapulcuların elindedir. O yıllarda haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlardı. İşte günlerden birinde, Ebûl Vefa Hazretlerinin de içinde bulunduğu hac kafilesine haramiler saldırır. Mübarek kendisini zindanda bulur. “İnsan haydut da olsa insandır” der. Nitekim zindancı bu büyük velinin yüzündeki şefkati yakalar. Cezayı göze alır, zincirlerini çözer, onu aydınlık bir koğuşa kor. Uzun kış geceleri ocak başında sohbet ederler. Ebûl Vefa Hazretleri burada Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını tedavi eder, dertlerini dinler. Şövalyeler bu güzellikleri görmezden gelip, Osmanlı Sultanından bu rehinenin iadesi için yüklüce bir fidye isterler.

Kahraman oğlu İbrahim Bey, Ebûl Vefayı çok sevmektedir. Onun rehin olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı temin eder gelir adaya. Ebul Vefa Hazretlerini zindandan kurtarır.

Ebûl Vefa’nın ayrıldığına en çok zindancı üzülür. İstanbul’da Rumların kesif olduğu bir semte (Vefa’ya) dergâhını kurar ve bu insanlara kapılarını açar. Mübarek, güler yüzlü ve nüktedandır.

Ebûl Vefa’nın Fatih’e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder.  Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Günün birinde dayanamaz, dergâhın kapısına dayanır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri onunla görüşmek istemez. Fatih çaresiz ve üzgün olarak geri dönerken, mübarek hıçkırıklarını tutamaz. Talebeleri olanlara bir anlam veremezler. Sıradan Rumlar’ın bile kıymet verilip, buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz? Nitekim içlerinden biri dayanamaz. “Bağışlayın ama efendim! Hem hünkârı üzdünüz, hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek”der.

Mübarek “Doğru söylüyorsunuz. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda duramaz, sultanlık çelik- çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı tahtı bırakır, dervişliğe kalkışır.” (Hatırlayacaksınız Fatih’in dervişliğe olan meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin’dir.)

Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Bu çocuk bir ara su taşıyanların yolunu gözler. Çuvaldız ile su tulumlarını deler. Bunu yapan bir başkasının çocuğu olsa, neler yapılmazdı ona? Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır. 


Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, Ebûl Vefa Hazretlerinin huzura gelir; “Affınıza sığınıyorum ama oğlunuz bana zulmediyor” der. 

Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan helallik diler. Saka bir hoş olur. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim” der. Söylediğine Pişman olur.

Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. “Aman hatun, iyi düşün! Biz bir hata yaptık ama nerede?”

Hanımı ;“Tamam! Galiba buldum! Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bize içinde limon olan bir sepet bırakmıştı. Canım nasıl çekti bilemezsiniz. İstesem, kardeşimi bana canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi evine limonsuz dönecekti. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, bu durumu ona söylemeliydim. Ebûl Vefa; “Aman kalk! Bacına gidelim, helallik dileyelim” dedi. Helallik alınca, çocuğun bu huyu birden değişmiştir.

Ebûl Vefa Hazretleri çok sevilen bir zattı. Mahalle halkı mübareğin naşına sahip çıkmıştır. Bu gün, Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla anılmaktadır.


Yazının Devamı

ADİL YÖNETİCİ NASIL OLMALI?


Aslında idarecilik, “ateşten gömlektir.”  Bu konuda herkesi mutlu etmek kolay değil.

Ayet-i kerimede “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emrediyor ve öğüt veriyor” [1] buyurmaktadır

Peygamberimizin (s.a.s) hayatı, insanlık için de en güzel örnektir.

Peygamberimiz (s.a.s); hırsızlık yapan ama soylu bir aileden olduğu için affedilmek üzere kendisine getirilen bir kadınla ilgi olarak; “Vallahi Muhammed'in kızı Fatıma da aynı işi yapsa elini keserdim” [2] buyurmuşlardır.

Aslında yöneticiler; “sorunları göremedim” mazeretinin arkasına sığınamaz. Adalet elbette ki sadece yöneticiler değil, herkese geçerlidir.

Adil yönetici,  kul hakkı, yetim malı yemez ve yedirmez, vakıf malına el sürdürmez.

Adil yönetici; gurur ve kibirden uzak durmalı, ayrımcı değil, birleştirici olmalı.

Adil yönetici; milletinin huzur ve refahını düşünmeli, gelenek ve göreneklerine sahip çıkmalı.

Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye söylemiş olduğu öğüdünde şöyle ifade edilmektedir;

Ey oğul! Bey’sin. Bundan gayrı öfke bize; gönül almak sana.

Suçlamak bize; katlanmak sana. Acizlik bize; hoş görmek sana.

Kem göz, şom ağız bize; bağışlamak sana. Üşengeçlik bize, gayretlendirmek sana.

Bölmek bize, bütünlemek sana. Çatışma, geçimsizlik, anlaşmazlık bize; adalet sana düşer.

Ey oğul! Bey’sin, güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın. Ancak, bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen; öfken ve nefsin bir olup aklını yener.

Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.

Açık sözlü ol, her sözü de üstüne alma. Sevildiğin yere sık gidip gelme.

Ananı, atanı say; bilesin ki, bereket büyüklerle beraberdir.

Oğul! Üç kişiye acı: Cahiller içindeki alime, zengin iken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene.

Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın…

Ey oğul! Yaşça, bilgice senden büyük olabiliriz, ama sen Bey’sin. Biz senin yanında, senin emrindeyiz. Bunu bilesin…

Lakin unutma! Yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

Haklı olduğuna inanıyorsan mücadeleden korkma, yılgınlık gösterme.

Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.

Yolun uzun, işin çetin, yükün ağırdır. Allah yardımcın olsun”. Diyor[3]

İmam Gazali’ye göre; Dünyada iki şey insanı bozar: birincisi otorite ve iktidar, ikincisi ise dünya malı


Kutadgu Bilig’e göre ise adil devlet adamının özellikleri şöyle beyan edilmektedir;

Adil yönetici; Asil soydan gelmeli. Dürüst ve fazilet sahibi, eli açık olmalı.

Yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi olmalı. Uyanık olmalı.

Aceleci değil, sabırlı olmalı, Zalim olmamalı. Merhametli ve şefkatli olmalı.

Yalancı olmamalı ve yalandan hoşlanmamalı. Siyasette mahir olmalı. Temiz olmalı.

Hükümdarın dili yumuşak, gönlü temiz, kalbi doğru ve nefsine hâkim olmalı. Mağrur, kabadayı ve kibirli olmamalı, gurur insanı doğru yoldan çıkarır.

İşte bu hasletler. Osmanlı imparatorluğunun dünya devletleri arasındaki itibarını arttırmış, gücünü ise bizi biz yapan bu inanç sisteminden almıştır. Ne zaman ki adalet sistemi şahsi çıkarlar uğruna kullanılmaya başlanınca, insanların güven duygusu ortadan kalkmış, bu gidişin sonucu olarak koskoca devletin çöküşüne vesile olmuştur.

Bu günlerde siyaseten yukarda zikredilen konulara daha çok ihtiyacımız vardır. Birliğimize, kardeşliğimize zarar verecek her türlü söylemlerden uzak durmak gerekir

______________

[1] Nisa s.a 58.

[2] (Müttakî, Kenzü\'l-Ummal, 6/12, Müslim

Yazının Devamı

RAMAZAN, SABIR AYIDIR

Bu yıl Ramazan-ı Şerif orucu 1 Mart 2025 Cumartesi günü başladı. İlk Teravih namazı ise Cumayı, Cumartesiye bağlayan gece kılındı. 

Ramazan ayı, rahmet kapılarının açıldığı, huzur içinde ibadetlerin yapıldığı bir aydır. Bu ayda insanlar komşu haklarına, yoksullara yardım etmeyi daha çok arzu eder. 

Her yıl Ramazan ayında dünyanın dört bir köşesinde yaşayan milyarlarca Müslüman birlikte oruç tutuyor, birlikte namaz kılıyor, dualar ediyor, paylaşmanın ve dayanışmanın güzelliğini yaşıyor ve birlikte bayram yapıyor. 

Dünyada yaklaşık iki milyar Müslümanın bir ay süren benzersiz manevi yolculuğundan bahsedebiliriz

Ramazan kelimesi “çok sıcak gün, kızgın güneşin kum ve taşları ısıtması” anlamlarına gelen “ramad, ya da “güneşin ısısı nedeniyle çok kızmış yer” anlamına gelen “ramdâ” kökünden türemiştir. 

Buna göre bu ayda kurallarına uygun, inanarak, mükâfatını C. Allah’tan bekleyen, oruç tutanların günahları yanar, yok olur. Bu nedenle Ramazan rahmet, bereket ve sabır ayıdır.

Ramazan, tövbelerin kabul edildiği, kibir, gurur ve kötü alışkanlıklardan arınma ayıdır. Bu ayda insanların elleri, dilleri, gözleri, gönülleri huzur dolar.

Ramazan ayında tövbe eden, her türlü kötü alışkanlık ve düşüncelerden arınanlar, ibadetlerin lezzetini alırlar. Peygamber (sav); “Temizlik imandandır” buyurmaktadır.

Bu ayda çokça tövbe etmek gerekir. Tövbe, pişman olup, yapılan hataları bir daha yapmamaktır. Hadis-i Şerifte; “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden rahat olur, huzur bulur. O, bozuk olursa bütün beden bozuk olur. Bu et parçası kalptir” buyrulur.

İslam’da ümitsizlik yoktur. Hatalara karşı nedamet, pişmanlık vardır. Hatada ısrarlı olmak yanlıştır. Hadis-i şerifte, “Kendisinde zerre miktarı kibir olan kişi cennete, zerre miktarı imanı bulunan da cehenneme girmez “ buyruluyor.

Kibir Hakk’a isyandır, insanları hakir görmektir. Tevazu herkese güzeldir. Zengine daha güzeldir. Kibir herkese çirkindir, fakire daha çok çirkindir. Tevazu, hizmette fark gözetmemektir. Zenginlik, makam hırsı, büyüklenme, kıskançlık iyiliğin ve güzelliğin düşmanıdır.

Kanaat, yok olmayan bir hazinedir. Hırsını satan, kanaati satın alan şeref kazanır. Hiç bir zaman nefis doğruyu, kalp yalan söylemez.

İşte bu duygu ve düşüncelerle Ramazan ayını değerlendirirsek, onun feyiz ve bereketinden zevk duyarız, lezzetin alırız.

Bu Ramazan orucu zor, sıkıntılı ve meşakkatli geçecek. Çünkü gıda maddelerinin olabildiğince pahalı olduğunu biliyoruz. Allah’ım varlıklı insanlara merhamet, düşkün, çaresiz, yoksul insanlara da sabır ihsan eylesin. Peygamberimiz (sav); “Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir” buyuruyor.

Bu vesileyle C. Allah yokluk içinde olanlara yardım eylesin diyor ve tüm Türk İslam âleminin ramazan ayını yürekten tebrik ediyorum. 

Yazının Devamı

OSMAN GAZİ'NİN OĞLU ORHAN GAZİ'YE ÖĞÜDÜ

Ey oğul! Her işten önce din işlerine dikkat et. Din ve devletin güçlenmesine sebeptir. Din işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk, büyük günahlardan kaçınmayan, helali-haramı bilmeyen, tecrübesiz kişilere, devlet idaresinde iş verme!  Zira yaratandan korkmayan, yaratılandan hiç korkmaz. Büyük günah işleyen ve bunu devam ettiren kimsede sadakat olmaz. Zulüm ve bidat içinde olanları devletinden uzaklaştır. Çünkü böyleleri seni zevale uğratmış olurlar.

Ey oğul! Daima cihad ile devletini genişletmeye çalış. Çünkü uzun zaman sefer olunmazsa askerin şecaatine; reislerin ve kumandanların bilgi, tedbir ve malumatına ağırlık ve noksanlık gelir. Beytü'l-mali koru! Devletin servetini çoğaltmaya çalış! Sana ait olana kanaatle, gerekli olanlardan başka lüzumsuz yere telef etme, israftan kaçın. 

Ey oğul! Askerinle, malınla gururlanma. Sadakatle Allah rızası için çalışan devlet erkânını koru! Vefatlarından sonra böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak, ihtiyaçlarını karşıla. Halkından hiç kimsenin malına tecavüz etme! Hak edenlere yardım ile iltifat elini uzat, böylelerinin yakınlarını sıkıntıdan kurtar. Askeri erkânı iyi koru! Âlimler, sanatkârlar, edipler; devletin gücüdür. Bunlara iltifat ve ikramda bulun. Kemal sahibi kişilere ihsan eyle! Hükümetinde ulema, fazıl kimseler çoğalsın, siyaset ve din işleri nizam bulsun!

Ey oğul! Benden ibret al ki, bu diyarlara zayıf bir bey olarak gelip hak etmediğim halde yüce Mevla’mın nimetlerine mazhar oldum. Sen de benim yolumdan git ve bu Din-i Muhammedi'yi ve ashabını, sana tabi olanları koru. Allah'ın (c.c) hakkını ve kulların hukukunu gözet! Ve senden sonrakilere böyle nasihat etmekten geri durma. Allah'ın yardımına güven. Halkını düşman istilasından ve zulme uğratılmaktan koru! Halkı taltif et, hepsinin rızasını kazan” 

Bu nasihatler, Osmanlı’yı tam 600 sene ayakta tutmuştur

Dursun Fakih;

Dursun Fakıh, Karaman’da doğmuş, tefsir, hadis, fıkıh bilimlerini okumuş, Osmanlı Devletinin kuruluşuna şahitlik etmiş bir Türk Bilginidir. Şeyh Edebali’nin kızını alarak damadı ve Osman Gazi ile de bacanak olmuştur.

28 Eylül 1299 yılında Karacahisar fethedildikten sonra, Osman Gazi adına Cuma Hutbesini okuyup, Osman Gazi’nin hür bir Devlet Başkanı olduğunu, dünyaya ilan etmiştir. Osmanlı Devletinin ilk imam-hatibi ve ilk kadısıdır Anadolu’da milli birliğinin oluşmasına hizmet eden Türk Büyüğüdür.1327 yılında vefat etmiştir.

Yazının Devamı

ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMAN BEY’E ÖĞÜTLERİ

Arap asıllı, Osmanlı tarihçisi “Cenabı’nın” Süleymaniye Kütüphanesi'nde kayıtlı (1540–1590 )"El-Hâfilü'

l-Vâsıt ve Aylemü'z-Zâhirü'l-Muhit" adlı eserindeki Şey Edebalı’nın ibret dolu öğütleri:

Ey Oğul;“İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimizdir”

Dünya bir garip han, bir hoyrat mekân,

İnsan bir garip varlık, kabına sığmayan…

Hayat bir yudum su, bir anlık rüya

Ömür bir kısa yol, tekrarı olmayan…

Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip;

Büyük yürümek ve büyük ölmek gerek.

Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir, engeldir 


Ey Oğul! Sakın ha kendi başına karar vermeyesin. İşlerini ehil kişilere danışarak tutasın, danışırsan yol alırsın, danışmasan yolda takılıp kalırsın..

Ey Oğul! Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın, azminden dönmeyesin. Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bilesin, her işin gereğini vaktinde yapasın!

Ey oğul! Öfke ateş, öfke afet, öfke şeytandır.. İnsanoğlu dağları devirir; ama öfkesine mağlup olabilir. Öfkeyle savaşı daima taze tutmak gerektir.

Ey oğul! Öfke benliğin yemi, en lezzetli gıdasıdır. Benlik semirdi mi irade yok olur gider. İradesi zayıflayanın ruhu intihar eder. Posalaşmış bir beden taşımak ne ağır zillet, ötelere kapalı bir ruh taşımak ne büyük ihanet.

Ey oğul! Sabır olmadan menzile varılmaz. Kaf Dağı’na sabırsız ulaşılmaz. “Sabır kara bir dikeni yutmak, diken içini parçalayıp geçerken de hiç ses çıkarmamaktadır.” İnsan ocaklar gibi yanmalı da kimselere gamını ilan etmemelidir.

Ey oğul! Gözünü ötelere dikesin, hesabını idealine göre yapasın. Unutmayasın ki, “Her şeyin vakti tayin edilmiştir. Vaktinden önce öten horozun başı kesilir.”

Ey oğul! Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma. Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme. Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asaletini dünyaya yeniden hâkim kılmak için çıktık yola. Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur Ama “Altının değerini de sarraf bilir” sözünü muhatabına göre ayarlayasın. Cahilin karşısında altınlarını çamura atmayasın.

Ey oğul! Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez; sağırdır, kem sözü işitmez; dilsizdir, her ağzına geleni demez. Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez. Yunus gibidir o; yüreği sevgiyle, gönül ibresi gerçeğe ayarlıdır. O söz verdi mi, onu namusu bilir.

Ey oğul! Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir.. Anadolu; içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan “Ana”larla doludur. Ana çile yumağıdır, oğul dua kaynağıdır. Ana yüreği narin bir ipek, ata bileği Hakk’ın diktiği en sağlam direktir. Ne ananın ince yüreğini yakasın, ne de babanın kapı gibi bileğini kırasın oğul. Yarın yuva kurduğunda ocağınla onlar arasında köprü olasın. Ana ve ata, düşmemek için sırtımızı dayadığımız duvardır, yarın duvar yıkıldığında kıymetini anlarsın. Ey oğul! Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz. Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma! Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!

Her şeyin ortası makbuldür, sevginin de. Sevdiğini gereğinden fazla sevmeyesin. Sevgini de, sadece yüreğinin eline vermeyesin. En çetin imtihan “sevgi”yle olanıdır. “Kişi ne kadar bahadır olsa da, muhabbete tuş olur.” diyen atanın sözünü aklından çıkarmayasın. Böyle imtihan olmamak, istikbalde neslinden utanmamak için gecelerin bağrında, seherlerin aydınlığında duaya durasın. 

Ey oğul Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tacını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir. Haklı olduğunda kavga vermesini bilir. Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını bilir.

Ey oğul! Sen bizim rüyamız, sen bizim devamız, sen bizim duamızsın. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun. Zümrüt-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun sonsuza dek açık olsun 

“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Gücenmek bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Acizlik bize,  hoş görmek sana. Geçimsizlik bize; adalet sana, Yanlışlık bize; bağışlama sana, Bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, sana.

Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıl ipine bağlı, Allah Teâla yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşların kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız.

 Ey Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder.

Ey oğul! Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.  Milletine sırt çevirme. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

Ey oğul! Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...

Şu üç kişiye acı; Cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene. Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. En büyük zafer nefsini tanımaktır. 

Ey oğul! Boş İnsan laf üretir. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!.. Kişinin gücü, günün birinde tükenir ama bilgi yaşar.. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş, yaşatmak için olmalıdır. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..

Ey oğul! Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz..Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

"Toprağa bağlanın. Suyu israf etmeyin. Mirasınızın sağlam kalmasına dikkat edin. Verin, cömert olun. İlim sahiplerini koruyun. Ağaç dikin. Ödünç aldığınızı fazlasıyla iade edin. Kuran-ı Kerimi güçlü olmak için okuyun. Bağınızı, bahçenizi viran bırakmayın.. Bildiklerini öğretenler unutmazlar. Asıl ölüm ilimden payını almayanlaradır. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sahipleridir."der 

İşte bu dönemin büyük âlimlerden bazıları; Mevlâna, Şeyh Edebalı, Dursun Fakih, Şeyh Muhlis Baba, Şeyh Âşık Paşa, Şeyh Hasan Çelebi ve Baba İlyas. 

Yazının Devamı

SARI SALTUK

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde; Sarı Saltuk’un bir çoban olduğu ifade edilmekte ve Ahmet Yesevi’nin buyruğu ile yanına iki er alarak görevini yapmaya Anadolu’ya gitmiştir. Gündüzleri külahlı, geceleri silahlı olarak Anadolu’nun Türkleşmesine hizmet etmiştir. Daha sonraları Dobriçe’ye gelip orada vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine cenazesi yedi tabuta konmuş, hangisinde gerçek cenazenin olduğu bilinmediği için, çeşitli milletlerden kendisine bağlı olanlar birer tanesini alıp götürmüşlerdir.

Bu yüzden yedi yerde makamı vardır. Anadolu’da pek çok veli bu şekilde, halkın kendilerine olan sevgisi nedeni ile aynı şahsa ait makamlar, muhtelif şehirler de mevcuttur. 

Sarı Saltuk, Horasan’dan geldiğinde, Osman Gazi’ye gayret kemeri kuşatmış, kendi kullandığı beyaz bayrağını da ona hediye etmiştir. Nezihe Araz Anadolu Evliyaları adındaki eserinde Sarı Saltuk’un 93 yıllık hayatı boyunca rahat yüzü görmeden dinlenmeden Türk vatanının kurulması uğruna, İran, Hindistan, Kafkasya, Türkistan, Çin, Kırım, Kıpçak, Endülüs, Güney Doğu Avrupa’yı dolaşıp buralarda hizmet verdiğini yazıyor.

Horasan erlerinin Anadolu’yu Türkleştirme sırları işte burada odaklanmıştır. Çünkü hem toprak fethediyorlar, hem de oradaki insanların gönüllerini kazanıyorlardı. İstanbul’un Fethi savaşlarında Fatih’in düşüne girip ”Ben Sarı Saltuk’um, al İstanbul’un anahtarlarını, fakat bu anahtarları Edirne’de sakla Sultan’ım “ dediği bazı kaynaklara yazılıdır. 

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi ve “Velâyetnamede;” AhmedYeseviHazretleri bazen Çilehaneden çıkar ve zemzem pınarı denilen yere gelirdi. Burada bir çoban,  koyun sürüsü ile o pınarın başında durmaktadır. O yüce veli çobanın yanına varınca onun arkasını sıvazladıktan sonra; 

—Adın nedir? Çoban; 

—Sarı Saltuk’tur. Hz. Hünkâr ona; 

—Durma yürü, seni Rum diyarına görevlendirdim. Taptuk Emre’ye var, bizden selam söyle, sana silah versin yoldaş koşsun, andan öte Rum’a (Anadolu’ya) git dedi. Çoban, hiç itiraz etmeden boyun eğdi, koyunları sahibine teslim edip oradan ayrıldı.

Taptuk Emre’nin yanına vardı. O’da Ona, bir yay, yedi ok verdi,  kılıç kuşattı, bir de seccade verdi. Ulu Abdullah ile Küçük Abdal’ı yoldaş koştu.  Saltuk ve arkadaşları Anadolu’ya varırlar. Orada bir kerametle seccadesini suya salıp üzerine bindiler.  Seccade bunları Dobruca tarafında, Romanya’ya yakın bir kaleye götürdü. Orada halka huzur vermeyen yöneticileri imha eder. Halk Sarı Satuk’a iman ederek çok saygı gösterirler. 

Sarı Saltuk, Hacı Bektaşı Veli hazretlerine bağlıdır. Müslümanlar arasında olduğu kadar Hıristiyanlar arasında da sevilmiş sayılmış Alp erenlerden ulu bir kişidir.

Tarihçi Hammer, Türklerin Avrupa’ya birinci geçişinden bahsederken, Sarı Saltuk’un 19 defa ayrı ayrı zamanlarda geçtiğini yazmıştır. İbn-i Batuta‘nın Seyahatname çevirisinde ve Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde de sık sık adı geçer. (1350 ) 

Sarı Saltuk’un makamı Moskova, Lehistan, Bohemya, İsveç, Edirne- Babaeski, Moldavya’da Babadağ’ında, Dobrıca da, KaliKarya da olmak üzere 7 ayrı yerde bulunmaktadır. 


Yazının Devamı

MİLLİ ŞUUR YENİDEN UYANMALI

Rahmetli Turgut Özal Başbakan, Vehbi Dinçerler Milli Eğitim Bakanı. Türkiye’de bir takım temaslarda ve incelemelerde bulunmak üzere Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Bu heyet bazı bölgelerde yaptıkları gezi ve gözlemlerini Bakanlıkta yapılan toplantıda dile getirirler. Japon heyetinin tespitleri oldukça ilginçtir. 

“Efendim sizin çocuklarda milli şuur yok” ifadeleri Türk heyetini şaşırtmıştır. “Bizim çocukların damarlarındaki kan, milli duygumuzun kaynağıdır” diyecek oldular ama yinede ses çıkarmama yolunu tercih ettiler. Çünkü karşısında bulunanlar misafirdir.

Bizim sözcümüz Japon heyetine hitaben;

—Sizin gençlerimizde milli şuur var mıdır? Neler yapılması gerekir? 

—Biz gençlerimize daha ilköğretim sıralarında “Şok testler uygularız. Mesele uçak gibi hızlı giden trenlere bindirip, çok katlı yollardan geçerlerken tren onları sarsar. Minik çocuklar, teknolojinin baş döndürücü neticesini görür, şaşkına dönerler. Sonra onları bombalanan Hiroşima’ya götürürüz, burası koruma altındadır, canlıların yaşamadığı, otların bitmediği bu bölge hakkında, atom bombasının etkileri konusunda genişçe bilgi veririz. Onlara;

“Eğer sizler çalışmazsanız, vatanınızı böyle gelirler harap ederler, size yaşama hakkı vermezler. Çalışır, başarılı olursanız, şu anda bindiğiniz hızlı trenden daha iyisini siz yaparsanız, size kimse zarar veremez. Siz bilirsiniz” deriz bu da ikinci bir şok olur. Türkiye’de teknik adam sıkıntısı yoktur. Onlara yer vermelisiniz. Türk heyeti bunun sebebini sorar;

—Türkiye için ne yapılabilir? 

—Türkiye’nin bizimkinden daha önemli yerleri vardır. Çanakkale… Burada akıllara durgunluk verecek gelişmeler olmuştur. Bir metre kareye altı bin mermi düştüğü savaşta zoru başaran bir milletin gençlerini şok edecek birçok olay cereyan etmiştir.İnancın, teknolojiyi nasıl alt ettiğini bütün dünya görmüştür.Yetmiş iki millete karşı elde edilen zafer, gençleri şok etmeğe yeter” diyorlar.

Eh bu sözlerin üzerine diyecek hiçbir söz bulamıyorum. İlgililer ve yetkililerin kulakları çınlasın.

Yazının Devamı

ARİFLERDEN SEÇME SÖZLER

“Görecek göz olmayınca ay yüzlü varmış neye yarar. İşitecek kulak olmayınca gönlün istediği çalgı olmuş neye yarar? Ayak olmayınca yol varmış neye yarar? Bunların hepsi bitince arkalarından ah etmişsin neye yarar?” Ulu Arif Çelebi

…………………..

“Sohbet yolu yolcuları için, dostların seslenişi namelerin en güzelidir. Buna kulak tıkanmaz. Hiçbir yaratık yoktur ki, onun yanağı üzerinde hatanın tozu olmasın. SOHBET, bu tozları incitmeden üfüren irfan rüzgârıdır.”  Sultan Veled

...............................................................................

“Hükmedenlerin ve idare edenlerin parlayan güneşleri iffettir, yıkılmaz kaleleri adalettir, silahları dirayettir, servetleri de güler yüzlü millettir.”  Suhreverdi Şeyh-İ Maktul 

.........................................................................................

“Hiçbir beygir, hiçbir arı, hiçbir sinek başının ağrıdığını ve midesinin bulandığını bize söylememiştir. Her köşe ve her delikte, çelikten korkunç dişlerini, şimşek suratıyla kilitlemeye hazır, binlerce tuzağın tehlikeli çemberi içinde yiyecek ufak bir gıda kırıntısı arayan, aç ve perişan farenin, gülmeyi hatırına getirmesi için çıldırmış olması lazımdır. İnsan, tavukla horozu aynı cinsten saymaya utanır: Biri çirkin, diğeri güzeldi.”Haşim Ahmet

..................................................................................

“Dünyanın senden sonra nasıl olduğunu görmek istersen, senden önce ölenlerden sonra ne olduğuna bak.

Dünya üç gün gibidir. Geçen gün, geçip gitmiştir artık, geri gelmez, ondan ümit kesilmiştir. İkinci gün, içinde bulunduğun gündür, bunun değerini fırsat bil. Üçüncü ise, gelecek olan gündür ki, ona ulaşabilir misin? Belli değil. Belki de ona kavuşamadan ölürsün.

Ey insan! İnsanların çokluğuna aldanma. Yalnız ölecek, yalnız kabire girecek, sonra kalkıp hesap vereceksin.

Çalışmak insanı üç şeyden kurtarır; can sıkıntısından, kötü alışkanlıktan, yoksulluktan 

İnsan tek başına ölecek, tek başına dirilecek, tek başına hesaba çekilecek.”Hasan-ı Basri Hz

................................................................................

“Susmaktan güzel bir şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı bir şey de yoktur. Yalandan büyük hastalık da yoktur.

Ey oğul! İnsanlara kızmaktan sakın. Sana da kızarlar. Boş işe ve söze karışmaktan da sakın, aşağılanırsın. Laf taşımaktan sakın, insanların kalbinde düşmanlığı artırır. İnsanların ayıplarını görme, kendini hedef seçersin.”*  Cafer-i Sadık

.........................................................................

 “Sefihlerin devlet işlerine bakması, kıyamet alametlerinin çoğalması, hükümetlerin para ile satılması, akrabalarla ilişkilerin kesilmesi, İnsanların yaşama haklarının hafife alınması, Kuran-ı Kerimi bir çalgı aleti ve türkü yerine koyanların ortaya çıkması demektedir.”


“Bir milleti idare etme sorumluluğu üzerine alan kimse, gittikçe şişmanlıyor, enine, boyuna genişliyorsa, bu hal onun halkına ve Rabbine karşı görevini yerine getirmediğinin bir işaretidir.” Ebu Zer Hazretleri

.......................................................................................

“Zamanımızda yol göstericilerimiz az olduğu için gençlerimizin isyanı artmıştır. Bu gün öğüt verenler çoktur ama gerçekleri anlatıp rehber olanlar azdır.”

“Üç şeyi yapmazsanız, bari şu üç şeyi yapın; Hayır yapmasanız, şerden uzak durun, Faydalı olmazsanız, şerden uzak durun. Oruç tutuyorsanız, bari gıybet etmeyin.” Yahya B. Muaz

Yazının Devamı

NİĞDE'MİZE YAZIK OLUYOR

Bir zamanlar Türkiye ortalamasının çok üstünde okumuş- yazmış, eğitim seviyesi yüksek olan iller arasında gösterilen Niğde, Müsteşarları, Valileri, Genel Müdürleri, Bakanları olan bir İl’di. 

Şimdilerde ise Niğde zengin kültürün fakir varisi gibidir. Daha düne kadar Nevşehir, Kırşehir, Aksaray, Yahyalı, Yeşilhisar, Niğde’ye bağlı ilçelerdi. Bunların her biri bizden ayrıldı. Şimdilerde Nevşehir turizm alanında Dünya’nın gündemine oturdu. Aksaray ekonomide kabuğunu kırdı ve sanayileşmede ben de varım dedi. Bu konuda tek bir fabrikasında 6 bin işçinin çalıştığı, işsizlik sorununu çözen bir İl’dir.

Aksaray ve Nevşehir de bölge müdürlükleri var ve Niğde bu konuda ilgili illere bağlı olarak hizmet almaktadır.

En eski medeniyet ve kültürlerin buluştuğu, saklı kent özelliğini taşıyan Niğde’de bölge müdürlüklerinin hiç birisini göremiyoruz. O iller ‘in yetkililerini kıskanıyorum ve aynı zamanda onları yürekten kutluyorum.

 Niğde 1175 tarihinde Konya Selçuklu Sultanlığı’na bağlı olduğu dönemde askeri üst olarak kullanılmıştır. Niğde’de konuşlanan askeri birlikler savaşlarda üstün başarı gösterdikleri için Niğde’ye “Pehlivanlar Yurdu” unvanı verilmiştir. 

İlerleyen zaman dilimi içerisinde Niğde Anadolu’nun en büyük 5 şehrinden biri olarak, devlete en çok vergi veren iller arasında tarihi kayıtlara geçmiştir.

Daha sonraki dönemlerde ilgililerin bilgisizliği, bilgililerin duyarsızlığı nedeniyle bu güzel şehir sürekli kan kaybetmiştir. 

Bana değmeyen yılan bin yaşasın, az olsun benim olsun anlayışı Niğde’yi bugünkü hale getirmiştir. Bekarlar ve Sofular Kasabalarını, Aksaray’a “buyurun sizin olsun” demişiz.

Ecemiş çayına bu gün sahip çıkabilseydik, Misli Ovası, Altunhisahisar, Bor İlçelerimiz tarımda zirve yapacaktı ve yılda en az iki ürün alınabilecekti.

 Üzülerek ifade edeyim ki, bu suyun yarısını Aksaray tarafında projelendirilip sahiplenme noktasına gelmiştir. 

Niğde havaalanı ise ölü yatırım şeklinde, toprağa gömülen milli servet olarak ortada bekliyor. Yüksek Hızlı Tren’e sahip çıkılamadığı için bu fırsat da kaçmıştır.

Yıl 1992. Niğde Üniversitesinin açılmasını gündeme getiren Niğde Gazeteciler Cemiyetinin önderliğinde kampanya başlatılmış, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, yerel yönetim temsilcileri ile Niğde halkı müşterek hareket ederek 70 bin imzalı dilekçeyi zamanın başbakanına sunmuşlardır. 

Neticede bir yere yumruk vurmanın, birlik olmanın mükâfatı da alınmıştır. Kesinlikle bilinmelidir ki, bu konuda hak verilmez alınır.

Bakınız Aksaray’da zengin işadamları fakülte binalarını yaptıktan sonra bütün siyasi parti liderleri, sivil toplum örgütleri, yerel yönetimlerle birlikte milletvekillerini de yanlarına almak suretiyle üniversitenin açılmasını sağlamışlardır.

Kayseri Erciyes Üniversitesinin tüm fakülteleri, Kayseri işadamlarınca yaptırılıp üniversiteye devredilmiştir. Şimdilerde Kayseri’de ikinci ve üçüncü üniversitenin açılması tamamlanmıştır (Vakıf Üniversitesi ve Abdullah Gül Üniversitesi). Bunların binaları ve alt yapılarını, Kayseri halkı ve iş adamları üstlenmiştir.

Bugün Niğdeli girişimcilerden bu duyarlılığı bekliyoruz. Bazı sivil toplum örgütlerimizin trilyonlarca nakit parasının kasalarında bekletildiği ifade ediliyor. Türkiye’nin çeşitli illerinde bulunan girişimci, büyük işadamlarımızın olduğunu biliyoruz.

Niğde üniversitesinin açılmasında gösterilen gayretin, yeniden kararlı bir şekilde ele alınması, Niğde ve Niğdeliler için bu bir vebaldir.

Buradan bütün Niğde sevdalılarına, yerel yönetim temsilcilerine, siyasi parti liderlerine, sivil toplum örgütlerine, Niğdeli iş adamlarına, Niğde milletvekillerine, bu çorbada bizim de tuzum olsun diyen herkese sesleniyoruz; 

Niğde için gerekliliğine inanıyorsanız, gelin bizim bu çağrımıza kulak verin, kampanyamıza yürekten ve inanarak destek verin diyoruz.

Yazının Devamı

Ertuğrul Gazi’nin Adaletli Yönetimi (1189-1281)

Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi adaletli, şeffaf ve geleneklerine bağlı, halkının mutluğu için çaba harcayan bir lider olarak hak, hukuk ve adalet konusunda hiçbir taviz vermeyen lider olarak tanınmaktadır.


Ertuğrul Gazi, Kayı Boyu'ndan Süleyman Şah ve Hayme Ana'nın oğlu, Halime Hatun'un eşi olan Ertuğrul Gazi'nin Osman Bey, Savcı Bey ve Gündüz Alp isimli üç erkek çocuk babasıdır.


Büyük Moğol İmparatorluğu ile yapılan savaşta Selçukluların yardımına koşması ve zaferdeki katkısından dolayı, Anadolu Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubad tarafından kendisine Ankara tarafındaki Karacadağ bölgesi yönetimi verildi ve daha sonra 1230 yılında, Bilecik'in Söğüt ve Kütahya'nın Domaniç ilçesi sınırları içinde kalan bölgeye yerleşti.


Bu arada çevresindeki beylik ve devletlerle iyi geçinerek aşiret ve tebaasını koruyup rahat ve huzur içinde yaşatan Ertuğrul Gazi'nin vefatından sonra yerine küçük oğlu Osman Gazi geçti.


Ertuğrul Gazi'nin, "cihan devleti"ni kuran oğlu Osman Gaziye "hocası Şeyh Edebali'ye saygı duymasını öğütlediği vasiyetinde:


“-Bak oğul. Beni kır, Şeyh Edebali'yi kırma. O, bizim boyumuzun ışığıdır. 

-Onun terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, ona gelme... Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; ona karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say.


- Türk olduğunu ve Türklük Töresini asla unutma. 

-Bilimin aydınlattığı yol karanlık olmaz ve yoldaşı bilgi, sanat olan şaşırmaz.


-Beylik sana insanlara hizmet edesin diye Tanrının emanetidir. Kişisel çıkarların için kullanma. 


-Sakarya çayı gibi daim ak. Akışın heybetli, görkemli, suyun yararlı olsun.


-Düşmanından cesur, çalışkan, sabırlı, eğitimli, güçlü olursan sana saldırmaya cesaret edemez.


-Güç ve zenginlik; zamanın ve emeğin, akıllı ve verimli şekilde kullanılmasıyla elde edilir. 


-Başın dik ve onurlu yaşamak istiyorsan, borç para alma!


-Balık baştan kokarmış! Halk seni örnek alacağından; dürüst ol, adaletten ayrılma, kurallara uygun hareket et, işini zamanında ve gereğince yap. 


-Bilesin ki sağlık; kaybedildiğinde, insanın yeniden kazanamayacağı en değerli hazinesidir. 


-Öncelikle vatandaşlarının can, namus ve mal güvenliğini sağla.

- Halkın huzurlu ve mutlu olmasını istiyorsan; onların kafasını ilim, bilgi, saygı, cebini ise parayla doldur. Güvenliğin sağlanamadığı yerde devlet de olmaz! Halkının çoğu cahil ve yoksul ülkenin başına; iç savaş ve ahlaksızlık bela olur. Bu hitabımı vasiyetim say.” 


" Diye oğlunu öğütlüyor,

Bu nedenle Osman Gazi "Ertuğrul Gazi'yi Anma ve Yörük Şenlikleri"nin her yıl 8 Eylül Pazar günü yapılmaktadır. 


Ertuğrul Gazi "Kayıların güvenliğini sağlamaya öncelik verdi"

Ertuğrul Gazi'nin atalarının Malazgirt Seferi'nden hemen sonra Anadolu'nun Türkleşmesi için büyük gayret sarf eti.

Ertuğrul Gazi'nin Kırşehir'de valilik de yaptığını görmekteyiz. Söğüt bölgesinin uçta kalması hasebiyle Kayıların güvenliğini sağlamaya öncelik vermiştir. Çevredeki beyliklerle ilişkileri düzenlemiş, insanlarla iyi geçinmiş ve Osmanlı Beyliği'nin temelini atmıştır."


"Bölgede bulunan binlerce Türkmen arasında onun öne çıkması, Türkmenleri kendi çevresinde toplamasından kaynaklanıyor. 1281'e kadar beyliğin başında kalan Ertuğrul Gazi, yerini Osman Bey'e bırakmıştır. Osman Bey'in gelişi ile adeta Osmanlılar bir dünya devleti olma yolunda doğru adımlarını atmıştır” diyebiliriz.

Yazının Devamı

BİR MUSİBET, BİN NASİHATTEN YEĞDİR

Bir zamanlar Anadolu’da zengin bir tüccar vardı. Bir gün bu adam birden hastalandı ve yatağa düştü. Bu arada gitmediği doktor, kullanmadığı ilaç kalmadı. Ne yazık ki,  bu derdin devası da yoktu. Çaresiz baba, servetinin tek varisi olan oğlu Murat’ı yanına çağırdı. Yaşamın zorluklarını, görünür,   görünmez tuzaklarını ve edindiği tecrübelerini ona bir, bir anlattı ve dedi ki; 

Evladım! Sana hayatta aman hata yapma demeyeceğim. Çünkü her insan yasaklara karşı inadına ilgi duyar. Benim sana tavsiyem, sakın ola ki doğruluktan ayrılma, namazını kıl, insanlığından taviz verme” diye öğüt verdi.

 Bir gün Hak vaki oldu ve adam öldü. Onun için görkemli bir cenaze töreni yapıldı ve sonrada defnedildi. Büyük servete sahip olan Murat’ın çevresini birden dalkavuklar sardı. Daha ilk günden itibaren Murat ile can ciğer oldular ve onu hiç yalnız bırakmadılar. 

Taziyelerden sonra Murat’ı efkâr dağıtmak niyetiyle meyhaneye davet ettiler. O da bu daveti kabul etti. Birlikte cenaze evinden ayrıldılar. Murat’ın acısı taze idi. Akşam olmak üzereydi. Birden babasının öğüdü aklına geldi, yeni dostlarına döndü ve; 

“Arkadaşlar! Bu nazik davetinize teşekkür ederim. Bana biraz izin verin. Sarhoş olarak namaz kılınmaz. Akşam ve yatsıyı kılıp geleyim, sonra size eşlik edeyim” dedi ve oradan ayrıldı.

Murat, akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra meyhaneye geldi. Artık şimdi O, yeterince içip derdini unutma niyetindedir. Fakat meyhane leş gibi içki kokmaktadır. Arkadaşlarının ağızları yamuk, yumuk, hiç birinin konuşmaları net olarak belli değil.

Murat bu görüntüyü bir müddet ibretle izledi, bu manzara karşısında henüz ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Çünkü bu meyhanede adeta insanlık dramı sergileniyordu. Murat, bu rezalete içi burkularak baktı, midesi bulandı ve hemen oradan uzaklaştı. 

Ertesi günü dostları tekrar geldiler ve Murat’ı meyhaneye davet ettiler. Adamlar sanki “ Bal üzerine konan sinek” gibiydiler. Murat, kesin gitmemek için cevabını verdiği halde ısrar ederek;

“Murat! Mademki, içmeyeceksin bir yerde genç, güzel kadınlar var. Felekten bir gün çalalım, bu gece orada birlikte olalım diye direttiler. Murat bu teklife olumlu baktı ve onlara;

“İşte buna asla hayır diyemem, aslında bu konuda ihtiyacım da var. Fakat yatsıyı kıldıktan sonra gelirim” dedi. Arkadaşlarıyla anlaştı ve oradan ayrıldı. 

Murat ertesi gün “oturak alemi yapılan” randevu evine geldi. İçeride manzara pek hoş değildi. Uygunsuz görüntüler, mantıklı mantıksız konuşmalar oluyordu. Murat’ı burası sıktı. Fakat gençlik ve bekârlık onu buraya getirmişti. Odanın içinde birbirinden güzel kızlar vardı. Sarışını, esmeri, insanı tahrik edici açık giysi giyimli bu kızlar onun ilgisini çekiyordu. 

Murat’ın gözü henüz 17–18 yaşlarında görünen, peri kadar güzel bir kıza takıldı. Onu hemen yanına çağırdı. Önce kıza karşı aşırı istek duydu. Kız yanına gelince birden değişti. Tuhaf bir duygu ile ona acıyarak baktı ve nazik bir ifadeyle; 

“Senin gibi güzel bir kızın bu bataklıkta ne işi var? Diye sordu. Kız Murat’a;

“Genç adam, sen buraya eğlenmeye geldin. Benim geçmişim sizi niye ilgilendirmekte ve bu güzel geceni zehir etmektesin. Bırak bu sözleri de zevklenmene bak”. Dedi. 


İşte bu anda Murat’ın merakı daha da arttı ve kızdan bu sorunun cevabını istedi. Bunu üzerine kız duygulandı. “Oturak âlemlerinde” beyaz kadın tacirlerinin eline nasıl düştüğünü ayrıntılarıyla anlatırken, adeta ağzından çıkan sözcükler, hıçkırıkla birlikte boğazına tıkandı. Onun ceylan gözlerinden pınar gibi akan gözyaşları, bir türlü dinmek bilmiyordu. 

“Aşk ağlatır, dert söyletir” derler ya doğrudur. Murat da bu anda bir başka duyguyla daldı gitti. Yanındaki kız kendi kız kardeşi olabilirdi. Murat şimdi beyaz kadın tacirlerine, oturak alemlerini hazırlayanlara kızıyordu. Ana kuzusu, bu körpe çocukları, fuhuş batağına sürükleyen saygısızlara kin kusuyordu. Tam bu anda “Sabahı makamında” ezan okunmaya başladı. Murat’ın tüyleri diken diken oldu. Hem heyecanlıydı hem de çok üzgündü.

Murat babasının öğüdünü bir kez daha düşündü. Yerinden ağır ağır kalktı. Başı öne eğik vaziyette bir tek kelam etmedi ve oradan ayrıldı. “Bir musibet, bin nasihatten yeğdir” diyerek, bir daha bu tip yerlere gitmemeye karar verdi.

 Murat’ın bu ilkeli davranışı, günümüz insanına ve insan haklarına saygının en güzel örneği değil midir? “Hem insanım, hem de milli duygulara saygılı, vicdan sahibiyim” diyenler, hatasını kabul edip bu konuda ciddi bir empati yapmalıdır” diye düşünüyorum.

Yazının Devamı

Dünden bu güne, gelenek ve göreneklerimiz

Bu yazımda Orta Asya’dan bu yana devam ede gelen, Şamanizm’in izlerini taşıyan, Anadolu’da unutulma noktasına gelen, gelenek ve göreneklerimizden kız isteme, nişan ve düğün merasimi gibi hasletlerimizden bahsedeceğim.

  Tarihte bir milleti millet yapan özellikler vardır. Bu özellikler toplumları birlik ve beraberliğe, kardeşliğe, sevgi ve saygıya sevk eder. İşte bu kültür, insanlara aynı duyguları yaşatan, tarih boyunca ezelden ebede doğru büyüyerek akıp giden millet ırmağıdır.  Anadolu insanı, bütün bu güzellikleri özünde taşıyan bir güzelliğe sahiptir.

 Bu yazımda Türk toplumları arasında İslam öncesi Şamanizm’den kalma inanışlar da yer almaktadır. Örneğin; “Salı günleri yola çıkılmaz, cuma günleri ev süpürülmez, çamaşır yıkanmaz, dikiş dikilmez, kapı eşiğine oturulmaz, ateş közüne su dökülmez, soğan kabuğu ateşe atılmaz. Çünkü bunlar insanlara uğursuzluk getirir ve günah sayılır.

 Ergenlik çağına gelmeyen sabi kız çocuğunun çekilen dişi, gebe bir ineğin altına atıldığında doğacak dananın dişi olacağına kesin gözüyle bakılır. 

Yaşamayan çocuklara ise Mehmet adı verilmesi, yedi komşudan yedi parça bez toplayıp çocuğa gömlek dikilmesi ve neticesinde de bu çocuğun ölmeyeceği inancı vardır. Böylece bu çocuğa yedi yıl banyo yaptırılmaz ve saçı kesilmez.

 Evden yolcu çıkınca hemen ev süpürülmez, arkasından su dökülür, ayna tutulur.  Yatırlara dilek tutma, mum yakma, çaput bağlama, beşik ve evcik yapma, horoz kesme dünden bugüne devam eden yanlış, hurafe ve batıl inanışlardır.

   Kırkı çıkmamış (doğumdan sonra kırk gün içinde) iki bayram arasında evlenip bir araya getirilmez. Kırkı karışanlar da karşılıklı iğne değiştirirlerdi. Albastı düşüncesi yaygındı. Bütün bunlar uğursuzluk sayılırdı.

   İç Anadolu’nun köy ve kasabalarında yapılan araştırmalar neticesinde, gelenek ve görenekler açısından değişik örneklere rastlanmıştır. Bugün düğünler, özellikle şehirlerde bir gecede “Balo” şeklinde sona ermektedir. Köylerimizde ise eskiyi andıran uygulamalar kısmen de olsa devam etmektedir. Bir hafta süren düğünlerin yapıldığını biliyoruz.

Önceleri evlenecek yaşa gelen genç delikanlıya durumuna uyan kız aranırdı. Askerliğini yapan, eli iş tutan, ekmeğini kazanma noktasına gelen her genç için evlilik hazırlığı yapılırdı. İşte bu noktada anne ve babalar sorumluluğunu bilirdi. Eş ve dostları aracılığı ile köy ve mahallelerdeki kızları araştırır, durum değerlendirmesi yaparlardı. 

Bu konuda “Anasına Bak Kızını Al, Kenarına Bak Bezini Al” sözüne uygun hareket edilirdi. Burada önemli olan asaleti ve ahlakı güzel birini bulmaktı. Böyle biri bulunduğunda oğlana, yakın arkadaşları tarafından bildirilir, görüşü sorulurdu. 


Oğlan “Tamam, uygundur” derse bu sefer oğlanın anası sabahın erken saatlerinde bir bahane bularak kızın evine giderdi. Kızın evinin bahçesi temiz ve düzenli mi, kız erken kalkıyor mu? Kalkıyorsa kılık ve kıyafetini, genel görünüşünü kontrol ederdi. 

Bunun sonucu olumlu olsa bile,  evde terlik, ayakkabı düzenli değilse, Kızın yüzü asıksa, gecelikle, düzensiz bir şekilde karşısına gelirse, kız oğlanı istemiyor anlamı çıkarılırdı. Bu takdirde kız isteme işinden vazgeçilirdi. 

Eğer müspet davranış sergilenirse kayınvalide olacak kişi evin lambasının, dolap üstlerinin, halı altlarının ve gizli yerlerinin kirli olup olmadığına bakar ve evin içini kontrol ederdi. Fırsatını bulursa kilimi, halıyı hafif kaldırır temizliği incelerdi. Bundan sonra kızın becerikli olup olmadığı konusunda karar verilirdi.

 Bu incelemelerden sonra kalkıp giderken oğlan evinden bir bayan kıza sarılır, onu öper ağzının kokup kokmadığını anlamaya çalışırdı. Eğer şüphelenirse yakın akrabalardan bir kızı ona gönderir, bu konudaki tereddüdünü, endişesini tamamen giderirdi.

Eğer kız beğenilirse, dünür gitme hazırlığı yapılırdı. Kız evine de haberler gönderilirdi. Bu arada mahallenin sözü dinlenen, hatırı sayılan, aksakallı, ağzı laf eden kimseleri oğlan evine davet edilir. Evin reisi ve birinci derecede akrabalarıyla birlikte kız evine gidilir. Hal hatır sorma, genel konuşmalardan sonra dünürcü başı söz alır ve “Şimdi sadede gelelim, Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza münasip gördük” diyerek söze girerdi. 

Kızın anne ve babası “ Tabi bu işler aceleye gelmez. Hoş geldiniz, safa geldiniz! Allah’ın emri, peygamberin kavli başımızın üstünedir. Yalnız bizimde danışıp konuşacağımız amcası, halası, teyzesi, dayısı vardır. Onların görüşlerini alalım. Kısmetse, Allah yazdıysa, hayırlısıysa olur” diye cevap verirlerdi. Dünürcüler “ Kız evi naz evidir. Biz bir daha, bir daha geliriz. Yeter ki siz evet deyin” derlerdi.

Bu ziyaretler birkaç kez tekrarlanırdı. Söz kesildikten sonra çaylar, kahveler içilir, neşeli sohbetler edilirdi. Söz alınmadan önce oğlan evinden gelen misafirler araya soğukluk girer, uğursuzluk olur diye kesinlikle su içmezlerdi. Söz alındıktan sonra mutluluk tabloları çizilirdi. Sonra söz dönüp dolaşır alınacak takılara, eşyalara, başlık parası ve hediyelere düğümlenirdi.

Burada sıkı bir pazarlık yapılırdı. Bu konuda da anlaşma sağlanınca tatlılar yenir, şerbetler içilirdi. Oğlan evinden gelen şeker, kahve, lokum davetlilere ikram edilirdi. Nişan olayının ilk ayağı burada noktalanırdı. 

Sonra oğlan evi kızla birlikte beğenilip alınan elbiseleri, terliği, çorapları, başörtüsünü içine alan bohçayı bir kadınla kız evine yollardı. Bohçayı götüren kadına “OKUYUCU” adı verilirdi. Kız evi okuyucuya bahşiş vermeyi ihmal etmezdi.

Sıra nişan takma merasimine gelince, kız evine yeniden haber iletilirdi. Oğlan evi damatsız olarak kız evine giderdi. Çay ve kahveler içildikten sonra aile büyüklerinden biri “Hayırlı uğurlu olsun” diyerek nişan yüzüğünü dua ile kızın parmağına takardı. Sonra şeker ve lokum tutulur, ağızlar tatlanırdı. 


Kız önce kayınpederinin, sonra kayınvalidesinin, daha sonra kendi anne ve babasının, orada bulunanların elini sırayla öperdi. Bu merasimler tamamlanınca evlerine giderlerdi. Daha sonra her iki taraf birbirlerine gezmelere giderdi. Buna “SÜS DÜNÜRLÜĞÜ” denirdi. 

Daha sonra gelinlik alma, giysiler diktirme işlemleri yapılır, eksikler tamamlanırdı. Bu işlemlerden sonra da düğün töreni başlardı.

Yazının Devamı

ATALARIN SÖZÜ, HAKİKATIN ÖZÜ

Kültürümüze ilk kez olarak “BABA ÖĞÜTLERİ” adı altında hizmete sunduğum, bu eserin 2 bin yıl öncesine dayanan Türk Medeniyetinin, bilim ve gönül adamlarına ait 12 binin üzerinde öğüt niteliğindeki sözlerini, bini aşkın kaynak eserden, tıpkı her çiçekten polen alıp kovanında bal yapan arı misali çalıştım, titizlikle bu öğütleri  derledim ve bunları alfabetik bir sıraya koydum, 530 sayfa olarak hizmete sunuldu.
Amacım Türk harsını, örf ve adetlerini, gelenek ve göreneklerini gelecek nesillere derli toplu olarak sunmak ya da buna aracı olmaktır.


Atalarımız bu güzel kültürümüzü, en güzel bir biçimde yaşatmışlar. Bunun canlı örnekleri de günümüze kadar gelen, ”Ataların sözü, hakikatin özü” baba öğütlerimizdir.
Ataların sözü, Türk'ün milli duygularını, manevi değerlerini, hayata bakış açısını ortaya koyan, veciz ve aynı zamanda geçmişi geleceğe bağlayan, dedelerden torunlara intikal eden kısa, ibretli, hikmetli sözlerdir. 
Eskilerin, eskimeyen tabirleri ile “Vecize“ denen bu sözler, insanlara yol gösteren ışıklar gibidir ve az kelime ile çok şeyler ifade etmektedir. “Bir gram altının, bir çuval samandan daha değerli” olduğunu bilmeyen var mıdır?
Baba öğütlerinde tecrübeler, uyarılar ve nasihatler vardır. Bunlar bir milletin duygu ve düşüncelerini, özlemlerini doğru bir şekilde ortaya koyan kurallardır. 
Bu sözler, Orhun ve Uygur yazıtlarında, Dede Korkut, Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmut’un eserlerinde kendini gösterir. 


Sonraları, Nasreddin Hoca’nın fıkralarına konu olur. Dilden dile, kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa kolayca ezberlenip aktarılmaktadır.
Örneğin; “Seyrek git dostuna, kalksın ayak üstüne.” “Balık baştan kokar.” “Misafir kendi kısmetiyle gelir.” “Duvarı nem, insanı gam yıkar.” İşte buna benzer ifadeler, akıllarda kolay kalabilecek öğütlerdir. 
Bu veciz sözlerin derlenmesi ve yazıya aktarılması dikkat ve incelik ister. Eskiden buna “Darb-ı Mesel” adı verilirdi. Bu zarif, nükteli sözlerde bir milletin medeniyetine ait kültür ürünleri yer almaktadır. “Ağaç yaş iken eğilir” sözü terbiye ve eğitimin, küçük yaşlarda verilebileceğini ifade eder.
Baba öğütleri, doğru yolda nasihat verirken, çürütülmez bir gerçeğe dayanır. Üslup açısından dili sade, dar ve geniş anlamları vardır. Bu özlü sözlerde yersiz ve gereksiz kelimelere rastlanmaz. 
İslamiyet’ten önce toplumun geleneklerine bağlı yaygın kurallar olarak Ozanlar, Bağsılar, Kamlar, İslam’dan sonra da dervişlerle yaşatılmıştır. 


İnsanlara öğüt verme, eski Ozan, Bağsı töresidir. Öğüt verilen olaylar ve davranışın hikâyesi gizli tutulduğu için “Nasihat anlayana verilir” fikri hâkimdir. Kinci değil eğitici, toplum ihtiyaçlarına cevap niteliğinde, hatalardan uzak, Türk töre ve anlayışına dayanan yiğitlik, cömertlik, ahlaki değerlere uyma gibi yol gösterici özelliği vardır. 
Önceleri bu güzel sözlere; “Kelam-ı kibar” denirdi. Kaşgarlı Mahmut'un yazdığı "Divan-ı Lügat-it Türk" adlı eserinde "SAV", divan edebiyatında ise "Darb-ı Mesel" olarak ifade edilmiştir. Bilindiği gibi bu güzel geleneğimizin asıl kaynağı 8. asra dayanan ve kitabımızın kapağında resimlenen "ORHUN ABİDELERİDİR”.
Ecdadımızın bu vecizeleri, gelecek nesillere ders niteliğindedir. Defalarca denendiği için doğruluğunda hiç şüphe yoktur ve aksine yol gösterici özelliği vardır. 


Burada, “Hikmet ve hakikat, bizim öz malımızdır. Onu nerede görürsek derhal almalıyız” sözü gereğince bu eseri hazırlarken, sekiz yıl boyunca birçok kaynaklardan yararlanıp, titiz bir şekilde ve iyi niyetlerle derlediğim, ”Baba Öğütlerini” sizlerin yararına sunmak istedim. 
Bu konuda geniş çapta yaptığım araştırmalarım neticesinde gördüm ki, aslı Türk soyuna dayandığı ifade edilen Hz. Nuh’un  oğlu Yasef’in söylediği “özlü-sözü” diğer taraftan Bilge Kaan, Kaşgarlı Mahmut, Sultan Alpaslan, Nizam-ül Mülk, Şeyh Edebali, Sultan Murat, Akşemsettin ile birlikte birçok bilim ve gönül adamının, aynı ifadeleri küçük farklılıklarla naklettiklerini tespit ettim.

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠
Baba öğütlerini kesin olarak şu veya bu kişiye aittir demek zordur. Çünkü dünyada söylenmedik hiçbir söz yoktur. “Baba Öğütleri”ni zevkle, okuyacağınıza da yürekten inanıyorum
Özellikle bu eserin grafiğini ve düzenlemesini yapan, hazırlayan Tekten Ofset çalışanı arkadaşlarıma, Tekten Ofset Matbaa ve Anadolu Gazetesinin sahibi Sayın Hüseyin Süha Tekten’e, Yazı İşleri Müdürü Kazım Karakaya’ya çok teşekkür ediyorum.

Yazının Devamı

GELECEĞİMİZİN TEMİNATI ÇOCUKLARIMIZ


Neslimizin devamı ve geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza ne kadar önem veriyoruz? Bu konuda herkes üzerine düşeni yapıyor mu? Esas sorgulanması gereken konu bu olsa gerek. Doğrusu çocuk başıboş bırakılırsa söz dinlemez, kanun tanımaz olur. Neticede vatanına, milletine, devletine, çevresine bela kesilir. “Ağaç yaşken eğilmeli, çocuk küçükken eğitilmelidir”

Aslında bizim inanç geleneğimizde “Her çocuk dünyaya temiz olarak gelir. Sonradan onun Müslüman veya gayri Müslim olmasına ailesi ya da çevresi vesile olur.”

Çocuklar, annelerin koruması altında, uzun ve yorucu bir çabayla hayata hazırlanırlar. Her çocuk düşünce ve fikir yapısı yanında duygu ve sevgi değerlerine de sahiptir.

Bugün “çocuk ıslahevlerinde” anasız-babasız büyüyen çocuklarda psikolojik bozukluklar görülmektedir. “Ağaçlar su ile beslenmeli, çocuklar sevgiyle, ilgiyle büyütülmelidir”. Su nasıl kabın şeklini alırsa, hamur elde nasıl şekillenirse çocuk da iyi huylarını aile ortamından alır. Eğer anne-baba çocuğuna iyi örnek olursa o çocuk, meyveli ağaç gibi verimli olur.

İçinde ulunduğumuz sosyal hayatımızda, sokak çocuklarının insanlığa, çevreye verdiği zararları hep birlikte örmekteyiz. Bally koklayan, beyaz kullanan, kap-kaç olayına karışan, ev soyan, adam öldüren, anarşiye yem olan gençler hep bu ilgisizliğin ağır bedelini ödemektedir.

Aile ortamından uzak, eğitimsiz, sevgisiz yetişen çocukların bunalıma düştüklerini biliyoruz. Aslında çocukların sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamakla da onların problemleri çözülmez. Çünkü çocuk her gördüğünü taklit eder ve her şeyi olduğu gibi alır. Bu bakımdan çocuğa doğruyu, yanlışı, güzeli, çirkini öğretirken daima hoşgörülü davranmak gerekir.

Dünyaca bilinen ünlü bilim adamı “EİNSTEİNE” der ki, “Bugünün gençleri çabuk iş gören bir makine gibi yetişmektedir. Fakat insan asla bir makine olmamalıdır. İnsanın iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayıracak bir kafası olmalıdır. Bu kafa yerinde değilse onun hiç makineden farkı kalmaz. Ben bugünkü gençlikte en büyük eksikliği bu noktada görmekteyim. 

Biz çocuğa başka türlü terbiye vermeliyiz. Yoksa bu çocukların talimli köpeklerden hiç farkı kalmayacaktır”. Bu sözler günümüzün gerçeğini en güzel şekilde ifade etmektedir.

Bu da gösteriyor ki, çocukların yetişmesinde ailenin sorumluluğu, asla tartışılamaz kural olarak önümüze konmaktadır. Çocuğu tek başına bilgiyle donatmakta yetmez, onları etik açıdan da takviye etmeliyiz. 

İlimle ahlak, etle tırnak gibi birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Eğitimde ahlaka yer vermemek, insanın kendisini inkâr etmesiyle eşdeğerdir.

 Edep ve terbiyeden yoksun olanlar insanlıktan çıkarlar. İyilik yapanlar yücelirler. Kötülük ise insanı alçaltır. Çocuğun terbiyesine önem vermeyen aileler onu tehlikeye kendi eliyle atmış olurlar. Bunun zararını hem kendisi hem de çevresi görecektir.

Bu nedenle bilenlerin bilmeyenlere, öğretmenlerin öğrencilerine terbiye ve güzel ahlak öğretmesi vicdani bir görev olmalıdır. Her çocuğun özünde, mayasında iyiliğe, kötülüğe yatkınlık vardır. Onları güzellikle, hoşgörüyle düzeltmek gerekir. 

Terbiye hiçbir zaman baskıyla yapılmaz. Çocuğa tatlı dille, güler yüzle yaklaşmalı, gereksiz yere şiddet gösterilmemelidir. Çünkü aşırı baskı çocuğu isyana sürükler ve evden kaçmasına sebep olur. 


Çocuk terbiyesi zordur ve aynı zamanda sabır isteyen kutsal bir görevdir.

Yazının Devamı

Niğde tarihini yeniden yazmak gerekir

Bu yazımı sonuna kadar okunduğunda ne demek istediğim net olarak anlaşılmış olacaksınız. Çünkü Kapaddokya ve Ihlara vadisinde bulunan Kiliseler, yer altı şehirler ve tarihi kalıntıların (Gümüşler Manastırı hariç) Türklere ait olduğunu göreceksiniz.

Niğde, İç Anadolu bölgesinde bulunan ve birçok medeniyetlere ev sahipliği yapmış, önemli bir yerleşim merkezidir. Niğde Müzesi'nde bulunan neolitik döneme ait, Âşıklı Höyük kazılarında ele geçen çanak-çömlek buluntulardan buranın en eski yerleşim yeri olduğunu ortaya koymaktadır. 

Niğde merkezinde, Kayaardı Tepesi ve Köşk Höyük'te bulunan neolitik ve kalkolitik dönemine ait tarihi eserler,  orta tunç çağlarından bu yana Niğde’nin eski bir yerleşim yeri olarak devam ede geldiğini göstermektedir.

Niğde, Hititler döneminden itibaren kendi adı ile değil de, bu günkü Kemerhisar'ın eski adı olan Tyana olarak anılmaktadır. Geç Hitit döneminde Niğde; Kayseri ve Ürgüp, Tabal Krallığına bağlıdır. İlk defa Niğde ismi bu dönemde ifade edildiği görülmüştür. Asur kaynaklarında, III. Salmanasar zamanında Tabal'da 24 adet küçük krallığın olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan biride Nahita (Nekite) kralı Saruvanas'ın ismi Hitit hiyeroglif kitabelerinde yazılıdır.

Kemerhisar'da bulunan Frig kitabesi, buranın önemli bir yerleşim yeri olduğunu işaret etmektedir. Bundan sonra Niğde sırasıyla Kimmerlerin, Perslerin ve Kapadokya Krallığı'nın egemenliği altına girmiştir.

Niğde, Romalılar döneminde Tyana, daha sonra da Ösebya olarak anılmıştır. Roma İmparatorluğu; Doğu ve Batı şeklinde ikiye bölündüğü zaman Niğde; Doğu Bizans İmparatorluğu içinde yerini almıştır. Yedi asır boyunca Doğu Roma egemenliğinde kalan Niğde, Sasani ve Arap istilasına da maruz kalmıştır. 

Sürekli savaş alanı içinde kalan, huzursuz olan yöre insanları bölgeyi terk edip batıya göç etmişler. Bizanslılar, Kapadokya ve Kilikya’da boşalan bu yerlere Türkleri iskân etmişlerdir. Buralara getirilen Bulgar Türkleri Anadolu’ya Sultan Alpaslan'ın gelişinden beş buçuk asır önce yerleşmiştir. 

Bizans Devleti altıncı yüzyılda Türkleri Hıristiyanlaştırmaya başlamıştır. Bu dini, siyasi olaylar içinde Türklerin kendilerini Rum kültürüyle erimiştir. Doğu Anadolu da birçok Türk uyruğu da Ermenileşecektir.

Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde Hıristiyan olmuş Türklerin burada yerleştiklerini görmüşlerdir. Kaynaklar Niğde-Tarsus arasında bulunan Bulgar Dağında yaşayan, Bulgar Türk kavminden bahsetmektedir.

Türklerin Niğde'ye ilk akınları Melikşah zamanında olmuştur. Niğde ve çevresi Danişment Gazi ve oğlu Emir Gazi tarafından fethedilmiş ve kendilerine” ikta” olarak verilmiştir. M.S. l175'de II. Kılıçaslan Niğde bölgesini tamamen Selçuklu Sultanlığına bağlamıştır .

1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra da Niğde bölgesi İlhanlıların egemenliğine girmiş, 1366 yılında Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey, Niğde ve havalisini Karamanoğlu Beyliği topraklarına katmıştır.  Niğde, 1470 yılında, Osmanlı Devleti sınırları içinde yerini almış ve Karaman Eyaleti'ne dâhil edilmiş, 1518 yılı Karaman Eyaleti Mufassal Defteri kayıtlarına göre Niğde bu eyaletin sancağı olmuştur.

Niğde Sancağı'nın etnik yapısını Müslüman Türkler, Ortodoks Türkler ve çok az sayıda Ortodoks Rumlar ile Ermeniler oluşturmaktaydı..Ortodokslar’ın bir kısmı madenci diğerleri yerlidir. Madenciler Trabzondan gelmişler, Bolkar Dağı ve Bereketli maden ocaklarında amelelik yapmışlardır. Maden Nahiyesi'nde, Suluca ova’daEyneli'de ve Ulukışla Kazası’nın Kavuklu, Ovacık, Eminlik köylerinde ikamet etmişler, 

Yerli Ortodokslar öteden beri Niğde de meskûn olanlardır. Bunların dilleri genellikle Türkçedir. 50 yaşından yukarı olan kadınların arasında Rumca bilen yok gibidir. Dolayısıyla Türkler, İslamiyet'ten ve İslam'ın buralara yayılmasından evvel Hıristiyan olup bu bölgeye gelip yerleşmişler. 

Yunanistan eskiden beri uyguladığı Bizans oyunlarını sergilemek suretiyle Anadolu'da yaşayan Ortodokslar üzerinde baskılar kurmaya devam etmiştir.  Bu amaçla papazlarını, doktorlarını ve öğretmenlerini Anadolu'ya göndermek suretiyle kışkirtmişlar. Aslında Niğde'de yaşayan Ermeni ve aslen Rum olanın sayısı fazla değildi

Yukardan beri, çeşitli belge ve kaynaklardan alarak anlatmaya çalıştığım Niğde tarihinin seyrini değiştirecek bilgileri siz okurlarımla paylaşmak istiyorum;

Niğde tarihinde, Kapadokya bölgesine yerleşen Hıristiyan Türkler, kendilerini düşmandan koruyacak yer altı şehirlerini kurmak zorunda kalmışlardır. Buralarda ibadet için kiliseler inşa etmişler. Buna göre Kapadokya’da bulunan mağara evler, yer altı şehirleri ve kiliseler, Niğde merkez kasaba ve köylerde bulunan kilise ve manastırların birçoğu, (Gümüşler Manastırı hariç) Hıristiyan Türklere aittir.

Niğde Sungur Bey Camisinin hemen yanında büyükçe bir kilise yer almaktadır. Bu kiliseye giden halk ile camiye giden cemaat yan yana yıllarca yaşamışlar, aralarında hiçbir zaman etnik ve dini bir sorun çıkmamıştır. Çünkü her iki cemaat mensubu da kendilerinin Türk olduklarının farkındaydılar. Hıristiyanlık ve Müslümanlık bir dindir, Türk ve Rum ise bir milletin adıdır.

Ne yazık ki, Cumhuriyetin ilanı ile birlikte 1923 yılında Lazan Mübadele antlaşması gereği zorunlu göç olayı gündeme gelmiştir. 1.250.000 bin kişi Türkiye’den Yunanistan’a, Yunanistan’dan da Türkiye’ye 200 bin kişi zorunlu olarak göç ettirilmiştir.

Türkiye’den Yunanistan’a Rum diye gönderilenler, Türkçeden başka dil bilmeyen, Ortodoks Hıristiyan Gagavuz ve Karamanlı Türkleridir. Yunanistan’dan Anadolu’ya getirilen arasında Müslüman Türklerin yanı sıra Bulgarca konuşan Pomaklar, Romanca konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Arnavutlar yer almaktadır.

Niğde, Nevşehir, Kayseri, Konya, Ankara bölgesi yoğun bir şekilde Hıristiyan Karamanlı Türklerin yerleşim yerleridir ve bu insanlar Rum’dur diye Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Hıristiyan olan bu Türkler Yunanlılar tarafından sırf Türk oldukları için horlanmışlar.

Hıristiyan Türklerin üzülerek yaktıkları bir ağıt onları bütün yönleriyle anlatmaya yetiyor:

"Gerçi Rum isek de Rumca bilmez Türkçe söyleriz

Ne Türkçe yazar okuruz, ne de Rumca söyleriz

Öyle bir mahludi haddi tarikatımız vardır

Hurufumuz (harflerimiz) Yunanice, Türkçe meram eyleriz” diyorlar

Hıristiyan Türklerin zorunlu göçüne ilişkin Atatürk'ün üzüntüsünü Hamdullah Suphi Tanrıöver anılarında anlatırken; (Mahmut R. Kösemihal), "Biz Anadolu'nun bir miktar Hıristiyan Türk'ü ile Hıristiyan Elen'ini ayıran farkları incelemeye vakit bulamadan, mübadelede bir miktar Türk unsurunu Yunanistan'a göçtürdük." değerlendirmesinde bulunuyor.

Celal Bayar bir gün Hamdullah Suphi'ye, "Bilir misin Hamdullah, Atatürk'ün son yıllarda en büyük üzüntüsü ne idi?" diye sorar. Hamdullah Suphi bilmediğini söyleyince, cevabı kendisi verir:

"Anadolu'dan binlerce Hıristiyan Türk'ü göndermiş olmasıydı. Paşam yapmayın, yollamayın, bunlar özbeöz Türk’tür dedim. Kendisine kitaplar gönderdim, fakat dinlemedi."

Yunanistan'a gönderilen Türk Hıristiyanlar Türkiye'de Rum olarak adlandırılıp mübadeleye tabi tutulurken, Yunanistan'da da "TurkoSporos-Türk tohumu" diye aşağılanarak Yunanlı olarak kabul edilmediler. Gittikleri Batı Trakya'da, biraz da Anadolu'yu hatırlamak için olsa gerek, "Karaman" adını verdikleri bir yerleşim birimi kurdular. 

Yunanistan'da Batı Trakya Türklerinden daha fazla horlanan ve ayrıma tabi tutulan Türk Ortodoks Hıristiyanların birçoğunun daha sonra Avrupa'nın çeşitli ülkelerine dağıldığı biliniyor.

Bu konuda Niğde Tarihini ve gerçeklerini şekillendirmek üzere yeniden çeşitli kaynaklara başvurmak suretiyle araştırmalar yapılması gerekmektedir.

Yazının Devamı

HELE BİR KUYRUK KOPARSA

Hoca, gençliğinde öğrenci bir arkadaşıyla, eğlence için dağa kurt avına gider. Tam o anda bir kurt inine rastlarlar. İçerden kurt yavrularının sesi duyulur. Ana kurdun olmadığı anlaşılınca, arkadaşı inin içine girer. Tam bu anda, ana kurt nerdeyse çıkagelir. Hızla yuvaya hücum eder. Hoca inine girmek üzere olan kurt’ un kuyruğundan yakalar. 

Eğer kurt içeri bir girse arkadaşını, parça parça edecektir. Bir taraftan kurt, kuyruğunu kurtarmak için tepindikçe ortalık toz duman olmaktadır. Olaydan habersiz arkadaşı, dışarıya seslenir;

—Ne yapıyorsun kardeşim, içeriyi tozuttun, deyince Hoca ona karşılık verir ve;

—Dua et de kurdun kuyruğu kopmasın. İşte o zaman fırtına kopacaktır, – der.

Bu ibret dolu olaydan, her aklıselim, kendine mahsus yorum getirmelidir, diye düşünüyorum.

GÜVERCİN ERKEK Mİ, YOKSA DİŞİ Mİ?

Hoca’nın dostları zaman zaman gelirler, Hoca’ya lüzumlu lüzumsuz bir takım sorular sorarlardı. Hoca da kıvrak zekâsıyla onları mars etmenin bir yolunu bulurdu. Bir gün Hoca vaazında, Hz. Nuh’un gemisini anlatır, halkta onu ilgi ile dinlemektedir.

 Sözün sonunda Nuh tufanı son bulup, sular çekilmeye başlayınca Peygamber bir güvercini serbest bırakır, güvercin bir müddet sonra ağzında otla geri gelir ki, bu da karanın yakın olduğuna işarettir. Hoca bu kıssayı anlatırken cemaatten şarlatan ve geveze biri Hoca’ya;

—Ya hu Hoca! Nuh Peygamberin gönderdiği güvercin erkek miydi, dişi miydi? – diye sorar. Hoca hiç beklenmedik bu soruya;

—Efendi o kuş erkekti.

—Nereden anladınız, bunun kitapta yeri var mıdır?

—Hayır, yoktur, ama insanda birazcık akıl varsa, bunu anlamakta zorluk çekmez. Çünkü güvercin dişi olsaydı, ağzını uzun süre kapalı tutabilir miydi? Taşıdığı ot, derhal düşerdi, –der.

PİŞMİŞ TAVUĞUN BAŞINA GELENLER

Hoca bir gün doğduğu ilçeye, Sivrihisar’a ziyarete gider. Karnı acıkınca da aşçı dükkânına girer ve bir kızarmış tavuk ister. Karnı doyunca parasını ödemek için elini cebine atar, bakar ki, paraları evde unutulmuştur. Bereket versin dükkân sahibi tanıdık çıkar ve Hoca’ya;

—Hocam önemli değil, bir daha ki gelişinizde verirsiniz deyince Hoca rahatlar. Buradan Akşehir’e döner. Aradan bir iki yıl geçtikten sonra yeniden Hoca Sivrihisar’a geldiğinde hem borcunu ödemek, hem de karnını doyurmak niyetiyle lokantaya girer. Önce borcunu vermek ister, aşçı Hoca’nın bir tavuk yediğini anlayınca;

—Hocam, borcunuz yüz akçedir, – deyince Hoca şaşırır, hayret eder ve;

—Bu ne iştir, bre insafsız adam! Tavuğun tamamı bir akçedir. 

Aşçı;

—Aradan bunca zaman geçti, o tavuk bu gün yaşasaydı birçok yumurtası olacaktı. Sayısız civcivleri çıkacaktı. Onlar büyüyecekti tavuk olacaktı. Ben size az bile söyledim, – deyince Hoca ona;


—Tamam, kardeşim anlaşıldı, bende size borcumu ödemeyeceğim, demeye kalmadan aşçı, Hocayı yaka paça kadının huzuruna zorla götürür. Kadı, aşçının ahbabıdır. Olayı ona anlatırlar. Kadı, Hoca’ya;

—Aşçı bunda haklı borcunu ödeyeceksin, – demesine kızan Hoca;

—Olur, vereyim, ama bana biraz zaman tanıyın, yeni sürdüğüm tarlaya bulgur ekeyim, mahsul kalkınca borcumu öderim, – deyince Kadı;

—Hoca anlaşıldı ki, sen kaçacaksın, ipe un seriyorsun. Hiç bulgurdan tohum olur mu?

—Bre Kadı Efendi! Pişmiş tavuktan yumurta, civciv çıkarsa, bulgurdan da ekin neden olması? 

Bu sözünü işiten kadı verdiği karardan vazgeçip onu serbest bırakır.

Zaman zaman bir kaşık suda fırtına koparanların, devleti, milleti soyanların durumu bu olaydan farklı mıdır?

EŞEĞE TERS BİNME

Hoca bir gün camide sohbet etmektedir, onu çekemeyenler vardır. Fakat Hoca’nın konuşmaları çok etkilidir. Herkes bu sohbetten memnun görünmektedir Cami kapısından çıkan Hoca, hazır bekleyen merkebe tersinden biner. Hoca’yı sevenler onunla birlikte yola çıkarlar. İçlerinden biri Hoca’ya;

—Ya hu Hoca, neden merkebe ters bindiniz? Şu hayvana doğru dürüst binseniz ya! –deyince;

—Ya hu size saygısızlık olmaz mı? Ben eşeğe düz binersem, bu seferde, siz arkada kalacaksınız. Eğer siz öne geçerseniz bu takdirde ben geride olacağım. Şimdi böylesi hoş değil mi? Hep birlikte yüz yüze oluyoruz – dedi

Bu hadise ikiyüzlü olanlara ne güzel örnektir.

HOCA’NIN HESABI

Hoca mahalle bakkalından aldığı ihtiyaç maddelerinin borcunu zamanında ödeyemez duruma düşünce, ne yapacağını bilemez oldu. Hele borçlu olduğu dükkânın önünden de geçemez duruma düştü. Adamda tam bir yüzsüz ki, her gün Hocayı evde, yolda yolakta sürekli rahatsız etmektedir. Doğrusu bu esnafta pek haksız da değildir. Adeta Hoca’nın gittiği her yerde gölge gibi dolaşmaktadır.

 Hoca bir toplantıda sohbet ettiği sırada bakkal karşısına dikilip, işaretle konuşmaya başlayınca,. Hoca’nın neşesi kaçtı. Ne yana dönse, bakkal orada işmar yapmaktadır. Belli ki, parasını almadan gitme niyeti yoktur. Doğrusu fakirlik kapıya bastırılacak şey değildi. Hoca ne yapacağını düşünürken, işi pişkinliğe vurup, bakkalı yanına çağırdı ve ona;

—Gel bakalım dostum! Şimdi senin benden kaç para alacağın var? De bakalım.

—Tam tamına kırk bir akçe borcunuz vardır 

—Bakkal efendi sen hesap adamısın, de bakalım, yarın sana yirmi beş akçe versem geriye kaç akçe borcum kalır?

—Hocam on altı akçe kalır.

—Peki, on beş akçede öbür gün versem

—Bir akçe!


—Be adam insan bir akçe için böyle sıkboğaz edilir mi? Beni bunca dostlarımın yanında mahcup etmekten utanmaz mısın? Deyince bakkal ne yapacağını bilemez durumda, oradan ayrılmak zorunda kalır.


Yazının Devamı

TÜRK KÜLTÜRÜNE IŞIK TUTAN FIKRALARIMIZ


Türk töresi ve geleneğinde fıkralar, binlerce yıldır, sözlü ve yazılı olarak yer alan, renkli, zevkli, zengin halk edebiyatı ürünleridir. Yakın tarihimizde adından sıkça bahsedilen Nasrettin Hoca, Hacı Bektaşi Veli Behlüldane, Karatepeli, Kayserili, Laz ve Bekri Mustafa fıkraları hem yazılı hem de sözlü olarak günümüze kadar gelen canlı örneklerdir.

Fıkralar, Anadolu’nun her köşesinde bulunan Türkmen, Yörük, Afşar, Karakeçili, Oğuz, Kıpçak gibi Türk boyları ve Aşiretleri arasında dilden dile, gönülden gönüle ifade edilen eğlendirici, düşündürücü, eğitici kültür hazinemizdir.

Bu fıkralarda Türk insanı, kendi benliğini, yaşamını, duygusunu, düşüncesini ve zevkini, ince çizgilerle, nükteli bir mizahla dile getirmektedir.

Tarihte yazılı kaynak olarak Kaşgarlı Mahmut’un  “Divanı-Lügat it-Türk” adlı eserinde  “Küğ” ve “Külüt” kelimeleri fıkra karşılığı olarak zikredilmektedir. Genelde fıkraların temelinde az-çok nükte,  mizah, tenkit, hiciv ve güldürü ve siyasi eleştirilerde vardır.

Nükte, Arapçada: ince manalı, zarif ve şakalı söz anlamına gelir ve her türlü konuda yazılmış kısa ve özlü eleştiriler için kullanılmış, keskin zekâ ürünü ve düşündürücü ifadelerdir. 

Hiciv-Taşlamalar, toplumdaki aksayan yönleri, yanlışlıkları ve devlet yönetimindeki hataları eleştirel bir dildir. Halk edebiyatında yermek, hicvetmektir 

Taşlamanın en önemli temsilcileri ise Dertli, Ruhsati ve Seyrani. Abdürrahim Karakoç gibi ozanlardır.

 Örneğin Karakoç'un bir şiirinde Taşlama:

Şu berbat dünyada delicesine

Gülmemiz kötü şeydir emmeoğlu

Kaç vicdan eğilmez para sesine

Bilmemiz kötü şeydir emmeoğlu


Karakoç; dünyanın madde ve paraya ilgili konularda rahatsız olmuş, dünyadaki çıkara dayalı sistemi eleştirmiştir

 Nef’i bir şiirinde kendisine kelp  (köpek) diyen Tahir efendi için,

"Tâhir Efendi bize kelb demiş

İltifâtı bu sözde zâhirdir.

Mâlikî mezhebim benim zîrâ,

İtîkâdımca kelb tâhirdir."


Türklerde fıkra geleneği, Orta Asya’dan başlayıp, İslam’ın kabulünden sonrada devam eden, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise Anadolu sınırlarını aşıp Balkanlara, daha sonra da Kafkas bölgesine, oradan da Afrika’nın derinliklerine kadar yayıldığına tanık olmaktayız.


Fıkralar, özellikle Türklerin hâkim olduğu yörelerde, kültür canlılığı ve yaşam biçimi olarak kendini gösterir. Genelde fıkralar, bir kişi ya da kişilere ait gibi görünse de, tüm toplumun malıdır ve konusu da insandır. Onun düşüncelerini, davranışlarını, nakış, nakış, ince ve zarif motiflerle işlemektedir.

Fıkralar güldürürken düşündüren, etkili nüktelerdir. Her fıkranın özünde mutlaka eleştiri vardır. Fıkralar, Türkün kıvrak zekâsını, nazik bir şekilde ortaya koyması bakımından önemlidir.  Bir sonraki yazımda, yakın tarihimizde, dünyaca ünlü, nükte ve mizah ustası Nasrettin Hoca kimdir? Konusunu işleyeceğim.

Yazının Devamı

TÜRKİYE TERÖR CENNETİ OLMAYACAK

Hükümetler gelip geçicidir, sürekli değişebilir, ama Türk Devleti Ebet-Müddet bakidir.

Çünkü Türk Devletinin bozulmayan köklü bir Devlet geleneği vardır.

 Bu girişi yaptıktan sonra Ordumuz ve Mehmetçiğimiz, Komutanlarımız da bizim göz bebeğimizdir.


İşte bugün size Emekli General Osman Pamukoğlu’nu tanıtıp onun görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.


Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu Sinop’un Gerze ilçesinde doğdu İlkokulu doğduğu ilçede bitiren Pamukoğlu, sırasıyla; Selimiye Askeri Ortaokulu, Kuleli Askeri Lisesi, Kara Harp Okulu, Piyade Okulu, Dağcılık Okulu, Kara Harp Akademisi, Yüksek Komuta Akademisi, Milli Güvenlik Akademisi’nde öğrenim gördü.


Osman Pamukoğlu, Türk Ordusunda “Üstün Birlik Yetiştirme Nişanını” 5 defa alan tek subay ve generaldir.


1993 yılında PKK’nın baskın ve pusuları, Mayıs ayında Bingöl’deki silahsız 33 askerin şehit edilmesiyle  Pamukoğlu “Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı”  görev teklifini derhal kabul etti.


778 gün aralıksız sürdürülen operasyonlar sonunda bölgedeki PKK’nın bel kemiği kırıldı. Hakkari, Çukurca, Yüksekova ve Şemdinli alanları tamamen temizlendi.


Kuzey Irak topraklarındaki PKK kamplarına karşı yapılan 25 sınır ötesi operasyon; 1993-1995 yılları arasında Pamukoğlu komutasındaki birlikler tarafından gerçekleştirildi.


Çok hızlı hareket ettiği ve erlerin yanında bizzat çarpışmalara katıldığı için; kendisine askerleri tarafından “Efsane Komutan” lakabı takıldı. 


Tümgeneral Osman Pamukoğlu’nun Emekli olduktan sonra Niğde’de yaptığı konferansını izleme fırsatım oldu. Burada onun üzerinde durulması gereken çok ciddi iddiaların bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum; 


“Güç oyunu bozar. Dünyada Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Dost görünen ülkelerin ne niyeti olduğunu hep birlikte görmekteyiz. Eğer yurt savunması halk tarafından desteklenmezse ülke başarıya ulaşamaz. Sıcak savaşlar, siperde beklemekle kazanılmaz.


 Kıbrıs, Türkiye’nin kanayan yarasıdır. Ne zaman Türkiye Avrupa Birliği gündemine gelse hemen önüne “Kıbrıs” konmaktadır. Kıbrıs’ın arkasında ise Doğu Anadolu gerçeği yatmaktadır. Çünkü Doğu Anadolu halkı yoksul olduğu için istismara açıktır. 


Doğudaki bu olumsuz gelişmelere Avrupa ve Amerika destek verdiği için Türkiye ekonomik krize girmiştir. Dost ülkelerin kendilerine kaynak bulma sevdasıyla teröre çanak tutmaları sömürgecilik ve ekonomi alanında söz sahibi olma hırsından doğmaktadır. 


Kuzey Irak’ta Süleymaniye kentinde Türk askerinin başına geçirilen çuvalların, Amerika’nın bilgisi dışında olduğunu düşünmek pek mantıklı görülmüyor. Bu olay haysiyet kırıcıdır ve savaş kaybetmekten daha beterdir. 


 Bunun için güçlü iktidarlara ihtiyaç vardır. Halk gücünü bilecek, devletine inanacak, devlette halkından güç alacaktır. “Padişahım çok yaşa” teslimiyeti doğru olmadığı gibi yanlış yapanlardan hesap sorma bu milletin hakkıdır. 


Sivil toplum örgütleri görevlerini yerine getirmede yeterince duyarlı değildir. Bu işler tankla, tüfekle değil, yürekle olur. O zaman birçok yanlış kendiliğinden çözülür. Aksi takdirde doğudaki problemler bitmez. Çünkü “kurt ağaca girmiştir” diyordu. Sözünün devamında ise;.


“Barzani ve Talabani’yi başımıza biz bela ettik. Yıllarca besledik, koruduk. Türk diplomatına verilen T.C.’nin kırmızı pasaportuyla dünyada serbest dolaşmalarını sağladık. Onlar da dost bildiğimiz ülkeleri üzerimize kışkırttılar” diye uyarılarda bulundu 


Aslında Pamukoğlu’nun endişelerine katılmamak mümkün değil. Doğuda 35 bin Mehmetçiğin, Türk insanının kanını akıttılar. PKK’yı koruyup kollayan, İran, Irak, Suriye, Yunanistan, Almanya, Fransa, İtalya, Rusya ve Amerika şimdi de PKK için genel af çıkarılması için sinsice Türkiye üzerine baskı yapmaktadır. 


Kafkaslarda Rus devleti önerilen bu yolu denediler. Şeyh Şamil onlara kan kusturdu. Yanlışı yanlışla düzeltmenin doğru olmadığını görüp, işi kökünden çözdüler. 


Türkiye NATO’nun ağırlığını çekiyor, olanlar ortada. Zaman her şeyi eskitiyor. 


Pamukoğlu sözlerinin devamında;


 “Az, hızlı ve özel birliklere ihtiyaç vardır. PKK bitmedi, bitmezde. Doğuda sınır karakolları değişken olmalı, yoksa keklik gibi vurulurlar. Kürdistan ve Ermenistan haritaları Doğu Anadolu’yu parsellemiş durumdadır. Halkı bilgilendirmek, sorunlarını çözmek gerekir. 


Dağlar temiz tutulursa şehitler rahat eder. Orduyu bin yıl beslersiniz, bir gün gerekli olur. Hızlı olun 150 bin asker problemleri çözer. Süratli asker “Sürmene bıçağı” gibi keskin olur.


 Doğuda yeri belli olan 5000 PKK sürüsü vardır ve aynı yerde duruyor. PKK’nın “Kannas” tipi 8 bin metre menzilli silahına karşı bizim elimizdeki silah 4 bin metre etkilidir.


 PKK ile çatışmalar “şeytanla çelik çomak” oynamaya benzer. Doğu’da bizim asker yolda giderken, halkın bazısı koyun otlatıyor, bağ-bahçe işi yapıyor. Bir bakıyorsunuz ki bazıları sizi tuzağa düşürüyor. Vatandaşla PKK’lıları ayırmak kolay değil.”  diyor.


 Aslında millet olarak bütün bu zorlukların üstesinden gelmek zorundayız. Doğu, kanayan bir yaradır. Burada dost görünen düşmanlar PKK’ya destek vermektedir.


Tuğgeneral Osman Pamukoğlu’nun konuşmasının satır aralarından seçtiğim Türkiye’nin gerçekleri bunlardır. Millet olarak tek yumruk, tek yürek ve duyarlı olmanın zamanıdır.

Yazının Devamı

İNSAN NEDEN ÖFKELENİR?

İnsan, çok bilinmeyen bir denklem gibidir. Bazı bilim adamları insanı “Akıl sahibi bir varlıktır” diye tarif etmektedir.

Ayet-i Kerimede:¸“Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık” (Tîn, 95/4) buyurur.


Buna göre insan ruhuyla, bedeniyle, aklı ve vicdanıyla mükemmel bir canlıdır.


İnsan, ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini ve bu dünyaya niçin geldiğini bilecek ve kâinatın sırlarını keşfedecek kabiliyette yaratılmıştır.


İnsanın diğer yaratıklardan farklı yönü akıl, irade, nefis ve vicdan sahibi olmasıdır.

Sözün özü: iyi ya da kötü insan olmak yine insanın kendi iradesine bağlıdır.


İyi insan olmak için birçok neden vardır. Akıllı insan bunu başarabilir.


Kötü olmanın başlıca nedeni sabırsız ve öfkesine yenik düşmektedir.


Öfke her insanın mayasında vardır ve patlamaya hazır bir bomba gibidir.


İnsanoğlu önemli bir haksızlığa uğradığında ya da ağır bir suçu vardır ve onu bastırmak niyetiyle hırçınlaşır, gözü döner olanca hırsla sağa, sola saldırır.


Öfkeyi kontrol etmek akıl ve sabırla olur. Öfkeli insanda akıl ve mantık olmaz.

“Ben neden öfkelendim, beni kızdıran neydi?” sorusunu düşünmek gerekir. 


Eğer öfkenizi kontrol edemiyorsanız, öfke ortamından uzak durmak gerekir.


Öfkede, öç alma yâda başkalarını suçlama, tokat atma, tekme vurma, küfür ve tehdit etme, aşırı eleştirme, saldırgan olma, suçluluk duygusuyla şiddete başvurma hırsı vardır. 


Bu nedenle“keskin sirke her zaman kabına zarara verir.”


Dikkat edin; öfkeli insanın bakışları dikleşir, kaşları çatılır, dudakları büzülür, yüzü pancar gibi kızarır, dişleri gıcırdar, depresyon geçirir ve âdete canavarlaşır.


Mevlana; “ Öfkeli söz yaydan çıkan ok gibidir, gittiği yerden geri gelmez” diyor.


Öfkeli insan; tahammül sınırlarını aştığında, şiddete başvurur 


Her şeyden önce biz akıl ve vicdan sahibiyiz. İki düşünüp bir kez konuşmalıyız. 


Hatadan dönmek ve özür dilemek korkaklık değil, erdemdir.


Öfke; insanın hoşuna gitmeyen, istemediği bir durumda gösterdiği tepkiye denir. 


Öfke kontrol bozukluğu, insanın yaşantısını, ilişkilerini ve sağlığını olumsuz etkileyen bir durumdur.


Kişisel olarak yetersizlik, acizlik, kıskançlık, korku, endişe, yalnızlık, itilmişlik ise öfkeyi ortaya çıkaran duygulardır. 


Diğer yandan da adaletsizlik, haksızlık, rüşvet, geçim sıkıntısı da insanları öfkelendirir. 


İnsan eğer öfkesini kontrol edemezse, haklı iken haksız duruma düşebilir.


Peygamber Efendimiz, sabır, imanın yarısıdır, demiştir. 


Mevlana’da sabrı, kurtuluşun anahtarı olarak tanımlamıştır. Çünkü sabrın sonu selamettir.


İçinde zerre kadar insanlık olan, vicdan sahibi kimseler, gelecek nesillere, çocuklarımıza, halkımıza karşı hiç bir zaman kötü örnek olmamalıdır.


 Maalesef bunu da en çok meclis çalışmalarında görmekteyiz.

Yazının Devamı

ADNAN KAHVECİ (1949 – 1993)

Sıradışı ve özverili çalışmalarıyla iz bırakan bürokratlardan biride eski maliye bakanı Adnan Kahveci’dir. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Kahveci 1949'da Trabzon'un Köprübaşı ilçesinde dünyaya geldi. Zeki, dürüst, vatanını, milletini, bayrağını her şeyden üstün tutan, Türk siyasi tarihinde önemli yeri bulunan bir devlet adamıdır. 

Kahveci'nin hayatı hep üstün başarılar ve birinciliklerle geçmiş, 1966 yılında Kabataş Lisesi'ni, üniversite sınavlarını, yurt dışı eğitimlerini MEB bursunu kazanarak ABD’de Indiana'da Purdue Üniversitesi’ni başarıyla bitirmiş, Missouri Üniversitesi'nde doktora eğitimini tamamlayıp ardından da aynı üniversitede asistan olarak çalıştığı sırada Türkiye'ye dönüp, Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmıştır.

Kahveci; akademik hayatının ardından, İçişleri Bakanlığı bünyesinde çalıştığı sırada Turgut Özal'ın kardeşi Korkut Özal'a danışmanlık yapmış, 12 Eylül döneminde Başbakanlık Danışmanlığına atanmış, 1983 yılında ANAP'ın kurucuları arasında yer almış, 1987 ve sorasında İstanbul’dan 18 ve 19. dönem milletvekili seçilerek siyasetteki yerini almıştır.

Bu süre içinde dikkati çeken başarılarından dolayı Adnan Kahveci, Başbakan Yıldırım Akbulut tarafından 1990’da Maliye Bakanı, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve Hazineden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevine getirildi.

Dürüst ve çalışkanlığı nedeniyle Turgut Özal'ın çok sevdiği ve güvendiği isimler arasında yer aldı. "Harika çocuk" olarak da adlandırılan Kahveci, teknoloji ve bilimle ilgili hazırladığı projeleriyle adından söz ettirdi.

Kahveci, sanayi ve istihdam başta olmak üzere pek çok alanda yaptığı çalışmalar ve yolsuzlukların üzerine kararlı şekilde gitmesiyle sevilen siyasi kişilerden biri oldu. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a Kürt sorununun çözümüne yönelik bir rapor hazırladı.

Kahveci; tasarruf için makam aracı ve bakanlığa ait uçağı hiç kullanmadı. Hatta Maliye Bakanlığı döneminde bakanlığa ait bu uçağı dönemin Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’e tahsis etmiştir.

Ülkesini çok seven, tarihinin gelmiş geçmiş en iyi bakanlarından biri olarak tanınan eski maliye bakanı Kahveci, Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesine getirmek için çaba sarf eden bir bakan olarak halk tarafından çok sevilmiştir.

Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin (44)  1993’de arka arkaya ölümlerinin arkasındaki sır perdesi, trafik kazasında babası, annesi ve ablasını kaybeden ve kendiside yaralı kurtulan Cihan Kahveci TBMM’ye dilekçeyle başvurup, olayın kaza olmadığını, bu konuyla ilgili Meclis’te araştırma komisyon kurulmasını istiyor ama sonuç alamıyor. 

Cihan Kahveci kazanın oluşunu ifade ederken;

“Girdiğimiz yolda ana yolu kapatmışlar. İki yönü tek şeride aktarılmış ama haberimiz yok. 

Bir müddet gittikten sonra annem kollarını iki yana açıp “Aman Adnan çarpıştık” dedi. Araçtan fırlamıştım. Yolun kenarından kalktım aracın başına gittim. Annemin nefes alıp almadığını kontrol ettim, ablamla konuşmaya çalıştım. Hepsi yaşıyormuş aslında. Bir kamyon durdurdum. Jandarmaya haber verildi. İki saat sonra geldi.


 Sonra öğrendik ki, yolu yapan müteahhit firmanın proje sorumlusunun apar topar Venezüella’ya gönderildiği, bu ülke ile Türkiye’nin suçluların iadesi anlaşması olmadığı için onun hakkındaki soruşturma sonuçsuz kaldı”diyor.

Cihan babasını anlatırken; ”Babam yaşasaydı yetkisini kullanıp, ‘Gel sana iş yeri açıyoruz’, demezdi, kendime iş arardım” demektedir. 

Adnan Kahveci bakanlığı döneminde “Kıyak emekliliği” veto ettirdi ama yine getirdiler. O da maaşının kıyak kısmını Maliye’de bir fona yönlendirmiş.

Onun vefatından sonra Meclis Başkanı Cihan’a; ’“İsterseniz yasa çıkaralım bunu değiştirelim, siz tam maaş alın” dedi. Kanunun adı ‘Kahveci Kanunu’ olur, binlerce kişi yararlanır, babamın da kemikleri sızlar diye kabul etmedik ve emekli milletvekili maaşının üçte birini aldık. Bizim mal varlığımız yok, babamdan temiz bir soy isim dışında bize hiçbir şey kalmadı” diye dert yanmıştır. Mekânı cennet olsun.

Yazının Devamı

KEŞKE AHİ EVRAN GİBİ BİR TEŞKİLAT OLSAYDI

Ahilik Teşkilatı'nın kurucusu Ahi Evran Azerbaycan'ın Hoy kasabasında (1171–1261) doğmuştur. Ahi Evran Ahmet Yesevi’nin de öğrencisidir. 

Selçuklu Sultanı Gıyaseddin-i Keyhüsrev döneminde, Anadolu'ya gelen Ahi Evran Konya'da Sultan'a yazdığı Letaif-i Giyasiye adli kitabını Hükümdar beğenir ve Ahi Evran'a büyük ilgi gösterir.

Ahi Evran 1205 yılında Kayseri'ye gelir, burada devletin desteği ile büyük bir sanayi kuruluşuna öncülük eder.

Sultan Aleaddin Keykubat'ın Ahi Birlikleri'ni himaye etmesi ile Anadolu'nun birçok yerinde bu birlikler süratle kurulmaya başlanır.

 Bu dönem Anadolu Selçuklu Devleti’nin iktisaden en parlak dönemidir. 

Özellikle Kırşehir’de eşinin kurduğu Anadolu Kadınlar Birliği (Baciyan-i Rum) yetim, kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerini ve diğer ihtiyaçlarını karşılamıştır.

 İhtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesine katkılar sağlamış, maddi sıkıntıda olanlara da yardım etmiştir.

 “İşine, Aşına, Eşine sahip ol" sözü bu teşkilatın ana prensibi olmuştur. Anadolu Kadınlar Birliği, dünyada kurulan ilk kadınlar teşkilatıdır. 

Ahi Evran Debbağlık dalından başka 32 çeşit esnaf ve sanatkârın lideri olmuştur. 

Bu dönemde ilk kez su saati, otomatik musluk, el yıkama ve abdest alma esnasında kendiliğinden su döken makine, kendi kendine müzik çalan alet, otomatik su tulumbaları, su fışkırtan fıskiyeler, şifreli anahtarlar, değişik hareket yapan robotlar yapılmıştır.

Ahi Evran'ın Letaif-i Hikmet adlı kitabında,. “Allah insanları yemek, içmek, giymek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Bu nedenle demircilik, marangozluk, dericilik gibi mesleklere, alet ve edevat imal etmek için insan gücüne ihtiyaç vardır" demektedir.

Ahilik, toplumu sanata yönlendirmiş ve her birinin belli bir sanat dalıyla meşgul olmasını sağlamıştır. 

Ahi Evran sisteminde; “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış" prensibini kendisine ilke edinmiştir

 Faslı seyyah İbn–i Batuta, (1304–1369) Seyahatnamesi’nde Ahi teşkilatını anlatırken; 

“Ahiler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerdir. Bunlar yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde, ülkelerine gelen yabancıların her türlü ihtiyaçlarını giderme ve bulundukları yerlerin güvenliğini sağlamaktadırlar. 


Bu sistemin özünde doğruluk, emaneti koruma, yetimin hakkına sahip çıkma, düşkünün elinden tutma, misafir ağırlama, Allah için sevme ve Allah için kızma gibi özelliklere yer verilir” Demektir.

Ahi Evren geleneği, Orta Asya’dan beri devam ede gelmiştir. Anadolu’da 13. yüzyıldan sonra kurulan “İlk Türk esnaf birliklerinin adıdır. 

Ahi kelimesi, “Kardeşim” demektir. Eli açık, cömert, yiğit, vicdanının sesini dinleyen  “Adam” demektir.

Ahilik sisteminde; “Harama bakma, haram yeme, nefsine hâkim ol, doğru, sabırlı, dayanaklı ol,yalan söyleme, büyüklerinden önce söze başlama, kimseyi kandırma, kanaatkâr ol, dünya malına tamah etme, yanlış ölçme, eksik tartma, kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil. Kendin muhtaç iken başkasına verecek kadar cömert ol.  Toprağa bağlan, suyu israf etme, ağaç dik, güçlü ol, bildiklerini öğret, din ve mezhep ayrılığı gözetmeden bütün insanlara karşı sevgi besle” gibi kesin kurallara yer verilmiştir.

Ahilik’de asla kul hakkı yenmez. Yanlışlık yapanın pabucu dama atılır ve onun yüzüne bir daha bakan olmaz. 

Yoksul olup aç yatan, çaresizlik içinde kıvranan her insana el uzatmak vardır.

İşte böyle bir sivil toplum örgütünün etkili olduğu bir ülkede yokluğa ve yoksulluğa yer olmaz.

 Bu konuda eğitim sisteminde köklü bir reforma ihtiyaç vardır diye düşünüyorum.

Yazının Devamı

ÜŞENGEÇ OTURARAK UYUR, YATARAK ÇALIŞIR


  • Üşenmeden çalış, yalvarmadan hüner öğren. (Özbek- Altay)
  • Üşüyen insan, ateşi düşünerek ısınamaz.
  • Üvey ananın kazanı ağır kaynar. 
  • Üvey oğul, alıngan olur.
  • Üveye etme özünde bulursun, geline etme kızında bulursun.
  • Üzerinde emeği olanın emeğini boşa çıkarma
  • Üzgün bir ruh, insanı bir mikroptan çok daha hızlı öldürür
  • Üzülme ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.
  • Üzülmek, pişman olmaktan iyidir.

  • Üzülmek, yarının sıkıntısından bir şey eksiltmez, sadece bugünün gücünü tüketir.
  • Üzüm, üzüme baka baka kararır. 
  • Üzümü ye bağını sorma.
  • Üzümün çöpü, armudun sapı vardır. 
  • Üzümün iyisi dene, karinin iyisi nene olur.
  • Üzüntü önce beyni, sonra bedeni yıpratır.
  • Üzüntü, elden çıkanı geri getirmez. 
  • Üzüntüsü az olanın, ömrü uzun olur. 
  • Üzüntüsü sahte olanın, ağlaması gösterişli olur.
  • -V-
  • Vadesi yetene çare bulunmaz. 
  • Vahşi hayvan doğasının gereğini yapar.
  • Vahşi hayvan tuzakla, insanlar iyilikle avlanır. 
  • Vaizin sözü ile bir taşın yumuşadığını gören var mıdır?
  • Vakit altından daha değerlidir. (Çerkez atasözleri)

  • Vakit değerlidir, fakat gerçek vakitten daha değerlidir. 
  • Vakit insana, her şeyi öğretir.
  • Vakit keskin kılıca benzer. 
  • Vakit nakittir. 
  • Vakit para değildir, kaybedersen bulamazsın. (Tatar -Kazak)
  • Vakitlerin en şerlisi gençlik çağı, işlerin hayırlısı için kullanılmalı.
  • Vakitsiz açan gül tez solar. 
  • Vakitsiz öten horozun başı kesilir. 
  • Vakti boş olanın sözü çok olur. (Azerbaycan)
  • Vaktinden önce alınan kararların sonu yoktur. 
  • Vaktini boşa geçiren kurt, çekirgeyle yetinmek zorundadır.(Çeçen Atasözleri)
  • Vaktini boşa harcayan kimse cahildir. 
  • Var diye sevinme, yok diye de ağlama (Karaçay- Malkar)
  • Var eli herkes öper. (Tokat)
  • Var eli titremez. (Kırgız Atasözü)
  • Var evi kerem evi, yok evi verem evi. (Azerbaycan).
  • Var gücünle çalışırsan, tahılın harmana sığmaz. (Özbek- Altay)
  • Var günün dostu çok olar. (Azerbaycan)
  • Var olmak, hissetmek ve görebilmektir. Ancak yaşamak için düşünmek de gerekir.
  • Var olmanın sırrını tesadüflere bağlayan kimse ahmaktır. 
  • Varı görmeyen (bilmeyen) yokluktan korkmaz.
  • Varım deyip yaygara koparma, yoğum deyip pişman olma. (Kırım-Tatar)
  • Varını veren utanmaz  (Türkmen)
  • Varis için vasiyet olmaz. 
  • Varken istediğin kadar ye, yokken satın alıp ye. “Kazak”
  • Varlı varından pay verse, varsız da varlı olur. (Azerbaycan)
  • Varlıdan zarar gelmez, buyurur da, doyurur da. . 
  • Varlığın sonu ile yokluğun sonu birdir. (Azerbaycan)
  • Varlığına güvenme, yokluğuna gücenme. (Gagavuz)
  • Varlık çalıştırır, yokluk vuruşturur.
  • Varlık yokluktan, akıl sarhoşluktan iyidir.. (Çelebi Mehmet Han)
  • Varlıklı kişi çabuk kocamaz.
  • Varlıklıların lekeleri, parayla örtülür.
  • Varlıkta darlık çekilmez. 
  • Varlıktan sonra darlığa düşersen, ümidini kesme. 
  • Varlının gönlü oluncaya kadar kasabın canı çıkar. (Azerbaycan)
  • Varsa hünerin, var her yerde yerin, yoksa dardır yerin. 
  • Varsa pulun, herkes kulun; yoksa pulun dardır yolun.

  • Vasiyet ölüm getirmez. 
  • Vatan ve toprak sevgisi, ana baba sevgisi kadar değerlidir.
  • Vatana kötülük yaparsan, iyilik esenlik bulamazsın. (Uygur Atasözü)
  • Vatanı sevmek imandandır.  (Azerbaycan)
  • Vatanın gibi yer olmaz, halkın gibi halk olmaz. (Özbek- Altay)
Yazının Devamı

MODASI GEÇMEYEN TEK ŞEY KEFENDİR HALA CEBİ YOK, BEYAZ VE TEK PARÇA
  • Misafire, gel demek var, git demek yok. (Nogay Türkleri)
  • Misafiri olmayanın dostu yoktur. (Karaçay-Malkar) 
  • Misafirin ayağı uğurludur.
  • Misafirin günü uzarsa, itibarı kısalır.
  • Misafirin önüne aş koy; iki elini boş koy. (Türkmenistan)
  • Misafirin sevileni ekmek yapıldığı gün gelir.
  • Misafirin yanında çocuğunu övme.
  • Misafirlikte yemeği övmeyi unutma!
  • Misafirlikte; elini, sohbette, toplantıda dilini kısa tut.
  • Misk kutusu misk kokar.
  • Modası kaybolmayan tek değer edep, haya, saygı ve namustur. (H. Muazzez Cebi)
  • Molla alacağını unutmaz. (Azerbaycan)
  • Muhabbet dostlukla başlar. (Azerbaycan)
  • Muhabbet gönül humması demektir. (Abdülhak Hamid Tarhan)
  • Muhabbet gözde olmaz, gönülde olur. (Azerbaycan)
  • Muhabbet ve doğruluk mağlup edilmez. (Azerbaycan)
  • Muhabbet yürekten silinmez. (Azerbaycan)
  • Muhannete bakarım yatasım gelmez, ölüme bakarım kalkasım gelmez. (Niğde)
  • Muhannetin kapısı geç açılır, güç açılır. (Niğde)
  • Muhtaçlardan ekmeğini esirgeme. (I11. Mehmet Han)
  • Muhtar yer varlıklı olur, yoksul yer işi bozulur.
  • Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir. (Muhsin Yazıoğlu)
  • Mum dibine ışık vermez. 
  • Mum olmak kolay değildir, Işık saçmak için önce yanmak gerek
  • Mum yanmayınca pervane dönmez (yanmaz).
  • Mundar ölmüş öküze bıçak sokulmaz. (Abhazya Atasözü)
  • Murad edersen, kör gözden yaş gelir. (Kırım-Tatar)
  • Mutlu doğmak, zengin doğmaktan iyidir. 
  • Mutlu mu olmak istiyorsun? Kimseden bir şey bekleme
  • Mutlu olana diken gül, dertliye gül diken olur. 
  • Mutlu olduğun sürece, pek çok dostun bulunur.
  • Mutlu olmak isteyen kişi ahlaken düzgün olmalıdır. 
  • Mutlu olmayı biliyorsan, sevmeyi bileceksin, seviyorsan, ömrünü vereceksin.
  • Mutlu ve birlik içinde olan aileye belâ yapışmaz. “Kırım -Kırgız”
  • Mutluluğu ara, sakın ondan vazgeçme. “Kazak”
  • Mutluluğun değerini, onu kaybettikten sonra anlarız.
  • Mutluluğun insana kazandırdığını, kötülük muayene eder.
  • Mutluluğun ve mutsuzluğun sebebini başka yerde aramayın
  • Mutluluğunu eğlencede arayan insan dışa bağımlı insandır.
  • Mutluluk bilgi ile kazanılır.
  • Mutluluk büyüsünü ele geçir, kötülerden de uzak dur.
  • Mutluluk elde tutulmaz. Ondan şanslı olan yararlanır. 
  • Mutluluk her şeyden önce vücut sağlığındadır. 
  • Mutluluk herkesin hayatından bir kere geçer. 
  • Mutluluk isteyenlerin değil, hak edenlerindir.

  • Mutluluk mal ve mülkle değil, akıl ve erdemle olur.
  • Mutluluk, dost kazandırır, kötülük dostluğu yok eder. 
  • Mutluluk, insana dost kazandırır. Kötülük, çok azını bırakır. 
  • Mutluyken söz, kızgınken cevap, üzgünken karar vermeyin.
  • Mutsuzluk sabırsızlığın eseridir.
  • Mücadele vermeden bir şeyleri kazanamazsınız.
  • Mücadeleden kaçan, mücadele edenden daha çok yara alır.
  • Müezzinin sesi minarenin yüksekliğine göredir.
  • Müflis bezirgân (tüccar) eski defterlerini karıştırır.
  • Müflis olup düşünmekten uyuz olup kaşınmak daha iyidir.
  • Müflisten medet, münafıktan nasihat beklenmez.
  • Mühür kimde ise Süleyman odur.
  • Mükemmel insanın aksayan yönleri daha çok belli olur.
  • Mülk alan kırk gün ac olur, mülk satan kırk gün tok. (Azerbaycan)
  • Mülk, hurma ağacına benzer, gelen giden meyvesine uzanır.
  • Mümin kişinin dargınlığı, tülbent kuruyuncaya kadar sürer.
  • Müminin kalbi Allah’ın tahtıdır.
  • Mümkünse susun, ya da gerektiğinde söyleyin, az konuşun.
  • Münafık; yalan söyler, sözünde durmaz, emanete ihanet eder. (Hadis)
  • Mürekkep yalamakla alim olunmaz.
  • Mürüvvetsiz insanda hayır yoktur.
  • Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz.


Yazının Devamı

KUSURSUZ DOST OLMAZ
  • Kurdun yavrusu da kurt olur.
  • Kurk tavuğun eti yenmez. (Yozgat) 
  • Kurnaz (yavuz) hırsız ev sahibini bastırır.
  •  Kurnaz önceden tedbirini alır. (Kumuk Türkleri)
  • Kurnaz tilki, parasız kalmaz. (Kırgızistan)
  • Kurnaz yiğit yenilmez. “Kazak”
  • Kursak doyar, göz doymaz. (Nogay Türkleri)
  • Kurşun ata ata, yol gide gide tükenir.
  • Kurt aç olsa da tok görünür. .(Kumuk Türkleri).
  • Kurt ağacı içten yer. (Kırım-Tatar)
  • Kurt bile komşusuna zarar vermez. 
  • Kurt bulanık günü sever.
  • Kurt bunalırsa ağıla varır, kul bunalırsa,  Mevla’ya varır.
  • Kurt dumanlı havayı sever. (Güney Azerbaycan)
  • Kurt eniği köpek olmaz (Bulgar Türkçesi)
  • Kurt ile koyun, ateş ile oyun olmaz. 
  • Kurt keçinin iyisini seçer. (Kahramanmaraş)
  • Kurt kışı geçirir ama ayazı unutmaz.
  • Kurt kocayınca, köpeğin maskarası olur. 
  • Kurt koyunun pahalı olduğunu bilmez. (Kazan-Tatar)
  • Kurt köyünü değiştirir, huyunu değiştirmez.
  • Kurt kurdu korur. (Özbek).
  • Kurt kurtluğunu eninde sonunda yapar. . (Kazan-Tatar)
  •  Kurt olursan boz kurt ol, er olursan sözünün eri ol.
  • Kurt postunu değiştirebilir, ancak fikrini asla.
  • Kurt sürüsündekiler hep bir ağızdan ulur.
  • Kurt tüyünü değiştirir de, huyunu değiştirmez. . (Kazan-Tatar)
  • Kurt uluyanda gökten Kudret helvası yağar. (Kazan-Tatar)
  • Kurt uşağı kurt olar. (Kaçkar Türkleri)
  • Kurt yatağında kemik arama.
  • Kurt yavrusu evcil olmaz. (Türkmen Atasözleri)
  • Kurt Zayıflığını ite bildirmez dişini gösterir.
  • Kurt, koyunu götürürken kulağındaki işarete bakmaz. (Abhazya)
  • Kurt, tüyünü değiştirir, huyunu değiştirmez.
  • Kurtağzından kuzu alınır mı? 
  • Kurtla koyun dost olmaz.
  •  Kurtla koyun kılıçla oyun olmaz. . (Kazan-Tatar)
  • Kurtla yaşayan, ulumasını öğrenir. 
  • Kurtlar birbirine düşerse koyunlar rahat eder. 
  • Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma .(Kırgızistan)
  • Kurttan korkan ava çıkmaz, yılandan korkan suya girmez.“Özbek”
  • Kurttan kurt, itten it olur. (Kazan-Tatar)
  • Kurtuluş doğruluktadır. “İbrahim Hakkı Hz.”
  • Kurtuluşun yolu, hak ve adalete bağlılıktan geçer.
  • Kuru ağacın yemişi olmaz. 
  • Kuru ağaçtan, sivri boru çıkmaz. 
  • Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker. “Hz. Mevlana”

  • Kuru kalabalık akıl yürütmeye kalktı mı her şey bitmiş demektir. 
  • Kuru kaşık ağız yırtar. 
  • Kuru laf karın doyurmaz. 
  • Kuru sofraya molla dua okumaz.
  • Kusur bulmak kolay, düzeltmek zordur.
  • Kusurlarını yüzüne söyledikleri için düşmanlarını sev.
  • Kusursuz sevgi, korkuyu yener. 
  • Kusuru kendisine söylenmeyen adam ayıbını hüner sanır. (Sadi)
  • Kuş darıyı, çiçek arıyı, toprak suyu sever. 
  • Kuş taşa değmez, taş kuşa değer. 
  • Kuş yakalamak istersen, güzel ötmeye çalış. 
  • Kuş yuvada gördüğünü yapar.
  • Kuş, kalkışına göre taşlanır. 
  • Kuş, yavrusu için tuzağa düşer. (Batı Trakya)
  • Kuşa kafes, boruya nefes gerekir. 
  • Kuşkanadıyla uçar, kıçı ile konar.(Kazak Atasözleri)
  • Kuşku en hızlı keskin bıçaktır.
  • Kuşkulandığın adamla işe girişme, giriştiysen kuşkulanma.
  • Kuşkunun olduğu yerde, özgürlük vardır. (Kırgızistan Atasözleri)
  • Kuşlar ayaklarıyla, insanlar dilleriyle yakalanırlar. 


Yazının Devamı

KÖTÜLÜĞE ENGEL OLMAKTA, İYİLİK YAPMAKTIR

Kötü gün iyi olur, kötü adam iyi olmaz. (Özbek)

Kötü günün ömrü az olur. (Azerbaycan)

Kötü haber tez yayılır. (Abhazya Atasözü)

Kötü haberi getireni hiç kimse sevmez.

Kötü hafızanın kökünde dikkatsizlik yatar.

Kötü hanım kötü günde kaçar İyi günde gülüp bağrını açar. (Özbek)

Kötü hava iyi olur ama kötü adam iyi olmaz. (Kırım-Tatar Atasözü)

Kötü huy, sirkenin balı bozduğu gibi, iyilikleri yok eder.

Kötü huyu adet edinme, kökleşir, yerleşir.

Kötü huyu terk etmek fazilettir.

Kötü ile yer komşusu da olma. Mezar komşusu da olma. (Özbek)

Kötü insan yakadan tutar.

Kötü insanı beslersen, ağzını burnunu kan eder. (Özbek- Altay)

Kötü insanın ayağı sekiz, başı dokuzdur.

Kötü işçi kabahati araç gereçte bulur.

Kötü işler hastalıktır, âlimler ise hastalığın ilacıdır.

Kötü it sahibini kapar. (Özbek)

Kötü it tepeden kapar, kötü insan yakadan tutar. (Özbek- Altay)

Kötü kabağın çekirdeği çok olur.

Kötü kaderli insan bayramda ölür.

Kötü kadın, erkeğe evi cehennem eder.

Kötü kadının kocası olmaktansa, bekârlık daha iyidir. “Kazak”

Kötü kadınların şerrinden uzak durun. (I11. Mehmet Han)

Kötü karı, kötü komşu, kötü at: birini boşa, birini boşla, birini sat.

Kötü kazanabilir ama üstün gelemez.

Kötü kızdan, iyi karı olmaz.

Kötü komşu ev sattırır, iyisi de ev yaptırır.

Kötü komşunun yedi mahalleye zararı dokunur.

Kötü malın kelepiri olmaz.

Kötü nefis, yırtıcı kuştur. “Hz. Mevlana”

Kötü örnek emsal olmaz.

Kötü söylediği sözü iki kere söyler. (Nogay Atasözleri)

Kötü söyledim diye korkma, kötü yaptım diye kork.

Kötü söyleme eşine, ağu katar aşına. (Başkurt)

Kötü söz sahibine aittir.

Kötü söz söylemeyi adet edinen kişi hayâsızdır. (I1. Sultan Selim)

Kötü söz, kan çıkarır(Nogay Türkleri)

Kötü sözden insan ölmez.

 Kötü şans seni yakalayacaksa, muz dişini kırabilir

Kötü şeyler söylenir, insanın kalbi kırılır. (Kırgız Atasözü)

Kötü teke süsücü, kötü yiğit kavgacı (olur). (Özbek- Altay)

Kötü tuzak, sadece sahibine dolanır.

Kötü yaşayışlı zalim ölür, gider; Fakat üzerindeki lânet ebedî olarak kalır.(Ş. Sâdi)

Kötü yoldaş kötü silah gibidir. (Çerkez atasözleri)

Kötü, yendim diye konuşur, iyi, bıraktım diye konuşur. (Nogay )

Kötüde ar olmaz.

Kötüden iyi çıktı deme, O da gider dayanır aslına. “Kırgız”

Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.

Kötülerden iyi dost olmaz.

Kötülere acımak, iyilere zulümdür.  ( Dede Korku)

Kötülerin kazanması için, iyilerin seyirci kalması gerekir.

Kötülerle dost olan, ayakaltında post olur.

Kötülerle olmaktansa, yalnız olmak daha iyidir.

Kötülüğe engel olmakta, iyilik yapmaktır.

Kötülüğe ilk başlayan gerçek zalimdir.

Kötülüğe kolayca girilir, ama güç çıkılır.

Kötülüğü bilmeyen adam onun tuzağına tez düşer. (Hz. Ömer).

Kötülüğü sakla, iyiliği göster.

Kötülüğü tavsiye edenler, onu yapanlardan farklı değildir.

Kötülüğün cezası, yine onun gibi kötülüktür.

Kötülüğün içine kolay girilir, fakat zor çıkılır.

Kötülüğün ne olduğunu bilmeyen, onun içine düşer.

Kötülük batar, iyilik kalkar. (Nogay Atasözleri)

Kötülük dolu dünyada, doğrular zarar görür, hilebaz kazanır.

Kötülük eden kimseye, iyilikle karşılık vermek fazilettir.

Kötülük ekip yetiştiren, ondan ancak pişmanlık biçer.

Kötülük kapısını aralık etmeye gelmez, ardına kadar açılır. (Cenap Şahabettin)

Kötülük kömüre benzer, yakmazsa bile karalar.

Yazının Devamı

KÖTÜ BİR BARIŞ, İYİ BİR SAVAŞTAN İYİDİR


KÖTÜ BİR BARIŞ, İYİ BİR SAVAŞTAN İYİDİR

  • Köpeğin duası kabul olsa, gökten kemik yağardı. 
  • Köpek bile yal yediği kaba pislemez (sıçmaz).
  • Köpek bok yemekten vazgeçmez.
  • Köpek dalamadan, çalıyı dolanmak gerekir. 
  • Köpek işemekle deniz pislenmez. 
  • Köpek kemiği de yer, sopaya da katlanır. (Abhazya Atasözü)
  • Köpek kocayınca, kurda maskara olur. (Azerbaycan)
  • Köpek kudurmadan ölmez. 
  • Köpek semirirse sahibini ısırır.
  • Köpek suya düşünce yüzmeyi öğrenir. 
  • Köpek, kendinden korkanı gözlerinden tanır. (Abhazya Atasözü)
  • Köpekle dalaşmaktan çalıyı dolaşmak yeğdir.
  • Köpekle yatan pireyle kalkar.
  • Köpeklerin âdeti vefakârlıktır. 
  • Köpeklerin artığını aslan yemez. (Mevlana)
  • Köpeklerin duası kabul olsa gökten kemik yağar.
  • Köpeklerin dudaklarıyla deniz kirlenmez."Mevlâna”
  • Köpeklerin kardeşliği, aralarına kemik atılana kadardır. (Hz.Mevlana)
  • Köpeksiz sürüye kurt girer. 
  • Köpekten toklu olmaz. . 
  • Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten. (Namık Kemal)
  • Köprü yapan kendi geçer, kuyu kazan kendi düşer (Kumuk Türkleri)
  • Köprüleri atma, aynı nehri kaç kez daha geçmek zorunda kalacağına şaşıracaksın.
  • Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de!
  • Kör Ali'nin hanı gibi giren, çıkan belirsiz.(Niğde)
  • Kör Allah'a nasıl bakarsa Allah da köre öyle bakar.
  • Kör ata ha göz kırpmışsın, ha başını sallamışsın.
  • Kör bıçak ele yavuz, kötü arvat dile yavuz.
  • Kör bile düştüğü kuyuya bir daha düşmez. 
  • Kör boğayı susturmak zordur. (Kazak)
  • Kör boğaz ne yerse inkâr eder. 
  •  Kör çobanın sürüsünün sonu uçurumdur.!
  • Kör görmez sezer, sağır işitmez uydurur.
  • Kör köre önder olursa, ikisi de çukura düşer.
  • Kör kuşun yuvasını Allah yapar. 
  • Kör öküz kendi gider kasaba.
  • Kör satıcının kör da alıcısı var.
  • Kör tavuğa her şey darıdır. (Özbek Atasözleri)
  • Kör tuttuğunu bırakmaz (Azerbaycan)
  • Körle yatan, şaşı kalkar. 
  • Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma. ( Mevlana)
  • Körler memleketinde şaşılar padişah olur.
  • Körler sağırlar birbirini ağırlar.

  • Körler sofrasında, ışıkla kaşık aranmaz. 
  • Körler, güneşi görmese de güneş vardır.
  • Körün gözü kapalı, gönlü açıktır. 
  • Körün istediği bir göz, iki göz olursa ne söz.
  • Körün kulağı açık, sağırın gözü keskindir.
  • Körün taşı (da) kelin başına rastlar.
  • Köseyle alay edenin top sakalı kara olur.
  • Köşe taşı köşeye yakışır. (Karaçay-Malkar)
  • Kötü adam iyiliği hemen unutur (Karaçay- Malkar).
  • Kötü adamla mezarda bile yan yana gelme.
  • Kötü araba yol, kötü adam ev bozar. (Nogay Atasözleri)
  • Kötü arkadaş körükçüye benzer, tozu toprağı ile yakar.
  • Kötü at ahır bozar, kötü it sahibini kapar.
  • Kötü ata binip yorulacağına yayan yürü.
  • Kötü bir işin en gizli şahidi vicdanımızdır.  (Hz. Ömer)
  • Kötü bir şey yapmadıysan şeytanların kapını çalmasından korkma.
  • Kötü bir tamirci iyi aleti kullanamaz.
  • Kötü bir yemek yiyen insan, onu kusana kadar, gönlü bulanır. 
  • Kötü çocuk anasına sövdürür. 
  • Kötü dil topraktaki yılanı öldürür
  • Kötü dostlarla buluşmak, belaya bulaşmaktır. (Mevlana)
  • Kötü evlât ailenin şerefini yıkar, geçmişine leke sürer.
  • Kötü evlat atasına sövdürür. (Nogay Atasözleri)
  • Kötü evlât fazla parmağa benzer; kessen, acıtır; kesmesen, üzer. (Kumuk Türk)


Yazının Devamı

KONUŞMADIĞI SÜRECE DELİ DE AKILLIDIR
  • Kocaların düştükleri biricik hata, evli olduklarını unutmalarıdır. 
  • Kocam gitti evim şaştı, kocam geldi evim taştı  (Ordu)
  • Kocamışın evladı olmaz.
  • Kocana göre bağla başını, harcına göre pişir aşını.
  • Kocası ile eşi kavga eder, ertesi gün barışırlar. (Özbek- Altay)
  • Kocasına bakan kadın, halkına da bakar. (Özbek- Altay)
  • Kocasını denemeyen karı orospuluk edemez. (Giresun; Adana; Bolu)
  • Kocasız kadın yularsız ata benzer. 
  • Kocasız karı, beysiz arı. (Manyas, Balıkesir)
  • Kocayan arslan sıçan deliğini gözler.
  • Koça kuyruğu yük değildir. 
  • Kokmuş ete sinek çok konar.
  • Kokmuş ete tuz, kızıl yüze söz yetmez. 
  • Kol kesilirken parmak acımaz.
  • Kol kırılır yen içinde, baş yarılır, fes içinde kalır. 
  • Kolay inanan, kolay yalan söyler.
  • Kolay işe zor, zor işe ise kolay diye başla. 
  •  Kolay kazanılan şeylere değer vermeyiniz.
  • Koltuk için siyasete giren, düştüğünde bunalıma girer. 
  • Kolu sallamakla el kopmaz. (Çeçen Atasözleri)
  • Komsuna tavuk iste ki Allah sana kaz versin.
  • Komşu boncuğunu çalan gece takınır.
  • Komşu ekmeği komşuya borçtur. 
  • Komşu hakkı, Tanrı hakkıdır. 
  • Komşu iyi olursa, kör kız koca bulur. (Kırgız Atasözleri)
  • Komşu kızı almak, kalaylı kaptan (tastan) su içmek gibidir.
  • Komşu, komşudan huy kapar. 
  • Komşu, komşunun külüne muhtaçtır. 
  • Komşuda pişer, bize de düşer. 
  • Komşudan gelen övün olmaz, o da vaktinde bulunmaz. ( Bursa)
  • Komşun kimse, kardeşin odur. (Nogay Atasözleri)
  • Komşun kötü olsa da sabret .“KaraçayMalkara.”
  • Komşuna tavuk iste, Allah sana kaz versin. 
  • Komşunla tartışma, misafir gider, o kalır. 
  • Komşunu sev ama aradaki duvarı kaldırma..
  • Komşunun evine seyrek git, yoksa sana doyar da tiksinir.
  • Komşunun karısı, komşuya kız görünür. 
  • Komşunun kötüsü insanı mal sahibi yapar. 
  • Komşunun sıpası tay gibi, anası ay gibidir. 
  • Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür (karısı kız görünür).
  • Komşusu, arkadaşı ve akrabası tarafından iyi denen kimse gerçekten iyidir. (Hz. Ömer)
  • Komşusuna küfreden kendi mezarını kazar.
  • Komşuyu sev, ama yine araya bir duvar çek.
  • Konuğa güler yüzlü davranmak, ona kuzu kesmekten iyidir. 
  • Konuğun karnı doysa, gözü yolda olur. (Nogay Atasözleri)
  • Konuk az oturur, çok görür. (Nogay Atasözleri)
  • Konuk konuğu sevmez, ev sahibi hiçbirini sevmez. 
  • Konuk on kısmetle gelir, birini yer dokuzunu bırakır.
  • Konuk sevmeyeni halk da sevmez. (Çeçen Atasözleri)
  • Konuşarak anlaşmak, kavga ve dövüşten daha iyidir. 
  • Konuşma biçimi insanın yapısını ortaya kor. 
  • Konuşma insanın aklını kullanma sanatıdır. 
  • Konuşma insanın terazisidir. Fazlası ziyan, azı vakardır. 
  • Konuşmak hoşuna giderse sus, susmak hoşuna giderse konuş. 
  • Konuşmak ihtiyaç olabilir, ama susmak bir sanattır. (Nehai)
  • Konuşmak iyi, susmak daha iyidir. Aşırısı kötüdür. 
  • Konuşmak yaratılıştan, susmak akıldan gelir. 
  • Konuşmak yolu kısaltır. (Abhazya Atasözü)
  • Konuşmak, insanın aklını kullanma sanatıdır.
  • Konuşmalarını doğru yapanlar, hayırlı işleri tercih ederler. 
  • Konuşmayı öğrendiğin gibi, susmayı da öğren.
  • Konuştuğunda elini, işinde dilini oynat, uyumlu olun. 
  • Konuşulan konu sana zarar verebilecekse, orada durma hemen ayrıl.
  • Konuşulan sözün tekrarını isteme. Bu, onu dinlemediğini gösterir. (İ.Gazali)
  • Konuşurken tahrik edici, ölçüsüz, sert ve kötü sözler söyleme. (I1. Sultan Selim)
  • Konuşursan doğru konuş. Doğruluk keramet, yalan aşağılıktır. (İbrahim Hakkı Hz.)
  • Konya'nın tozu, Sille'nin kızı, Koçhisar'ın tuzu (meşhurdur).


Yazının Devamı

KİBİR KALBİN AFETİDİR
  1. Kızın evine aç gidilmez, oğlanın evine tok gidilmez. 
  2. Kızın güzel olursa, oğul bulunur. (Kırım-Tatar Atasözü)
  3. Kızın iyi evliliğinde oğul kazanırsın, yoksa kızını kaybedersin.
  4. Kızın kimi severse güveyin odur, oğlun kimi severse gelinin odur.
  5. Kızın komşu evde yatmasın. (Karaçay-Malkar)
  6. Kızın küseni koca, erkeğin küseni avrat ister.
  7. Kızın var, sızın var. (Giresun; Malatya)
  8. Kızını çirkin insanla evlendirme. Oda sizin gibi güzeli sever.
  9. Kızını eğitmeyen baba kendi arını, damadının sonunu hazırlar.
  10. Kızını kayıran kocaya, oğlunu kayıran hocaya vermez. 
  11. Kızının güzelliğini övme, işini öv. (Tataristan Türkleri)
  12. Kızınla yurt kurasın, oğlunla ordu olasın.(Türkmen duası)
  13. Kızlar bir kocadan başka bir şey istemezler. Fakat onu bulunca her şeyi isterler.
  14. Kızlar evlenmeyi bir şey sanmış; vardığı günden usanmış.
  15. Kibir bulunan kalpte korku ve ümit olmaz. 
  16. Kibir taşıyan kafada akıla rastlanmaz. 
  17. Kibir ve gurur insanın yaratılışında vardır. Bu müzmin bir hastalıktır(Şair Nabi)
  18. Kibir ve gururda haddi aşanları Allah yerden yere vurur. 
  19. Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. (Hz. Mevlana)

  20. Kibir, bele bağlanmış taş gibidir Onunla ne yüzülür ne de uçulur .(H. Bayram Veli)
  21. Kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar.
  22. Kibirden ancak kavga çıkar;. (Hz. Süleyman)
  23. Kibirle öfke insanlığın belasıdır. 
  24. Kibirlenmek deli işidir.

  25. Kibirli insan Allah'ı anmaz, onun kılıcını ensesinde hisseder. 
  26. Kibirli insanlardan uzak dur. Devlet adamlarına düşman olma.
  27. Kibirli olan at ile yola çıkar, ayaklarıyla geri döner.
  28. Kibrin peşinden saygısızlık gelir. “Irak”
  29. Kim aza şükr ederse çoğu hak eder. (Kadı Fadlullah)
  30. Kim çalarsa çalsın, cömert’in kapısı mutlaka açılır. (Sadi Şiraz’ı)
  31. Kim çok şaka ederse halkın gözünden düşer.
  32. Kim çok yaşamış” demezler “Kim çok görmüş” derler. (Abhazya)
  33. Kim gülerek günah işlerse, ağlayarak Cehenneme girer. 
  34. Kim kendisini iyi zannederse, o kendisini bilmiyor demektir.
  35. Kim ki tehdit eder, onun cesareti yoktur.
  36. Kim kuvvetine aldanarak zayıfları hor görürse, onun kuvveti başına bela olur.
  37. Kim ne derse desin, olmayacak duaya âmin demeyin.
  38. Kim ne ekerse onu biçer. İyilik eden sevinç, kötülük eden pişmanlık biçer.
  39. Kim olduğunu bilen insan, kendini anlatmaya kalkmaz.
  40.  Kim olduğunu bilmek istersen, (kendine ) kız.(Kumuk Türkleri)
  41. Kim ölmüş ise, onun için kıyamet kopmuş demektir.
  42.  Kimden beklentilerimiz varsa, ona kul oluyoruz demektir.
  43. Kime katılırsan, onunla yaşarsın. ( Kırım Türkleri)
  44. Kime ne söylediğini ve ne zaman söylediğini unutma. (Hz. Ebu Bekir)
  45. Kimi eker, kimi biçer, kimi kazanır, kimi yer. (Azerbaycan)
  46. Kimi güler, kimi ağlar, herkesin bir derdi vardır. (Azerbaycan)
  47. Kimi insanlar odaya girdiğinde aydınlatır kimisi çıktığında
  48. Kimilerinin felaketi, ötekilerinin mutluluğunu sağlar.
  49. Kimin arabasına binerse, onun türküsünü söyler.
  50. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir. (Hz. Mevlana)

  51. Kimin bahtı açık, şansı yaverse, onun işleri başarılı olur.
  52. Kimin kim olduğunu yedi günlük yola çıkınca anlarsın. “Romanya-Tataristan”
  53. Kimin ne zaman öleceği belli değil. Ölüm geliyorum demez.
  54. Kimin sabrı varsa dünya onundur.
  55. Kimin uzak yakın olduğunu işi düştüğünde anlarsın. (Özbek- Altay)
  56. Kiminin parası, kiminin de duası gereklidir. 
  57. Kiminle gezdiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. 
  58. Kimisi küçük şeylerden mutlu olur, kimisi büyük şeylerden bile mutlu olmaz.
  59. Kimisi yaşadıkça ölür, kimisi öldüğü zaman yaşar.
  60. Kimse “Gözünün üstünde kaşın var.” demesin.
  61. Kimse ayranım ekşi demez. 
  62. Kimse bilmez kim kazana kim yiye
  63. Kimse duymasın istiyorsan kolayı var, yapma.
  64. Kimse kendi ayıbını görmez.
  65. Kimse kimseye sebepsiz selam bile vermez.
  66. Kimse korktuğu kişiyi sevmez.
  67. Kimse namerde muhtaç olmasın. (Azerbaycan)


Yazının Devamı

VİJDANIYLA CÜZDANI ARASINDA SIKIŞANLAR

VİJDANIYLA CÜZDANI ARASINDA SIKIŞANLAR

Vicdan, kişinin kendi öz denetimi ya da davranışlarını doğruya dönük yargılaması ve ona göre davranışlar sergilemek üzere içindeki gizli güçtür.

 Bana göre vicdan, bir özgürlüktür. Başkasının alanına girdiğimiz an bize ait olan özgürlük sınırlarımız biter. İşte her vicdani özgürlüğün de bir sınırı olmalıdır. Vicdanlı davranmak hem kendine hem de karşındakine saygıyı gerektirir. İnsanın kendisine saygısı yoksa başkasına da saygılı davranamaz.

 Cüzdan insanların kıymetli varlıklarını içerisine koyup kullandıkları bir araçtır. Cüzdan ne kadar dolu olursa insanlar da o kadar mutlu olurlar. Bazen çok dolu olan hatta cüzdana sığmayan nakit paralar insanları mutsuz da edebilir. 

Bizim tarihimiz, gelenek ve göreneğimizde, kültür yapımızda, adalet kavramı, hayatın merkezinde yer alır. Atalarımız “adalet ile zulüm bir arada olmaz” demişlerdir. Gerçekte adalet ile zulüm arasında böyle bir ince çizgi sınır vardır.

Cumhur Başkanı Recep Tayip Erdoğan( 02.02.2015 ) tarihinde Anadolu Ajansına verdiği beyanatta; 

"Kul iradesi Allah'tan başka kimseye teslim edilmemeli.  Ne Cumhurbaşkanı'na ne Başbakan'a ne elinde sermayeyi tutan para babalarına... Kimseye, hiçbir egemen güce teslim etmediğimiz sürece, işte o zaman yaratılmışların en şereflisi olan insan oluruz.” diyor

Bir zamanlar, “vicdan-cüzdan” diye bir şeyi gündeme geldi. O kahredici bir ifadeydi, aslında asla böyle bir şey olamaz. Derse ki ben hak hukuk vicdan bunun arasındayım, onu öper başımıza koyarız. Çünkü hukuk dediğimiz kavram neyle bütünleşiyor, hakla bütünleşiyor. Bakın biz aslında bir kanun devletinin temsilcileri olmaktan öte geçmeliyiz, ya ne olmalıyız, bir hukuk devletinin temsilcileri olmalıyız. Hukuk başka şeydir, kanun başka şeydir.

Hukuk mu kanun mu derseniz, benim o zaman savunacağım şey; hukuktur. Eğer benim hukukumu bir yasal düzenleme koruyamıyorsa ben ona hukuk diyemem.

Vicdanının kapıları hukuka, adalete değil de başka yerlere açılanların yaptıkları zulümdür. Çünkü onlar Mevlana'nın deyimiyle, dikenlere su vermeye başlamışlardır. Büyük Türkiye, yeni Türkiye için adalet sistemimizden başlayarak tüm kurumlarımızı, tüm toplumu, bu kanser hücrelerinden hep beraber temizlememiz gerekiyor.

Bu konuda en büyük desteği, soruşturmalarını hukuk adına yapan savcılarımızın, hükümlerine millet adına veren hâkimlerimizin vermesi gerekiyor. Demokrasilerde hukuk eliyle bir vesayet sistemi, özellikle devre dışı kalırken, 'onun yerine bir başkasını ikame etme' diye bir şey asla yoktur.

Demokrasilerde her türlü vesayet teşebbüsüne karşı milletin, milli iradenin yanında yer almaktır. Gücünü, meşruiyetini milletten almayan hiçbir grup, hiçbir kesimin bu ülkeye, bu millete hükmetme çabasına izin vermedik, vermeyeceğiz.

Siyasetçi siyasetini, hakim ve savcı da kendi işini yapacak. Siyasallaşan her kurum gibi adalet teşkilatı da milletimizin nazarında itibar kaybına mahkûm olacaktır. İtibarı olmayan adalet sisteminin gerçek anlamda işlerliğinin kalmayacağı da açıktır.

 Biz yıllarca siyasetin, siyasetçinin itibarını yükseltmek için var gücümüzle çalıştık, her türlü fedakârlığı yaptık. Sizlerden de adalet teşkilatının özellikle itibarına sahip çıkmanızı istiyorum. Gelin bu mücadeleyi hep birlikte yürütelim, Türkiye'yi aydınlık geleceğe taşıyalım.


Pek çok insanın vicdanları ile cüzdanları arasında sıkışıp kaldıkları anlara tanık olabiliyoruz. Bir yanda vicdanı, öte yanda cüzdanı tercih etmek. Bazen insanlar hayatları içinde böylesi zorlu sınavlarla karşı karşıya kalabiliyorlar.

Ya hiç cüzdanı olmayan insanlar varsa, orası daha vahimdir. Bazıları gayri meşru ilişkilerde yasal olmayan yollarla cüzdanlarını doldurmaya çalışırlar. 

 İyi bir toplumda din, vicdan, ahlak, adalet, hak ve hukuk olmalıdır. Bu gibi toplumlarda çürüme ve yozlaşma, haksızlık olmaz. Güzel ahlaklı, vicdan ile cüzdan arasına sıkışmayan toplumları görmek arzu ve temennisiyle.

Yazının Devamı

KENDİ DÜŞEN AĞLAMAZ

KENDİ DÜŞEN AĞLAMAZ

  • Kel başa şimşir tarak. 
  • Kel ilaç bulsa kendi başına sürer.
  • Kel kız teyzesinin saçıyla övünür.             
  • Kel kız yıkandın mı, tarandım bile. 
  • Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür, badem gözlü olur. 
  • Kelden saçlı, körden gözlü doğar.
  • Kele köseden yardım olmaz.
  • Kelepçeli eller alkış tutamaz. (Anonim)
  • Kelin ayıbını külah örter.
  • Kelin ilacı olsa, kendi başına sürer. 
  • Kelin olduğu yerde tarak çıkarma. (Abhazya Atasözü)
  • Kelin tırnağı olsa kendi başını kaşır. 
  • Kelin, köre diyeceği bir şey yoktur.
  • Kem söz, kalp para sahibine aittir.
  • Kemiğe işleyen söz kötüdür. (Kırgız)
  • Kemiği güzelleştiren ettir, eti güzelleştiren ise elbisedir. (Abhazya)
  • Kemiği olmayan et yoktur. (Abhazya Atasözü)
  • Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al. 
  • Kendi ahlakını düşmanından dinle; dostun gözünde her yaptığın iyidir. (S. Şiraz’ı)
  • Kendi ayıbını başkasında arayan kimse kusurludur. 
  • Kendi babanı dinle Ve ihtiyar olduğu zaman, ananı hor görme. (Hz. Süleyman)
  • Kendi başına karar veren kimse, kendi sonunu hazırlar. 
  • Kendi başındaki deveyi görmeyen, başkasının başındaki çöpü görür.(Kırgızistan)
  • Kendi ekmeğini yemek, altın kemer takıp divan durmaktan hoştur. (Sadi Şiraz’ı)
  • Kendi elinle koymadıysan, dokunma. (Kırım-Tatar Atasözü)
  • Kendi eşek, giydiği çul, başının yuları yok.
  • Kendi görüşünü beğenen doğruyu bulamaz.
  • Kendi görüşüyle yetinen, canını tehlikeye atmıştır. (Hz.Ali)
  • Kendi gözündeki merteği görmez, elin gözündeki çöpü görür.
  • Kendi işi için efendi olmayı beceremeyen, başkasına hizmetçi olur. (Şehabeddin)
  • Kendi işinde efendi olamayan, başkasına hizmetçi olur. 
  • Kendi karnına sığmayan sır, hiç kimsenin karnına sığmaz
  • Kendi kendine öğünmek, yalan söylemektir.
  • Kendi kendini övme, insanlar övsün.
  • Kendi kendinizi tehlikeye atmayın.
  •  Kendi kusuru ölene kadar anlaşılmaz, başkasının kusuru içeri girip çıkınca belli olur.
  • Kendi kusurunu bil, sonra diğerlerinin kusurunu söyle. (Abhazya )
  • Kendi nefsine haksızlık etme, nefsine elinden gelmeyecek işler buyurma
  • Kendi özüne değer verenin, alçak gönüllülükten payı olmaz. 
  • Kendi söylediğine gülen delidir. (Kafkas Atasözleri)
  • Kendi yaşlı olsa bile, gönlü genç. (Kırım-Tatar)
  • Kendiliğinden rezil olan yargıç, rüşvet kurbanıdır. 
  • Kendin gitmediğin yere, karını gönderme.
  • Kendinde noksanlık görmeyenin, noksanı çoktur. 
  • Kendinden aşağı bak da, haline şükret.
  • Kendinden büyüğe el kaldırma. 
  • Kendinden büyük alışveriş etme.
  • Kendinden kaçma kolaydır ama toplumdan kaçamazsın.
  • Kendinden küçükten kız al, kendinden büyüğe kız ver.
  • Kendine acımayana, kimse acımaz. 
  • Kendine ağır geleni başkasına yapma! (Hacı Bektaşi)
  • Kendine bakma, sözüne bak. (Kırım-Tatar)
  • Kendine düşman yaratmak istiyorsan borç ver. (Anonim)
  • Kendine fenalık yapan ahlaksız, insanlara kötülük yapanlardan iyidir. Sadi´”
  • Kendine güven, yaptığın işe de güven.
  • Kendine güvenen, başkasına da muhtaç olmaz.
  • Kendine güvenmezsen yola çıkma. (Kırım-Tatar Atasözü)
  • Kendine hakim olan başkalarına da hakim olur.
  • Kendine önem verenin, hayırda nasibi yoktur.
  • Kendine saygı duymazsan, kimse sana saygı duymaz. (Abhazya)
  • Kendine zarar gelince katlan. Çünkü affetmekle günahtan arınırsın. (Sadi Şiraz’ı)
  • Kendini başkasına merdiven etme.
  • Kendini beğenenin düşmanı çok olur.
  • Kendini beğenmeyen çatlar, ölür.
  • Kendini bilen Rabbini bilir. 
  • Kendini bilge sanan bilgisizden sakın. “Nuşirevan” 
  • Kendini cesur sanan saldırır, korkaksa kaçmayı yeğler


Yazının Devamı

KAZMA ELİN KUYUSUNU, KAZARLAR KUYUNU

KAZMA ELİN KUYUSUNU, KAZARLAR KUYUNU

  • Kayınvalide, gelinlik zamanını hatırlamak istemez. 
  • Kaymağı seven, mandayı yanında taşır. 
  • Kaymaklı kaşık ağza yumuşak girer.
  • Kaynana dinsiz, gelin dilsiz olur. (Bâlâ, Ankara)
  • Kaynana pamuk ipliği olup raftan düşse, gelinin başını yarar. 
  • Kaynananın en iyisi başını sallar.
  • Kaynayan kazan kapak tutmaz
  • Kaynayan yağa sinek konmaz. 
  • Kaynayan yağa su dökersen, ocağı da tencereyi de yakarsın.
  • Kaypakla pazarlık olmaz.
  • Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez. 
  • Kaz sürüsü kılavuzsuz olmaz.
  • Kaza geldi mi, dünya insana dar gelir. 
  • Kaza gelince: bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur. “Hz. Mevlana”

  • Kaza geliyorum diye haber vermez. 
  • Kaza gelmez kula, kul azmayınca. Bela gelmez kula, Hak yazmayınca.
  • Kaza ve kader isterse kalbi durdurur, gözü kapatır. 
  • Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz. “Hz. Mevlana”

  • Kazan nerede, söz orada; güzel nerede, göz orada. “Kazak-Tataristan”
  • Kazan taşarsa kepçenin değeri olmaz
  • Kazana ne koyarsan, kepçene o çıkar. (Nogay Türkleri)
  • Kazana yanaşırsan karası bulaşır; kötüye yanaşırsan belası bulaşır. (Türkmenistan)
  • Kazanamayacağı savaşa sadece aptallar girer. (Cengiz Han)
  • Kazancın hileyle büyüdüğü yerde ticaretten söz edilemez.
  • Kazanına çekmeyenin kazanı kurusun. (Kırım- K. Kıbrıs)
  • Kazanına göre kaynat aşını. (Azerbaycan)
  • Kazanırsan dost kazan, düşmanı anan da doğurur. 
  • Kazanmadan önce hak ettiğinize inanın!
  • Kazanmağa kudretin varken, sadaka alma. Her an Allah'ın verdiklerine şükret.
  • Kazanmak istiyorsan, önce çalış. Hürmet görmek istiyorsan, önce hürmet et.
  • Kazanmak kolay, korumak zordur.
  • Kazanmayanın, kazanı kaynamaz. 
  • Kazaya rıza gerekir. 
  • Kazayı, ancak dua çevirir. 
  • Kebabı köz öldürür, yiğidi söz. (Azerbaycan)
  • Keçi geberse de kuyruğunu indirmez.
  • Keçi kurttan kurtulsa gergedan olur. (Kazan-Tata)
  • Keçi suyu bağıra-bağıra geçer. (Azerbaycan)
  • Keçi suyu bulandırdı. (Azerbaycan)
  • Keçi şarap içse deveye meydan okur. (Azerbaycan)
  • Keçinin başı olacağına, koyunun kuyruğu ol. (Özbek Atasözleri)
  • Keçinin eceli gelse, çobanın sopasına dayanır. (Karaçay-Malkar) .
  • Keçinin uyuzu, suyun gözesinden içer. 
  • Keçiyi okşamalı, sonrada sağmalıdır.
  • Kedi attıkça ayağının üzerine düşer.
  • Kedi erişemeyeceği ciğere ”Murdar” der.
  • Kedi evine dönünce, fare deliğine kaçar. 
  • Kedi nankör, Tilki kurnaz, Yılan sinsi; İnsan hepsidir.
  • Kedi ulaşamadığı ciğere mundar der. 
  • Kedi, kirlettiği yeri toprak ile örter. (Şeyh Sâdi)
  • Kediler gidince, fareler küstahlaşır. 
  • Kedinin boynuna ciğer asılmaz.
  • Kedinin kanadı olsaydı serçenin adı kalmazdı. Kedinin olmadığı yerde sıçanlar ev sahibi.
  • Kedinin terbiyesi, fareyi görene kadardır.
  • Kediye ciğer emanet edilmez. 
  • Kediyi sıkıştırırsan üzerine atılır.
  • Kediyle oynaşan, tırmalanmayı göze alır.
  • Kefen alacak adam gözünün yaşından belli olur.
  • Kefen, feleğin biçtiği gömlektir. 
  • Kefenin cebi yok.
  • Kefil olma, kefensiz gidersin.
  • Kefili kuvvetli olan kimse iflas etmez.


Yazının Devamı

TARİHİ KADİM NİĞDE ŞEHRİ

TARİHİ KADİM NİĞDE ŞEHRİ

Niğde’nin kimliğine ait sağlıklı bilgilere ulaşmak için bu bölgenin tarihi dokularını geniş bir şekilde araştırmak gerekir. 

M.Ö. 3000 yıllarında Çamardı Celaller köyü yakınlarında Kestel maden ocağında, kalayın işlendiği, Ulukışla Bolkar Dağı eteklerinde altın, gümüş madenlerinin olduğu tarihen sabittir.

Hititler döneminde Çiftlik, Hacıabdullah, Hassaköy, İnli, Kiledere, Tırhan, Edikli, Bağlama, Konaklı, Alay, Gölcük, Aktaş, Ovacık, Çavdarlı, Karaatlı, Elmalı, Kömürcü-Göllüdağ, Bor- Kemerhisar civarları yoğun iskân alanları olarak görülmektedir. O dönemde Niğde küçük bir köy ya da mezra konumundadır.

 Hitit İmparatorluğu bu sınırlar içinde hüküm sürdüğü için adı geçen yerlerde Hitit kültürünün izleri bulunmaktadır. 

Daha sonraları Frikyalılar, İranlılar, M.Ö. IV. yüz yıllarında Büyük İskender, Bizans Krallığı, Doğu Roma İmparatorluğu tarafından işgal edilen Niğde yöresi, uzun süre baskı altında yaşamış, halk, zülüm ve eziyetlerden korunmak için kendilerini güvenli buldukları alttan gizli geçitli mağara tipi evlerde (M.S. 53 ) yaşamağa başlamışlar. 

Özellikle, Andaval (Aktaş), Sasima (Hassaköy), Limnai (Gölcük), Malandoza (Çiftlik), Killi Dede (Kiledere), Karbala (Gelveri), Poson (Dikilitaş), İftiyan (Bor), Nahita (Niğde), Gümüşler, Tyana (Kemerhisar), Elmalı, Kavlaktepe gibi birçok yerleşim yerlerinde (M.S.313), bu tip mağara mekânlarına rastlanmaktadır. 

Adı geçen yerler M.S. VII. asırda Doğu Roma, Bizans, İran, Arap istilalarına maruz kalmış, bu hal Türklerin Anadolu’ya gelmelerine kadar sürmüştür.

Niğde, 1071 Malazgirt meydan savaşı sonrası bölgeden kaçan Bizans komutanını arkadan takip eden Kutalmış oğlu Süleyman Şah, yol güzergâhında bulunan Niğde’yi de ele geçirmiştir. Bir müddet sonra Danişment Gazi ve oğlu Emir Gazi, Niğde ve civarını tam olarak kontrollerinin altına almışlardır.

II. Kılıçaslan Niğde’yi (1175) Konya Selçuklu Sultanlığına bağlamış ve bu tarihten sonra Selçuklu Sultanlığının Askeri üstü, Ordu Karargâhının merkezi olmuştur. 

Savaşlarda üstün başarılar gösteren bu ordudan dolayı Niğde’ye “Pehlivanlar Yurdu” adı verilmiştir.

 Bu tarihten sonra Niğde, Anadolu’nun en büyük beş şehrinden biri olma unvanını almıştır.

Niğde 1366 tarihinde Karaman oğlu Alâeddin Ali Bey’in emrine girmiş, 1372 yılında da I. Sultan Murat Han tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. 

Osmanlı Devletinin kuruluşuyla birlikte Anadolu’ya Türkmen akınları sürekli devam etmiş, bunlardan bir kısmı da Hasan dağı, Üçkuyulu, Ağaseküsü, Melendiz, Kiledere ve civarlarına, Ulukışla Aladağ, Çamardı yaylaklarına yerleşmişler.

Melendiz yaylağında, (İhtimalen Ketençimen meydanında) Çarşamba günleri Panayır (Pazar) kurulduğu, Yörüklerin burada alış-veriş yaptıkları ifade edilmektedir.

Niğde ve civarında yaşayan Türkmenlerin tamamına “Esb-Kesen” yani at yetiştiren adı verilmiştir. Bu yönüyle de Niğde ün yapmıştır. 

Bu vesileyle devletin hazinesine en çok vergi veren il olarak kayıtlara geçmiştir. 


Bulgarlu, Dündarlı, Haymana, Yahyalı Türkmen göçmenleri genellikle ziraatla geçimlerini sağlamakta idiler. 

Bulgar, Türkçe’ de çeşitli Türk Boylarının bir arada bulunması anlamına gelmektedir. Bulgar, Anadolu Türkmenlerine verilen ad ile de anılmaktadır.

XVI. yılın sonlarına doğru bu aşiretlerin bir kısmı, yerleşik düzen içinde, toprağa bağlı ziraatla uğraşmışlardır. Adı geçen bölgelerde daha çok Oğuz, Kayı, Buğdüz boyu Türkmen Yörükleri yaşamaktaydı. 

Niğde’nin soy kütüğünde Hz. Nuh’un (a.s) ın oğlu Yafes’in büyük oğlu Türk’ün neslinden gelen Karahan’ın oğluna ve özellikle de Oğuz Han’a dayanmaktadır.  Oğuz Han’ın bir başka Adı da Alp Er Tongadır. Çinliler onu Mete Han olarak ifade ederler.

Oğuzlar, 24 boydan meydana gelmektedir; Boz oklar, Kayı, Afşar, Bayat, Kınık, Peçenek, Yüreğir, Buğdüz v.s. gibi Türkmenlerdir.

Oğuzların bir kısmı, II. yüzyılda, Karadeniz’in Kuzeyinden Tuna boylarına ve Balkanlara inmişler. O dönemde henüz islamiyet yoktur.  Şaman olan bu boylar, Hıristiyanlığın etkisinde kalarak benliklerini, örf ve adetlerini kaybetmişler, eriyip gitmişlerdir.

 Anadolu'ya o dönemde gelip yerleşen Türkmen oymakları bunlardır. Kapadokya'da, Ihlara vadisinde ve Niğde'de bulunan birçok Kiliseler Hırıstiyan Türklere aittir.

 Macarların büyük bir bölümü Türk’tür. Afrika ülkelerine gidenlerde Arap, Fars, Irak, İran Suriye kültürüyle değişime uğramışlar. İran halkının şu anda % 55’i Türk’tür. Üç aşağı, beş yukarı diğer ülkelerdeki durum da bundan aşağı değil.

Oğuzların diğer bir bölümü, Selçuklu idaresinde Horasan diyarına gidip, burada Ertuğrul ve Çağrı Bey’in etrafında birleştiler, II. YY da akın akın İran’a, Irak’a, Suriye’ye ve Anadolu’nun içlerine doğru yayıldılar.

Özellikle Anadolu’nun fethi, 1071 tarihinden sora Niğde, Türkmenlerin en çok tercih ettikleri yerleşim yerleri olmuştur. 

Cumhuriyet dönemine kadar, katıksız Oğuz Türkmenlerinin yaşadığı Niğde’mizin kısaca özeti böyledir. 

İlgililere buradan sesleniyor ve diyorum ki; adı geçen yörelerimizin tarihi ve kültürel değerlerini, arkeolojik kazılarla gün ışığına çıkarmak için ciddi bir araştırma yapma zarureti vardır. Bunu yaparsanız, Niğde Turizm cenneti olmaya namzet gösterilebilir.


KAYNAK ESERLER:

1-Türkiye Ans., C.4,s.206, 

2-El-Veledü’s Şefik adlı eser, Niğde civarında yaşayan Türkmen Dervişlerin hanımları.

3-Yeni Reh. Ans., C.I5, Oğuz Türkleri böl.

Yazının Devamı

BAŞARININ SIRRI SABIRDIR

BAŞARININ SIRRI SABIRDIR

Sabır, zorluklar karşısında iradesini kullanıp nefsine hakim olmaktır. Sabır, tökezlemeyen bir binektir ve insanı süratle ve güvenle hedefine ulaştırır. Sabır, mutlu olmanın anahtarıdır. İlimde, sanatta, ticarette, yönetimde başarılı olmanın sırrı sabra bağlıdır.  Bir insana her hangi bir bela isabet etse ve buna da sabretse, bela biter, huzur gelir.

 Bunun için atalarımız; “Sabır acı ise de meyvesi tatlıdır. Sabır insanı huzura eriştirir. Sabırla koruk helva olur. Sabreden derviş muradına ermiş”  sözleri toplumda huzur, birlik, beraberlik, kardeşlik duygularını ön plana çıkar.

Sosyal yaşantımızda sabrın ne kadar önemli olduğunu zaman zaman gerçek hayatın içinde yaşayarak görmekteyiz. Sabır güç bir işe katlanma, ağır bir yüke tahammül etme, üzücü bir olay karşısında ümitle sonucu beklemektir.

 İnsan ani ve şok olaylar karşısında sabretmesini bilmelidir. Aslında sabır haksızlık karşısında susmak ve ona boyun eğmek demek değildir. Tam tersine bu konuda kişi hakkını sonuna kadar savunmalıdır. Yoksa körü körüne aşağılanmaya razı olmak yanlıştır.

Gerçek sabır bütün olumsuzluklara karşı direnebilmektir. Sabırsız insan her zaman zarar görür, korkak olur. Kendi sonunu kendisi hazırlar.

 Sabırlı kimse, olaylar ne denli büyük olursa olsun asla dengesini bozmaz. Hal böyle olunca sabırla birçok zorluklar kolayca aşılabilir. 

Sabırda güçlü bir irade, azim ve gayret vardır. Ebetteki tabii afetler denilince sel, deprem, heyelan vb. olaylarda ölenler, yaralanıp sakat kalanlar, evlerini, iş yerlerini kaybedenler, acı içerisinde kafasını taştan taşa vuranlar kendilerine dünyayı zindan ederler, fakat inancı ve iradesi güçlü olanlar bunların dışındadır. 

Hz. Ömer “Eğer sabredersen Hakkın dahi kader hükmü gelir geçer ve sen sevap kazanırsın. Sabretmezsen yine Hakkın tecellisi yerini bulur ve sen azap çekmekle kalırsın” demiştir. 

Kur’an’da “Behemehâl size biraz korku, biraz açlık, biraz mal, can ve mahsul eksikliğiyle sınarız. Sabredenleri müjdele her kim ki sabreder suç bağışlarsa bu istenilen en iyi davranış tarzıdır” buyurur.

Birbiriyle didişen, boğuşan, geçimsiz olan insanlar, huzursuz, mutsuz olurlar. Eğer kişi öfkesini yenebiliyorsa, bağışlayıp kötülüğe iyilik yapabiliyorsa bu ne güzel bir huydur.

Dikkat edin vücutta başın önemi ve değeri neyse sabrın da sosyal yaşamda değeri odur. 

Her alanda sakin kalabilmeyi başarmak neredeyse imkânsızdır.  Ancak bazı kişiler siyaseten ya da iş hayatında sakin kalmayı başardığı için tüm sorunlarını büyük bir ustalıkla çözebiliyor. Bazen çok küçük şeylerin bile insanları delirttiği zamanlar vardır. Ne olursa olsun sakin kalabilmek ve anlayışlı davranmak en iyi yöntemdir.  Ama en mantıklı insanların bile sınırsız sabrı yoktur. Bazen çok küçük şeylerin bile insanları delirttiği zamanlar vardır.

Elbette ki her sabrında bir sınırı vardır. Yoksulluk, haksızlık, adaletsizce yapılan uygulamalar, insanlar arasında yapılan ayrımcılık gibi sabır taşını çatlatacak şeyler vatandaşın kaderi olmamalıdır. 

İşte bu durumda sabır önemlidir ama” Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözünü de bir kenara atamayız.

Yazının Devamı

KAZANMAK KOLAY, KORUMAK ZORDUR

KAZANMAK KOLAY, KORUMAK ZORDUR

  • Kaymağı seven, mandayı yanında taşır. 
  • Kaymaklı kaşık ağza yumuşak girer.
  • Kaynana dinsiz, gelin dilsiz olur. (Bâlâ, Ankara)
  • Kaynana pamuk ipliği olup raftan düşse, gelinin başını yarar. 
  • Kaynananın en iyisi başını sallar.
  • Kaynayan kazan kapak tutmaz
  • Kaynayan yağa sinek konmaz. 
  • Kaynayan yağa su dökersen, ocağı da tencereyi de yakarsın.
  • Kaypakla pazarlık olmaz.
  • Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez. 
  • Kaz sürüsü kılavuzsuz olmaz.
  • Kaza geldi mi, dünya insana dar gelir. 
  • Kaza gelince: bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur. “Hz. Mevlana”

  • Kaza geliyorum diye haber vermez. 
  • Kaza gelmez kula, kul azmayınca. Bela gelmez kula, Hak yazmayınca.
  • Kaza ve kader isterse kalbi durdurur, gözü kapatır. 
  • Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz. “Hz. Mevlana”

  • Kazan nerede, söz orada; güzel nerede, göz orada. “Kazak-Tataristan”
  • Kazan taşarsa kepçenin değeri olmaz
  • Kazana ne koyarsan, kepçene o çıkar. (Nogay Türkleri)
  • Kazana yanaşırsan karası bulaşır; kötüye yanaşırsan belası bulaşır. (Türkmenistan)
  • Kazanamayacağı savaşa sadece aptallar girer. (Cengiz Han)
  • Kazancın hileyle büyüdüğü yerde ticaretten söz edilemez.
  • Kazanına çekmeyenin kazanı kurusun. (Kırım- K. Kıbrıs)
  • Kazanına göre kaynat aşını. (Azerbaycan)
  • Kazanırsan dost kazan, düşmanı anan da doğurur. 
  • Kazanmadan önce hak ettiğinize inanın!
  • Kazanmağa kudretin varken, sadaka alma. Her an Allah'ın verdiklerine şükret.
  • Kazanmak istiyorsan, önce çalış. Hürmet görmek istiyorsan, önce hürmet et.
  • Kazanmayanın, kazanı kaynamaz. 
  • Kazaya rıza gerekir. 
  • Kazayı, ancak dua çevirir. 
  • Kazma elin kuyusunu, kazarlar kuyunu..
  • Kebabı köz öldürür, yiğidi söz. (Azerbaycan)
  • Keçi geberse de kuyruğunu indirmez.
  • Keçi kurttan kurtulsa gergedan olur. (Kazan-Tata)
  • Keçi suyu bağıra-bağıra geçer. (Azerbaycan)
  • Keçi suyu bulandırdı. (Azerbaycan)
  • Keçi şarap içse deveye meydan okur. (Azerbaycan)
  • Keçinin başı olacağına, koyunun kuyruğu ol. (Özbek Atasözleri)
  • Keçinin eceli gelse, çobanın sopasına dayanır. (Karaçay-Malkar) .
  • Keçinin uyuzu, suyun gözesinden içer. 
  • Keçiyi okşamalı, sonrada sağmalıdır.
  • Kedi attıkça ayağının üzerine düşer.
  • Kedi erişemeyeceği ciğere ”Murdar” der.
  • Kedi evine dönünce, fare deliğine kaçar. 
  • Kedi nankör, Tilki kurnaz, Yılan sinsi; İnsan hepsidir.
  • Kedi ulaşamadığı ciğere mundar der. 
  • Kedi, kirlettiği yeri toprak ile örter. (Şeyh Sâdi)
  • Kediler gidince, fareler küstahlaşır. 
  • Kedinin boynuna ciğer asılmaz.
  • Kedinin kanadı olsaydı serçenin adı kalmazdı. Kedinin olmadığı yerde sıçanlar ev sahibi.
  • Kedinin terbiyesi, fareyi görene kadardır.
  • Kediye ciğer emanet edilmez. 
  • Kediyi sıkıştırırsan üzerine atılır.
  • Kediyle oynaşan, tırmalanmayı göze alır.
  • Kefen alacak adam gözünün yaşından belli olur.
  • Kefen, feleğin biçtiği gömlektir. 
  • Kefenin cebi yok.
  • Kefil olma, kefensiz gidersin.
  • Kefili kuvvetli olan kimse iflas etmez.
Yazının Devamı

KARNI AÇLARDAN ÇOK, KALPLERİ AÇLARA ACIRIM

KARNI AÇLARDAN ÇOK, KALPLERİ AÇLARA ACIRIM


  • Karnın açken asla yiyecek-içecek alışverişine çıkma!
  • Karnının doymayacağı yere, açlığını bildirme. 
  • Karpuz kabuğunu görmeden denize girme.
  • Karpuz kesmekle yürek soğumaz.
  • Karşıda gördüm bir yeşil türbe, içine girince tövbe ki tövbe. 
  • Karşıdakinin hatasını görünce, kendi kusurunu hatırla. 
  • Karşılıklı anlaşma, dayanışma, ok geçirmez bir zırhtır, “Kazak”
  • Karşılıklı anlaşmanın neticesi birliktir. (Özbek- Altay)
  • Karşındakinin hatasına bak, kendine pay çıkar. 
  • Karşınızdaki havayı gererse, onu yumuşatmayı deneyin. 
  • Kart horoz bağırgan olur.
  • Kart kâfir imana gelmez. 
  •  Kart kedi, taze sıçandan hoşlanır.

  • Kart kuşu yolmak zordur. 
  • Kartal havada kanat açınca, şahinler kaçacak delik arar. 
  • Kartal her zaman kartaldır. En yakın dostu onu tanır. 
  • Kartal, etin olduğu yere süzülür. (Abhazya Atasözü)
  • Kartalın beğenmediğini, kargalar kapışır.
  • Kasabın iyisi geçi boynuzundan yağ çıkarır.
  • Kasap dükkânında et kokmaz.
  • Kasap isterse keçinin boynuzundan yağ çıkarır.
  • Kasap sevdiği deriyi yere vurur
  • Kasavetsiz ağız anahtarsız açılır.

  • Kaş yaparken göz çıkarma.

  • Kaşığı herkes yapar da, sapını ortaya getiremez
  • Kaşık ile verir, sapı ile göz çıkarır. 
  • Kaşıkla yığarsan kap dolar, taneyle yığsa yük olur. (Özbek- Altay)
  • Kaşıklan verir, sapıyla da gözlerini çıkarır. (Gagavuz)
  • Katı ahlak kuralları, ruhun gücünü yok eder.
  • Katı kalpli bir siyasetten, yontulmuş kaya gibi bir devlet olur. 
  • Katıksız ekmek boğazdan geçmez. (Gagavuz)
  • Katlanmasını bilen için hiçbir acı önemli değildir. 
  • Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsi betasıca cinsine çeker.
  • Kavak ağacını seven çok azdır. Çünkü o, dost doğrudur. 
  • Kavak gibi boy vereceğine, iğne gibi akıl versin. (Kırgız) .
  • Kavak uzaya uzaya göğe çıkmaz, tepesinden kurumağa başlar.
  • Kavak, yaprağını tepeden dökerse, kış çok olur. 
  • Kavakta kabak bitmez, arsıza öğüt yetmez. 
  • Kavakta nar olmaz, kötülerde ar olmaz.

  • Kaval elin, yel Allah’ın, çal parmakların oynasın.
  • Kavga iki kişi arasında yanan bir ateştir. Söz taşıyan oduncuya benzer
  • Kavga, sen-ben demekle başlar.
  • Kavgacının burnu kanlı olur. 
  • Kavgada şamara bakılmaz. (Gagavuz)
  • Kavgada vurma gücü olmayan, kaldıramayacağı taşa sarılır.
  • Kavgada yiğit ölür, iki yiğit kavga ederse, ikisinden biri ölür. (Özbek)
  • Kavgalı sofraya şeytan oturur. (Tatar Türkleri)
  • Kavganın iyisi olmaz.
  • Kavganın iyisi, boğaz kavgası.
  • Kavganın sonu dayak. 
  • Kavun yağma edilse, sahibi iki eliyle kapar.
  • Kavun, karpuz yata yata büyür. 
  •  Kavurga karın doyurmaz, kar susuzluk kandırmaz.
  • Kaya devrilirse yayın ölür, uğursuz gelirse, su kurur. (Özbek- Altay)
  • Kayaya tos vuran, acısını kendi çeker.
  • Kaybedecek bir şeyi olmayan adamdan korkulur. “Nâbî”
  • Kaybetmekten yılmayan, kazanmanın eşiğindedir.
  •  Kaybetmeyi değil, kazanmayı arzulayın.
  • Kaybetmeyi göze almadan kazanamazsınız.
  • Kaybettiğiniz zaman, asla ümitsizliğe kapılmayın. 
  • Kaybolan koyunun kuyruğu büyük olur.
  • Kaygı gelir, mutluluk geçe. (Özbek)
  • Kaygı kocaltır, gam öldürür. (Özbek)
  • Kaygı ömür bitirir, yalan bahtı bitirir. (Kırgız) .
  • Kaygılı başa kar yağar. (Özbek)
  • Kayın ağacına katılık, söğüt ağacına tazelik yaraşır.
  • Kayınvalide şekerden bile olsa acıdır. 


Yazının Devamı

KARAKTERİNİZE DİKKAT EDİN; KADERİNİZE DÖNÜŞÜR

KARAKTERİNİZE DİKKAT EDİN; KADERİNİZE DÖNÜŞÜR


  • Kara bulutu yel açar, rüşvet ise yurt açar. (Kaşgarlı Mahmut)
  • Kara eşeğe gem vurulsa katır olmaz; hizmetçiden hanım olmaz. 
  • Kara koyunun derisini, sabunla yıkasan da ağarmaz. (Kara Kalpak)
  • Kara suya tükürme, halkı, milleti kötüleme. (Özbek- Altay)
  • Kara yürekliye öğüt vermenin ne faydası var. Demir çivi taşa girmez ki. (S. Şiraz’ı)
  • Karacanın boynunu ok keser, erin boynunu yokluk keser. ( Altay)
  • Karaçalıda gül bitmez. (Karacaoğlan)
  • Karakter olduğun, itibar sandığın şeydir.


  • Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu.

  • Karamsar insanın düşmanı kendisidir.
  • Karamsar, olayı tersinden alır, şikâyete de bir konu bulur. 
  • Karamsarlık, bunalıma sokar. Kesinlikle bu yolu tıkayın. 
  • Karanlığın en fazla arttığı an güneşin doğacağı zamandır.
  • Karanlıkta yapılan iş alacalı olur.
  • Karanlıkta yersen, nişanlın kara olur. (Romanya) 
  • Kararsızlık ve gecikme başarısızlığın anahtarıdır. 
  • Karaya sabun, deliye öğüt neylesin.
  • Karda gezer de izini belli etmez.
  • Kardan adamların saltanatı, güneş görünceye kadardır. 
  • Kardeş her zaman dost olmayabilir ama dost, her zaman kardeştir.
  • Kardeş kardeşi bıçaklar, sonrada döner kucaklar.(Tataristan Türkleri)
  • Kardeş kardeşin ne onduğunu, ne öldüğünü ister. 
  • Kardeşi kardeş yaratmış, rızkını ayrı yaratmış.
  • Kardeşi olmayan, garip olur. 
  • Kardeşin azarlaması olsa da, kötülüğü olmaz. (Nogay Atasözleri)
  • Kardeşiyle anlaşamayan kişi, başkalarıyla da anlaşamaz. .
  • Kardeşlerin birliği kayadan, taştan da sağlamdır. (Özbek- Altay)
  • Karga ile dost olanın yeri çöplüktür
  • Karga karganın gözünü oymaz.
  • Karga kaza özense bacağı kırılır.
  • Karga yavrusuna bakmış, ”Benim ak pak evladım” demiş. 
  • Karga, bağ ve bahçeye çadır kurunca, bülbül sükût eder.
  • Karga, keklik gibi sekmeğe kalkınca, yürümeyi şaşırır. .
  • Karganın bir gözü okta olursa, bir gözü bokta olur. (Özbek- Altay)
  • Karganın kocamışını kim bilir, kişinin gönlündekini kim anlar.
  • Kargaya bokun kimya demişler, gökten yere inmemiş. 
  • Kargayı besle, gözünü oysun. 
  • Kargayla gezen pisliğe, bülbülle gezen güle konar. 
  • Karı alsan, düşünüp al, para alsan, sayıp al. (Karaçay-Malkar) 
  • Karı dediğin, eğeri vurunca at, giyinince hanım olmalı. 
  • Karı hısmı alay bağlar, erkek hısmı sinek avlar.
  • Karı ister pişir, istersen güneşte kurut, netice su olur. 
  • Karı kesenin şıkırtısına, kedi ağzın şapırtısına bakar. (Eskişehir)
  • Karı- koca arasına girme.(I11. Mehmet Han)
  • Karı parasıyla alınan eşek, suyolunda ölür. 
  • Karı yatakta, bebek beşikte sevilir.
  • Karı-koca bir sözle yakın, bir sözle uzaktır.

  • Karı-koca kavgası, yaz yağmuru gibidir, gelir geçer. 
  • Karın doyuran ekşi yoğurt, doyurmayan kaymaktan yeğdir. (Tatar)
  • Karın güzelse ne işin var düğün evinde, gir oyna çık oyna. Karın çirkinse ne işin var ölü evinde, gir ağla, çık ağla.
  • Karın ömür boyu yoldaşın. (Kırım-Tatar)
  • Karınca ne zaman yağmur yağacağını bilerek çalışır. “Romanya-Tataristan”
  • Karınca, harmanı görmez, bir tanenin üstüne titrer. 
  • Karınca, ölümü yaklaşınca kanatlanır. 
  • Karıncadan ibret al, yazdan kışa hazırlan. 
  • Karıncalar birlik olursa, fili de devirirler. (Batı Trakya).
  • Karıncaya hakaretle bakma, onunda canı vardır. 
  • Karını kayınına, paranı koynuna emanet et. (Kütahya) 
  • Karının fendi erkeği yendi. “Gagauz“
  • Karısı çirkin olanın sakalı tez ağarır.
  • Karısı iyi olan, gençten genç olur, karısı kötü olan yaşlıdan yaşlı olur.
  • Karısı ölene var; boşanana varma.
  • Karısız koca ölmez, lakin rahatlık da görmez. (Kırım-Tatar Atasözü)
  • Kârla zarar ortak. (Gagavuz)
  • Karnı aç olan katık, uykusu olan yastık istemez.


Yazının Devamı

KADININ FENDİ ERKEĞİ YENDİ
  1. Kadın eri, peyniri deri saklar. (Artvin)
  2. Kadın erkeğin eşi, evin güneşidir.
  3. Kadın eşik dibinde değil, beşik dibinde belli olur. (Ankara)
  4. Kadın evinden, erkeği pirinden sorarlar. (Eskişehir)
  5. Kadın evlenince iradesini, erkek ise bencilliğini terk etmeli. 
  6. Kadın evlenmeden önce, erkek evlendikten sonra ağlar.
  7. Kadın gölge gibi, kendisini takip edenden kaçar, önünden gidenin arkasından koşar.
  8. Kadın gül gibidir, bir kez açıldı mı, yaprakları dökülür. 
  9. Kadın her şeyi af eder, ama asla unutmaz.
  10. Kadın ihtiyarladığını bilmez, eşek yorulduğunu bilmez. (Nogay)
  11. Kadın ile para dünyayı yönetir.
  12. Kadın kısmı kara yazılıdır. (Afyon)
  13. Kadın kocasına göre baş bağlar.
  14. Kadın kocasına, adam hocasına gülmez. (Samsun)
  15. Kadın kocasını vezir, isterse rezil eder.
  16. Kadın kocasıyla, çiftçi tarlasıyla (güzeldir). (Özbek- Altay)
  17. Kadın ne kadar az hoşa giderse o kadar vefalı olur.
  18. Kadın orospu olduktan sonra kapı dayak mı tutar. (Burdur)
  19. Kadın reyhandır, kahraman değil, onu yük altına atma. “İbrahim Hakkı Hz.”
  20. Kadın sefil olursa, insanlık alçalır.
  21. Kadın severse hiçbir fedakârlıktan kaçmaz.
  22. Kadın şapka değildir, alıp alıp atasın.
  23. Kadın tuz der, erkek cız der.
  24. Kadın var arpa ununu aş eder; kadın var buğday ununu keş eder.
  25. Kadın var, kardan soğuk. Kadın var kordan sıcak. 
  26. Kadın ve kilim yeni iken iyidir. 
  27. Kadın ve tencere eskidikçe iyidir. 
  28. Kadın ya sever, ya tiksinir, bir üçüncüsü yoktur.
  29. Kadın yalnız doğuran değil, sevgi ile yoğurandır. 
  30. Kadın yaşlandığını, eşek yorulduğunu bilmez.
  31. Kadın yatakta, bebek beşikte sevilir. (Ankara)
  32. Kadın yüzünden gülen, ömründe bir kez güler. 
  33. Kadın, erkeği kılıçsız esir alır, ipsiz bağlar. 
  34. Kadın, kaçarsan ardından gelir, kovarsan yetişemezsin. 
  35. Kadın, kitap, at ödünç verilmez.
  36. Kadına “kötü” desen, içinde annen de gider. (Batı Trakya)
  37. Kadına düşkünlük cimrilik gibidir, kişinin parası arttıkça açgözlülüğü de artar.
  38. Kadına güvenme, mala aldanma, mideyi doldurma. 
  39. Kadına inanan kendini aldatır, inanmayan da kadını aldatır.
  40. Kadında vefa, borçluda sefa aranmaz. (Isparta)
  41. Kadından olursa evliya, sokma avluya. (Samsun)
  42. Kadındır adamı deli eder, kadındır deliyi adam eder.
  43. Kadını eve bağlayan altın şıkırtısı değil beşik gıcırtısıdır. (Fatsa, Ordu)
  44. Kadını parası için alacak, avucunu açarken gözünü kapamak zorundadır.
  45. Kadını yedir, giydir, süsle ama asla akıl danışma.
  46. Kadını yeşil yaprak eden de kocası, kara toprak eden de kocası.
  47. Kadının akıllı olanı başına bakar, akılsız olanı yaşına. (Kazak)   
  48. Kadının bedduası tüfek yarasını bile unutturur. (Çeçen Atasözleri
  49. Kadının biri alâ, ikisi belâdır. (İzmir; Bolu)
  50. Kadının düzdüğü evi Tanrı yıkmaz, kadının bozduğu evi Tanrı yapmaz.
  51. Kadının el mahareti aklını gösterir.(Çerkez atasözleri)
  52. Kadının ere yakını, öküzün yere yakını, tarlanın eve yakını iyidir. (Kazak)
  53. Kadının güzelliği ateşe benzer, yaklaşmayana zararı dokunmaz. 
  54. Kadının huyu para yokken, erkeğin huyu para çokken anlaşılır. (Kaşgarlı Mahmut)
  55. Kadının hükmettiği evde mutluluk olmaz.
  56. Kadının iyisi, kocasına danışarak iş yapar. “Kazak”
  57. Kadının kazdığı kuyudan su çıkmaz. (İçel)
  58. Kadının kötüsü kadar kötü, iyisi kadar iyi yaratık yoktur.
  59. Kadının malı, alçak kapıdır, bir girdiğinde alnına çarpar, bir çıktığında. 
  60. Kadının olduğu yerde kılıç çekilmez. (Çerkez atasözleri)
  61. Kadının pişirdiği yemeği översen, onu mutlu edersin.
  62. Kadının saçı uzun, aklı kısadır. (Özbek- Altay)
  63. Kadının şamdanı altın olsa mumu dikecek erkektir.
  64. Kadının şerri, şeytanın şerrinden kötüdür. 
  65. Kadının şerrinden Allah’a sığınmalı.
  66. Kadının uzun saçlısı, ineğin öküz başlısı. (Elazığ)
  67. Kadının yüz güzelliği geçici, huy güzelliği kalıcıdır.


Yazının Devamı

İYİLİĞİ, YALNIZ İYİLER ANLAR, KÖTÜLÜĞÜ HERKES
  • İyiliğini anlatan kişinin kötülüğünden korun. (Tatar Türkleri)
  • İyiliğinize inanılmasını istiyorsanız, ondan hiç bahsetmeyin.
  • İyilik ağacını diken, iyilik meyvesini toplar.
  • İyilik çürümez, kötülük unutulmaz. 
  • İyilik de, kötülük de sahibine ulaşır. 
  • İyilik et komşuna, iyilik gelsin başına. 
  • İyilik et, denize at; balık bilmezse, Haluk bilir. 
  • İyilik ettiğin kimsenin kötülüğüne dikkat et. 
  • İyilik gariptir, sahibini kimse bilmez.
  • İyilik için söylenen yalan, fitne koparan doğrudan iyidir. (Sadi Şiraz’ı)
  • İyilik insanları birbirine bağlayan altın zincirdir. 
  • İyilik iyiliği, düşmanlık ise düşmanlığı doğurur. Gaflete dalma, çalış, uyanık ol. 
  •  İyilik kötülüğü öldürür.
  • İyilik olsun kötülük olsun, hepsini kendine bulaştıran insandır. (Muhildin Arabi)
  • İyilik unutulur, kötülük unutulmaz. . (Karakalpak Türkleri)
  • İyilik ve kötünün azı çoğu olmaz.
  • İyilik yapan düşmez, düşse bile kırılmaz. 
  • İyilik yapan övünür, kötülük yapan saklar. (Nogay Atasözleri)
  • İyilik yapanla kötülük yapanı bir tutma. (İbrahim Hakkı Hz.)
  • İyilik yapmakla, yılanın fıtratını değiştiremezsin. 
  • İyilik yaptıysan gizle, sana iyilik yapıldıysa anlat.
  • İyilik zâyi olmaz, kötülük unutulmaz, herkes ettiğini bulur.
  • İyilik, ne kadar küçük de olsa hiçbir zaman boşa gitmez.
  • İyilikten yetinmeyeni kötülük yakalar. (Çeçen Atasözleri)
  • İyinin dostu çok olur, kötünün düşman çok olur.
  • İyiye iftira yoktur, kötüye ise çare yoktur. (Özbek- Altay)
  • İyiye iyi de, kötüye kötü de.
  • İyiyi ara, güzeli ara, doğruyu ara ama kusur arama. .
  • İyiyi bilmiyorsan değerli olanı seç. (Çerkez atasözleri)
  • -K-
  • Kaba adamın elinden, Hayât suyu da olsa içme
  • Kaba yelin arkası yağış, el şakası dövüş getirir. 
  • Kabadayı tükürdüğünü yalamaz. 
  • Kabahat öldürende değil, ölendedir.
  • Kabahat samur kürk olsa kimse sahip çıkmaz. 
  • Kabahat tek taraflı olsaydı, kavgalar uzamazdı. 
  • Kabı ayrı olanın tadı ayrı olur.
  • Kabına bakılarak kitap değerlendirilmez.
  • Kabiliyetin mektebi yoktur. (Azerbaycan)
  • Kabiliyetli olan için, bu dünya dilsiz değildir. 
  • Kabiliyetsizi terbiye etmek, kubbede ceviz durdurma gibidir. (Sadi) 
  • Kabir senin için bir yol olsun, bir geçit olsun. . (Abdülkadir Geylânî) 
  • Kabirleri ziyaret edin, size ölümü hatırlatır. 
  • Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir. (Hz. Ebû Bekir)
  • Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir. (Hz. Ebû Bekir)
  • Kabuğu ince olan cevizin içi çok olur. 
  • Kabuğun içindeki çekirdek gibi, belada da mutluluk saklıdır.
  • Kabukta dolaşan böcek, meyvenin tadını alamaz. 
  • Kabul olmayacak duaya amin denmez.
  • Kabul olunmayacak duaya âmin denmez.
  • Kaçan balığa tava hazırlanmaz.
  • Kaçan kızın değneği, kapının arkasındadır.
  • Kaçanın anası ağlamaz.
  • Kader olmayınca kadir bilinmez.
  • Kaderde varsa tedbir işe yaramaz.
  • Kadere boyun eğenler, kederin kölesi olurlar. 
  • Kadere isyan edenler, başını taştan taşa vururlar.
  • Kaderin önüne geçilmez. 
  • Kadı anlatana göre fetva verir. 
  • Kadı ekmeğini karınca yemez.
  • Kadı tayın edilen kimse, bıçaksız boğazlanır. 
  • Kadın alırsan gör de al, at alırsan bin de al. (Başkurt)
  • Kadın Allahın erkeğe gönderdiği en büyük hediyedir. (Azerbaycan)
  •  Kadın bekârken sadece evlenmeyi, evlendikten sonra ise her şeyi ister.
  • Kadın deniz gibidir, hiç güvenmek olmaz. (Tevfik Fikret)
  • Kadın döşeğinden, yiğit eşeğinden belli olur. (Isparta)
  • Kadın duyduğuna inanır, erkekte gördüğüne. 


Yazının Devamı

İYİ HUYLU, TATLI DİLLİ, GÜLER YÜZLÜ OLANLARI HERKES SEVER
  • İyi ile kötü bir değildir. Kötüler kendilerini söz ve davranışlarıyla belli ederler.
  • İyi insan az konuşur, çok iş yapar.
  • İyi insan aza şükreder, kötü insan çoğu da beğenmez. (İbrahim Hakkı )
  • İyi insan gördüğünü, kötü insan verdiğini söyler.
  • İyi insan ihtiyarlasa da, aklını kaybetmez (bunamaz). (Özbek- Altay)
  • İyi insan kendisi ölse de sözü ölmez. (Özbek- Altay)
  • İyi insan kırkında dolar (olgunlaşır), kötü insan kırkında solar. (Özbek)
  • İyi insan lafının üzerine gelirmiş.

  • İyi insan mayısta evlenmez, evlenirse uğurlu gelmez.

  • İyi insan milletini düşünür, kötü ise kendisini. (Kırgız Atasözü)
  • İyi insan olmak, çevresinden saygı görmek zordur. Aklı, iyilik için kullanmalı.
  • İyi insan sözünün üstüne gelir.
  • İyi insan verdiği sözü yerine getirir. Sözünü tutmayanı affeder. “İbrahim Hakkı Hz.”
  • İyi insan yalvarırsan affeder, asil (silah) bilersen keser. (Özbek- Altay)
  • İyi insanın adı ölmez, yazarın yazısı ölmez. (Özbek- Altay)
  • İyi insanın dostları çok, dedikoducununsa düşmanları çoktur. (Özbek)
  • İyi insanın dostu, kötü insanın hıncı çok olur
  • İyi insanın içinde, kötü şey durmaz.

  • İyi insanın kendisi ölse de sözü ölmez. “Kırgızistan”

  • İyi iş kendi kendisin över. (Karaçay-Malkar) 
  • İyi işçinin kazmasının sapı düşmez. (Abhazya Atasözü)
  • İyi kadın dünya zenginliği. ( Kırım Türkleri)
  • İyi kadın rızk, kötü kadın kavgadır. (Özbek- Altay)
  • İyi kadın, kötü kocayı yiğit yapar, kötü kadın, iyi kocayı bunak yapar. (Batı Trakya)
  • İyi kadının kocası cüppesinden bellidir.
  • İyi kadının sandığı dolu olur, kötü kadının ekmeklerde gözü olur. (Batı Trakya).
  • İyi kız su kenarındaki kunduz, iyi delikanlı gökteki yıldız. (Karaçay-Malkar) 
  • İyi kişinin kemiği erir, adı kalır.
  • İyi kitap okumayan kimsenin, okumuş olmasıyla, cahil kalması hiçbir fark yoktur.
  • İyi koca eşini yedi veren gül, kötüsü ateşi sönen kül eder.
  • İyi komşu akrabadan yakındır.
  • İyi kullanılan az mal, kötü kullanılan çok maldan daha ziyade dayanır. (Hz. Ali)
  • İyi misafir geldiğinde ev sahibi doyar. (Özbek- Altay)
  • İyi misafir gelse hayvan ölür, kötü adam gelse adam ölür. (Batı Trakya)
  • İyi nasihat verilir de iyi edep verilmez
  • İyi niyetli olanın hayatı huzurlu olur. 
  • İyi niyetlinin atı yorulmaz, arabası yolda kalmaz. (Nogay Atasözleri)
  • İyi oğul, baba mirasını gözlemez. (Abhazya Atasözü)
  • İyi ol ve iyiliği kendine meslek olarak seç, çünkü başka kurtarıcın olmayacaktır.
  • İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir. 
  • İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır. 
  • İyi olmak mutlu olmaktır.
  • İyi öğüt verilir, ama iyi edep verilemez.
  • İyi söylersen, iyi işitirisin; kötü söylersen, kötü işitirsin.
  • İyi söz can azığı, kötü söz baş kazığı. 
  • İyi söz insanı sevindirir, kötü söz insanı üzer. (Kırgız)
  • İyi sürüp tarlanı, zamanında ekersen ekinini, alırsın bol mahsul. (Altay)
  • İyi şeyler yapmak için az kork, az ye, çok çiğne, çok nefes al, az nefret et, fazla sev.
  • İyi vakit çabuk geçer.
  • İyi veya kötü ne gelirse, razı ol; kazaya boyun eğ, ağzını bozma. “Y. Has Hacib”
  • İyi yaşamak değil, yaşamayı iyi bitirmek. İşte gerçek mutluluk budur.
  • İyi yaşlı olmayan yerde İyi genç olmaz.(Çerkez atasözleri)

  • İyi, gördüğünü, kötü, verdiğini anlatır.
  • İyice bilmediğin konunun peşine düşme.
  •  İyice tanımadan hiçbir insana bağlanma.
  • İyiden öğren, kötüden iğren. (Özbek- Altay)
  • İyiler, genç ölürler.
  • İyilerin örneği, yanan kandil gibidir, hatiplerin sözleri, akan bal gibidir.  (Özbek)
  • İyilerle dost ol, kötülerden emin olursun.
  • İyileşecek hastalığın ilacı çoktur.
  • İyiliğe gücün yetmezse, bari kötülük yapma.
  • İyiliğe iyilik olsaydı, kara öküze bıçak olmazdı. (Makedon )
  • İyiliğe ve kötülüğe çabuk sevinme ve üzülme. 
  • İyiliği gizlemek, kötülüğü gizlemekten daha üstündür.
  • İyiliği unutup kusuru saklayan dost değil, düşmandır. “İbrahim Hakkı Hz.”
  • İyiliği yalnız iyiler anlar, kötülüğü herkes.
  • İyiliği, hastalığı, sefaleti, mutluğu, zenginliği, fakirliği yapan zihindir. 


Yazının Devamı

İYİ HUY, PARA İLE ALINMAZ
  • İt ulur, kervan yürür. (Karakalpak Türkleri)
  • İt yal yediği kapıyı bekler
  • İt yalağını yalamadan, rahat edemez. (Özbek- Altay)
  • İt yatağında ekmek ufağı aranmaz
  • İt yedi şeytan duasını okudu. 
  • İtaatli evlat, muhabbetli avrat, bir tükenmez devlet.
  • İte "hoş" dersen, o da "hav" der. (Kahramanmaraş)
  • İte avda yemek vermezler.
  • İte dalaşmadan, çalıyı dolanmak daha iyidir. 
  • İte et, ata ot verilmeli. 
  • İte selam, deliye kelâm olmaz.
  • İte taş atarsan, sahibine dokunur. 
  • İti alırken bile soyuna bak. (Özbek)
  • İti an çomağı hazırla!
  • İti dövmeden korkutmak daha iyi. 
  • İti mindere çağırmışlar da “Bura benim yerim değil.” demiş.
  • İtibar bir anda olur, karakter ise ömür boyu devam eder. 
  • İtibar mantar gibi büyür, karakter sonsuza kadar sürer. 
  • İtibar, insanı zengin veya fakir yapar, karakter ise mutlu ya da mutsuz kılar.
  •  İtibarın düşmesin, sözün dinlensin. (Çelebi Mehmet Han)
  • İtibarlı yiğidin karşısına eceli gelmiş tavşan çıkarmış. (Tatar Türkleri)
  • İtil, atıl ama satılma. (Kırgızistan)
  • İtin ağzına gem yakışmaz, eşeğin başına yular yakışmaz. (Özbek- Altay)
  • İtin boynuna ciğer asma. (Azerbaycan)
  • İtin dostluğuna güven olmaz. 
  • İtin duası kabul olsaydı, gökten kemik yağardı. 
  • İtin eniği, it olur. 
  • İtin havlamasını bir lokma ekmek durdurur. (Yozgat) 
  • İtin ısırmayanı, atın osurmayanı olmaz.

  • İtin olduğu yere melek girmez. 
  • İtin ölümü gelirse cami duvarına işer.
  • İtin sahibi varsa, kurdun tanrısı vardır. (Özbek- Altay)
  • İtle çuvala girilmez.
  • İtle yatan, bitle kalkar.
  • İyi  nasihat verilir amma, iyi edep verilmez.
  • İyi adam barıştırır, kötüsü de karıştırır. 
  • İyi adam lafının üzerine gelirmiş.
  • İyi adama iyi evlat denk gelmez. (Abhazya Atasözü)
  • İyi adamın aklı taşa damga basmış gibidir. (Kırgız Atasözleri)
  • İyi adını kötüye çıkaracak davranışlarda bulunma. (Evliya Çelebi)
  • İyi alışkanlıklar her yerde hoşa gider, kişiyi rakipsiz kılar. 
  • İyi anlaşılan şey kolayca söylenir.
  • İyi arkadaş hayatin süsüdür.“İbrahim Hakkı Hz.”
  • İyi arkadaş yola çeker, kötü arkadaş yardan atar. (Batı Trakya)
  • İyi at, iyi bir de eyer gerektirir. (Abhazya Atasözü)
  • İyi balın müşterisi çok olur. (Kazak) 
  • İyi bilmediğin bir konuda iddiaya girme. Bir kişi tümüyle iyi yâda kötü olamaz. 
  • İyi bir akla sahip olmak yeterli değil, onu iyi kullanmalı
  • İyi bir gelinin varsa oğlun var (demektir). (Abhazya Atasözü)
  • İyi bir insan gördüğünü, kötü bir insan verdiğini söyler.
  • İyi bir kitap, iyi bir arkadaştır. 
  • İyi bir koca sağır,  iyi bir karı da kör olmalıdır.
  • İyi bir lider, halkına babalık şefkatiyle hizmet edendir. (S.A Hamid)
  • İyi boğayı kurt yer, fakirin topladığı malı zengin yer. (Nogay)
  • İyi duymayan iyi uydurur.“Kıbrıs”
  • İyi evlat babayı vezir eder, kötüsü de rezil eder. 
  • İyi giyinen kadın, kocasının başka bir kadınla ilişki kurmasını engeller.
  • İyi giyinen kimsenin önünde herkes eğilir. (Sümer Atasözü)
  • İyi gördüğünü söyler, kötü verdiğini. (Çerkez atasözleri)
  • İyi gün dostu olanlar kötü günde yok olurlar. 
  • İyi haber ağır ağır gelir, çabuk gelirse kara haber olur. 
  • İyi hava sabahtan belli olur.
  • İyi hoca ilminden, iyi koca derdinden belli olur.
  • İyi huy, başkalarını üzmemek ve sıkıntılara katlanmaktır. 
  • İyi huya özenmek de iyidir. (Özbek- Altay)
  • İyi huylarını terk eden, ölüme doğru yol alıyor demektir. 
  • İyi huylu olan kişi, insanları üzmez, kendisi de üzülmez
Yazının Devamı

İŞ İNSANIN AYNASIDIR

İstersen alırsın, ararsan bulursun, kapıyı çalarsan, açılır.

İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü karadır. (Azerbaycan )

İstikbaliniz için iki şeyden korkun: İsraf ve kibir.

İstiklâlsiz din olmaz. (Müftü Mehmet Bahaedddin)

İstişare olursa savaş olmaz.(Batı Trakya)

İstişare, [danışma] birlik ve kuvvet demektir.

İsyankârın mahcup hali, ibadette olanların mağrur halinden daha sevimlidir. (Yahya Vaiz)

İş başa düşünce, gayret dayıya düşer.

İş bilenin, kılıç kuşananındır.

İş bitmeden önce asla ödemenin tamamını yapma!

İş elinden gelse, kapı arkasında saklanırsın. (Adıyaman)

İş gözle değil elle yapılır. (Kırgız Atasözü)

İş hayatınızda tedbirli olun. Hilekârlardan uzak durun.

İş olacağına varır.

İş rast gideceği zaman kargayı ava salsan kaz alır. (Özbek- Altay)

İş yapmanın uygun ortamı bulunmalı.

İşaret olsa yol şaşırılmaz, bilgi olsa söz yayılmaz. (Kaşgarlı Mahmut)

İşbirliği, dayanışma ise örgütlenmekten oluşur. “Kazak”

İşçinin alnının teri kurumadan hakkını verin. (Hadis)

İşçiye, alın teri kurumadan hakkını verin.

İşe çağırırsan varmaz, aşa çağırırsan kalmaz. (Kırım Türkleri)

İşi bilene iş zor gelmez.

İşi çok olanların gözyaşları için vakitleri yoktur.

İşi düşünce arar beni, işim düşüce kovar beni .(Azerbaycan)

İşi ehline vermeyen, bedelini ağır öder. (Sultan Abdulhamid)

İşi kötü gidenin sakalı gırtlağında çıkar. (Kırgız Atasözleri)

İşi olmayanın aşı da olmaz. (Kırım-Tatar)

İşi seven kişinin içi sıkılmaz.

İşi tecrübesize bırakan, gam denizinde çok dalga yutar.

 İşi yolunda olanın, sırtı yere gelmez.

İşi yürüyenin köpeği ot yer, işi yürümeyenin gelini hırsızlık yapar. (Kırgızistan)

İşimiz Allah'a kalmışsa, olmuş bil.

İşin içine para girdimi, kimseye güvenme.

İşin yoksa şahit ol, paran çoksa kefil ol.

İşinden ne kadar zevk alırsan, kazancın o kadar çok olur.

İşine (sanatına) hor bakan, boğazına torba takar..

İşini bilen, aşını bilen, eşini bilen fakir kalmaz.

İşini insanların harisine tevdi etme, yemeğini nankör insanlara yedirme. “Y.Hacib”

İşini, eşini, aşını bilen aç kalmaz.

İşkembesi büyük adam bir avuç suyla doymaz.

İşlemekte olduğun hayırlı işleri ölünceye kadar sürdür, sakın bırakma.(Mu. Arabî)

İşleri kolaylaştıranın, işi kolaylaşır. .

İşlerin en iyisi orta yolu olanıdır.

İşlersin işlersin kendine fayda yok, İşten artmaz dişten artar. “Gagauz

İşleyen demir pas tutmaz.

İşsiz insan, durgun su gibidir, bozulur.

İşsize Şeytan iş bulur.

İşsizlik arsızlık getirir. (Azerbaycan)

İşsizlik yoksulluğun anasıdır. (Azerbaycan)

İştaha diş altındadır. (Azerbaycan)

İşte terlemeyenin kazanı kaynamaz. (Romanya)

İşten artmaz, dişten artar.

İşten evvel tedbir, pişmanlığa yer bırakmaz. (Hz. Ali)

İşten korkmayan, kıştan korkmaz. (Kırım-Tatar)

İt dalaştan, bacı kardeşten korkar.

İt de sahibine saygı duyar. (Özbek- Altay)

İt de utanma olsa çarığın altını yemez.

İt derisinden post olmaz.

İt doyduğu gün hırsızlık etmez, işsizin işi, hırsızlık. (Başkurt)

İt girse kemik ver, insan girse yiyecek ver. (Özbek- Altay)

İt ısırmaz at tepmez deme. (Kaşgarlı Mahmut)

İt ile bir çuvala girilmez. (Ardahan)

İt ite, it de kuyruğuna buyurur.

İt kendi evinde yiğit.

İt kursağı sadeyağ götürmez.

İt nazarı ata değer, at nazarı ite değmez.

İt taştan, bacı kardeşten korkar.


Yazının Devamı

İNSANIN KAZANDIĞI PARADAN DEĞİL PARANIN KAZANDIĞI İNSANDAN KORKULUR
  • İnsanın kendi başına açtığı dertlere, şeytan gelse çare bulamaz.
  • İnsanın kendi şahsına rahmeti, başkasına rahmetinden daha büyüktür. (M. Arabî)
  • İnsanın kendisine yaptığını bir ordu gelse yapamaz.
  • İnsanın kusurunu, çirkinlik açığa çıkarır, cömertlik örter. 
  • İnsanın parası arttıkça, düşmanı artar, ilmi arttıkça dostu artar. (Hz. Ali)
  • İnsanın rütbesi yükseldikçe, utancı azalır. 
  • İnsanın sade dışı değil, içi de güzel olmalıdır.
  • İnsanın soyu bir, huyu bindir
  • İnsanın sözü sözüne uymalı
  • İnsanın şakalaşması ve alaylı konuşması bela getirir. 
  • İnsanın üç yakın dostu vardır; Yaşlı bir eş, yaşlı bir köpek, hazır bir para.
  • İnsanın varlığı artınca, hırsı da artar.
  • İnsanın yaşına göre nazı çekilir.
  • İnsanın yere bakanından, suyun durgun akanından kork. 
  • İnsanın yüz güzelliğine değil, aklına bak. 
  • İnsanın zilleti de, izzeti de kendi elindedir. (Azerbaycan)
  • İnsanın, cahil olduğunu bilmesi bilgiye atılmış ilk adımdır. 
  • İnsanın, denemede mert mi, hain mi, olduğu ortaya çıkar. 
  • İnsanin hırsız olup olmadığı, suç ortağından sorulmaz ki! 
  • İnsanla birlikte büyüse bile, kurdun eniği yine enik olur. (Sadi Şiraz’ı).
  • İnsanla hayvan arasında ki fark edeptir. (Mevlana)
  • İnsanla hayvan arasındaki fark: konuşmak ve yalan söylemektir.
  • İnsanlar acılarıyla büyürler.
  • İnsanlar arasında adaletle eşit davranın, doğru karar verin. 
  • İnsanlar arasında bulun, fakat kimseye yük olma.
  • İnsanlar beş kısımdır: Hayırsever; yemez, yedirir, gerçekçidir; yer ve yedirir.
  • İnsanlar bir tarağın dişleri gibi müsavidir. 
  • İnsanlar değişmez, değişen tek şey şartlar ve çıkarlardır.
  • İnsanlar genelde sahip olamadıkları şeylerden söz ederler.
  • İnsanlar hatalarını mutluyken değil ancak mutsuzken anlar.
  • İnsanlar hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar, ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
  • İnsanlar kendi çılgın ihtiraslarının neticelerini kadere yüklerler
  • İnsanlar kendisiyle barışık, becerikli ve özgüvenli olabilmelidir. 
  • İnsanlar konuşarak, hayvanlar koklaşarak anlaşırlar.
  • İnsanlar ne kadar az düşünürlerse, o kadar fazla konuşurlar.
  •  İnsanlar parayı köle yaptıklarını sanırken, kendileri onun kölesi olmuşlardır.
  • İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.
  • İnsanlar uyumadan it rahat etmez. (Kırgız)
  • İnsanlar üçe ayrılır: Paranın kölesi, paranın arkadaşı ve paranın patronu olanlar.
  • İnsanlar yaşadığı için değil, yaşamadıkları için yaşlanırlar
  • İnsanlar, akıllı, güçlü, zengin ve becerikli kişilere saygı duyar.
  •  İnsanlar, akıllılar arasında deli; deliler arasında akıllı olmasını bilmeli.
  • İnsanlar, babalarından ziyade zamanlarına benzerler.
  • İnsanlar, kötülüğü istediği için değil, vicdanları zayıf olduğu için yapar.
  • İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz.
  • İnsanlara ehil olmadığı bir işi verirseniz; onun ezilmesine sebep olursunuz
  • İnsanlara gül verin, gülünüz yoksa gülüverin.
  • İnsanlara insaflı davrananlar, başarılı olurlar.
  • İnsanlara karşı kaba söz söyleme; kaba sözün acısını gönül uzun yıllar çeker.
  • İnsanlara merhamet etmeyene, Allah merhamet etmez.
  • İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a şükretmiş olmaz. (İbrahim Hakkı Hz.)
  • İnsanlara yardım için balık vermeyin, balık tutmayı öğretin.
  • İnsanları aldatanlar insan değildir.
  • İnsanları bir araya getiren şey öfke değil sevgidir.
  • İnsanları canlandıran ümit, öldüren üzüntüdür.
  • İnsanları incelemek, kitapları incelemekten daha gereklidir
  • İnsanları olaylar değil, olaylara getirdiği yorumlar incitir.

  • İnsanları oldukları gibi kabul etmeli. 
  • İnsanları yargılarsan, onları sevmeye zamanın kalmaz.
  • İnsanları yükselten iki meziyet: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. (K. Atatürk)
  • İnsanların adisi, din kisvesi altında çıkar sağlayandır.
  • İnsanların ağzını kapatmaya elli arşın bez yetmez. (Nogay Atasözleri)
  • İnsanların büyüklüğü, yaptığı işlerin büyüklüğü ile ölçülür.
  • İnsanların cömerdi; istemeden verir, güçlüyken bağışlar.
  • İnsanların değeri zorluklar karşısında belli olur.
  • İnsanların değişmeyen duygusu, ölüm korkusudur.
  • İnsanların elinden hayalleri alınacak olursa, başka ne zevkleri kalır?


Yazının Devamı

İNSAN, YA İŞRET MASASINDA, YA DA YOLCULUKTA BELLİ OLUR
  • İnsan, yaptığı her işte kaliteyi esas almalıdır. 
  • İnsan, yaptığı iyilikler kadar mutlu olur. 
  • İnsan, yaptığının cezasını çekmezse pişman olmaz. 
  • İnsan, yaşadığı surede, ümit ile sevinç arasında gelir gider.
  • İnsan, yaşadıkça yeni şeyler öğrenir. 
  • İnsana az bir mal yeter, çok mal ise kâfi gelmez. 
  • İnsana belâ gelmez, Hak istemedikçe; Hak belâ vermez, kul azmadıkça.
  • İnsana en yakın alan şey, eceldir. 
  • İnsana kalabilecek en değerli miras, dürüstlüktür.
  • İnsana kötülük günde yüz kez, iyilik ise yılda bir kez gelir. 
  • İnsana nasihat olarak ölüm yeter.
  • İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur.
  • İnsana yapılacak iyilik, ona aklını kullanmayı öğretmektir.
  • İnsana yararsız bilgi değil, edep ve terbiye gerekli. 
  • İnsana zaman, hayvana saman gerek. 
  • İnsana zarar, malından ya da şöhretinden dolayı gelir. 
  • İnsana, yararsız bilgiden ziyâde, edep ve yüksek terbiye lâzımdır. (A.İbni Mübârek)
  • İnsanı bağışla, kalbini kazan, bağış da insanın boynu eğrilir
  • İnsanı güzel kılan kıyafettir, ağacı güzel kılan yapraktır. (Özbek- Altay)
  • İnsanı güzel yapan, güzelliği değil, kişiliğidir.
  • İnsanı hayvandan ayıran aklıdır. İnsan, akıldan uzaklaştığı zaman, hayvan ortaya çıkar. 
  • İnsanı insan eden huzur değil, gayrettir; kolaylık değil, güçlüktür.
  • İnsanı insan eden şey; ilim, sabır, kanaat ve hakkaniyettir.
  • İnsanı insan yapan paradır, parasız insanın gözü karadır. 
  • İnsanı maskara eden, dilidir. (Sadi)
  • İnsanı olgunlaştıran yaşı değil, yaşadıklarıdır!  (N. Fazıl Kısakürek)
  • İnsanı rüsva eden cimrilik ve oburluktur. (Çeçen Atasözleri)
  • İnsanı vaktinden önce yıpratan tembelliktir.  (Hz. Ali)
  • İnsanı yalnız bırakan tek şey ölümdür. 
  • İnsanı yaşatan hayaller, ağlatan ise gerçeklerdir...
  • İnsanı yükselten ilim, edep, emanet ve iffettir. 
  • İnsanı zengin eden, kalp zenginliğidir. Mal, göz doyurmaz.
  • İnsanın acıyan yeri ayrı, acıkan yeri ayrıdır.
  • İnsanın aklı neyi kavrar ve neye inanırsa onu gerçekleştirebilir.
  • İnsanın alası içindedir; malın alası dışındadır.(Özbek- Altay)
  • İnsanın bir ağzı, iki kulağı var, bir söyleyip, iki dinlemeli. 
  • İnsanın cahil olduğunu bilmesi, ilme atılmış ilk adımdır. 
  • İnsanın çoğunda adalet sevgisi, korku yüzünden vardır.
  • İnsanın değeri ömrünün uzunluğu ile değil, bıraktığı eserlerle ölçülür.
  • İnsanın değeri, taşıdığı vicdanının ağırlığı kadardır.
  • İnsanın dili, kendisini sokan yılana benzer.
  • İnsanın doğması ve ölmesi elinde değil, mutlu olması elinde.
  • İnsanın dünyada kazanacağı şeylerin en iyisi, evlat ile helal maldır.
  • İnsanın eceli koynundadır. (Abhazya Atasözü)
  • İnsanın edepsizi insan değildir, İnsanla hayvanın farkı edeptir.
  • İnsanın en akıllısı, insan davranışlarını takdir edendir. (Hz. Ömer).
  • İnsanın en zayıf olduğu an, kendisini en güçlü gördüğü andır.
  • İnsanın eti yenmez, derisi giyilmez, ancak şirin dili gerek! (Azerbaycan).
  • İnsanın evi, gönlünün olduğu yerdir.
  • İnsanın gerçek güzelliği, sözünün güzelliğidir. (Hacı Bektaşi) 
  •  İnsanın gözleri öyle şeyler anlatır ki, dil onları telaffuz edemez.
  • İnsanın gözü doymaz. (Gagavuz)
  • İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır. “Hz. Mevlana”

  • İnsanın gözüne baktığında, gönlündeki buz çözülür, şefkati uyanır.

  • İnsanın gözünü bir avuç toprak doyurur. (Azerbaycan)
  • İnsanın güzelliği, söylediği sözün güzelliğinden belli olur.
  • İnsanın hakiki asaleti faziletten gelir, doğuştan değil.
  • İnsanın hamı [genci] tatlı, olgunu acıdır.
  • İnsanın hayvandan farkı edeptir.”Mevlana”
  • İnsanın huzurlu, başarılı ve mutlu olabilmesi için eşini ve işini sevmesi gerekir.
  • İnsanın ilim ve edebi, en büyük varlığıdır. Eskimez, kaybolmaz. ( Mevlâna)
  • İnsanın işittikleri kuşkulu, gördükleri kesindir.
  • İnsanın iyi olmasına yüz yıl yetmez, kötülüğüne bir gün yeter.
  • İnsanın kaderi dili altında saklıdır. (Hz. Ali)
  • İnsanın kalbi, çöle atılmış kuş tüyü gibi, her yere döner. 
  • İnsanın karısı, canının yarısıdır.
  • İnsanın karnından önce gözü doymalı.


Yazının Devamı

İNSAN SEVEBİLDİĞİ KADAR İNSANDIR
  • İnsan sağ olursa, dileğini bulur; hayat dilek için bir sermayedir. “Yusuf Has Hacib”
  • İnsan sövüldüğü yere, köpek dövüldüğü yere gider.
  • İnsan sözü ile söver ve dili ile acıtırsa, bu kemiğe sızı ve gönle ateş olur. “Y. Hacib”
  • İnsan sözünden bellidir. (Karakalpak Türkleri)
  • İnsan sözünün eri, sakalının berberi olmalıdır. 
  • İnsan şişirilmiş bir tulum gibidir, ağzı açılınca söner. (Kaşgarlı Mahmut)
  • İnsan taştan sert, gülden zariftir. (Azerbaycan)
  • İnsan tek başına ölecek, tek başına dirilecek, tek başına hesaba çekilecek
  • İnsan temiz olmayanı su ile temizler; su kirlenirse ne ile temizler.“Y. Hacib”
  • İnsan tokuşacağı taşı bilse eğilir de kaldırır. (KKTC Türkleri)
  • İnsan topraktan yaratılmıştır, toprak gibi alçakgönüllü olmazsa insan değildir. (Sadi)
  • İnsan ümit avcısıdır, arkasından koşar, ümit ise uçar gider. 
  • İnsan vardır rahmet getirir, insan vardır lanet getirir. 
  • İnsan ya acılarını unutmasını, ya da kendi mezarını kazmasını bilmeli.
  • İnsan ya olduğu gibi veya göründüğü gibi olmalıdır. 
  • İnsan yaptığı utanmazsa, isteyerekten yanlış yapar. 
  • İnsan yaşadıkça anlıyor ki; Kendi kayığını kendin çekmezsen bir yerlere gidemiyorsun!.
  • İnsan yaşlanır, onda hırs ve istek genç kalır. 
  • İnsan yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlıdır.
  • İnsan yavrusunu beleye beleye, koyun kuzusunu yalaya yalaya büyütür. 
  • İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur.
  • İnsan yenile yenile yenmesini öğrenir. 
  • İnsan yenilince tükenmez, pes edince tükenir.
  • İnsan yıkıldığı yerden kalkar. 
  • İnsan yitiğini anasının koynunda bile arar.
  • İnsan zengin olmak için değil, mutlu olmak için yaşamalı.
  • İnsan zevkin kölesi değil, efendisi olmalı. 
  • İnsan zorlanmadan mutlu olmaz. (Batı Trakya)
  • İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.
  • İnsan, Allah’tan, evlattan, damattan intikam almaz. 
  • İnsan, amacına sabırla ulaşır. 
  • İnsan, ancak anladığı şeyleri duyar.
  • İnsan, ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir.
  • İnsan, ayağını bastığı yerden çok diline dikkat etmelidir
  • İnsan, babasına borçlu olduğu saygıyı ancak baba olduğu zaman duyar. 
  • İnsan, başıboş yaratılmış değildir. 
  • İnsan, bedenen yaşlansa bile, ümitle dinç kalmayı sağlar. 
  • İnsan, bildiğinin âlimi, bilmediğinin de cahilidir. 
  • İnsan, bilmediği şeylerin düşmanıdır. 
  • İnsan, bir işi yapıp sonra pişman olmuşsa, bir daha o işi yapmasın
  • İnsan, düşeceği yere çıkmamalıdır.
  • İnsan, en az bildiği şeye en çok inanır.
  • İnsan, geleceği için kazancının bir kısmını ayırmalı. 
  • İnsan, hasta olmayınca, sağlığın kıymetini bilmez. 
  • İnsan, hayatında yaptığı iyilikler kadar mutlu olur
  • İnsan, hayatının dörtte üçünü, olmayacağı istemekle geçer. 
  • İnsan, hayatta istediğini alsa da, sonsuz mutluluğa eremez. 
  • İnsan, hayatta nelere inandıysa, kabirde de onlara inanır. 
  • İnsan, hem hüviyeti, hem Hakikati ile insandır
  • İnsan, her gün bal yese bıkar. 
  • İnsan, iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batırmalı. 
  • İnsan, insanla alay eder, ama Şeytan herkesle alay eder. 
  • İnsan, kanundan değil, vicdanından korkmalıdır. 
  • İnsan, kaybettiği değere erince mutlu olur.
  • İnsan, kendi mutluluğunun mimarıdır.
  • İnsan, kendi vicdanından bir şey gizleyemez. 
  • İnsan, kendini beğenmekle helak olur. 
  • İnsan, kıyafeti ile karşılanır, konuşmasıyla uğurlanır. 
  • İnsan, ne kadar az bilirse o kadar çok bildiğini sanır. 
  • İnsan, nefsinin esir olduğu sürece, insanlara köle olur. 
  • İnsan, ölünceye kadar sevdiğini, öldükten sonrada sever. Sevgi ruhun gıdasıdır. Ruh ölmez, sevgide yok olmaz. 
  • İnsan, sevdiği ile beraberdir. 
  • İnsan, süngerin suya açılması gibi, bilgiye de aç olmalı. 
  • İnsan, şişirilmiş bir balon gibidir, ağzı açılınca söner.
  • İnsan, terazi değil ki hata yapmasın. 
  • İnsan, ya acılarını unutmasını bilmeli, ya da kendi mezarını kazmasını. 


Yazının Devamı

BEDELİ ÇANAKKALE’DE ÖDENECEK

BEDELİ ÇANAKKALE’DE ÖDENECEK

Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer “zabit namzedi” olarak Çanakkale’de idi. İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale’de Boğaz’ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1916’da bütün hatları tahliye edip gitmişlerdi.

Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden Mehmet Muzaffer Bey, alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede yaptığı sahte 100 liranın ön yüzünde; "Bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir" yazılı kağıt parayı hazırladı.

Muzaffer Çanakkale’ye vardığında, Çanakkale’deki birliklerin büyük bir kısmını Kafkas, Irak, Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Muzaffer, birliğinin alay karargâhında görevliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. Muzaffer becerikli İstanbul çocuğu olduğundan karargâh, gerekli malzemenin temini için onu memur etti. Gerekli paranın kendisine verilmesi için de Erkanı-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. 

Muzaffer, istenilen malzemeyi Karaköy’de bir Yahudi’de buldu. Fiyatlar pek fahişti ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Gerekli parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. 

Muzaffer az sonra yaşlı bir Yarbay’ın huzurunda idi. Komutan uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan, ”Ne alınacak” dedi. “ Kamyon lastiği” cevabı verilince Muzaffer’e:

—“Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak para bulamıyorum. Haydi git, beni günaha sokma” dedi. Muzaffer selamı çaktı, dışarı çıktı. Yolda ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Bu malzemelere alayın ihtiyacı vardı.

Elindeki (Almanların verdiği) iki kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Muzaffer malzemeyi bulmuştu, fakat para yoktu. Doğruca tüccar Yahudi’nin yanına gitti. “Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek, gece kalacak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem gerekir. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin” dedi. Tüccar “peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken “Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler” diye ilave etti. Yahudi yine “peki” dedi.

Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Yahudi malları hazırlamıştı. Fenerin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi.

Muzaffer bir yüzlük kağıt parayı verdi. Araba dörtnala Sirkeci’ye yollandı. Malzeme gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu. Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük parayı bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti, bozmadılar, çünkü para sahte idi.

 Muzaffer, para basımına dair kullandığı kağıdı, kırtasiyeden almış, bütün gece, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek güzellikte taklit bir para yapmıştı. Tüccara yutturduğu para buydu.

O devrin hakiki paralarının üzerinde “Bedeli Der saadet’te altın olarak tediye edilir” ibaresi vardı. Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:

“Bedeli Çanakkale‘de altın olarak ödenecektir”. Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi. Yahudi tüccar bunu mesele yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı.

Olay Şehzade Halim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit paranın bedelini altın olarak ödeyip aldı. Bu parayı, zarif, sedef kakmalı mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti.

Yazının Devamı

CEVAT PAŞA’NIN RÜYASI GERÇEK OLDU

Düşman donanmalarının Çanakkale Boğazı’nı geçmek için ciddi bir taarruza hazırlandığı haberi alındı. Önceden denize döşenen mayınlar imha edildi. Miralay Cevat Bey, aşırı yorgunluğun etkisiyle uykuya daldı ve rüyasında bir ses duydu: 

—“Ey Cevat! Siz Allah’a inanan kimsesiniz. Şu denizin üzerine bir bakıver!” Cevat Bey, denize bakınca yoğun bir nur yumağı içinde “Kef” ve “Vav” harflerini gördü ve uyandı. Ertesi gün bir mezarın başında fatiha okurken rüyasındaki sesi yine işitti: 

—“Ey Cevat! Depolardaki 26 mayını denize döşe!” Paşa heyecana kapıldı. Biraz sonra nur yüzlü bir zât peyda oldu. Paşaya; 

—“Bir derdiniz var mı?” diye sordu. O’da rüyasını anlattı. O gönül ehli zât Cevat Paşaya: 

—“Evladım! Denizin üzerinde gördüğün nur, zaferimizin alametidir. “Kef” ve “Vav” harfleri, Ebcet hesabına göre “26” eder. O halde deponuzdaki 26 mayını denize döşerseniz, bu sizin zaferiniz olacaktır” dedi. Bunun üzerine 17 Mart akşamı Cevat Bey, Yüzbaşı Nazmi Bey’i çağırdı ve ona çok tehlikeli bir vazife tevdi etti. Nazmi Bey, ölüme gitmeye hazırdı. Hemen hazırlıklarını yaptı ve gece yarısı Nusrat Mayın Gemisi ile boğaza açıldı. 

Geminin kaptanı Tophaneli Yüzbaşı Hakkı Bey’di. O, iki gün önce kalp krizi geçirmişti ve bu göreve talip oldu. Gemi yola çıktı ve hedefine vardı. İtina ile mayınlar denize döküldü. Nusrat, sessizce gerisin geriye dönecekti ki, bu esnada hiç ummadıkları bir şey oldu; yüz metre önlerine düşen düşman projektörü yavaş yavaş Nusrat’a doğru geliyordu. 

Geceyi gündüze çeviren bu ışığın altına birazdan girecekler, mermi yağmurları ile delik deşik olacaklardı. Son anlarını yaşadıklarını düşündükleri anda İlahi yardım, Nusrat’a yetişti. 

O güne kadar bozuk olduğu için çalışmayan Türk sahil projektörleri birden harekete geçti ve denizde adeta bir ışık savaşı başladı. Düşman, Mehmetçik’in projektöründen kurtulduğu anda, Nusrat bu kargaşadan yararlanıp, çoktan uzaklaşmış oldu.

Yüzbaşı Nazmi Bey, Yüzbaşı Hakkı Bey’e geçmiş olsun demek için yanına geldiğinde, kalbi bu heyecana dayanamayan Hakkı Bey’in şehit olduğunu gördü. 

Yazının Devamı

ANZAKLI ÖMER



1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas için ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu, görev yaptığı hastanede başından geçen olayı şöyle anlatıyor: "Amerika'ya gittiğim ilk yıllarda, Newyork'ta “Medikal Çenter Hospital” adlı hastanede görev almıştım. Yetmiş beş yaşlarında kanserli bir hastama;

—”Size, kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?” dedim. Adamcağız üstelikte kansızdı. Kolunu açtım, baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı vardı.

—“Siz Türk müsünüz?” dedim. Kaşlarını yukarıya kaldırarak "Hayır" işareti yaptı. 

—“Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?” dedim. "Aldırma öylesine bir şey” dedi. Ben yine:

—“Benim için bu bayrak önemli, benim bayrağım...” Bu söz üzerine gözlerini açtı, mırıltı halinde sordu:

—“Siz Türk müsünüz?”

—“Evet Türk'üm....” İhtiyar gözlerime bakarak anlatmaya başladı:

—1915 yılında Türkiye’de Çanakkale diye bir yer var. Ben Avustralya Azaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp: "Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara savaş açtılar" dediler. Biz de onlara inandık ve savaşmak isteyenler arasına katıldık. Bizi gemilere doldurup Çanakkale'ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki, denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de, Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. 

Türklerdeki bu gayreti gördükçe şaşırıyorduk. Her yönüyle çok üstün olduğumuz halde başarılı olamıyorduk. İlk başlarda Türkleri anlatıldığı gibi barbar sanıyorduk. Meğer barbarlık değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.

Biz karaya çıktık ama geri püskürtüyorlar. Derken böyle bir hücumda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize; “Türkler barbar insanlardır” dediler. Ama dikkat ettim, yaralarımı sarıp, bana yardım ettiler, yiyecek verdiler. Şaşırdım ve kendi kendime:

—“Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürlerdi. Ama öyle olmadı. Esirlere misafir gibi davrandılar. Yazıklar olsun bana! Bu İngilizler meğer ne yalancı bir milletmiş.”

Nihayet bizi serbest bıraktılar, memleketime döndüm. O zamandan beri Türk milletini hiç unutamadım ve koluma Türk bayrağını dövme yaptırdım. Talihin şu cilvesine bakınız ki, Çanakkale’de ölmek üzere iken yaralarımı saran Türkler idi. Şimdi Amerika’da, yıllar sonra bana yardım eden yine bir Türk”. Nemli gözlerle "Bana adınız neydi?” dedi. "Ömer" dedim. Tekrar sordu:

—“Peki sana niçin Ömer ismini vermişler?”

—“Müslüman olduğum için.”

—“Senin adın Müslüman adı mı? 

—"Evet" deyince doğrulmak istedi. Onun oturmasına yardım ettim. Gözleri yaşardı ve;


—“Senin adın güzelmiş. Benim adım, şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra Anzaklı Ömer olsun” dedi. 

—“Peki doktor, Müslüman olmak zor mudur?” dedi. Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti?

—“Tabii” dedim —“Müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım. Şahadet getirdi ve:

—“Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da öğretseniz de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu? Dedi Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim.

O, hasta yatağında tespih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde bana rica etti:

—“Beni yalnız bırakma olur mu?”

—“Ne gibi Ömer Amca?”

—“Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor”, dedi. 

Aradan kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" İçimden "Bizim Ömer Amca galiba yolcu?" dedim, hemen yukarı çıktım.

Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi, Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunda dövme Türk bayrağı, Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet getirttim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti. Allah rahmet eylesin.

Yazının Devamı

ELLİ YEDİNCİ ALAY


Türk ordusunun Çanakkale’deki kahramanlıklarını, dünya devletleri hayret ve dehşet içinde izlerken, Türk’ün ezeli hasletlerinden olan bu savaşın sırrını anlamakta zorlanmışlardır. Kendisinden on misli fazla olan düşmana karşı Seddülbahir’de, askerinin yarıdan fazlasını kaybeden Binbaşı Mahmut ve Mehmetçik, Arıburnu’nda yakaladığı düşmanı önüne katıp, denize kadar kovalamıştır.

Anafartalar’da Jandarma Birliğinden Pehlivan Ahmet oğlu İsmail Çavuş ve üç arkadaşı düşman siperlerine girip onların makineli tüfeklerini ele geçirdiler. Bu savaşta daha nice fedakârlıklarla dolu menkıbeler ve isimsiz kahramanlar vardır. Burada birkaç örnek vermek istiyorum.

57. Alayda bulunan gönül erleri, Çanakkale’de 19 Mart sabahı düşman askerlerinin saldıracağı duyumunu almıştı. O tarihte bu denli mermi harcayan bir askeri birlik görülmemiştir. 57. Alay Bigalıdan Kocaçimen’e doğru hareket etmiş. Bir yandan modern silahlı güçler, diğer yandan bir avuç imanlı asker süngü savaşı yapmıştır. 

20 Ocak 1915'de, 19. Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in komutasındaki 57. Piyade Alayı, genelde acemilerden oluşuyordu. Bu arada 57. Piyade Alayı Vapurla Tekirdağ'dan yola çıktı (24 Şubat 1915), Gelibolu’ya ulaştı.

Mustafa Kemal, kendi tümeninden 57. Alay’ı, Maydos bölgesine tertiplemeye başladı. Bölgeyi gezerek 26. Alay’ı Seddülbahir, 27. Alay’ı Kabatepe kıyılarına yerleştirdikten sonra, Seddülbahir'e bir de akıncı müfrezesi çıkardı.

24-25 Nisan akşamı, İngiliz ve Anzak kuvvetleri Arıburnu’ndan karaya çıkmaya başlamışlardı. Bu bölgede kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine rağmen, kıyıdan belli bir noktaya kadar ilerlemeyi başardılar. Mustafa Kemal, 57. Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirdi. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında, Arıburnu yönünden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini gördü.

O anı Mustafa Kemal şöyle anlatmaktadır: 

“Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı’na doğru kaçmakta olduğunu gördüm. Askerlerin önüne çıktım: 

—“Niçin kaçıyorsunuz ?” dedim. 

—“Efendim düşman!” dediler.

—“Nerede?”

—“İşte!” diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, ileriye doğru yürüyordu. Benim kuvvetlerim geride kalmıştı. Onlara on dakika mola vermiştim. Demek ki düşman bana, benim askerlerimden daha yakınmış ! Kaçan askerlere:

—“Düşmandan kaçılmaz”, dedim.

—“Cephanemiz kalmadı”, dediler.

—“Cephaneniz yoksa süngünüz var”, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının, benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye yolladım. 


Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır..”  dedi. Mustafa Kemal, dağ bataryalarını dağın sırtına yerleştirip, daha sonra, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine aldıktan sonra atına bindi, 57. Alay'a hitap ederek: 

—“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilir”, dedikten sonra, 25 Nisan 1915 günü, 27. Alay, 57. Alayla birlikte süngü hücumunu başlattılar. 

Bu savaşta Anzaklar çok sayıda kayıp verdi. Dört ay boyunca, Conkbayırı-Kabatepe bölgelerinde, kanlı çarpışmalar oldu. Arıburnu’ndaki 27. Alayımızın yardımına koşan birliklerimizin bazıları dağılınca, 57. Alayımız daha geniş bir araziye yayılmak zorunda kaldı. 

Burada Yarbay Hüseyin Avni şehit oldu. Kumandayı ele alan Binbaşı Yusuf Ziya da şehit olunca, alay Müftüsü Hasan Fehmi kumandan oldu. O da şehit düştü. Kumandanları şehit düşen birlikler, Arıburnu sırtlarında düşmanı durdurmak için canla başla savaşıyordu. 

Bu arada Nazif Çakmakta (Fevzi Çakmak'ın kardeşi) şehit oldu. Ardından gelen 57. Alay'ın 6. Bölüğü ile Anzak Kolordusu'nun 3. Alayının 4. Bölüğü süngü ve dipçiklerle birbirlerine girdiler. 

Sisli bir Nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görünce takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sordu. 

Takım komutanı; “Sabahleyin düşmana hücum emrini almış, 57. Alay, Huzur-u İlahi’ye temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkamışlar; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir”, der Burada. 57. Alayın tamamı şehit düşmüştür. Geriye gök kubbede baki kalan hoş bir seda olarak yerini almıştır 

"Bu alay sancağı Gelibolu savaş alanından getirtilmiştir, ama esir edilmemiştir. Türk Ordusu'nun geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, son muhafızın altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur" yazılıdır.

Yazının Devamı

HAYVANLARA KÖTÜ DAVRANAN İYİ İNSAN OLAMAZ


  • Hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşırlar. 
  • Hazımsızlıktan ölmek, açlıktan ölmekten iyidir.
  • Hazır ol cenge, eğer istersen sulh-u salah. 
  • Hazıra Hasan dağı dayanmaz. (Niğde)
  • Hazırı sakla, Hızır’a gerek yok. 
  • Hazine, eziyet çekene, çalışıp çaba gösterene gözükür. “Hz. Mevlana”

  • Hedefe koş, yardıma koş ama ortak koşma!
  • Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez. 
  • Hedefinize, cepheyi daraltarak hücuma geçin.
  • Hedefsiz hayat, kaza ve kadere boyun eğer.
  • Hediye değerli değildir, sevmek değerlidir. (Özbek- Altay)
  • Hediye yabancılara, hizmet ise ahbaba yapılır. 
  • Hediyeler karşılıksız olur. 
  • Hekimden sorma, çekenden sor. (Azerbaycan )
  • Hekimin yaşlısı, avukatın genci yararlıdır.
  • Hekimlerin yanlışları toprakla örtülür.
  • Helal artar, haram batar. (Azerbaycan )
  • Helal kazanç ile pilav yenmez. 
  • Helal mal kaybolmaz. (Azerbaycan)
  • Helal süt emmiş başkadır.
  • Helal ye, şüpheli şeylerden sakın. (Mevlana Hz.)
  • Helâlın hesabı, haramın azabı vardır. 
  • Helva-helva demekle ağız tatlanmaz. (Azerbaycan )
  • Hem çıplak, hem poyraza karşı gider.
  • Hem şiş yağlanmalı, hem kebap pişmeli.
  • Hem yumuşak huylu, hem tatlı dilli, hem akıllı, hem bilgili olmak gerekir.
  • Henüz ölmemiş birinin, hala bir şansı vardır.
  • Henüz vakit geçmeden kalbinle Rabbine dön. . (Abdülkadir Geylânî) 
  • Hep geçmişi yaşayan kişi, ağır ağır ölür. .
  • Hep yarın yapacağım dersen, yarın hiç gelmez.
  • Hepiniz ayıbınızın hamalısınız. Başkalarının kusurlarını kınamayınız. (Sadi Şiraz’ı)
  • Her adam kendi ayıbını görmez. (Azerbaycan)
  • Her ağaç kökünden çürür. 
  • Her ağaçtan kaşık olmaz. 
  • Her ağlamanın sonu gülmektir. (Karakalpak Türkleri)
  • Her akan su içilmez. (Azerbaycan )
  • Her akılsıza hayran olacak, başka bir akılsız bulunur.
  • Her an açık yüzlü ol, asık yüzlü olma. “Nuşirevan”
  • Her aptal kişi, kendini beğenen başka bir aptal bulur.
  • Her atılan taş baş yarmaz, umulmadık taş baş yarar. 
  • Her bahar mutlaka bir fidan dik. “Nâbî”
  • Her başarılı erkeğin arkasında bir hanım vardır. 
  • Her başarının bir son kullanma tarihi vardır.
  • Her bilinen söylenmez.
  • Her binanın bir ustası var. (Azerbaycan)
  • Her bir arı bal yapsa, balın okkası parasız olur. “Gagauz”
  • Her bir koyun kendi ayamdan asılır. (Gagavuz)
  • Her birliğin sonucunda, insan için mutluluk vardır. 
  • Her bulduğunu yeme, her sözü söyleme.(Altay Atasözleri)
  • Her canım diyenin peşinden gidersen bir gün canın çıksın der.
  • Her çağrılan yere gitmeyin. (Vehbi Koç)
  • Her çok, azdan olmuştur. 
  • Her damardan kan akmaz. 
  • Her deliğe elini sokma, ya yılan çıkar ya çıyan. 
  • Her delinin başına bayrak dikilse bedestende bez kalmaz.
  • Her denizin kenarı, sonu, her günün gecesi vardır. 
  • Her derde bir deva bulunur. Lakin ahlaksızlık illetini ilaç bulunmaz." Hz. Ali” 
  • Her diken gül vermez. (Mevlana)
  • Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır. “Hz. Mevlana”

  • Her doğrunun, her yerde konuşulmaz olduğunun bilin. 
  • Her duyduğunuz söze, iyi tanımadığınız kişiye, hemen inanmayın.
  • Her düzün bir yokuşu, her yokuşun bir düzü vardır. 
  • Her eğri ağaçtan, yay olmaz. 
  • Her eli sıkının bir eli açık oğlu vardır.
  • Her elini sıkanla dost, her canını sıkanla düşman olma.
  • Her erkek karısının yaşamasını, kadın da erkeğin varlığı ister.
  • Her evde bir dostun olsun. (Nogay Türkleri)
Yazının Devamı

HARÂMI MİDE HAZMETSE DE VİCDAN HAZMETMEZ


  • Haramın temeli (binası) olmaz.
  • Haramzade pazar bozar, helalzade pazar yapar.
  • Haramzadenin boğazına, balık kılçığı takılır.
  • Haramzadenin koynu dolu, yüzü karadır. (Nogay Atasözü)
  • Harcamanı gelirine göre yap. “Nuşirevan”.
  • Hareket ettiğinde önde ol, sarsıldığında diri ol. (Karaçay-Malkar) 
  • Hareket olmayınca, bereket olmaz
  • Hariçten gazel okumak kolaydır.
  • Harman süren atın ağzı tutulmaz. 
  • Harmana giren porsuk, dirgenden korkmaz. 
  • Harmanı olmayanın dermanı olmaz.
  • Has at sahibine göre kişner. 
  • Has yiğit, has erkek, dışarıda bey, evde kul olandır. (Özbek- Altay)
  • Has yürükte bir özür olmaz, has güzelde bir kusur olmaz. ( Altay)
  • Hasedin en büyüğü nankörlüktür. 
  • Haset insandan sakınmalı, onların dostu olmaz. 
  • Haset, ateşin odunu yediği gibi iyilikleri yer bitirir. 
  • Hasetçi güngörmez.(Kumuk Türkleri)
  • Hasetçinin, senin sevindiğin zaman üzülmesi, intikam olarak sana yeter. (Hz. Ömer)
  • Hasetçiye rahat, kötü huyluyu da şeref yoktur
  • Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir.. (Nef´i)
  • Hasta göze, ışık dokunur.
  • Hasta hasta değil de, hastaya bakan hastadır. (Kazak)
  • Hasta her gün ölür, üşengeç her gün ölür. (Kırım-Tatar)
  • Hasta olmadan kendini koru, tabibe git. 
  • Hasta olmayan sağlığın kadrini bilmez. (Tataristan Türkleri)
  • Hasta yatan ölmez, eceli gelen ölür.
  • Hasta ziyaret edip, cenazeye giden, ahreti hatırlar. 
  • Hasta ziyaretinin makbulü, kısa olanıdır. 
  • Hasta, çorba bırakmaz tasta.“Romanya”
  • Hastalanıp iyileşen can ganimettir, kaybolup bulunan mal ganimettir. (Altay-Kazak)
  • Hastalığın gelmesi kolay, gitmesi zor.(Tatar -Kazak)
  • Hastalığını gizleyen ölür, borcunu gizleyen yoksullaşır. (Başkurt)
  • Hastalık atla gelir, yaya gider. 
  • Hastalık hissedilir de, sağlık hissedilmez. 
  • Hastalık kantarla girer, miskalle çıkar.
  • Hastalık yemek ile girer yemek ile çıkar. (Başkurt)
  • Hastalık, insanın huyunu değiştirir.
  • Hastanın halini hasta bilir.(Kumuk Türkleri)
  • Hastanın vasiyet etmesi iyilik getirir.
  • Hastaya çorba sorulmaz. 
  • Hastaya şeker vermek günah olur, çünkü ona acı ilaç fayda verecektir. (Sadi Şiraz’ı)
  • Hastayım deme, can duyar; satayım deme el duyar.
  • Hata yapmak, insanın doğasında vardır.
  • Hatalar miras değil, savunulmağa değmez. 
  • Hatalar saman çöpü gibidir, suyun yüzüne çıkar. 
  • Hatalar, ekseriya en iyi öğretmendir. 
  •  Hatalarını öğrenmek istiyorsan, dostlarından değil düşmanlarından sor.
  • Hatasız kul olmaz. (Romanya Türkleri)
  • Hatır için çiğ tavuk yenir.  “Gagauz”
  • Hatır için olsa da yüze gülücü olma.
  • Hatırda kalmaz, satırda kalır.

  • Hatırlamak sevmek kadar güzelse, Unutulmak ölmek kadar acıdır.

  • Hatip lafı, suçlu affı, açıkgöz safı sever. 
  • Havanın ölçüsü yoktur. (Özbek- Altay)
  • Havaya bakarak yürüyen çukura düşer.
  • Havaya tükürme üstüne düşer. 
  • Havayı geldiği, rüzgarı estiği, kadını olduğu gibi kabul edin. 
  • Havayı yel azdırır, insanı el azdırır. 
  • Havlayan köpek kimseyi ısırmaz. (Nogay Atasözleri)
  • Havyardan balık olur, tohumdan tahıl olur. (Özbek- Altay)
  • Hay`dan gelen, Hu`ya gider (Selden gelen, suya gider). ( Avşar)
  • Hayâ imandandır. (Azerbaycan)
  • Hayal gücüne sahip biri asla yalnız kalmaz.
  • Hayal kurma bilgiden daha önemlidir.
  • Hayal kurulmayan yerde insan mahvolur. 
  • Hayallerimiz beşikte başlar, mezarda biter.


Yazının Devamı

BİR MUSİBET, BİN NASİHATTEN YEĞDİR


Bir zamanlar Anadolu’da zengin bir tüccar vardı. Bir gün bu adam birden hastalandı ve yatağa düştü. Bu arada gitmediği doktor, kullanmadığı ilaç kalmadı. Ne yazık ki,  bu derdin devası da yoktu. Çaresiz baba, servetinin tek varisi olan oğlu Murat’ı yanına çağırdı. Yaşamın zorluklarını, görünür,   görünmez tuzaklarını ve edindiği tecrübelerini ona bir, bir anlattı ve dedi ki; 

Evladım! Sana hayatta aman hata yapma demeyeceğim. Çünkü her insan yasaklara karşı inadına ilgi duyar. Benim sana tavsiyem, sakın ola ki doğruluktan ayrılma, namazını kıl, insanlığından taviz verme” diye öğüt verdi.

 Bir gün Hak vaki oldu ve adam öldü. Onun için görkemli bir cenaze töreni yapıldı ve sonrada defnedildi. Büyük servete sahip olan Murat’ın çevresini birden dalkavuklar sardı. Daha ilk günden itibaren Murat ile can ciğer oldular ve onu hiç yalnız bırakmadılar. 

Taziyelerden sonra Murat’ı efkâr dağıtmak niyetiyle meyhaneye davet ettiler. O da bu daveti kabul etti. Birlikte cenaze evinden ayrıldılar. Murat’ın acısı taze idi. Akşam olmak üzereydi. Birden babasının öğüdü aklına geldi, yeni dostlarına döndü ve; 

“Arkadaşlar! Bu nazik davetinize teşekkür ederim. Bana biraz izin verin. Sarhoş olarak namaz kılınmaz. Akşam ve yatsıyı kılıp geleyim, sonra size eşlik edeyim” dedi ve oradan ayrıldı.

Murat, akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra meyhaneye geldi. Artık şimdi O, yeterince içip derdini unutma niyetindedir. Fakat meyhane leş gibi içki kokmaktadır. Arkadaşlarının ağızları yamuk, yumuk, hiç birinin konuşmaları net olarak belli değil.

Murat bu görüntüyü bir müddet ibretle izledi, bu manzara karşısında henüz ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Çünkü bu meyhanede adeta insanlık dramı sergileniyordu. Murat, bu rezalete içi burkularak baktı, midesi bulandı ve hemen oradan uzaklaştı. 

Ertesi günü dostları tekrar geldiler ve Murat’ı meyhaneye davet ettiler. Adamlar sanki “ Bal üzerine konan sinek” gibiydiler. Murat, kesin gitmemek için cevabını verdiği halde ısrar ederek;

“Murat! Mademki, içmeyeceksin bir yerde genç, güzel kadınlar var. Felekten bir gün çalalım, bu gece orada birlikte olalım diye direttiler. Murat bu teklife olumlu baktı ve onlara;

“İşte buna asla hayır diyemem, aslında bu konuda ihtiyacım da var. Fakat yatsıyı kıldıktan sonra gelirim” dedi. Arkadaşlarıyla anlaştı ve oradan ayrıldı. 

Murat ertesi gün “oturak alemi yapılan” randevu evine geldi. İçeride manzara pek hoş değildi. Uygunsuz görüntüler, mantıklı mantıksız konuşmalar oluyordu. Murat’ı burası sıktı. Fakat gençlik ve bekârlık onu buraya getirmişti. Odanın içinde birbirinden güzel kızlar vardı. Sarışını, esmeri, insanı tahrik edici açık giysi giyimli bu kızlar onun ilgisini çekiyordu. 

Murat’ın gözü henüz 17–18 yaşlarında görünen, peri kadar güzel bir kıza takıldı. Onu hemen yanına çağırdı. Önce kıza karşı aşırı istek duydu. Kız yanına gelince birden değişti. Tuhaf bir duygu ile ona acıyarak baktı ve nazik bir ifadeyle; 

“Senin gibi güzel bir kızın bu bataklıkta ne işi var? Diye sordu. Kız Murat’a;

“Genç adam, sen buraya eğlenmeye geldin. Benim geçmişim sizi niye ilgilendirmekte ve bu güzel geceni zehir etmektesin. Bırak bu sözleri de zevklenmene bak”. Dedi. 


İşte bu anda Murat’ın merakı daha da arttı ve kızdan bu sorunun cevabını istedi. Bunu üzerine kız duygulandı. “Oturak âlemlerinde” beyaz kadın tacirlerinin eline nasıl düştüğünü ayrıntılarıyla anlatırken, adeta ağzından çıkan sözcükler, hıçkırıkla birlikte boğazına tıkandı. Onun ceylan gözlerinden pınar gibi akan gözyaşları, bir türlü dinmek bilmiyordu. 

“Aşk ağlatır, dert söyletir” derler ya doğrudur. Murat da bu anda bir başka duyguyla daldı gitti. Yanındaki kız kendi kız kardeşi olabilirdi. Murat şimdi beyaz kadın tacirlerine, oturak alemlerini hazırlayanlara kızıyordu. Ana kuzusu, bu körpe çocukları, fuhuş batağına sürükleyen saygısızlara kin kusuyordu. Tam bu anda “Sabahı makamında” ezan okunmaya başladı. Murat’ın tüyleri diken diken oldu. Hem heyecanlıydı hem de çok üzgündü.

Murat babasının öğüdünü bir kez daha düşündü. Yerinden ağır ağır kalktı. Başı öne eğik vaziyette bir tek kelam etmedi ve oradan ayrıldı. “Bir musibet, bin nasihatten yeğdir” diyerek, bir daha bu tip yerlere gitmemeye karar verdi.

 Murat’ın bu ilkeli davranışı, günümüz insanına ve insan haklarına saygının en güzel örneği değil midir? “Hem insanım, hem de milli duygulara saygılı, vicdan sahibiyim” diyenler, hatasını kabul edip bu konuda ciddi bir empati yapmalıdır” diye düşünüyorum.

Yazının Devamı

EDEP YA HU,  BİRAZ DA HAYÂ EDİN!


Edep toplumun töresine uygun davranma veya iyi ahlak, incelik ve terbiye olarak tanımlanır. Edep, haddini bilmek, sınırı aşmamak demektir. İslam'da ise, hayatın her yönünü kapsayan görgü ve ahlak kurallarıdır. 

Hayâ ise, utanma ve ar duygusu olup, utanç verici durumlardan sakınmak ve nefsin süfli arzularını terk etmektir.

Edep ve hayâdan mahrum olan kimseler, huzur ve saadetle yaşayamadıkları gibi, bazen haysiyet ve şereflerini de kaybederler.

Edep ve iffet namusun perdesidir. Namus ancak edep ve hayâ ile korunur. 

İnsan kendini ahlâk, fazilet, irfan, ilim, edep ve hayâ  ile süslemelidir. 

“Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyi eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl,s. 16/90)

 İyiliğinin ölçüsü edepli ve güzel ahlaklı olmaktır. Kalbinde kin, ihtiras, fitne ve fesatlık olan, kul hakkı yiyen insanlardan uzak durmak gerekir. Çünkü bu tip insanların Müslümanlığına asla güven duyulmaz.

Edepli insan, hayatının her noktasında terbiyeli, onurlu ve hoşgörü sahibidir. Onun içinde kötülük yoktur. Onun kızması ve kavgası da edep içinde olur. 

Edep ya hu! Birazda hayâ!

Edepli insan hakkını ararken hak yemez. Kendisini savunurken bile haksızlık etmez. Haksız ise, hakka boyun eğer. Ya af edici, ya da adaletli olur, değil mi? 

Hz. Mevlana ise; “Eğer âdemoğlunun edebi yoksa insan değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark edeptir, hayâdır” Diyor. 

Lokman Hekim ise; “Ben edebi edepsizlerden öğrendim.” Demektedir. 

İmam Gazali’de; “Ahlakın en üstün derecesi edeptir.” Diye ifade eder. 

Türk İslam geleneğinin insani ilişkilerinde “Edep, erkân ve hayâdan” bahsedilir. Çünkü edepli ve haya sahibi olanlar; hiç kimseye zarar vermez, zulmetmez, hile yapmaz, haram yemez, insan hak ve hukukuna saygı kuralına uyarlar. 

 Hayadan yosun olanlara; “Yaptığın, söylediğin edebe, terbiyeye uymuyor, utan, kendine gel” diye edebe davet için, “Edep Ya Hû” deriz, değil mi?

Bu gün seçim meydanlarında bazı konuşmacıların utanç, edep ve hayâ duygusundan ve her türlü faziletten yoksun iftira, karalama, şantaj, ayrımcı konuşmaları halkımıza karşı saygısızlık ve  kötü örnek olmaktadır.

Halk arasında, biraz ayıp veya edep dışı bir söz kullanılacağı zaman “Sözüm meclisten ırak, hâşâ huzurdan” anlamında “Edep yahu”  sözü kullanılırdı.


Son günlerde “Edep Ya Hû” demeden televizyon seyredemez duruma geldik…


Hadis-i şerifte; “Haya imandandır zina eden, aynı şeye maruz kalır” Buyurulmaktadır.  Bu durum iffetli olmayanın yakınlarının da, iffetsiz olabileceğini göstermektedir. Gayrı meşru işler, insanlar için yüzkarasıdır. 

Bir Hadis-i şerifte; “Birinin karısını ayartıp aldatan bizden değildir.” Siz namuslu olursanız, kadınlarınız da namuslu olur.” Buyuruyor.

Kim birinin eşini ayartırsa, başkası da onun eşini ayartabilir. (Eden bulur) demişlerdir. 

Yunus Emre; “Edebim el vermez Edepsizlik edene. Susmak en güzel cevap, Edebi elden gidene!” diyor

Bütün bu ifade edilen sözlerin üzerine başka söze gerek var mıdır, bilmiyorum.

İnsan olmanın gereği “ Edep Ya Hu, Biraz da Haya Edin” değil midir?

Yazının Devamı

HELE BİR KUYRUK KOPARSA


Nasrettin Hoca, gençliğinde öğrenci bir arkadaşıyla, eğlence için dağa kurt avına gider. Tam o anda bir kurt inine rastlarlar. İçerden kurt yavrularının sesi duyulur. Ana kurdun olmadığı anlaşılınca, arkadaşı inin içine girer. 

Tam bu anda, ana kurt nerdeyse çıkagelir. Hızla yuvaya hücum eder. Hoca inine girmek üzere olan kurtun kuyruğundan yakalar. Eğer kurt içeri bir girse arkadaşını, parça parça edecektir. Bir taraftan kurt, kuyruğunu kurtarmak için tepindikçe ortalık toz duman olmaktadır. Olaydan habersiz arkadaşı, dışarıya seslenir;

—Ne yapıyorsun kardeşim, içeriyi tozuttun, deyince Hoca ona karşılık verir ve;

—Dua et de kurdun kuyruğu kopmasın. İşte o zaman fırtına kopacaktır, der.

Bu ibret dolu olaydan, her aklıselim, kendine mahsus yorum getirmelidir, diye düşünüyorum.

GÜVERCİN ERKEK Mİ, YOKSA DİŞİ Mİ?

Hoca’nın dostları zaman zaman gelirler, Hoca’ya lüzumlu lüzumsuz bir takım sorular sorarlardı. Hoca da kıvrak zekâsıyla onları mars etmenin bir yolunu bulurdu. Bir gün Hoca vaazında, Hz. Nuh’un gemisini anlatır, halkta onu ilgi ile dinlemektedir. 

Sözün sonunda Nuh tufanı son bulup, sular çekilmeye başlayınca Peygamber bir güvercini serbest bırakır, güvercin bir müddet sonra ağzında otla geri gelir ki, buda karanın yakın olduğuna işarettir. Hoca bu kıssayı anlatırken cemaatten şarlatan ve geveze biri Hoca’ya;

—Ya hu Hoca! Nuh Peygamberin gönderdiği güvercin erkek miydi, dişi miydi? diye sorar. Hoca hiç beklenmedik bu soruya;

—Efendi o kuş erkekti.

—Nereden anladınız, bunun kitapta yeri var mıdır?

—Hayır, yoktur, ama insanda birazcık akıl varsa, bunu anlamakta zorluk çekmez. Çünkü güvercin dişi olsaydı, ağzını uzun süre kapalı tutabilir miydi? Taşıdığı ot, derhal düşerdi, der.

PİŞMİŞ TAVUĞUN BAŞINA GELENLER

Hoca bir gün doğduğu ilçeye, Sivrihisar’a ziyarete gider. Karnı acıkınca da aşçı dükkânına girer ve bir kızarmış tavuk ister. Karnı doyunca parasını ödemek için elini cebine atar, bakar ki, paraları evde unutulmuştur. Bereket versin dükkân sahibi tanıdık çıkar ve Hoca’ya;

—Hocam önemli değil, bir daha ki gelişinizde verirsiniz deyince Hoca rahatlar. Buradan Akşehir’e döner. Aradan bir iki yıl geçtikten sonra yeniden Hoca Sivrihisar’a geldiğinde hem borcunu ödemek, hem de karnını doyurmak niyetiyle lokantaya girer. Önce borcunu vermek ister, aşçı Hoca’nın bir tavuk yediğini anlayınca;

—Hocam, borcunuz yüz akçedir,  der. Hoca şaşırır, hayret eder ve;

—Bu ne iştir, bre insafsız adam! Tavuğun tamamı bir akçedir.  Aşçı;

—Aradan bunca zaman geçti, o tavuk bu gün yaşasaydı birçok yumurtası olacaktı. Sayısız civcivleri çıkacaktı. Onlar büyüyecekti tavuk olacaktı. Ben size az bile söyledim, deyince Hoca ona;


—Tamam, kardeşim anlaşıldı, bende size borcumu ödemeyeceğim, demeye kalmadan aşçı, Hocayı yaka paça kadının huzuruna zorla götürür. Kadı, aşçının ahbabıdır. Olayı ona anlatırlar. Kadı, Hoca’ya;

—Aşçı bunda haklı borcunu ödeyeceksin, demesine kızan Hoca;

—Olur, vereyim, ama bana biraz zaman tanıyın, yeni sürdüğüm tarlaya bulgur ekeyim, mahsul kalkınca borcumu öderim,  deyince Kadı;

—Hoca anlaşıldı ki, sen kaçacaksın, ipe un seriyorsun. Hiç bulgurdan tohum olur mu?

—Bre Kadı Efendi! Pişmiş tavuktan yumurta, civciv çıkarsa, bulgurdan da ekin neden olması? Der.

Bu sözünü işiten kadı verdiği karardan vazgeçip onu serbest bırakır.

Zaman zaman bir kaşık suda fırtına koparanların, devleti, milleti soyanların durumu bu olaydan farklı mıdır?

Yazının Devamı

BÜYÜK BİRLİK PARTİSİ SEÇİMLERDE OLDUKÇA İDDİALI


 Büyük Birlik Partisi Yeşil Gölcük Belediye Başkan Adayı İsmet Turgut seçim bürosu açılışında yaptığı konuşmada Yeşil Gölcük için yapacağı projeleri ve hedeflerini seçmenleriyle paylaştı ve şöyle dedi;

"Sevgili hemşerilerim hepinizi en kalbi duygularımla Yüce Mevla’mın selamıyla selamlıyorum. Benim en nihai amacım, doğup büyüdüğüm, ekmeğini yediğim Yeşil Gölcük beldesini ilçe yapma yolunda ilerleyeceğiz.

Beldemizin ihtiyaçlarını ve beklentilerini dikkate alarak seçim çalışmalarımı hız kesmeden sürdüreceğim ve kazandığım takdirde kasabama en güzel hizmetleri sunacağım.

Öncelikle beldemize kapalı bir pazar alanı,  küçük ölçekli de olsa bir sanayi sitesi, gençlik merkezi, spor ve merasim alanları, tarımsal kalkınma kooperatifini daha iyi noktaya getireceğim, en önemlisi Yeşil Gölcük’ü hak ettiği ilçe statüsüne kavuşturmak için çaba göstereceğim.” dedi.

BBP Niğde İl Başkanı Bünyamin Karataş ise, Yeşil Gölcük beldesinin derhal ilçe yapılması gerektiğine dikkat çekti ve;  “Yeşil Gölcük beldesine coğrafya, konum ve stratejik olarak baktığımızda burası ilçe olmayı hak eden bir beldedir.

BBP olarak 31 Mart seçimlerinde en iyi neticeyi alacağız. Bu seçimlerde halkımız bize büyük teveccüh gösteriyor.

Adaylarımıza ilgi oldukça fazla. Sizler burada patates üretimi yaparak geçiminizi sağlıyorsunuz. Bizde sizlerin üretmiş olduğunuz patatesin daha iyi değerlendirilmesi adına bu bölgeye patates,  nişasta, cips fabrikası, sanayi ürünlerini işleyecek tesislerin kurulmasını sağlayacağız.” Dedi.

Yeşil Gölcük beldesinde seçim bürosu açılışında coşkulu bir kalabalık vardı, hatipleri hem alkışlıyor hem de gözlerinin içi gülüyordu.

NİĞDE GENELİNDE İDDİALI ADAYLARIMIZ VAR

Büyük Birlik Partisi Niğde İl Başkanı Bünyamin Karataş, 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak olan Mahalli İdareler Seçimlerinde Büyük Birlik Partisi olarak, halkımızın isteği doğrusunda Niğde genelinde seçimlere katılacağımızı buradan kesin olarak ifade etmek istiyorum.

Özelliklede bazı beldelerde iddialıyız. Halkımızın taktir ettiği belediye başkan adaylarımız, İl Genel Meclis üye adaylarımız ve belde belediye başkan adaylarımız var. Allah’ın izniyle ve halkımızın himmetiyle bu yarışlarda bizde varız diyoruz” dedi.

BBP Niğde İl Başkanı Karataş aday tanıtımında yaptığı konuşmada, “BBP olarak biz öteden beri sorumlu, yol gösterici muhalefet anlayışımızla birlikte vatandaşımıza milletimize hizmet etmeye çalışıyoruz.


31 Mart 2024'teki yerel seçimler için Niğde genelinde iddialı adaylarımız olduğun söylüyorum.


İnşallah adaylarımızın bu seçimlerde ipi göğüsleyeceklerine, yerel seçimlerde başarı kazanacaklarına inanıyorum. 


Biz her zaman adaylarımızın yanındayız. Onlarla birlikte kasaba ve ilçelerimize gereken hizmetleri yapacağız. Sorunları çözmeye yönelik her adımı atılacağız, adaylarımızla birlikte, beraber olacağız. 

Büyük Birlik Partisi tabii ki Niğde'de yerel anlamda ve il genel meclisinde hem de belediyelerde bu seçimde ciddi bir varlık gösterecek.

Biz de inşallah Parti olarak,  şehrimizle, ilçelerimizle, köylerimizle tespit ettiğimiz eksiklikleri, hazırladığımız projelerle hayata geçirme imkânı bulacağız” dedi.

Karataş. BBP Niğde Çiftlik İlçe Başkanı Hasan Doğruer ile birlikte Divarlı Belediye Başkan Adayı Selahattin Çınar, Azatlı belediye başkan Adayı Yücel Demir,  Çamardı, Çiftlik ilçeleri ve  'Niğde İl Genel Meclis Üyesi adayları Talip Peker ve Cevdet Adıgüzel’i aday gösterdiklerini ifade ettiler.

Büyük Birlik Partisi Niğde’de il genel meclisinde hem de belediyelerde bu seçimde ciddi bir varlık gösterileceğini, ilçe ve köylerdeki eksiklikleri bildiklerini, buna dair hazırladıkları projelerle hayata geçirme imkânı bulacaklarını İfade ettiler.

BBP Çamardı İl genel meclis üyesi adayı Talip Peker ise;

"Vatandaşların beklentilerine çözüm bulmak için tıkanan sistemi zorlayıp açmak için çaba harcayacağım. Ben bu tıkanmayı çözmek için aday oldum” şeklinde konuştu.

Büyük Birlik Partisi Çiftlik İl Genel Meclisi üyesi adayı Cevdet Adıgüzel ise,  “Çiftlik ilçesinde yapılması elzem olan ama bir türlü yapılamayan ne varsa yapmak için yola çıktım.

Başaracağımıza inanıyorum. Her zaman halkımızın yanında olduk ve olamaya da devam edeceğiz” ifadelerinde bulundu. 

Bu seçimlerde, bu güne kadar gündeme hiç gelmeyen küçük partilere, vatandaşların ilgisinin arttığını, dengelerin değişebileceğini, seçimleri “Çantada keklik" diyenlerin zorlanacağını görmek gerekiyor.

Yazının Devamı

HİCRANI AŞK İLE



Hicranı aşk ile bu kara sevda

Beni leyla gibi çöle düşürdü

Ne yapsam ne etsen etmiyor veda

Adımı dillerden dile düşürdü


Bu dünyanın eni sonu sefasız

Düşündükçe günüm geçmez cefasız

Aşkımızı hiçe saydı vefasız

Acımadı halden hale düşürdü


Naçar kaldım gelenim yok ardımdan

Çaresi yok öleceğim derdimden

Ayrı koydu vatanımdan yurdumdan

En sonunda gurbet ele düşürdü


Fikret der ki can olamaz canansız

Terk etti ansızın gitti zamansız

Acımadı gençliğime vicdansız

Bu hallere bile bile bile düşürdü

Yazının Devamı

VEFA BİR FAZİLETTİR


Vefa kelimesi, Arapçadan Türkçemize geçmiştir. Türk Dil Kurumu’ndaki anlamı ise; insanlık adına manevi duyguları ifade eden, sevgide bağlılık, minnettarlık, sözünde durmak, dostluk, sadakat ve yüce bir erdemdir.

Vefalı insan, çıkar gözetmeyen kimsedir. Güçlüye ayrı, zayıfa farklı davranmak ahlaksızca bir tutumdur.

Ahde vefa, “Verdiği sözünü yerine getirmek” demektir. Bu durum siyasette de böyledir. 

Bu güzel özellikler sevginin, dostluğun ve kardeşliğin bağrında yetişir. 

Vefalı insan herkesin güven duyduğu, düşmanı bile olsa verdiği sözü tutan ve doğrudan yana olan kimsedir. 

Haksızları koruyup, bir çıkar uğruna yanlışlığa vefalı davranmak ya da destek vermek,  bir kimseyi vebalden kurtarmaz. Hesap günü yerin altı, yerin üstünden daha uzundur.

 Vefasız olanlar, dönek tabiatlı, yalancı ve şahsiyeti zayıf olan kişilerdir.

Yalanın dostu, gerçeğin düşmanı çoktur. Burada doğru ve vefalı olmak önemlidir. 

Doğru insanda, ihanet ve yalan olmaz, onda vefa vardır. Çünkü doğruluk, sonsuzluğun güneşidir.

Doğruluk taze ekine benzer, rüzgâr estikçe yatar kalkar. Yanlış, ağaç gibi rüzgâr estikçe gürler, yıkılınca bir daha kalkamaz.

Sözünde durmayan, verdiği sözü yerine getirmeyen, tükürdüğünü yalayan kişiler toplumdaki saygınlıklarını kaybeder ve sonra da silinir giderler.

Hz. Muhammed (s.a.v.) ise; “Münafıkların alameti üçtür. 

Bu kimseler oruç da tutsalar, namaz da kılsalar onlar verdiği sözden cayarlar, itimat edildiği halde emanete ihanet ederler.” Diye buyurdular. (Buhari, Müslim)

Gönül insanı Yunus Emre:

“Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil!

Yetmiş iki millet dahî elin yüzün yumaz değil!” diyor.

Hazret-i Ömer(r.a.);

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;

–Konuştuğunda doğru söylüyor mu?

–Kendisine bir şey emanet edildiği zaman, emanete riayet ediyor mu?

–Dünya ile meşgul olurken, helâl-haram gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.” diyor (Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ,)

Bir toplumun huzuru; vefası, doğruluk, dürüstlük ve adalet üzerine kurulur.

 Yalan, ikiyüzlülük  toplum düzenini yok eder. Eğer bir İnsan doğru olmazsa insanlıktan çıkar.

İnsan ya olduğun gibi görünmeli, ya da göründüğün gibi olmalıdır.


Mevlana; “Yalan, gerçeğe sürülen bir yaldızlı boyadır. Bir gün bu dilin sıcaklığından eriyip dökülebilir ve gerçekler ortaya çıkar” diyor.

Vefasızlık ve yalan bir sıkıntıyı halleder, ama yerine bin bir sıkıntı getirir. 

Toplum içindeki yalancı ve riyakârlardan sakınmalı. Onlar insanı bir lokma ekmeğe satarlar.

Yalanın dostu, gerçeğin düşmanı çoktur. Burada doğru ve vefalı olmak önemlidir.

Bir toplumun huzuru, güveni, emniyeti, maddi ve manevi kalkınması, doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık ve vefaya dayanır.

Hz. Ali (r.a) “Söz namustur” diyor. Bu söz iyiliğe, güzelliğe, inanca, hayra işarettir. Vefasızlık ve yalan ise kötülük, haksızlık ve bela demektir.

Dürüstlük, insanın karakterini, şeref ve onurunu yüceltir. Vefasızlık ise insan hayatını altüst eder ve ümitleri yıkar. Kin, nefret ve kıskançlık gibi duygular ise vefanın baş düşmanlarıdır.

Sosyal hayatımızda ve siyasette, vefaya bağlılık son derece önemlidir. 

Siz eğer vefasızlıkta kötü örnek olursanız, ilerde haksızlığa uğradığınızda şikâyete yüzünüz olamaz. Çünkü söz vefadır,  haktır, adalettir, şereftir.

İnsanlar arası ilişkilerde güven duygusunun hâkim olması, ahde vefaya bağlıdır. Bu güven olmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün değildir.

Kişi namusunu korumada ne kadar titiz davranırsa, vefada ve sözünü tutmak konusunda da o kadar titiz olmalıdır.

Yazının Devamı

ÜLKEYİ ETKİLEYEN PİS KOKULAR

 

 

Behlûl-i Dânâ, filozof olarak tanınan (deli görünüşlü akıllılar arasında) yer alan Allah dostu ve bir gönül adamıdır. Doğum tarihi kesin olarak belli değil. Kendisi Küfe’lidir. Fakat Bağdat’ta yaşamış ve 805 tarihinde vefat etmiştir.

Bazı kaynaklarda Abbasi halifesi Harun Reşit’in kardeşi, bazılarında yeğeni, olarak gösterir. Halife Harun Reşit’e, hatalarını hiç çekinmeden yüzüne vurarak onu uyarmaya çalıştığı rivayet edilir.

 Behlûl, garip bir insandır. En çok da Türkiye’de özellikle de İstanbul’da, dilden dile anlatılan, menkıbelerinden birini sizlere sunmak istiyorum;

Behlül, Halife Harun Reşit’in çok önem verdiği,  onun nasihatine saygı duyduğu ve hikmetli sözleri ile tanınan bir zattır. 

Bir gün Harun Reşit ona;

- Seninle çoktandır görüşmek istedim ama bir türlü senin nasihatinden yararlanamadım, deyince Behlül;

- Ben size böyle bir arzu duymadım, siz benden ne nasihati istiyorsunuz? Önce şu saltanatınıza, şu sarayınıza bakınız, sonrada dönüp kabirleri temaşa ediniz. Bunlardan ibret almayan hükümdara benim sözlerim kar eder mi? 

Siz bir gün ilahi huzurda, kıyamet günü yaptığınız hatalardan dolayı hesap vereceksiniz. O zaman haliniz nice olur? Deyince Halife kafasını iki elinin arasına alır, düşünür ve Behlül’ü haklı bulur ve ondan özür diler.

Vatandaşa eziyet eden, rüşvet alan, haksız kazanç sağlayanlar Behlül’ün  söylediği sözlerden rahatsız olanlar Harun Reşit’e gelip onu şikâyet ettiler;

- Sultanım! Bizim hatalarımız onu ne ilgilendiriyor? O adam bizimle uğraşmasın. Bizi bize bıraksın, sonra (Her koyun kendi bacağından asılır) derler.

 Bunun üzerine, halife Behlüldane’yi bulup getirmeleri için kolluk kuvvetlerine emir verir. Onlarda Behlül’ü huzura getirirler. Ona neden böyle yapıyorsun denince,

 Behlül olanlara çok üzülür ve halifenin huzurunda sessiz sedasız cevap vermeden ayrılır.

Daha sonra panayıra ( Pazar yerine) gider iki koyun satın alıp keser, butlarını ve gövdelerini her mahallenin köşe başlarına asar. Bu olayı gören halk Behlül için;

“Bu bir delidir, ne yaparsa yeridir” diye onunla alay ederler. Aradan birkaç gün geçtiğinde asılan koyunların pis kokusu etrafa yayılınca, bundan bütün mahalle rahatsız olur. 

Bu koku dayanılmaz hal alınca Halife’ye Behlül’ü tekrar şikâyete giderler. Olanları bir bir anlatırlar. 

Harun Reşit Behlül’ü çok sevdiği ve saydığı için, onu üzmemek niyetindedir.

Haber yollar ve Behlül’ü huzuruna davet eder. Behlül çağırılacağını bildiği için bu konuda hazırlıklıdır.

Behlül Halifenin huzuruna geldiğinde, Harun Reşit ona;

 

- Yahu Behlül, neden mahalleyi rahatsız ettin. Herkes sizden dertli deyince, Behlül cevaben;

- Ey Halife, bir kötünün herkese zararlı olduğunu zannederim anlamış olmalılar. Ben bir şey yapmadım. (Her koyunun kendi bacağından asılacağını onlara gösterdim) diye cevap verir ve  Halife ye neden böyle bir yola baş vurduğunu şöyle anlatır;

“Sultanım senin atadığın Şehrül-emin,  şehirdeki haramilerden bir çete kurmuş, halktan haraç topluyor, hurma bahçelerini baskıyla ellerinden ucuza satın alıyor ve insanlardan haraç alıp onları tehdit ediliyorlar. Kadı ve subaşı bu durumda sessiz kalıyor.

 Size gelen, beni şikâyet eden bu haramileri uyardım, dinlemediler” 

 Halife konuyu araştırılmasını ister. Sonuçta söylenenlerin doğru olduğu ortaya çıkar.

 Suçluların tamamı cezalarını çekerler. Şehirde insanlar sevinçten bayram yaparlar.

Bu gün, ülkemizde bu tip haksız kazanç sağlayan haramiler yok mudur? Bu sistem içerisinde doğru ve dürüst olmak, kişi haklarına saygı göstermek, her insanın uyması gereken kutsal ibadetler niteliğinde bir görevdir.

Her vatandaşın devletine karşı sorumluluğu vardır.  Eğer bir yerde  “ bu tip pis kokular varsa,  ilgililere iletmek, vatandaşlık görevi olmalıdır.

Şehrin Emir-el Mümini, şehrin her şeyinin emanet edildiği sorumlu kişidir ve onların halktan şikâyet etme hakları da yoktur. 

Buna göre Şehrül-Emin; Hz. Ömer gibi adil, Hz. Ebubekir gibi sadık, Hz. Ali gibi vefalı olmalı, halka hesap vermeli, ağzı düzgün, sözü güvenilir, hak yemeyen, haramileri korumayan, zihniyeti, sözü, yürüyüşü, giyimi, kuşamı ahlakı, etrafında olan kişiler düzgün, seçilmeli ve Şehrül-emin böyle olmalıdır

Kaynak: Hamdullah Müstevi, Târîḫ-i Güzîde, Tahran 1361, II, 305

 Not;  Emir-el Mümin Belediye başkanı, kadı hakim, subaşı emniyet Md.

Yazının Devamı

SİYASETTE TEMİZLİK ŞARTTIR

 

Temiz denince hep aklıma beyaz renk gelmektedir.  Peygamber Efendimiz (SAV): “Temizlik imandandır. Temiz olmayanın imanı, ibadeti ve sağlığı sağlam olmaz.” Buyuruyor

Burada ifade etmek istediğim temiz insan, temiz vicdan, temiz mal,  temiz yüz, hilesiz temiz hizmet anlayışıdır.

 Karanlık ve lekeli bir iş yapıp, arkada iz bırakmayanlar revaçta olmamalıdır.

Bu gün tertemiz değerlerimiz, geleneğimizde hak etmediği biçimde zedelenip zarar görmekte, kutsal sayılan her şey istismar edilmektedir.

.   . 

Gün geçtikçe siyasette kirlenmeler artmakta, temiz siyasete özlem duyulmakta, doğruları tam söyleyenlere de çok az rastlanmaktadır.

Kesinlikle temiz siyaset temiz insanlarla yapılmalıdır. Temiz siyaset yapacakların düşüncesi, hayata bakış açısı pozitif ve iyi niyetle dolu olmalıdır.

Haram işleri, haramiliği meslek edinenler, hesap vermekten uzak duranlar, temiz siyaset yapamazlar.

 Siyaset; maddi hırsla gözü doymayanların tarzı olmamalıdır.

Temiz siyasetçi, öldükten sonra ardından hayırla anılacak bir iz bırakmalıdır.

 Aslında temiz siyaset yapmayanlara destek vermek ağır bir vebaldir.

Türkiye’de birçok ailenin büyük sıkıntı geçirdiği malumun ilanıdır. Bu konu aynı zamanda sosyal düzeni, ekonomik gelişmeyi olumsuz etkilemektedir.

 Bunun neticesi olarak da huzursuzluk ve buhran doğmaktadır. 

 Bu konuda sosyal dengelerin gün geçtikçe bozulması, İnsanlığı saran huzursuzluğun kaynağı, ticari ahlakın ortadan kalkması, hak ve hukukun hiçe sayılmasıdır.

Hemen her yoksul ülkede açlara yiyecek, çıplaklara giyecek, açıkta kalanlara barınacak yer, işsizlere iş, muhtaçlara sermaye, kredi verip destek olmadıkça, sıkıntılar, dertler hiçbir zaman bitmeyecektir.

Tabii ki bu yardımlar doğru zamanda, doğru yerde ve gerçek muhtaçlara ve gerçek yatırımcılara verildiğinde faydalı olacaktır. Bu da temiz siyasetçilerle olacaktır

Uzmanların araştırmasında, enflasyon canavarı gün geçtikçe artmaktadır.

 Çağımızın hastalığı haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk ve her şeyden önce de kirli siyasette ahlaksızlıktır.

 Bu çıkmazdan kurtulmak için “AHİ EVREN” Kültüründe olduğu gibi esnafı, resmi ve sivil toplum örgütlerini yeniden canlandırılmalı, bütün hizmet sektörleri kendi kendini, oto kontrol altına alındığında sosyal yaşayışımızı kemiren kirli hastalıkların tedavisine çözüm olacaktır.

Yazının Devamı

ÖFKE PATLAMASI BİR NEVİ DELİLİKTİR

 

 

Günümüzde oldukça sık görülen sorunlardan biri de öfkedir. Öfke arzu edilmeyen sonuçlara ve elde edilmeyen isteklere verilen tepkidir. 

Öfke patlaması, kontrol edilemeyen yıkıcı, saldırgan, tahrip edici bir davranıştır. 

Öfkenin bir görünen, bir de görünmeyen yönleri olabilir. Bunların başında, üzüntüler, kıskançlıklar, haksızlıklar,  kaygılar, takıntılar yer almaktadır. Bu sıkıntılar her insanın başına gelebilir. 

Eğer öfke, kontrol edilemezse bundan kişinin çevresi de zarar görebilir. Atasözümüzde; “Öfkeyle kalkan zararla oturur” denmektedir. 

Öfke patlamasının insan hayatında birçok olumsuz etkileri vardır. 

Günlük yaşamın zorlukları insanları zıvanadan çıkaracak noktaya getirdiği anda öfke patlaması yaşanabilir. 

Burada geçim sıkıntısı ve kronik ailevi sorunlarda öfke oluşmasında etkili olan unsurlar arasında gösterilir. 

 

Bir insan bazen basit bir olay karşısında sinirlenip, sakinliği kaybediyorsa bu onun öfke problemi ya da öfke kontrol bozukluğu yaşadığı anlamına gelmez.

 

 Ama bazı kimseler kendisini göstermek için öfkelenmek, hiddetlenmek gibi abartılı tepkiler vermek zorunda kalabilirler. Burada söz konusu öfke patlaması ise korkunç olanda budur.

 

Yaşadığım bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum; Yıl 1973-74, İzmir 9 Eylül Üniversitesinde İlh. Fakültesi öğrencisi iken Edebiyat Öğretmenimiz, “Bir Bahar Akşamı Rastladım Size” şiiriyle tanınan ünlü şair Fuat Edip Baksı hocam sınıfta ders anlatırken;

 

-“Çocuklar biliyor musunuz bütün insanlar delidir” dedi. Biz hayretle ve şaşkınlıkla hocaya karşı tepki gösterdik ve bir arkadaşımız; 

 

“Hocam sizde deli misiniz? " diye sordu. Oda “ Evet ben de deliyim, İnsanlar öfkeleniyor, öfke gelirse akıl yok olur. Akıl giderse insan ne olur, delirir.  Yani Delidir ne yaparsa yeridir” dedi.  Tabi ki burada hocaya hak verdik. 

 

Öfke, tıpkı denizin taşması “Tsunami afetleri", dağdan inen sel misali, sekiz şiddetinde deprem

 ve pimi çekilmiş bomba gibidir. Bu olaylara engel olacak bir mekanizma var mıdır? 

 

Bu yıkımlara önceden tedbir alınsa, zarar azalır mıydı, evet azalırdı. Japonya’da alınan önlem buna en güzel örnektir.

 

Ama bu konularda aklı kullanmak, sabretmek yanlışlara mantıklı çözüm bulmakta mümkündür. Nasıl mı? Deniz kenarına yapım ruhsatı verilmezse, dere yataklarına bina inşaatına göz yumulmazsa, fay hatlarına yapım izni verilirse ve kontrolsüz, kalitesiz malzeme kullanılırsa, tıpkı öfke patlaması gibi tehlikenin boyutu kaçınılmaz olur.

 

Bu gün birçok cinayetin kökeninde, ocakların sönmesi, ailelerin dağılmasının, hapishanelerin dolup taşmasının altında yatan gerçekler öfke patlaması sonucu değil midir?

 

Genelde "öfke patlaması" sonucunda İnsan normale döner, aklı başına gelir, yaptıklarına bin pişman olur. 

 

Bu nedenle "öfke patlaması" insanın çılgınlık ve delilik halidir.

Yazının Devamı

İNSAN OLMAK ÇOKTA ZOR DEĞİL

 

Hatalardan dönmek fazilettir; “Her şeyi ben bilirim” diyen kimse çok hata eder. Atasözümüzde; “Bin bilsen de, bir bilene danış” deniyor

Güçlü, sağlam aile yapıları ve cemiyetlerin kurtuluşu şu beş kurala uymakla huzur bulur;

 İstişare (danışma, sorup öğrenme), Sorumluluk duygusu, Adalet, İnsanlar arasında yardımlaşma, kardeşlik. İşte bu kurallara uyan toplumlar da huzur, mutluluk, sevgi, saygı ve dostluklar oluşur. 

a) İstişare yapan ve bir işe başlamadan önce doğruyu, güzeli bulmada hatalara düşmemek için “Bir bilene” danışmak, onun fikrini almak, sorup öğrenmek, başkalarının görüşüne yer vermek çok önemlidir. 

Böylece insan doğruyu bulmada, gerçeği görmede faydalı bilgilere sahip olur. Faydalı bilgiler ise doğru yola gitmeyi, yanlışlardan korunma yöntemidir. “ Çünkü akıl akıldan üstün ve değerlidir.”

b) Sorumluluk ve yükümlülük konusunda, her ana-baba çocuğundan, her yönetici, yönetiminde bulunanlardan ve yaptığı işlerden, uygulamalarından sorumludur. 

Sorumluluk duygusu taşınmayan yerde, istibdat, dikta vardır. Güven duygusu, meri kanunlara uymakla, devlet büyüklerinin meşru emirlerini yerine getirmekle olur. İtaatsizlik ise anarşiye, fitneye fesada,  ihanete yol açar.

Aileler çocuklarından, amir memurundan, devlet halkının eğitim ve öğretiminden, huzur ve mutluluğundan sorumludur.

Toplumun refahı, güvenin ve emniyetin oluşuna bağlıdır.

c) Adalet; Dünyanın sağlam yönetimi, dayanağı ve kurallara uymaktan geçer.

 Adalet olmayınca huzur ve sükûn olmaz ve böyle bir devletin devamlılığı kalmaz. “Adalet mülkün temelidir.”

Kısacası adalet, akıl ve vicdan, insanları birbirine bağlar. Dinleri, mezhepleri, ırkları, renkleri ayrı olsa bile sosyal ilişkileri olumlu hale getirir. Toplumlar arasındaki çekişmeleri, ihtilafları ortadan kaldırır. 

Adaletin zıddı ise zulümdür. Adalet duygusu fert ve cemiyet hayatında hoşgörüye uygun değilse, dengeler bozulur.

 Başkalarının malı, canı, namusu, şerefi, ahde vefaya uyulması adaletle olur.

 Burada hâkimler,  verdikleri kararlarda hatır-gönül düşünmeden, hiçbir baskı altında kalmadan özgürce kanunları yerine gecikmeden getirirse hak yerini bulduğu için “Şeriatın kestiği parmak acımaz”. 

 

Adalet bir milletin, bir cemiyet ve bir devletin korunması, gelişmesi için en önemli kurallar manzumesidir. 

 

Adalet öyle bir haslettir ki, hızla gelişir. Ülkelerin yükselmesi de buna bağlıdır. Bu konuda, yakınlık, uzaklık, dostluk, makam,  mevki, kin ve düşmanlık, uygulamada ona engel değildir. Adalet insanların şan ve şerefini yükseltir.

 

d) Sosyal dayanışma (yardımlaşma), İnsanlar içtimai hayatta birbirlerine muhtaç olarak yaşarlar. “Altın kapının gümüş kapıya muhtaç olduğunu” bilmek gerekir. Hiçbir insan tek başına yaşayamaz. "Komşu komşunun külüne muhtaçtır" Ancak toplulukla yaşamak zorundadır. 

İnsanlar, ihtiyaçlarını birbirinden tedarik ederler. Bu da birçok sosyal ilişkilerin hukukunu korur.

 Mal edinme, yoksullara yardım etmeyi sadaka olarak değil, insani görev olarak yerine getirmektir.

Bir yandan açlık sınırında mücadele edenler, diğer yandan lüks hayatı çılgınca yaşayanlar varsa, burada huzur ebetteki yok olacaktır.

Sosyal yardımlaşma, insanlar arasındaki kardeşliği korur, zengin ile fakir arasındaki gerginliği giderir, düşmanlığı yok eder. Bunun neticesinde huzur ve mutluluk doğar. 

Peygamberimiz Hz. Muhammet(sav); “ Komşusu açken, kendisi tok yaşayanlar bizden değildir” buyuruyor.

e) Hümanistlik ise, insanları sevmek, onlara yardım etmektir.

Yunus Emre “Yaratılanı severim Yaratandan ötürü” derken, Mevlana ; “İster Yahudi, ister Mecusi, isterse putperest ol, gel, yine gel, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir” diyor.  Burada ırk, renk, lisan farkı gözetmeksizin kardeşçe yaşama, mal, can, ırz ve şeref konusunda teminat vardır.

İnsan olmanın gerçek tarafı bu kurallara bağlı olmaktan geçer.

Yazının Devamı

DEDEME MEKTUP

 

 

Dedeciğim rahat mısın orada

Sen gideli hiç huzur yok burada

Bir gün bende çıkacağım kurada

Bu durum canımı sıkıyor dede

 

Sattık yedik bıraktığın mirası

Rahat uyu uyumanın sırası

Yandı burda garibanın çırası

İnsan yaşamaktan bıkıyor dede

 

Orada ne varsa güzelce keşfet

Bir mektuba yazda bizlere neşret

Orda da adet mi torpille rüşvet 

Burdaki ayyuka çıkıyor dede

 

Fakirin hakkını çalan çalana

Hacı hoca hep karıştı talana

İnsanlar burada döndü yılana 

Herkes birbirini sokuyor dede

 

Sorunlar dağ gibi asla bitmiyor

Geçim zora vardı düdük ötmüyor 

Ne yapsak ne etsek fayda etmiyor

Artık tuzlar bile kokuyor dede

 

Ovayı bilmeyen keşfetti dağı 

Kargalar paylaştı gül açan bağı

Şimdi bedavaya ayçiçek yağı

Herkes cozur cozur yakıyor dede

 

Söyleyim mi dahası var dahası

Mutfakta yangın var ev harp sahası

Çarşı pazar olmuş ateş pahası

Kimse alamıyor bakıyor dede

 

Hal beyan eyleyen Fikret torunun

Orda komşularla var mı sorunun

Sana malum buradaki durumum

İnsanlık çileden çıkıyor dede 

 

Yazının Devamı

FİTNE ATEŞİNİ YAKAN, İÇİNDE YANAR

 

  • Farz dururken sünnet boştur. (Irak Türkmen Atasözü)
  • Fayda nerede ise şefkat, sevgi ve merhamette oradadır. 
  • Faydasız baş, mezara yaraşır. 
  • Faydasız düşünce insana zarar verir ve sinir yapar. 
  • Faydasız ilim, şifasız ilaca benzer. (Muhiddin Arabî)
  • Fazilet ile mutluluk, anne ile kız gibidir. 
  • Fazilet, menfaatlerin çarpıştığı yerde meydana çıkar.
  • Fazilete erişmek zor, rezalete inanmak kolaydır.(Hz Ali)
  • Fazilete giden kapıyı açmak güçtür.
  • Faziletin başı dildir.
  • Faziletli makam sahibi, yükseldikçe cömert olur. 
  • Fazla aş, ya karın ağrıtır, ya baş. 
  • Fazla dargınlık düşman kazandırır. 
  • Fazla değer verme.!.Fark Ederse..! "TERK EDER"
  • Fazla konuşan düşünmeye fırsat bulamaz.
  • Fazla konuşmak zihni yorar, kişinin itibarını düşürür. 
  • Fazla küçümseme! Nokta küçüktür ama bitirir cümleyi.
  • Fazla lügat parçalayıp yaldızlı söz söyleme. (İmam-i Gazali)
  • Fazla naz, âşık usandırır. 
  • Fedakârlık insanları da, milletleri de asilleştirir, kahramanlaştırır. (H. Nihal Atsız)
  • Felaket gelirse sessizce gelir, onda hiç utanma yoktur. 
  • Felaket gibi hoca az bulunur. (Abdülhak Hamid Tarhan)
  • Felaket zekâyı eğitir.
  • Felaketin bir iyiliği varsa, hakiki dostlarımızı tanıtmasıdır.
  • Felaketleri insan kendi eliyle hazırlar. 
  • Felek sillesini yemeyen baş, elini demir sanır, yumruğunu taş.
  • Felek sillesini yemeyen baş, elini demir sanır, yumruğunu taş.
  • Felek, kimine kavun yedirir, kimine kelek. 
  • Fena insandan ne iyilik beklersin.
  • Fesat olan ilim adamının başında, süslü bir yılan vardır. 
  • Fettan insanın, sözünden fazla gözüne bakmalı. 
  • Fırsat bir rüzgârdır ki bilinmez nerden eser.
  • Fırsat her vakit ele geçmez. ( Avşar Atasözü)
  • Fırsat karınca yürüyüşü ile gelir, yıldırım hızı ile gider.
  • Fırsat sakal altından geçer.
  • Fırsat yel gibidir, onu tutana aşk olsun. 
  • Fırsat, adamın kapısını iki kez çalmaz. 
  • Fırsat, yaz yağmuruna benzer, gelir geçer. 
  • Fırsatlar da bulutlar gibi çabucak geçer gider. (Hz. Ebubekir (ra))
  • Fısıldanan sözler,çok kez, yüksek sesle söylenenlerden daha uzağa gider.
  • Fidan büyüt, garip doyur, çocuk besle ama kin besleme!
  • Fikir çatışmalarından hakikat çıkar.
  • Fikir sahibi her şeyden ibret alır.
  • Fikir, yumuşak toprak gibi gönüllere serpilmeli. 
  • Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülmez. (Atatürk)
  • Fikirler, donuk gönüllerde gülmez. 
  • Fikirler, elektrik akımı gibi, birbirini tutuşturur. 
  • Fikirler, şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez. (M. Kemal Atatürk)
  • Fikri az olanın, müşkülü çok olur.
  • Fikri bozuk, kalbi kara birinin dostluğu ruha eziyet verir. 
  • Fikri büyük olan adamların, kalbi gayet nazik olur.
  • Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak gerek.
  • Fikri zarif olan kişinin, sesi kaba da olsa yine zariftir. 
  • Fikrin eğlencesi düşünce, kalbin eğlencesi ise hüzündür. 
  • Fikrinizi abartılı değil gerçek kimliğinizle ortaya koyun.
  • Filin kaldıramadığını, dil kaldırır. (Altay)
  • Fincancı katırını ürküten sayısız dayak yer.
  • Fitil, yağı içinde yanar, başı yağın içine girince, söner. 
  • Fitne uyuyan yılan gibidir, uyandırmaya gelmez.(I1. Sultan Selim)
  •  Fitnecinin sözüne bakma, özüne bak. (Kumuk- Kumuk)
  • Fukaranın ahı, tahttan indirir şahı.
  • Fukaranın cebi boş, kalbi doludur.
  • Fukaranın düşkünü, beyaz giyer kış günü. 
  • Fukaranın işi, baklava yerken kırılır dişi.
  • Fukaranın tavuğu tek tek yumurtlar. 

 

Yazının Devamı

TÜRKİYE TERÖR CENNETİ OLMAYACAK

 

Tuğgeneral Osman Pamukoğlu bir konuşmasında; “Türkiye Terör Cenneti olamaz, çünkü güç oyunu bozar. Dünyada Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Dost görünen ülkelerin ne niyet taşıdığını hep birlikte görmekteyiz. Eğer yurt savunması halk tarafından desteklenmezse ülke başarıya ulaşamaz. Sıcak savaşlar, siperde beklemekle kazanılmaz.” diyor.

Aslında Pamukoğlu Paşa bir gerçeği ortaya koyuyor. Çükü Doğu’daki bu olumsuz gelişmelere Avrupa ve Amerika destek verdiği için Türkiye ekonomik sıkıntıya duçar oluyor. 

Dost bilinen ülkelerin kendilerine kaynak bulma sevdasıyla teröre çanak tutmaları, sömürgecilik ve ekonomi alanında söz sahibi olma hırsından doğmaktadır.

Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayının Amerika’nın bilgisi dışında olduğunu söylemek pek mantıklı görünmüyor. Bu olay ebetteki haysiyet kırıcıdır. 

Rahmetli Vali Yazıcıoğlu'nun; "Halk gücünü bilecek, devletine inanacak, devlette halkından güç alacaktır. “Padişahım çok yaşa! " teslimiyeti doğru değildir. Yanlış yapanlardan hesap sormak da bu milletin hakkıdır. Sivil toplum örgütleri görevlerini yerine getirmede yeterince duyarlı değildir. Bu işler tankla, tüfekle değil, yürekle olur. O zaman birçok yanlış kendiliğinden çözülür. Aksi takdirde Doğu’daki problemler bitmez. Çünkü “Kurt ağacın özüne girmiştir.”, Barzani ve Talabani’yi başımıza biz bela ettik. Yıllarca besledik, koruduk. Türk diplomatına verilen T.C.’nin kırmızı pasaportuyla dünyada serbest dolaşmalarını sağladık." Diyor. 

Doğu’da 35 bin Mehmetçik’in, Türk insanının kanını akıttılar. PKK’yı koruyup kollayan İran, Irak, Suriye, Yunanistan, Almanya, Fransa, İtalya, Rusya ve Amerika değil midir? Şimdi de Türkiye üzerine psikolojik baskı yapmaktalar. 

Kafkaslarda Rus devleti önerilen bu yolu denedi. Şeyh Şamil onlara kan kusturdu. Yanlışı yanlışla düzeltmenin doğru olmadığını görüp işi kökünden çözdüler. 

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri de 2021 tahmini olarak 895.000 askerî ve paramiliter personeliyle ABD Silahlı Kuvvetleri’nden sonra NATO’daki en büyük ikinci askerî güçtür.

 NATO’nun ağırlığını biz çekiyoruz. Ama NATO ülkeleri PKK’yı destekliyor. Bu nedenle PKK bitmedi, bitmez de.

Dağlar temiz tutulursa şehitler rahat eder. Bizim askerimiz “Sürmene bıçağı” gibi keskindir.  PKK’nın “Kannas” tipi 8 bin metre menzilli silahına karşı bizim elimizdeki Türk Havacılık ve Uzay Sanayii tarafından Turna-Keklik, Pelikan-Martı, Öncü, Şimşek, ANKA ve Aksungur insansız hava araçları, yerli üretim olarak ordumuzun hizmetine sunulmuştur. 

Doğu’da vatandaşla PKK’lıları ayırmak kolay değil, işte sıkıntı buradadır.

 “Bu gün dost görünen riyakâr devletler PKK’ya destek vermektedir.” diyen Tuğgeneral Osman Pamukoğlu’nun konuşmasının satır aralarından seçtiğim fikirler Türkiye’nin gerçekleridir.

Hainlerin hamisi olan, her fırsatta Türkiye'nin Kuzey Irak'a operasyon yapmasına karşı çıkan, “PKK ile mücadele edemiyoruz” diyerek oyalama taktiğine başvuran Celal Talabani’nin Türkiye’den servet kazandığı, restoranları olduğu bilinmektedir.

Alınan bilgiye göre Talabani’nin yatırımlarını yeğeni Araz Borhan Talabani yönetiyor. Her fırsatta Türkiye’ye kin kusan Talabani, bir taraftan da nefret ettiği ülkenin ekmeğini yiyor.

 

 İşin ilginç tarafı ise Türkiye’nin terör belasını yok etmek için Kuzey Irak’a girmesini istemiyor ama Türk topraklarında rahatça at koşturuyor. 

Kuzey Irak’ta PKK’ya her türlü desteği veren, İstanbul’da Beylikdüzü’nden sonra Pera’nın arkasında da Revan restoranı açan Talabani, Türkiye’de kazandığı paraları Kuzey Irak’a, PKK’ya taşıyor.

Celal Talabani’nin yeğeni Araz Borhan Talabani’nin Kuzey Irak’taki demokrasi sevdalısı faaliyetleri de dikkat çekiyor.

 Talabani’nin yeğeni, aynı zamanda kaçırılan 8 Türk askerini PKK’dan teslim alma operasyonunu düzenleyen ve çalışma yöntemleri TESEV ile aynı olan Uluslararası Tolerans Örgütü’nün de sözde Kürdistan temsilcisi olarak görev yapıyor. 

Örgütün Türkiye’de Ankara ve Gaziantep’te, ayrıca Lübnan, Ürdün ve İran’da birer temsilcisi daha bulunuyor.

Türkiye’yi yatırım için harika bir fırsat olarak gören Talabani, yediği tabağa nankörlük etmesiyle de tanınıyor. 

Daha önce Dışişleri Bakanı Babacan’a, “PKK elebaşlarını yakalayıp Türkiye’ye iade etmeyi dışlamıyoruz.” diyen Talabani sonra çark etmiş ve PKK liderleri ve Amerikalı generalle boy boy resim çektirip gövde gösterisi yapmıştır. 

Millet olarak tek yumruk, tek yürek ve duyarlı olmanın zamanıdır diyorum. Saygılarımla.

Yazının Devamı

HUZURUN KAYNAĞI SOSYAL ADALETİR

 

Sosyal adalet; yoksulluğu, insan hakları ihlallerini, işsizliği, gelir dağılımında ayrımcılığı vb. sorunların oluşturduğu eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedefleyen temel kurallardır. Sosyal adaletin amacı, herkese adil bir yaşam sunmaktır.

TDK tanımına göre ise; “Toplumun değişik kesimlerinde hayat standardı, gelir düzeyi vb. birtakım ölçülerin fırsat eşitliği çerçevesinde dikkate alınmasıyla sosyal alanda sağlanan denge durumudur” olarak açıklama yapıyor.

Hak ve adalet ise; “Yasalara uygun davranmak ve eşitliğe riayet etmek demektir” 

 Adalet; “Doğru, eşit, suçluya ceza, suçsuza sahip çıkmak, haktan yana olmak, mazlumu gözetmek, korumak” anlamı taşıyor. 

Adalet, zengin-fakir, inanan-inanmayan, dost-düşman herkese eşit davranmak ve sosyal yapıda denge kurmaktır. 

 Son dönemin önemli İslam âlimlerinden Seyyid Kutub’a göre; İslam’da sosyal adaletin üç temel esası vardır:

- Mutlak vicdan özgürlüğü

- Bütün insanların eşitliği

- Toplumun üyeleri arasındaki sosyal dayanışma” diye ifade ediyor.

 İslamiyet’te adaletin sadece devlet ve saltanat düzeni için değil, hayatın her alanında uygulanması emredilmiştir. Bu sebeple Adalet, “İlâhî Adalet” ve “Beşerî Adalet” olmak üzere iki şekilde ifade edilmektedir.

Mekke’nin fethedildiği günlerde tanınmış bir ailenin kızı hırsızlık yapınca yakınları perişan olur. Hz. Muhammed’den (s.a.v.) kızın suçunu görmezden gelmesini isterler. Onun cevabi ise: 

“Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.” Buyurdular  (Buhârî, Enbiyâ 54, )

Hz. Ali (r.a.): “Haksızlık önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.” diyor

Adalet, eşitlik, dürüstlük gibi herkesi kuşatan ve bir toplumu yaşatan kurallardır.

 İnsan, dünyada huzur içinde yaşamak, kurtuluşa ermek istiyorsa adaletten ayrılmamalıdır.

Atalarımız tarih boyunca bu anlayışla hareket ettiği için farklı kültür ve farklı ırklara mensup milyonlarca insanın kardeşçe, huzur içinde bir arada yaşamalarını sağlamıştır. Ne zaman ki hak ve adaletten ayrılmalar başlamış işte o zaman zulüm ve haksızlıklar, bölünüp parçalanmalar baş göstermiştir.

Bu nedenle Adalet bütün kötülüklerin ve haksızlıkların en önemli ilacıdır. Yüce Allah (cc) Kur´an-ı Kerim´inde; 

 

 “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kin ve nefretiniz sizi asla onlara karşı adaletsizliğe sevk etmesin.” buyuruyor.

Adalet huzurun kaynağıdır. Savaşta, barışta, ölçü ve tartıda, söz söylerken, çalışma ve ücret dağıtımında, çocuklarımıza,  eşimize, komşularımıza karşı, kısaca her zaman her yerde adalet olmalıdır.

 Hülasa adalet, kâinatın düzeni, bir devletin bekası, ailenin, toplumun huzuru ve dünyanın saadetidir.

Adalet, zamanında doğru hüküm vermek ve haksızlıktan sakınmaktır.  Adalet gecikmez. Adaletin zıddı zulümdür, haksızlıktır, adam kayırmaktır. 

Adalete uyulduğunda huzur, barış ve sevgi hâkim olur,  uyulmadığında ise  zulüm olur, kan ve gözyaşı dökülür, haksızlık hâkim olur.

İslam dininde din, dil, ırk, cinsiyet ve ülke farkı gözetmeden insanlara, insan olarak yaratıldıkları için  eşit davranma anlayışı vardır

İslamiyet’te söz namustur ve insanlar arasında en geçerli senettir. Sözüne itibar edilmeyen, yalanla, hile, fitne ve fesatla uğraşan kimseler insanlıktan nasibi olmayanlardır. 

 Bu nedenle insan hayatının huzur kaynağı adalettir. 

Yazının Devamı

EL EL ÜSTÜNDE OLUR, EV EV ÜSTÜNDE OLMAZ

 

  • El elden, sebebi Allah’tandır. 
  • El ele vermeyince, taş yerinden kalkmaz. 
  • El eli yur, elde döner yüzü yur. 
  • El elin eşeğini şarkı söyleyerek arar.( Nasreddin Hoca)
  • El elin nesine, gülerek gider yasına.(Altay)
  • El eliyle yılan tut, yarısını yalan tut. 
  • El gözü ile dünya görülmez.
  • El gözü taşı eritir.
  • El gözüyle dünya görünmez. (Azerbaycan)
  • El için ağlayan gözden, yar için ağlayan dizden olur. 
  • El için kuyu kazan, önce kendisi düşer. 
  • El ile gelen düğün, bayram( dır). (Azerbaycan )
  • El insanın düşünü azdırır da, suyunu kızdırmaz. 
  • El ipiyle kuyuya düşen, kuyuda kalır.(Azerbaycan)
  • El karnı ağrıyınca kara donu giydirir
  • El kazanı ile aş kaynamaz.
  • El malı ila dost kazanılmaz. (Azerbaycan )
  • El malına göz dikme,  kendin kazan, kendin ye. (Azerbaycan )
  • El malına kötü bakan, malsız kalır.
  • El mi yaman, bey mi yaman. 
  • El ölüye gülmez, deliye güler. 
  • El öpmekle dudak pis olmaz.
  • El seyir’e doymaz
  • El siper edilmekle güneş savılmaz. (Çeçen Atasözleri)
  • El sözüyle yola çıkan, el yolunda yorulur. (Dede Korkut)
  • El türkü okuyor diye sen eşek gibi anırma. (Çeçen Atasözleri)
  • El uşağı hilebazdır, kimse bilmez fendini, kime iyilik edersen ondan sakın kendini.
  • El uzatanın eli geri çevrilmez. 
  • El üstünde gömlek eskimez.
  • El yarası unutulur, dil yarası unutulmaz. 
  • El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu balyoz sanır. (Niğde).
  • Elbet olur ev yıkanın hanesi viran. 
  • Elbise yer öğretir, para dil öğretir.
  • Elbisenin söküğünü üstünde dikme. (Evliya Çelebi)
  • Elçi iyi olsa fare ile kediyi evlendirir (Karaçay- Malkar)
  • Elçiye zeval yoktur. (Başkurt)
  • Elde kalan elli gün kalır. (Niğde)
  • Eldeki gömlek eskimez.
  • Elden gelen aş, ya karın ağrıtır, ya baş. 
  • Elden gelen her iyiliği, herkese yapınız. (Hacı Bektaşi Veli) 
  • Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz. (Azerbaycan )
  • Elden gitmeden değeri bilinmeyen; sağlık ve gençliktir. (Hz. Ali)
  • Elden kalan elli gün kalır. (Samsun)
  • Elden yiyen yolda acıkır. (Tokat)
  • Ele eden, sana da eder. (Azerbaycan)
  • Ele inanan aç kalır. ( Kırım Türkleri)
  • Ele iş beğendirmesi güç olur.
  • Ele uyan eşini boşar.
  • Ele varınca yiyip içelim, bize gelince kalkıp göçelim
  • Ele verir talkım, kendi yutar salkımı.“Romanya”.
  • Elek yeni olunca, asacak yer bulunur. 
  • Elekçiyi gelin etmişler, yine kalbur, kasnak diye bağırmış. 
  • Eleştiri beni incitmez, uyandırır.
  • Eleştiriyi kabul etmeyen, başarısına inandıracak kimseyi bulamaz.
  • Eli bağlı olanı kim olsa döver.
  • Eli dar olanın, dili kısa olur.
  • Eli hamur ovalar, gözü kırık kovalar. 
  • Eli kımıldayanın (çalışanın) ağzı (da) kımıldar. (Karakalpak Türkleri)
  • Eli kirli adamın yüzü temiz kalmaz. (Maraş)
  • Eli nasıl bilirsin? kendim gibi.
  • Eli olmayanın dili de olmaz. (Azerbaycan)
  • Elifi görse mertek sanır, katırı görse eşek sanır. (Ardahan)
  • Elifin hecesi var, gündüzün gecesi var. 
  • Elin acısı ele, pamuk gibi dokunur.
  • Elin ağzı torba değil ki büzesin. 
  • Elin aşı da bitmez, işi de bitmez. 
  • Elin atı nankör olur. (Dede Korkut)

 

Yazının Devamı

DENİZE DÜŞEN, YILANA SARILIR

 

 

 

  • Deniz bal olmuş, fukara kaşık bulamamış. (Azerbaycan )
  • Deniz bir padişahtır ki söz dinlemez.
  • Deniz dalgasız, gönül sevdasız olmaz. (Azerbaycan )
  • Deniz gibi mal kazan, fakat sen üzerinde gemi ol. (Mevlana)
  • Deniz kadın gibidir, güvenmek olmaz.
  • Deniz taştığı zaman onu durdurmaya kimsenin gücü yetmez.
  • Deniz yoğurt olmuş da yemeye kaşık bulunmamış.
  •  Denizde bulunan bir kimse, rüzgârın emrine tabidir.
  • Denizde yüzenin, yağmurdan ıslanması mümkün değil.
  • Denizdeki balık, gökyüzündeki uçan kuş satılmaz. (Azerbaycan )
  • Denizden geçip, çepelde boğulmak olmaz.
  • Denize düşen saman çöpüne yapışır (Azerbaycan)
  • Denizi bir testiye döksen ne alır? Bir günün kısmetini.
  • Denizi çömçe ile boşaltmak olmaz. (Azerbaycan )
  • Denizin bol suyu vardır ama içmek istersen içemezsin.
  • Denizin durgunluğu dalgalara gebedir.
  •  Derdi bulmak kolay, yitirmek çetindir. (Ahıska Türkleri)
  • Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi vardır. (Yunus Emre).
  • Derdi olan derman arar.
  • Derdi olmayanın, korkusu olmaz (Karaçay- Malkar)
  • Derdim yüreğimde eller ne bilsin. (Aşık Veysel)
  • Derdin olursa olsun, borcun olmasın. (Özbek- Altay)
  • Derdin yoksa söylen, borcun yoksa evlen. (Azerbaycan )
  • Derdini başkasına söyleme, dostun ise acınır, düşmanın ise sevinir.
  • Derdini dert bilene söyle. (Ahıska Türkleri)
  • Derdini gizleyen, derman bulamaz. (Azerbaycan )
  • Derdini Marko paşaya anlat.
  • Derdini unut, sözünü unutma. (Azerbaycan)
  • Derdini veren Allah, dermanını da verir.
  • Dere kenarından tarla, hocadan kız, gürcüden öküz alma. (Altay)
  • Dereyi geçerken at değiştirilmez.
  • Dereyi görmeden paçaları sıvamak doğru değil.
  • Dereyi, tepeyi sel bilir; iyiyi kötüyü el bilir. (Azerbaycan)
  • Derin devlet, normal devletin raydan çıkmış halidir. (S.Demirel)
  • Derin göl dibinde su eksik olmaz. (Romanya) 
  • Derin nehir sessiz akar. (Nogay Atasözleri)
  • Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.
  • Derin su bulanmaz. (Azerbaycan)
  • Derisi beş para etmez ölüsüne güç yetmez.
  • Dert adama selinen girer, mıskalan çıkar. (Ahıska Türkleri)
  • Dert ağlatır, aşk söyletir. (Azerbaycan )
  • Dert bir olsa ağlamaya ne var. (Ahıska Türkleri)
  • Dert çekmeyen, dert kıymetini bilmez.
  • Dert etme, dua et.
  • Dert gelir, mutluluk geçer. “Özbek Atasözü”.
  • Dert gezer, derman da gezer.
  • Dert gezer, illet gezer, itikattadır nazar.
  • Dert gezer, illet gezer, itikattadır nazar.
  • Dert gider amma yeri boş kalmaz. (Dert gitmez, değişir).
  • Dert iğneyle girer, çuvaldızla çıkmaz.
  • Dert insanı uyutmaz.
  • Dert kocaltır, gam öldürür.“Özbek Atasözü”
  • Dert olsun, söz olmasın.(Azerbaycan)
  • Dert taşımak, yük taşımaktan ağır gelir.
  • Dert var gelir geçer,  dert var deler geçer. (Azerbaycan)
  • Dert yükü dağdan ağırdır. “Özbek Atasözü”.
  • Dert, insana yol gösterir. “Hz. Mevlana)
  • Dert, ömür törpüsüdür. “Özbek Atasözü”.
  • Dertli başa kar yağar. “Özbek Atasözü”.
  • Dertsiz baş mezarda taş.
  • Dertsiz bir kabak varmış, onun da başını kesip içini oymuşlar.
  • Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. “Hz. Mevlana”
  • Dertsiz insan yok, çaresiz derman yok.
  • Derviş tekkede, hacı Mekke'de bulunur.
  • Dervişin fikri ne ise zikri de odur. (Azerbaycan )
  • Deseler ki, gökte düğün var, Çıkmak için kadınlar merdiven arar. 
  • Destursuz bağa gireni sopa ile kovarlar.

 

Yazının Devamı

DEVLET GELENEĞİ DEĞİŞMEZ

Bu ülkede hükümetler değişir, politikalar, sistemler, kanunlar, yönetmelikler değişebilir. Ama devlet geleneği asla değişmez ve değişmemelidir. 

Yine bu ülkede bazı çıkar çevreleri, basın kartelleri, siyasi kirliliğe sebep olan birtakım politikacılar, devletin resmi kurumlarını sanki “kendi arpalığı” gibi düşünmesi doğru değildir.

Bu gün bizim yeteri kadar devlet ve millet olarak sıkıntılarımız var. ABD ve AB ülkeleri Türk düşmanlığı konusunda iş birliği yapmaktadır.  Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’da ve Anadolu’da bulunan papazlar dini görevlerini yerine getirmek yerine, birer militan gibi çalışmışlar, okulları ve kiliseleri cephaneliğe çevirmişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk bu şer yuvası için bakınız ne diyor; 

“İstanbul Patrikhanesi ve Yunan Konsoloshanesi silah ve cephane deposu halini almıştır ve hatta kiliseler ibadet yerleri olmaktan ziyade askeri ambarlar gibi kullanılmaktadır.” (Vesika 1, Nutuk, Kemal Atatürk) demektedir.

Türkiye üzerine oynanan oyunlar BM, AB, UNESCO, ABD, Dünya Kiliseler Birliği, İstanbul’daki Patrikhaneye maddi yardım yapmakta adeta yarış yapmışlardır. Acaba neden? Gayeleri eski Bizans’ı yeniden canlandırmak değil midir?

 İstanbul’u önce uluslararası bağımsız şehir haline dönüştürmek, sonrada Ekümeniklik kararı aldırıp Bizans’ın resmen kuruluşu için T.C.nin hükümdarlığını tartışır hale getirmek olacaktır. 

Doğu’da Ermeniler, verimsiz Türk arazilerini, boş köyleri iyi para vererek satın almakta, Urfa’da İsrail devleti, Orta Doğunun en büyük kadın doğum hastanesini kurup, doğum yapacak kadınları helikopterle buraya getirip doğum ve kayıt işlemlerinden sonra geri götürmektedir. 

Yahudilerin mukaddes kitapları Tevrat’a, “Arz-ı mev’ud” saçmalığı ile Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir kısmının kendilerine ait olduğunu iddia etmektedir

Ege, Marmara, Akdeniz sahilleri, Doğu ve Güney Doğu bölgelerinde en güzel yerler yabancılara satılmaktadır. Devlete ait kurumlara gelince; Telsim, Türk Telekom, Araplara, Kuşadası Limanı İsrail’e, Araç muayene işi Alman şirketine, Başak Sigorta Fransızlara, Adabank Kuveytlilere, Rakı, Amerikalı bir firmaya, Finansbank Yunanistan’a, OYAK bank Hollanda’ya, Denizbank Belçika’ya, MNG Bank Lübnan’a, Şekerbank Kazak şirketine, Turkcell'in yarısı Finli'nin yarısı Rus'un,  Eczacıbaşı İlaç, TGRT (Fox) Amerikalının,

Türkiye’de Bor madeni rezervi Dünya ölçeğinde yüzde 70`ine sahiptir. Uluslararası teröristler Türkiye uyanmadan bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyor. Bu bilgi, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi raporuna dayanmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk, 1925 tarihinde Meclisten çıkarttığı “Medeni kanunla” azınlıklara tanınan bazı hakları ortadan kaldırmıştı. Çünkü bu sıkıntılı dönemde Yunanistan ve Ermenistan Türkiye’den toprak talep etmişlerdi. Çeşitli ülkelerde yaşayan Rum ve Ermenileri yeniden Türkiye’ye dönmeleri ve iskân edilmeleri talep edilmiştir.

Atatürk’ün yasakladığı azınlıklara mal edindirme kanununu bu milletin geleceğine ipotek koymuştur.

Yazının Devamı

NİĞDE KALESİ BUNU HAK ETMİYOR

 

 

Niğde Kalesinin M.Ö 8. YY'da yapıldığı tahmin ediliyor. Selçuklu  Sultan I. Alâeddin Keykubat ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise Sadrazam İshak Paşa tarafından 1740 yılında onarıma alınmıştır. 

Şehrin orta yerinde bulunan Alaeddin tepesini çevreleyen kale üç kalın surla çevrilmiştir. 

Kalenin sur duvarlarının altındaki temellerinde Arap ve Bizans dönemi MÖ. VIII. yüzyıla ait kalıntılar tespit edilmiştir. Burada Kale'ye ait kitabeye rastlanmamıştır.

Kale çevresi 1955 yılında Niğde Belediyesi tarafından duvarla çevirmiştir.

Kale kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Ancak kalenin bazı bölümleri yıkılmış, taşları vatandaşlar tarafından alınıp çevresindeki yapılanmalarda duvar olarak kullanılmıştır. 

Kaleden günümüze yalnızca kuzeydoğusundaki bölümü ayakta kalmıştır. 

Yakın tarihlerde surların bir bölümü restore edilmiş ise de, batı yönündeki sur ve burçları tamamen yok olduğu görülmüştür.

İç kalenin güneyinde Rahmaniye ve Alâeddin Camileri ile yeşil alan ve parkı bulunmaktadır.

 Tepenin kuzeyindeki kule Cumhuriyet dönemine kadar cezaevi olarak kullanılmıştır.

Kale’nin burçlarından biri üzerine Ziya Paşa tarafından 1866 yılında saat Kulesi yapılmıştır. 

Buraya kadar anlatılan ve Alaeddin tepesi üzerinde yer alan Tarihi kale Niğde’nin tamamını gösteren gözetleme kulesi gibidir.

Bu günlerde bu tarihi eseri orijinal hale getirmek için proje ve planlaması yapılıp ihale edildiği gerekçesiyle çevresindeki bütün binalar yıkılmış, tonlarca bomba atılmış gib harabeye dönüşmüş görünümdedir. 

Kalenin yıkık binaların arasında bazı bölümler delik, deşik hazine arayıcılarına terk edilmiş gibi görünüyor.

Eski sanayii tamamen yıkılmış akıbeti henüz belli değil.

 Kapalı spor salonu ve şehir stadı yıkılmış, bunların da ihale ve iptal konuları bir yılan hikâyesine dönmüştür.

 Hiç değilse adı geçen yerlerin görüntü kirliliği ve enkazının temizlenmesi gerekmez miydi?

Niğde'nin tarihi Sungur Bey Camisinin 2017 yılından beri onarımı devam ediyor. Bu konuda bir arpa boyu yol alınmamıştır. 

İlgililerden bu konularda varsa gerekçeli açıklama bekliyoruz.

Yazının Devamı

OSMANLI DÖNEMİNDEN NÜKTELER - ATLA NE KONUŞTU

Osmanlı döneminde nükte dendi mi, Nasrettin Hoca'dan sonra ilk akla gelen İncili Çavuştur. 

İncili Çavuş unvanını, Padişah IV. Murat'ın başlığına taktırdığı inciden almıştır.

İncili Çavuş şakacı ve hazır cevaplıdır. Sultan onu, İran'a elçi olarak, bir heyetle birlikte İran Şahı'nı ziyaret edip görüşmelerde bulunmak üzere göndermiştir. 

İncili Çavuş İran’daki programı tamamlamış, artık İstanbul'a dönmek üzere iken İran Şahı, Türk elçilik heyetine görkemli bir uğurlama töreni hazırlatmış, ileri gelenleri ve halkı toplatmış, İncili Çavuş'a bir at hediye etmiş ve:  "Bu küheylan at benim sana hediyemdir. Yolculuk esnasında binersin." demişti. 

Ama bu öyle bir attı ki; uyuz mu uyuz, cılız mı cılız, zayıf mı zayıf. “Üf” deseniz yıkılacak, ayakta zor duracak kadar yaşlı. 

İncili Çavuş adeta kendisiyle alay edilircesine böyle bir at hediye edilmesi karşısında bozulmuş, ama bozuntuya vermeden ağzını atın kulaklarına götürerek bir şeyler söylemiş. Sonra da kulaklarını atın ağzına dayayarak bir süre dinlemiş ve basmış kahkahayı. 

Başta Şah olmak üzere vezirler ve halk, şaşkın şaşkın bu manzarayı izledikten sonra Şah, inciliye sormuş:  "Atla ne konuştunuz? Sen ata ne dedin? At sana ne söyledi ki, böyle kahkahayla gülersin?"

 İncili Çavuş şöyle demiş:

Ben ata sordum: Ey ruhumun ruhu! Tanır mısın Hz. Nuh'u?" 

Şah:  "Eee! At ne dedi sana?" deyince,  İncili Çavuş: 

"Valla, at bana şöyle dedi: 

Nuh da ne ki be gardaş, sırrımı kimseye etme faş, (açıklama) ben Hz. Âdem’e taş taşımışam, taş." Diye espriyle cevap vermiştir.

SİZE DE YEMİN ETTİRDİMİ?

Sultan Üçüncü Mustafa, nükteleriyle meşhur Şair Haşmet'i merak edip görmek ister ve bu isteğini Koca Ragıp Paşa'ya sorar ve Paşa da cevap verir.

"Efendim, Haşmet hakikaten nüktedan bir adamdır ve size hizmetkar, nedim olmaya layıktır.

 Ancak kendisi pek arsız ve açgözlüdür. Korkarım ki, ihsanınıza kanmayarak sizi rahatsız eder. İstirham ederim, kendisine hiç bir şey vermeyin, yardım etmeyin! “der.

 Paşa ertesi gün Haşmet'e görgüsüzlük etmemesini, Sultandan bir şey istememesini tembih eder ve bir de yemin ettirdikten sonra onu saraya gönderir.

 Haşmet huzura çıkınca pek çok nüktedanlık yapar. Sarayda üç gün kalır, fakat hiç ihsan görmez. Üçüncü günün sonunda tekrar huzura çıkar, saraydan ayrılmak için izin ister.

 Şöyle sağına, soluna bakar kendisine hediye verilmesini bekler, hiç kimseyi göremez. 

Saraydakilerle vedalaşır, yine de ikram ve hediye yok.

 

 Belki çıkışta verirler ümidiyle kapıya varır, döner arkasına bakar ve beklentisi boşa çıkar.  Saray ağalarıyla göz göze gelir ama beklentisi yine olmaz.

Saraya geri döner, huzura çıkmak için izin ister. Padişah onu kabul ettikten sonra merak edip geri gelmesinin sebebini sorunca Haşmet;: 

Şair Haşmet saygıyla yer, etek öptükten, sonra pek müteessir bir halde;:

“ Efendimiz! Ragıp Paşa beni·, buraya gönderirken bir şey istemememi söyledi ve bana yemin ettirdi. Ben de sizden bir şey istemedim.

 Fakat buradan ayrılıp giderken de bir ihsan ve ikram görmeyince merak ettim, acaba size de, Haşmet'e hediye vermeyin diye yemin ettirdi mi?"

Haşmet'in bu sözünden memnun olan padişah ona umduğundan da fazla hediye verip ihsanda bulundu ve onun gölünü aldı. 

Keşke bu nezaket örneğini ve geleneğimizdeki nükteli güzel eleştirileri bu günde yaşayabilseydik.

Yazının Devamı

NİĞDE’NİN SOYAĞACI VE KÜLTÜREL DEĞERLERİ

 

Niğde’nin şeceresine (kimliğine) ait sağlıklı bilgilere ulaşmak için bu bölgenin tarihi dokularını geniş bir şekilde araştırmak gerekir. 

Niğde'nin; Köşkönü, Altunhisar Pınarbaşı, Kömürcü, Tepebağlar Toprak Tepe, Ulukışla İlçesi Porsuk-Zeyve, Celaller, Kemerhisar Höyüleri ve Göbekli dağ Tümülüs’ü bugüne kadar ciddi olarak araştırmaya muhtaç olan yerlerdir.

Diğer yandan Göllü dağ Ören yerleri, Duvarlı, Toraman ve Başmakçı kale kalıntıları, Sansar Tepesi, Çamardı Kavlaktepe, Kiledere (Killi Dede) göl mevkii kalıntılarını ciddi olarak araştırmak gerekir

Kiledere (Killi Dede) de M.Ö. 2000 tarihini gösteren yuvarlak mermer Taş'ı bulan köylüler, bunu Niğde müzesine teslim etmiş, buranın tepe bölgesinde “Killi Dede” yazılı yatırın türbesi ise hiç kayıtlara geçmemiştir. Burası aynı zamanda “İpek yolu” üzerinde kurulan yerleşim yeridir. Tarihi (M.Ö. 7000–5500) yıllarına dayanmaktadır.

 Daha sonraları Firikyalılar, İranlılar, (M.Ö. IV) Bizans Krallığı, Doğu Roma İmparatorluğu tarafından işgal edilen Niğde, uzun süre baskı altında yaşamış, kendilerini güvenli buldukları alttan gizli geçitli mağara tipi evlerde (M.S.53) yaşamağa başlamışlar. (Kapadokya-Ihlara vadisi Hristiyan Türklere aittir)

Özellikle, Andaval (Aktaş), Sasima (Hassaköy), Limnai (Gölcük), Malandoza (Çiftlik), Killi Dede ( Kiledere), Karbala (Gelveri), Poson (Dikilitaş), İftiyan (Bor), Nahita (Niğde), Gümüşler, Tyana (Kemerhisar), Elmalı, Kavlaktepe gibi birçok yerleşim yerlerinde (M.S.313) bu tip mağaralara rastlanmaktadır. 

II. Kılıçaslan Niğde’yi (1175) Konya Selçuklu Sultanlığına bağlamış, Niğde askeri üst haline getirilmiştir. Savaşlarda başarılar gösteren bu ordudan dolayı Niğde’ye “Pehlivanlar Yurdu” adı verilmiştir. 

Bu dönemde Niğde, Anadolu’nun en büyük beş şehrinden biri olmuştur. 

Niğde 1366 tarihinde Karaman oğlu Alâeddin Ali Bey’in emrine girmiş, 1372 yılında da I. Sultan Murat tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. 

İşte bu dönemde Anadolu’ya Türkmen akınları devam etmiş, bunlardan bir kısmı da Hasan dağı, Üçkuyulu, Ağaseküsü, Melendiz, Ulukışla Aladağ, Çamardı yaylaklarına yerleşmişler.

Niğde ve civarında yaşayan Türkmenlerin tamamına “Esb-Kesen” yani at yetiştiren adı verilmiştir. Bu dönemde Niğde devlete en çok vergi veren il olarak kayıtlara geçmiştir. 

Bulgar; Türkçe ’de çeşitli Türk Boylarının bir arada bulunması anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Bulgar, Anadolu Türkmenlerine verilen ad olarak da ifade edilmektedir.

XVI. yılın sonlarına doğru bu aşiretlerin bir kısmı, yerleşik düzen içinde, toprağa bağlı ziraatla uğraşmışlardır.

 Niğde’ye Oğuzların nereden geldiğine dair yaptığım bir araştırmada;

Oğuz Han; Nuh (a.s) ın oğlu Yafes’in büyük oğlu Türk’ün neslinden gelen Karahan’ın oğludur. 

 

Oğuz Han, Asya ve Avrupa Kıtalarında bulunan Devletleri dize getirmiş, Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Irak, Suriye bölgelerine girmiştir. 

Oğuz Han’ın bir başka Adı da Alp Er Tongadır. Çinliler ona Mete Han adını vermişler.

Oğuz Han Dünyanın dört bir yanına ferman yazıp, elçiler gönderir ve; “Ben Türklerin Kağanıyım. Sizlerden emrime uymanızı isterim. Benim buyruğuma baş eğenleri dost sayarım, karşı gelenleri ezer geçerim” demiştir. 

Bunun üzerine, Afganistan’ı Hindistan’ı, İran’ı, Horasanı, Dağıstan’ı, Şirvan’ı, Aranı, Mugan’ı, Gürcistan’ı, Irak’ı, Suriye’yi, sorunsuz şekilde buyruğu altına almıştır.

Oğuz Han Şam’ı, Antakya’yı, Filistin’i ve Mısırı da haraca bağlamış, Yunanistan ve diğer Frenk ülkeleri ise Oğuz Hana biat etmişler. 

Antakya Tekfuru, gizlice elçi gönderip ilgili ülkeleri uyararak; “Bu oğuzlar, çok güçlü bir millettir. Güneşin doğduğu yerden ta buralara kadar tüm ülkeleri ellerine geçirdiler. Onlara hiçbir devlet dayanamaz. Bence siz, kendi isteğinizle, yıllık vergi vermeyi kabul edin, sakın karşı gelmeyin, yoksa halkınız büyük zarar görür.” Uyarısında bulunur. 

Bunun üzerine ilgili devletler Oğuz Han’a haraç vermeye razı olmuşlar.

Türkiye’de, Balkanlarda, Azerbaycan’da, İran, Irak ve Türkmenistan’da yaşayanların ataları büyük Türk boyu Oğuz Han’a dayanmaktadır.

Oğuzlar, 24 boydan meydana gelmektedir; Boz oklar, Kayı, Afşar, Bayat, Kınık, Peçenek, Yüreğir, Buğdüz gibi hayvancılıkla, ticaretle uğraşan Türk boylarıdır.

Oğuzların bir kısmı, II. yüzyılda, Karadeniz’in Kuzeyinden Tuna boylarına ve Balkanlara inmişler. O dönemde henüz Müslüman olmayan bu boylar, Hıristiyanlığın etkisinde kalarak benliklerini kaybetmişler, eriyip gitmişler. 

 Afrika ülkelerine gidenlerde Arap, Fars, Irak, İran Suriye kültürüyle değişime uğramışlar.

Oğuzlar II. YY da İran’a, Irak’a, Suriye’ye ve Anadolu’nun içlerine doğru yayılmışlar, 1071tarihinden sora Niğde, Türkmenlerin en çok tercih ettikleri yerleşim yerlerinden biri olmuştur. 

Niğde’de yaşayan Hristiyan Türkler ve diğer etnik gruplar,1923 yılında yapılan Lozan antlaşması gereğince Yunanistan’a, mübadeleyle gönderilmiş, Arnavutluk ve Makedonya da yaşayan Müslüman Oğuz Türkmenleri Niğde’ye getirilip Misli ovasına iskân edilmişlerdir.

Cumhuriyet dönemine kadar, katıksız Oğuz Türkmenlerinin yaşadığı Niğde’mizin kısaca panoraması böyledir.

Şimdi ilgililere buradan sesleniyor ve diyorum ki; adı geçen yörelerimizin tarihi ve kültürel değerlerini, arkeolojik kazılarla gün ışığına çıkarmak için ciddi bir araştırma yapma zarureti vardır.

KAYNAK ESERLER:

1-Türkiye Ans., C.4,s.206,Karamanoğlu vakfiyesi, Vakıflar Der. C.II.1942 İst.

2-Türk Ans.s.337-352 Niğde böl,. Avran Gantı; Niğde-Bor tarihi ist.1951.

3-Bacı yan’ı Rum, Niğdeli Kadı Ahmet 1340,  Gabriel Alberto; Niğde Tarihi, Ank.1962.

4-Konyalı İbrahim Hakkı; Abideler ve kitap evleri, Niğde-Aksaray Tarihi, C.I,2,3 İst.

Yazının Devamı

DEVLET DEMİRYOLLARI'NIN DÜNÜ VE BUGÜNÜ

 

 

2011-2023 Yılları arasında hızlı tren hattı hangi illere yapılacağı şöyle sıralanmıştır.

İşletmede (Ankara, Eskişehir, Bilecik, Sakarya, Kocaeli, İstanbul, Konya, Karaman, Kırıkkale, Yozgat, Sivas),

Gelecekte (Afyonkarahisar, Uşak, Manisa, İzmir, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne, Bursa, Kayseri, Balıkesir,

 Niğde, Aksaray, Mersin, Adana, Osmaniye, Gaziantep Edirne-Kars gibi kentler "29" hızlı tren hattına kavuşacağı ifade ediliyor.

2023 yılında Türkiye’deki toplam hızlı tren hattının uzunluğu 10 bin kilometreye ulaşacağı ve bu trenin hızı160 kilometreye kadar çıkarmayı hedefleniyor.

 Yeni yapılacak Demiryolu Hatları ise; Tecer-Kangal “48 km”, Kars-Tiflis (BTK) “76 km”, Kemalpaşa- Turgutlu “ 27km”,Adapazarı-Karasu-Ereğli-Bartın”285 km,

 Konya-Karaman-Ulukışla-Yenice “348 km, Kayseri-Ulukışla”172 km”, Kayseri-Çetinkaya “275 km”, Aydın-Yatağan-Güllük “161 km”,

İncirlik-İskenderun “126 km”, Mürşitpnar- Ş.Urfa “ 65 km”, Ş. Urfa-Diyarbakır “200 km”, Narlı-Malatya “182 km”

Toprak kale-Habur “612,” Kars-Iğdır-Aralık-Dilucu “223 km, Van Gölü “140 km”,

 “Kurtalan-Cizre “110 km Demiryolları Projelerinin hazırlandığını söyleyen Bakan Turhan, 2003 yılında 10 bin 959 kilometre olan toplam demiryolu ağının 12 bin 803 kilometreye ulaştığını söyledi.

Türkiye'nin 2023 hedefleri kapsamında 25 bin kilometre demiryolu uzunluğuna ulaşılması öngörülüyor. 

Bunun 3 bin 500 kilometresinin yüksek hızlı, 8 bin 500 kilometresinin ise hızlı tren hatlarından oluşması planlanıyor.

Tamamlanan ve yapımı devam eden yüksek hızlı ve hızlı demiryolu projelerinin merkezi Ankara olacak. 

Buna göre Ankara-İstanbul 3 saat, Ankara-Bursa 2 saat 15 dakika, Bursa-Bilecik 45 dakika, Bursa-Eskişehir 1 saat 5 dakika,

 Bursa-İstanbul 2 saat 15 dakika, Bursa-Konya 2 saat 40 dakika, Bursa-Sivas 4 saat 15 dakika, 

Ankara-Sivas 2 saat, İstanbul-Sivas 5 saat, Ankara-İzmir 3 saat 30 dakika, Ankara-Afyonkarahisar 1 saat 30 dakika,

Konya-Karaman 40 dakika, Ankara-Karaman 2 saat 10 dakika, İstanbul - Karaman 4 saat olacağı ifade ediliyor.

Türkiye'de demiryolu yerine karayolu taşımacılığının Tercih edilmesi ABD'nin Marshall yardımıyla desteklenmiştir, bunun için Milli sanayimizin temeline dinamit konmuştur.

 

 Ebetteki karayolu vasıtalarının meydana getirdiği sektör istihdam açısından önemli bir yer tutmaktadır. Ama bunun milli ekonomimize getirisi daha az ve bedeli ise çok daha ağırdır.

Ülkemize karayolu taşımacılığını dayatan Amerika, neden kendisi DD Yollarına daha çok yer vermektedir? Bunun üzerinde yeterince düşünmemiz gerekir.

Mevcut durumdaki, Ankara İstanbul demiryolu hattının Abdülhamit zamanında 725 km olarak yapılmış, daha sonraları bir takım onarım ve tamiratlar yapılmışsa da, DDY taşımada gözde bir sektör olamamıştır.

1976 yılında Demirel tarafından 411 km olarak ihalesi yapılan daha sonra gerçekleşen Ankara, İstanbul, Konya, Kırıkkale, Yozgat ve Sivas hızlı Tren hattının tamamlandığı halde ihtiyaca cevap vermediği ortadadır. 

8 Haziran 2003 tarihinde AKP'nin Ankara İstanbul hızlı tren hattını tamamlamak yerine, Abdülhamit Han zamanından kalan 725 km lik hattın yenilenmesi için “Alarko” ve İspanyol şirketiyle anlaşma yapılmış, fakat bununda bir facia ile sonuçlandığına tanık oluyoruz.

Tokyo'da yüksek hızlı trenlerin (200 km/s), hız yaptığı halde bugüne kadarda hiç kaza yaptığı görülmemiş.

 ABD, Fransa ve Japonya'da 450 km/s hız yapan trenlerin hava yolu taşımacılığı ile rekabet etmektedir ve Müşteri tercihleri de oldukça yüksektir.

Türkiye'de istatistikler, yılda 10–12 bin kişinin trafik kazalarında öldüğünü bildiriyor. İlgili ülkelerde DDY’la yapılan hızlı tren yolculuğunda bu maksimum seviyededir.

Türkiye'de trenle yapılan taşımacılığın, %30’a çıkarılması durumunda, yıllık 36 milyar dolar tasarruf edilecektir, (Prof. Dr. Atıf Ural)

AKP'nin acil eylem planında söz konusu olan15 bin Km yolun, yapılabilirlik (fizibilite) çalışmasının, jeolojik ve jeofizik etütlerinin, şehir içi geçiş planlarının, bilimsel değerlendirmesi yeni yeni sisteme girmeye başlamıştır. (Prof. Dr. Atıf Ural) diyor.

Otoyolların geçtiği alanların, 10 kilometre sağ ve solunun, kirlilik nedeniyle tarım alanı olmaktan çıkmıştır. 

Türkiye’nin en verimli ovalarının ortasından otoyol geçmesi, Türk tarımını yok etme planının bir parçasıdır.

İzmir Konya güzergâhından geçenler göreceklerdir ki, sağlı-sollu tüm ağaçlar simsiyahtır, kurumuştur. 

 Taşımacılığının %95 ini karayolu ile yapan Türkiye’de kaza,195 ülke arasında 12. Sıradadır.

 Bilim adamlarının görüşüne göre Bolu tüneli Kuzey Anadolu fay hattı üzerindedir. Burada trilyonlarca para harcanmıştır. Eğer gerçek bu ise vay bu milletin haline!

Türkiye'de Avrupa'daki toplam sayıdan daha fazla otobüs ve kamyon vardır.

 Avrupa ülkelerinde trenle yük taşımacılığının en düşük olduğu ülke Türkiye’dir. 

Japonlara göre, karayolu taşımacılığının, deniz yoluna göre %166 daha pahalıdır. 

Buna göre İstanbul Ankara arasını 3 saat, Ankara Mersin arasını da 3 saatte alacak olan bir hızlı tren demiryolu maliyetleri oldukça düşecektir. Dileriz bu hızlı tren taşımacılığına gerekli önem verilir ve ekonomiye de katkı sağlanmış olur.

Yazının Devamı

BABA ÖĞÜTLERİ | Ataların sözü hakikatin özü
  • Arık öküze bıçak çalınmaz.
  • Arının evini yıkan, balın tatlılığıdır.  (Karamanlı Nizami)
  • Arının kahrını çekmeyen balın kıymetini bilmez.
  • Arının yediği bala dönüşür, örümceğin yediği ise zahire.
  • Arıya iyi bakarsan, karıya altın elmas takarsın.
  • Arıyı duman, insanı iman yola getirir.
  • Arıyı duman, insanı iman yola getirir.
  • Arif, boş yere konuşmaz.
  • Arife günü yalan söyleyen, bayram günü yüzü kara çıkar. 
  • Arife tarif gerekmez. 
  • Arka ayağı ile kulak kaşıyana dikkat et!
  • Arkadaş belasına uğrayan çok olur.
  • Arkadaş sağlık gibidir, değerini yok olunca anlarsın.
  • Arkadaşın hayırlısı, sana doğru yolda iyi delil olandır.
  • Arkadaşın kötü olursa, uzun bir yola çıkıp gece yol alma. (Özbek- Altay)
  • Arkadaşın şeytansa cehenneme alışmalısın.
  • Arkadaşına karşı, bir babanın oğluna davrandığı gibi davran.
  • Arkadaşından sevgi gören kimse, ölümden bile korkmaz. 
  • Arkadaşını affet; affettiğini hatırlama ve hatırlatma!
  • Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. 
  • Arkadaşını yalnızken ikaz et, başkalarının yanında öv. 
  •  Arkadaşını yalnızken ikaz et, başkalarının yanında öv.
  •  Arkadaşlık, her zaman gölge veren bir ağaçtır. 
  •  Arkadaşlıklar kitaba benzer. Yazmak yıllarını alır, yakmak birkaç dakika.
  • Arkalı köpek kurdu boğar. “Gagauz”
  • Arkanı güneşe dönersen, gölge öne düşer. Gerçek de böyle. 
  • Arkanızda eser bırakmak için mücadele verin.
  • Arkasından yüz köpek havlatmayan kurt, kurt sayılmaz. (Moğol)
  • Arkasız kişi düşmanını yenemez. (Kaşgarlı Mahmut)
  • Arkasız olanın ayağına vurmuşlar, vay arkam demiş.
  • Arlı arından, arsız neyinden utanır. 
  • Armudu say da ye, elmayı soy da ye. 
  • Armudun iyisini ayı yer(Karaçay-Malkar)
  • Armut ağacı, elma vermez. 
  • Armut olunca dibine düşer. 
  • Arpa buğday aş imiş, altın gümüş taş imiş. (Özbek- Altay)
  • Arpa eken, buğday biçmez. 
  • Arpa ekmeği yiyip, kuyruğu dik tutmak doğru değildir. 
  • Arpa samanıyla tezek dumanıyla belli olur. (Ardahan)
  • Arpa unu aş olmaz, eloğlu kardeş olmaz
  • Arpa verilmeyen at, kamçı zoruyla yürümez. 
  • Arpacıya borç eden, ahırını tez satar.
  • Arsız güçlü olunca, haklı suçlu olurmuş.
  • Arsız neden arlanır, çul da giyer sallanır. 
  • Arsıza ar neylesin, gömleği yok don neylesin.
  • Arsıza söz, kokmuş ete tuz kar etmez. 
  • Arsıza yüz verirseniz, astar da ister. 
  • Arsızın yüzüne tükürmüşler de yağmur yağıyor, demiş. (Kırım-Tatar)
  • Arsızın yüzüne tükürsen,”yağmur yağıyor” der.
  • Arsızlık her zaman para etmez. 
  • Arşın malı kantar ile satılmaz. 
  • Arzu (hayal), insan için kanattır. (Özbek- Altay)
  • Arzu arzudan doğar. (Azerbaycan)
  • Arzu etmek, ümit etmek değildir.
  • Arzu geniş, ömür kısa. (Azerbaycan)
  • Arzu varsa çözümde vardır. (Anonim)
  • Arzulanan iş kolay gerçekleşir.
  • Arzuların ardından gitmek, korkuya meydan okumaktır. 
  • Arzularına engel koymamak, müşterek bir insanlık hatasıdır.
  • Arzunun sonu yoktur. (Azerbaycan )
  • Arzusu olmayan yiğidin gücü yoktur. (Özbek- Altay)
  • Arzusu, hayali olmayan insan, uzağa gidemez. “Kazak”
  •  Asalet boyda değil, soyda olmalı! İncelik belde değil, dilde olmalı! Doğruluk sözde değil özde olmalı! Güzellik yüzde değil, yürekte olmalı!
  •  Asalet, duruluk ve doğruluktur. (Hacı Bektaşi) 
  • Asaleti ve büyüklüğü kökten gelenler, mütevazı olurlar. 
  • Asık suratlı, kaba sözlü, kibirli insan herkesi nefret ettirir. “Y. H.Hacib”
  • Asık suratlıdan bir şey isteme, onun kötü huyundan elem duyarsın.

 

Yazının Devamı

Affetmek ve unutmak iyi insanların intikamıdır.
  • Adalet, halkın dirliği ve düzeni; idarecilerin ise, süsü ve güzelliğidir.
  • Adalet, mülkün temelidir.(Hz. Ömer)
  •  Adalete dayanmayan kuvvet aciz ve zalimdir.
  • Adalete inananlar, haksızlığa uğramaktan korkanlardır.
  • Adaleti seven bir insan için her yer emindir..
  • Adaletin gecikmesi, adaletsizliktir.
  • Adaletin hâkim olduğu yerde silahın yeri yoktur.
  •  Adaletin kılıcı ile vuran kol, zayıf da olsa güçlü olur.
  • Adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.
  •  Adaletin pençesinden kurtulmak mümkün değildir.
  •  Adaletsiz bir ülke, mezbahadan pek farklı değildir.
  •  Adaletsizliği bir yangından daha çabuk önlemeliyiz
  •  Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.
  •  Adaletsizlik eden, mutsuzluğa uğrar.
  •  Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil.
  • Adam adamdan korkmaz, utanır.
  •  Adam adamdır olmasa da pulu, eşek eşektir olmasa da çulu. (Azeri)
  •  Adam adamı bir kere aldatır.
  •  Adam ağzında söz, kazan altında köz olur.
  • Adam eti ağır olur.
  • Adam hacı mı olur ulaşmakla Mekke'ye, eşek derviş mi olur taş çekmekle tekkeye?
  • Adam her düşmandan bir akıl öğrenir. (Azerbaycan)
  • Adam iş başında belli olur.(Romanya Türkleri)
  • Adam kıymetini, adam bilir.
  • Adam olacak çocuğun, hareketleri çevik olur. (Özbek- Altay)
  • Adam olana bir söz yeter. (Özbek- Altay)
  • Adam olmak âlim olmaktan zordur. (Kumuk Türkleri)
  •  Adam olmak cinsiyet meselesi değil şahsiyet meselesidir
  •  Adam olmak için dokuz fırın ekmek ister.
  •  Adam olmak isteyen, rahatlık aramaz, rahatlık arayan adam olmaz
  • Adam olmak önemlidir, ama adam olarak kalmak çok daha önemlidir.
  • Adam olmak, âlim olmaktan zordur.
  •  Adam suretinde olan herkes, adam değildir. (Hacı Bektaşi Veli)
  • Adam tanımak istersen eline iktidar ver.
  •  Adam var aklıyla rezil olur, adam var vezir olur.
  •  Adam var ki, yemek için yaşar, adam var, yaşamak için yer. (Azeri)
  •  Adam yanıla-yanıla adam olur. (Azerbaycan )
  •  Adam yaşlandıkça zaman çabuk geçer.( Altay Atasözleri)
  •  Adam yıkıldığı yerden kalkar. (Azerbaycan)
  • Adam, iş başında kendini gösterir.
  • Adam’ın adamlığı; akıl, hayâ ve ilim iledir. (Hacı Bektaşi Veli)
  • Adama, adam demekle, adam olmaz.   
  • Adamak ile mal tükenmez.(Romanya Türkleri)
  • Adamak kolay, ödemek güçtür. (Romanya Türkleri)
  • Adamı adam eyleyen paradır, parasız adamın yüzü karadır.
  • Adamı dille, hayvanı iple güderler.
  • Adamı güldüren de dil, yakan da.
  • Adamın ahmağı malını över.
  • Adamın eti yenmez, derisi giyilmez. 
  • Adamın iyisi, alışverişte belli olur.
  • Adamın karakteri işte belli olur. (Karaçay-Malkar)
  • Adamın kıymetini adam, altının kıymetini sarraf bilir. 
  • Adamın kötüsü akrabayı kötüler.(Kırım-Tatar Atasözü)
  • Adamın olmadığı yerde, keçi Abdurrahman Çelebi.
  • Adamın yere bakanından, suyun durgun akanından kork.
  • Adamına göre urba  (Elbise) biç. (Kırım-Tatar Atasözü)
  • Âdemoğlu hilebazdır, kimse bilmez fendini! Her kime rağbet edersen, sakın ondan kendini.
  • Âdemoğlunun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. 
  • Adımız çıktı dokuza, inmez sekize
  • Adil ol, kudretin sürekli olsun.
  • Adil olan hükümdarın halkı, mesut ve mutlu olur. 
  • Adil olmayan kişinin elinden çıkan iş, ne kötü iştir. 
  •  Adil sultanı herkes sever. Çünkü onu Allah da sever.
  • Affedilen düşman dost olmaz. (Kırım-Tatar Atasözü)
  • Affetmek güçlüyü daha güçlü yapar. 
  • Affetmek ve unutmak iyi insanların intikamıdır.

 

Yazının Devamı

Acıkınca çobana, susayınca çiftçiye var
  1. Acıkınca çobana, susayınca çiftçiye var. (Türkmen Atasözleri)
  2. Acıklı başta akıl olmaz.
  3.  Acıkmayan insan, ekmeğin ne olduğunu bilmez.(Türkmen Atasözleri)
  4.  Acıkmış kudurmuştan beterdir. 
  5.  Acılar geceleyin çoğalır. (Ahmet Haşim)
  6.  Acılar muhabbetle tatlılaşır, bakır ise altın olur
  7.  Acıların en kötüsü, içiniz kor gibi yanarken susmak.
  8.   Acılı başta akıl olmaz.
  9. Acırsanız, acınır hale gelirsiniz.
  10. Acısı olmayanın, tatlısı da olmaz. (Türkmen Atasözleri)
  11.  Acısız insan, susuz fidana benzer, kuruyabilir.
  12. Acıyan çok olur da ekmek veren pek olmaz.
  13. Acıyan uyumuş, acıkan uyumamış.
  14. Acıyı acı keser. (Altay)
  15. Acıyı tatmayan, tatlının kadrini bilmez. (Kırım-Tatar Atasözü)
  16.  Aciz kalıp pişmanlık duymadan, yapman gerekeni yap.
  17. Aciz şikâyet eder, basitler iftira eder, akıllı insan idare eder.
  18. Acizliğini hiç kimseye açma. İtibarın düşmesin, sözün dinlensin.
  19. Aczini itiraf eden, ehliyetini ispat eder
  20. Aç adama, sığırın boynuzu da yumsak (gelir), (Kara Kalpak).
  21. Aç adamın öfkesi fena olur.
  22. Aç at yol almaz, aç it av almaz. 
  23. Aç ayı oynamaz.
  24. Aç doyabilir, zayıf semirebilir. (Kırgız)
  25. Aç doymam, tok acıkmam sanır.
  26. Aç elini kora sokar. 
  27. Aç esner, âşık gerinir. 
  28. Aç eşek semerini de yer.
  29. Aç gezmektense, tok ölmek yeğdir.
  30. Aç gözlü ilim ve mal kazanmaya doymaz.
  31. Aç gözlü ölmedikçe gözü doymaz.
  32. Aç gözlüden ayran istesen, paran var mı der.  (Kırgızistan)
  33. Aç gözlünün gözünü ancak toprak doyurur.
  34. Aç gözlünün karnı tok, gözü aç olur. “Irak”
  35. Aç gözlüye bir mal emanet edersin de sonra o maldan hayır mı kalır?   
Yazının Devamı

BABA ÖĞÜTLERİ ATALARIN SÖZÜ, HAKİKATİN ÖZÜ

Bilmeyen, Bilmediğini Bilmeyen Cahildir, Ondan Sakının.

Bilmeyen, Bilmediğini Bilen Öğrencidir, Ona Öğretin.

Bilen, Bildiğini Bilmeyen Uykudadır, Onu Uyandırın.

Bilen, Bildiğini Bilen Âlimdir, Onu Takip Edin.

—A

  1. Abartma, dürüst insanların yalanıdır.
  2.  Abdest, müminin silahıdır.
  3.  Abdestsiz softaya namaz dayanmaz.
  4.  Acele eden ırmak, denize ulaşmaz. (Karakalpak Türkleri)
  5.  Acele eden yıkılıp düşer, sabır eden muradına erer. (Kazak)
  6.  Acele edenin ağzı yanar. (Nogay Atasözleri)
  7.  Acele edenin eteği bacağına dolanır. (B.Trakya- Karaçay)
  8.  Acele etme, ama tembellikte etme.
  9.  Acele etsen de iş olacağına varır.
  10.   Acele giden, ecele gider.
  11.   Acele işe şeytan karışır.
  12.   Acele yapılan işten pişmanlık doğar.
  13.   Acemi katır, kapı önünde yük indirir.
  14.   Acemi öküz boyunduruk kırar.
  15.   Acı acıya, su sancıya, kes avrat bir soğan daha. (Niğde)
  16.   Acı da olsa daima doğruyu söyleyin.
  17.   Acı dil insanı dinden, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
  18.   Acı gelir yüz sararır, acı gider yüz kararır. 
  19.   Acı haber tez duyulur.
  20.   Acı ilaç iç, sonu tatlı olur. Onun içinde sağlık ve sıhhat var.(Kırım-Tatar)
  21.  Acı konuşmak zehirden beterdir. (Kırgız Atasözü)
  22.   Acı olsa da, açık söz iyidir. (Karaçay-Malkar)
  23.   Acı patlıcanı kırağı çalmaz. (Batı Trakya)
  24.   Acı soğan yemedim ki, ağzım koksun.
  25.   Acıkan doymam, susayan kanmam sanır.
  26.   Acıkan ne olsa yer, acıyan ne olsa söyler.
  27.   Acıkan yer ayrı, acıyan yer ayrı.
  28.   Acıkanın yanağından, susayanın dudağımdan belli olur.   

DEVAM EDECEK 

Yazının Devamı

ÖLÜMLÜ DÜNYA

 

Hani dediğim bey erenler, dünya benim diyenler.

Ecel aldı, yer gizledi, fani dünya kime kaldı,

Gelimli, gidimli dünya, sonucu ölümlü dünya.Dedem Korkut

...............................................

Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz,
Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı dağına.
Hâlbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin,
Topu da değişilir bir sokak kaltağına. (H.Nihal Atsız)

....................................................

Geldi ölümlü yalan, Gitti ölümsüz gerçek.

Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek. 

....................................................

Ne hasta bekler sabahı, Ne genç ölüyü mezar.
Ne de şeytan bir günahı, Seni beklediğim kadar.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek.
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? (Necip Fazıl)

...................................................
Bir elde kadeh, bir elde Kur'an
Bir helaldir işimiz, bir haram,
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman.  Ömer Hayyam..
..................................

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.
Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri bir cihân kavgasıdır.
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi.

Kanuni Sultan Süleyman

İnsanlar tuhaftır; fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa, mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. Halid Ziya Uşaklıgil

............................

Memlekette herkes fazileti saadetin zıttı sandığı için ya namuslu kalmaya karar vererek bir köşeye çekilip oturuyor, miskin faidesiz, çekingen yaşıyor yahut namussuzluğu kabul ederek bir taraftan halka faideli olmaya çalışıyor, öte yandan çalıp çırpıyor. Yani hizmetle denaeti telif ediyor. Birçok faal hükümet adamlarının ahlaksızlığı bundandır. Peyami Safa –Mahşer

........................

 

Yazının Devamı

ARİFLER’İN VE ÂŞIKLARIN DİLİNDEN BABA ÖĞÜTLERİ

 

 

 

 

 KARAMANIN KOYUNU

Eloğlunu bilmezsin, o ne hinoğlu hindir.

Pamuk gibi görünür, granitten çetindir.

Arkadan kuyu kazar, dibi yoktur, derindir.

Açılma eloğluna, anlamadan soyunu,

Senin ayıbını arar ahbabın, bir iş gibi

Arkadan dolaşırlar, sanki müfettiş gibi

Bırakırlar ortada seni, bir ibiş gibi

Öğretirler dünyanın körfezini, koyunu,

Doğruyu görsen de sen, ulu orta anlatma,

Bağır, çağır, nara at, fakat sakın taş atma,

Elini uzat ama boynunu hiç uzatma

Ölçünü alırsın ha, uzatırsan boyunu

Ne tilkiye eğri bak, ne de kurtlarla barış

Ne etlisinden bahset, ne de sütlüye karış,

Ağzın açık koyarlar, sonra seni bir karış

Nene gerek, elin üç keçisi, beş koyunu,

Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu     

Rahmi Karatay

 

DİZGİN VURULMALI

Can yakmak, kan dökmek, hayvana mahsus,

Sevgi ve muhabbet insana mahsus.

Fitne, fesat ancak şeytana mahsus,

Azgın nefse, dizgin vurulmalıdır.

                                               Âşık Habib

 

 

   YIĞILI MEZAR

Delik koymazlar ki, bakmasın diye,

Çok derin kazarlar çıkmasın diye,

Örterler üstünü, çıkmasın diye,

Bir gün, bir yığılı mezar olursun.[1]

Âşık Kara Mehmet

 


 

 

Yazının Devamı

GAFİL GEZME ŞAŞKIN BİR GÜN ÖLÜRSÜN

 

Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün

Yalan dünya senin olsa ne fayda

Akıbet alırlar tatlı canın

Bülbül gibi dilin olsa ne fayda

Söylersin de söz içinde şaşmazsın

Helâli haramı yersin seçmezsin

Nasibin kesilir de sular içmezsin

Akar çaylar senin olsa ne fayda

Söylersin de el içinde sözün var

Yeler çalışırsın oğlun kızın var

Bu dünyada üç beş arşın bezin var

Bedestenler senin olsa ne fayda

Bir gün alır götürürler evinden

Hakk’ın kelâmını koyma dilinden

Kurtulamam Azrail’in elinden

Dünya dolu malın olsa ne fayda

Pir Sultan Abdal’ım çıktık oturduk

Kaza lokmasını burda yetirdik

Dünya bizim diye çektik getirdik

Yalan dünya bizim olsa ne fayda. 

Pir Sulta Abdal 

  ADALET GECİKMEZ

Töre, nizam, yol ve yordam her kula,

Usul, erkân, edep, erdem her kula,

Yirmi dört saatte, her dem her kula,

Tanrının buyruğu uz verilmeli.

İnatla girmeyin soy-sop faslına,

Kurtsa kurt, itse it döner aslına,

Rum ülkelerinde Oğuz nesline,

Peygamber kavline söz verilmelidir.

Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir,

Temele taş bulmak gecikebilir,

Devlete baş bulmak gecikebilir,

Adalet gecikmez! Tez verilmelidir               

Ahmet Yesevi

Yazının Devamı

ARİFLER’İN VE ÂŞIKLARIN DİLİNDEN BABA ÖĞÜTLERİ

YAKASIZ GÖMLEĞE SARILIR 

 

Dinle sana bir nasihat edeyim

Hatırdan gönülden geçici olma.

Mecliste arif ol, kelamı dinle.

El iki söylerse, sen birin söyle,

Elinden geldikçe iyilik eyle,

Hatıra dokunup yıkıcı olma.

Dokunur hatıra kendini bilmez,

Asıl zadelerden hiç kemlik gelmez,

Sen iyilik et de o, zayi olmaz,

Darılıp da başa kakıcı olma.

El Arifti, yoklar senin bendini,

Dağıtırlar tuzağını, fendini,

Alçaklarda otur, gözet kendini,

Katı yükseklerde uçucu olma.

Kötülerle konup göçücü olma.

Ağa olsa, paşa olsa, bey olsa,

Yakasız gömleğe sarılır bir gün.

Karacaoğlan

   ESKİ YURT YERİNDE PİRE ÇOK OLUR

Dinlersen kardeşim sözlerim sana,

Hatırdan, gönülden geçme ha geçme,

Kâmilin nişanı o güzel huyu,

Ona ölçü olmaz bedeni, boyu,

Derde derman olsa namerdin suyu,

Sakın bir damlayı içme ha, içme,.

Güzel diye çokça bakma Emişe,

Yüzü benzer altın ile gümüşe,

Heves etme elden geri kalmışa,

Eski yurt yerinde pire çok olur.                     

Âşık Kaderi)

 

 

Yazının Devamı

SÖNER ÇIRASI

 SÖNER ÇIRASI

Aklın yetmediği işe karışma

Söz gelir altından çıkamazsın ha

Varıp bir bilmeze kelam danışma

Söner çırası yakamazsın ha. 

Âşık Selman

 GELMEZ SATIYA

Ne kadar nasihat etsen kötüye,

O kişide namus, ar olmayınca.

Çürümüş meyveler gelmez satıya,

Yaz kıymetli olmaz kış olmayınca.Âşık Derdi Derya

                           

  BEDDUA ALMA

Helalinden ek-biç bağı, bostanı,

Sakın üzme çırağınla ustanı.

Doğruluktur hakikatin destanı,

Atadan beddua alma ha alma.Âşık Sağlam

 

 

TEFVİZNAME

Hak şerleri hay reyler 

Arif anı seyreyler 

Zan etme ki gayr eyler 

Mevlâ görelim neyler. 

Neylerse güzel eyler 

....................................

Hiç kimseye hor bakma 

Sen nefsine yan çıkma 

İncitme gönül yıkma 

Mevlâ görelim neyler.

Neylerse güzel eyler .Erzurumlu İbrahim Hakkı

 

Yazının Devamı

ARİFLER’İN VE ÂŞIKLARIN DİLİNDEN BABA ÖĞÜTLERİ

 

 

 “Görecek göz olmayınca ay yüzlü varmış neye yarar. İşitecek kulak olmayınca gönlün istediği çalgı olmuş neye yarar? Ayak olmayınca yol varmış neye yarar? Bunların hepsi bitince arkalarından ah etmişsin neye yarar?” Ulu Arif Çelebi

........................................................................

“Sohbet yolu yolcuları için, dostların seslenişi namelerin en güzelidir. Buna kulak tıkanmaz. Hiçbir yaratık yoktur ki, onun yanağı üzerinde hatanın tozu olmasın. SOHBET, bu tozları incitmeden üfüren irfan rüzgârıdır.”  Sultan Veled

...............................................................................

“Hükmedenlerin ve idare edenlerin parlayan güneşleri iffettir, yıkılmaz kaleleri adalettir, silahları dirayettir, servetleri de güler yüzlü millettir.”[1]Suhreverdi Şeyh-İ Maktul 

.........................................................................................

“Hiçbir beygir, hiçbir arı, hiçbir sinek başının ağrıdığını ve midesinin bulandığını bize söylememiştir. Her köşe ve her delikte, çelikten korkunç dişlerini, şimşek suratıyla kilitlemeye hazır, binlerce tuzağın tehlikeli çemberi içinde yiyecek ufak bir gıda kırıntısı arayan, aç ve perişan farenin, gülmeyi hatırına getirmesi için çıldırmış olması lazımdır. İnsan, tavukla horozu aynı cinsten saymaya utanır: Biri çirkin, diğeri güzeldi.”Haşim Ahmet

..................................................................................

“Dünyanın senden sonra nasıl olduğunu görmek istersen, senden önce ölenlerden sonra ne olduğuna bak. 

Dünya üç gün gibidir. Geçen gün, geçip gitmiştir artık, geri gelmez, ondan ümit kesilmiştir. İkinci gün, içinde bulunduğun gündür, bunun değerini fırsat bil. Üçüncü ise, gelecek olan gündür ki, ona ulaşabilir misin? Belli değil. Belki de ona kavuşamadan ölürsün.

Ey insan! İnsanların çokluğuna aldanma. Yalnız ölecek, yalnız kebire girecek, sonra kalkıp hesap verecesin.

Çalışmak insanı üç şeyden kurtarır; can sıkıntısından, kötü alışkanlıktan, yoksulluktan 

İnsan tek başına ölecek, tek başına dirilecek, tek başına hesaba çekilecek.”Hasan-ı Basri Hz

................................................................................

“Susmaktan güzel bir şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı bir şey de yoktur. Yalandan büyük hastalık da yoktur.

Ey oğul! İnsanlara kızmaktan sakın. Sana da kızarlar. Boş işe ve söze karışmaktan da sakın, aşağılanırsın. Laf taşımaktan sakın, insanların kalbinde düşmanlığı artırır. İnsanların ayıplarını görme, kendini hedef seçersin.”*[2]Cafer-i Sadık

.........................................................................

 “Sefihlerin devlet işlerine bakması, kıyamet alametlerinin çoğalmasıhükümetlerin para ile satılması, akrabalarla ilişkilerin kesilmesi, İnsanların yaşama haklarının hafife alınması, Kuran-ı Kerimi bir çalgı aleti ve türkü yerine koyanların ortaya çıkması demektedir.”

Bir milleti idare etme sorumluluğu üzerine alan kimse, gittikçe şişmanlıyor, enine, boyuna genişliyorsa, bu hal onun halkına ve Rabbine karşı görevini yerine getirmediğinin bir işaretidir.” Ebu Zer Hazretleri

.......................................................................................

“Zamanımızda yol göstericilerimiz az olduğu için gençlerimizin isyanı artmıştır. Bu gün öğüt verenler çoktur ama gerçekleri anlatıp rehber olanlar azdır.”

“Üç şeyi yapmazsanız, bari şu üç şeyi yapın; Hayır yapmasanız, şerden uzak durun, Faydalı olmazsanız, şerden uzak durun. Oruç tutuyorsanız, bari gıybet etmeyin.”

Yahya B. Muaz

 

             BALI NEYLEYİM

İnsan var heybetli, ama er değil

İnsan var hükümdar olmuş, hür değil

İnsan var sözüyle özü bir değil

Köpek derisinde balı neyleyim 

Âşık Feymani

 

.

Yazının Devamı

KISSADAN HİSSELER BEHLÜLDANA’DAN İNCİLER

Behlül dane, Halife Harun Reşit döneminde Bağdat şehrinde dünyaya gelen bir gönül adamıdır. Harun Reşit İki gündür göremediği Behlül’ü aratır, onu boş bir mezarda uyur bulurlar. Uyandırırlar, halifeye de bilgi verirler ve oda gelir. Behlül, uyandıranlara çok kızar ve;

-Beni emirlikten, indirdiniz, diye bağırır. Halife ona,

-Ne emirliği, ne hükümdarlığı, diye sorunca Behlül;

-Rüyamda hükümdardım. Tahtımda oturuyordum. Hizmetimde birçok insan vardı.

-Vezirlerim yanımda saygıyla ayakta bekliyordu. Memleket için çok önemli kararlar aldık ki, beni uyandırdınız, saltanatımı yok ettiniz, dedi. Halife güldü ve ona;

-Behlül; rüyadaki hükümdarlığa itibar olur mu? Adı üstünde rüyadır. Behlül ise;

-Benim rüyada ki, emirliğimle senin şu andaki emirliğin arasında ne fark vardır? Ben gözlerimi açınca hayat bulurum, sen ise gözlerini yumunca saltanatın yok olur” dedi.

 Behlül, mezarlığa gidip, üç kuru kafa bulmuş, pazaryerinde; satıyorum alan yok mu? Der.

-Yine ne satıyorsun Behlül,  diye alay etmişler. O da;

-Bu taş kafa, şu boş, o da hoş kafadır” sözüne içlerinden biri yine alaylı bir şekilde;

-Kaç paraya veriyorsun? – deyince Behlül;

-Taş kafa parasız, boş kafa ucuz, hoş kafaya pahalıdır. demiştir. Bunun sebebini sorana ise;

-Efendim, taş kafa dünyada boş şeylerle uğraşan kafadır, beş para etmez. Boş kafa, kısmen iyi niyetli, bu ucuz bir fiyattır. Hoş kafa ise hoşgörülü, gönül adamının kafasıdır. O, çok pahalıdır. Şimdi anladınız mı?” der.[1] Ve şöylece uyarıda bulunur;

-Ölenin mezar taşına; “Dün altında olan çimenler, bugün üstünde yeşerdi. Ey yolcu! Bil ki, şu toprak, günahlardan başka her şeyi örter.” der.

Halife Harun Reşit, Veziri ile birlikte kıyafet değiştirip kalkın arasında dolaşırken bir hurma bahçesine uğrarlar. Yaşlı bir zat, hurma fidanı dikmektedir. Halife selam verdi ve yaşlı insana;

-Kolay gelsin, ne yapıyorsun böyle?

-Hurma fidanı dikiyorum.

-Bu hurma çok geç yetişir, derler doğru mu?

-Evet, 15–20 yılda meyve verir.

-Peki, bu fidanın meyvelerini görebilecek misin?

-Hayır, göremem. Bizden öncekiler dikmişler, biz yedik. Biz de dikeriz, bizden sonrakiler yararlanırlar Herkesin diktiği meyve ağaçları yılda bir kez mahsul verir. Benim diktiğim fidan anında ve iki kez ürün verdi” der.. Bu cevaptan etkilenen Halife, ihtiyara bir kese altın verir. İhtiyar;

-Hamdolsun Allah’ıma diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi. Bu söz üzerine Halife bir kese altın daha verir. 

Yazının Devamı

MEVLANA’DAN ÖĞÜTLER -3

  Tanrıdan biz neden terbiye isteriz? Çünkü terbiyesiz, yalnız kendisine kötülük etmez, her türlü hayâ ve fazileti de ateşler.

                 Taşı toprağa vursanız, ateş çıkar mı?

Tatlı tatlı yaşamanın sonucu acı olur.

Terazi mala tamah etseydi, doğru tartmazdı.

Teselli etmesini bilen insan, tesellisiz kalmaz.

Tuzağa ekilen yemler cömertlik değildir. Oltaya taktığımız et lokması balığı avlamak içindir. İyiliğe vesile olmaz.

Uyku, ölümün kardeşi, uyanık olan da uykudadır.

Üç kişiye acıyınız; Kavmini, halkını düşünmeyen devlet büyüğüne, yoksullaşan zengine, cahile oyuncak olan bilgine.

Vakitsiz öten horozun boynu kesilir.

Yalan, gerçeğe sürülen bir yaldızlı boyadır. Bir gün bu dilin sıcaklığından eriyip dökülebilir ve gerçek ortaya çıkar.

Yaptığın şeyi mantığın kabul etmezse, hatalısın. Derhal geri adım atın, vicdanına danışıp, uygun karar verin.

Yarasa güneşin ışığına nasıl dayanır?

Yaşlılara vereceğin en güzel hediye, onlara hürmet etmektir.

Yılanın zehri yılana hayat verir. İnsana ise ölüm getirir. 

Yollara düşen gölgeler, vakti belli eder. Bazı insanlar, gölgesinden bile korkar. Onların korkusu, güçsüzlüğünden ileri gelir. 

Mevlana’nın Oğlu Sultan Velede Öğüdünde ise;

Ey Oğul! Sana vasiyetim, ilim ve edebe önem ver. İlim adamlarının eserlerini incele. Doğruluktan ayrılma. Cahil sofulardan olma. İbadetini cemaatle yap. Sakın imam ve müezzin olayım deme.

Şöhret isteme bir afettir. Makama ilgi duyma. Yazdığın şeylere şöhret için adını yazma. 

Mahkemede hakimin huzuruna çıkmak için yanlış iş yapma. Kimseye kefil olma, halkın yaptığı işlere karışma. 

Devlet büyüklerinin çocuklarıyla arkadaşlık ve dostluk kurma. 

Çok söz söyleme, kalbe nifak verir. Asla sözünü inkâr etme. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden, aslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda dur.

Kadınların şerrinden ve dini istismar edenlerden sakın.

Herkesle, mümkünse zenginlerle sohbet etme, oturup, kalkma. Helal ye, şüpheli şeylerden sakın. Dünya malına kapılma. Bu davranışın dinin yok olmasına sebep olur. 

Çok gülme ve kahkaha atma. Zira fazla gülmek kalbi öldürür. 

Herkese şefkatle bak. Dışını süsleme, sonra kalbin, ruhun harap olur. Başkalarıyla tartışma, hiç kimseden bir talepte bulunma. Kimseye hizmet buyurma. Din büyüklerinin hallerini inkar etme. Zira inkar edenler rahat ve kurtuluş yüzü görmezler. 

Ey Oğul! Eğer düşmanını sevmek, onun da seni sevmesini istersen, kırk gün onun iyiliğini ve hayrını söyle, göreceksin ki, o düşman senin en yakın dostun olacaktır. Çünkü, gönülden dile, dilden gönül!e yol vardır” diye öğütler verir.

Yazının Devamı

MEVLANA’DAN ÖĞÜTLER-2

İnsan, karakteri ile insanlığa yükselir.

İnsanları iyi tanıyın. Her insanı kötü bilip kötülemeyin, herkesi iyi bilip övmeyin.

İnsanlığın gayesi, hak ve hukuka sadakatle bağlı kalmaktır.

İyi kişilerle dost olmayan, kötülerin yanında yerini alır.

Karanlıkla ışığın farkı nasılsa, iyilik ve kötülüğü de bakışlardan anlarsınız.

Kılıç, hiçbir zaman kendi sapını kesmez.

Kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar. 

Köpek daima yoksula, aciz’e saldırır ve fırsatını bulursa da ısırır.

Kötü insana iyilik öğretmek, eşkıyaya silah vermek gibidir. 

Kötü kimse, kendini terbiye edemezse, görkemli sarayda bile olsa, Cehennemi yaşar.

Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde, kuma ekilen tohuma benzer. Köpeğin önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.

Maddi ve manevi zenginlik için çok fazla gayret etmelisin.

Nefis üç köşeli dikendir. Nereye korsanız size batar.

Nefsinize kötülük etmeyin, onun arsızlığına da izin vermeyin.

Nikâhta iki çift denk olmalı, yoksa geçim olmaz, iş bozulur.

Olgun insan toprak tutsa altın olur. Nasipsiz, altını eline alsa toprak olur.

Olgun insana nükte ve lokma helaldir. Olgun değilse, ses çıkarma. 

Perhiz, ilacın aslı olmasına rağmen, kaşıntıyı artırır.

Sağlığınızı korumak boynunuzun borcudur.

Saman, hafiftir uçar gider, dağ ise hatta fırtınadan etkilenmez.

Sana bela gelirse, bu zarar verdiğiniz birinin bedduasıdır.

Siz, birinin elindekini almayı değil, emeğinizle kazanın.

Sohbet vardır kılıç gibidir, ekini, bostanı keser biçer. Sohbet vardır, ilkbahar misali her yeri süsler, tıpkı tatlı meyve gibidir.

Sopayla kilime vuran, kilimi dövmez, tozunu silkeler.

Söz söylemek için dinlemek gerek. Rızık ise sebebine sarılmakla olur.

Söz, göz, kulak hepsi ruhun ışığıdır.

Su ateşten üstündür, bir kaba konunca, ateş onu kaynatır.

       Şefkat ve merhamette güneş gibi, kusur kapatmada gece gibi, öfkeliyken ölü gibi, hoş görüde deniz gibi, cömertlikte akan su gibi ol!

                   Şehvete kul olan, tatlı dirilir, acı ölür. 

Şekerden, öküze ve eşeğe ne fayda vardır?

Yazının Devamı

AĞUSTOS AYI MİLLİ GURURUMUZDUR

Türk tarihinde ağustos ayının ayrı bir önemi vardır. Bunlardan bir kısmını siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum.

Özellikle bu ayda Türklere Anadolu'nun kapılarını sonuna kadar açan Malazgirt Zaferi’nden Büyük Taarruz'a kadar geçen zaman diliminde çok güzel hizmetlere imza atıldığını görüyoruz

26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi,

Büyük Selçuklu Hakanı Sultan Alparslan bu ayda, gururlu ve güçlü olan Bizans İmparatoru Romen Diyojen ve onun ordusunu yenmeyi başarmıştır

Sultan Alparslan, 26 Ağustos Cuma günü ordusuyla namaz kılıp dua ettikten sonra beyaz kefene benzeyen bir elbise giyerek askerlerine, "Şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşah'ı tahta çıkarın ve ona biat edin. Eğer zaferi kazanırsak istikbal bizimdir." dedi ve düşman üzerine hücum emrini verdi.

Bu savaşta Diyojen, ağır kayıplara uğradı, daha fazla dayanamayıp yenilgiyi kabul etti ve askerleriyle birlikte yaralı olarak teslim oldu. Böylece, Türklere Anadolu'nun kapıları sonuna kadar açılmış oldu.

11 Ağustos 1473 Otlukbeli Zaferi, Erzincan'ın Tercan Ovası'nda ‘Otlukbeli’ denilen yerde, devrin en büyük iki Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmet ve Akkoyunlu Uzun Hasan'ın ordusu arasında yapıldı.

Fatih Sultan Mehmet’in zaferi ile sonuçlanan bu savaş 15. yüzyılın askeri ve insan gücünün kullanımı bakımından en büyük savaş olarak bilinmektedir.

Ağustos 1514 Çaldıran Meydan Muharebesi, Van'ın 90 kilometre kuzey doğusundaki Çaldıran Ovası'nda, 23 Ağustos 1514'te yapılan, her ikisi de Türk olan Osmanlı Padişahı 1. Selim ile Safevi Hükümdarı Şah 1. İsmail arasında geçen ve Osmanlı ordusunun kesin zaferi ile sonuçlanan bir savaştır.

Mercidabık savaşı, 24 Ağustos 1516'da, Yavuz Sultan Selim ile Memlük Devleti arasında, Halep şehrinin kuzeyinde gerçekleşti.

Mercidabık'ta kazanılan zafer, Osmanlı Devleti'ne dini, siyasi, askeri, iktisadi pek çok faydalar sağladı. Hilafet Osmanlı hanedanına geçti, Suriye, Lübnan ve Filistin, Osmanlı topraklarına katıldı.

Belgrad’ın Fethi, 29 Ağustos 1521 yılı Ağustos ayında Kanuni Sultan Süleyman’ın bir ay süren kuşatmasından sonra feth edildi. Türklerin artık Orta Avrupa'ya açıldığının göstergesi oldu.

Mohaç Zaferi, 29 Ağustos 1526'da Osmanlı Devleti'nin 10. Padişahı 1. Süleyman'ın başkomutanı olduğu Osmanlı ordusuyla, Macaristan Kralı 2. Layoş arasında, bugüne kadar yapılmış en büyük savaş olarak kayda geçti. Ayrıca Macaristan, Osmanlı Devleti'ne bağımlı bir krallık haline geldi.

Dünyanın en kısa süren, Osmanlı ordusunun Macar ordusunu üç saat gibi kısa bir sürede hezimete uğrattığı bir savaştı

Venediklilerin elindeki Doğu Akdeniz’in en büyük adası olan Kıbrıs, 1 Ağustos 1571 tarihinde, 2. Selim döneminde Lala Mustafa Paşa tarafından fethedildi.

Erzurum Kongresi de 23 Temmuz-7 Ağustos tarihlerinde yapıldı. Burada alınan kararda ‘milli sınırlar’dan bahsedilerek: “Vatan bir bütündür, parçalanamaz. Her türlü yabancı işgaline ve müdahalesine karşı bir millet hep birlikte direniş ve savunmaya geçecektir” diyerek Amasya Tamimi’nden sonra Erzurum Kongresi’nde önemli kararlarlar alınmıştır.

Sakarya Meydan Muharebesi

23 Ağustos 1921Kurtuluş Savaşı, Türk Ordusu’nun Yunan ordusu ile Sakarya boylarında yaptığı meydan savaşıdır. Bu tarihten itibaren aralıksız süren savaşta, Mustafa Kemal Paşa ordularına, "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz." emrini verdi.

Burada amansız mücadele, bütün şiddetiyle 22 gün 22 gece sürdü. Bütün cephe boyunca saldırıyı sürdüren Türk ordusu, 13 Eylül 1921'de Sakarya ırmağının doğusundan Yunan kuvvetlerini temizledi.

Büyük Taarruz, 26-30 Ağustos 1922, Gazi Mustafa Kemal'in başkomutanlığını yaptığı Büyük Taarruz’da,1922 yılı ağustos ayında başlayıp, 30 Ağustos'a kadar çembere alınan düşman kuvvetleri, Dumlupınar'da yenilgiye uğradı ve sonucu kaçmaya başladı.

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" emrini verdi. Böylelikle, Yunan ordusu İzmir'e kadar takip edildi ve Kurtuluş Savaşı’nın son şekli 26 Ağustos 1922’de Afyonkarahisar- Kocatepe’de başlayıp, 9 Eylül 1922’de Türk Ordusunun İzmir’e girmesiyle sonuçlanmıştır.

İşte bu uğurlu ağustos ayının güzellikleri, Türk ordusunun başarısı olarak altın harflerle tarihe not düştüğünün işaretidir.

 

Yazının Devamı

MEVLANA’DAN ÖĞÜTLER

Gönüller sultanı Mevlana, yedi iklim, dört bucakta tanınan, büyük Türk bilginidir. Dünya literatüründe eşine az rastlanan aşk ve sevda adamıdır. Hoşgörülü, merhametli, gerçek dosttur. Onun dergâhında ümitsizliğe, yanlışlığa, kırgınlığa ve düşmanlığa yer yoktur. O, yaratılanı Yaratandan ötürü seven insandır. O, diyor ki;

Kazandıkça bölüşemiyorsan, elini sorgula.

Konuştukça kırıcı oluyorsan, dilini sorgula.

Yürüdükçe menzilden çıkıyorsan, yolunu sorgula.

Ömür gittikçe yerinde sayıyorsan, gününü sorgula.

Sevildikçe vefasızlaşıyorsan, gönlünü sorgula.

Hangi halde olursan ol, sonunu sorgula.

Onun tüm insanlığa verdiği öğütlerden bir demet:

  1. Açlığa alışıp, sağlığınızı bozmayın, beyninizde hastalık oluşur.
  2. Ağızdan çıkan söz, yaydan fırlayan ok gibidir. Gittiği yerden geri dönmez.
  3. Ahmağa verilecek en güzel cevap susmaktır.
  4. Ahmağın mazereti dinlenmez, özrü kabahatinden büyüktür.
  5. Akılsız dost, zaten düşmandır.
  6. Alkış alacağım diye, yalan söyleme, alkış alamayabilirsin.
  7. Allah’tan istemesini bilen insanın eli, asla boş dönmez. 
  8. Anlamsız söz, su üstünde yazılan yazı gibidir. Oraya ne yazarsanız yok olur. 
  9. Aşağılık kimse, yüksekliğin düşmanıdır. 
  10.   Âşık, gönül iniltisinden bellidir, hiçbir hastalığa benzemez. 
  11.   Aşk ve sevgi insanları kör ve sağır yapar. 
  12.   Avcı taneler saçar, saçtığı taneler görünür, tuzağı görülmez.
  13.   Ayıptan başka bir şey görmeyene, ayıptır.
  14.   Ayna bir şeye ilgi duysaydı, bizim gibi münafık olurdu da her şeyi görmezdi.
  15.   Balıklar da boğazı yüzünden oltaya takılır, canından olur.
  16.   Baş daima ayağın reisidir. Ayağı idare eden de baştır. 
  17.   Bazı kadılar vardır ki, boğaz için rüşvet alınca, yüzü kızarır.
  18.   Bazı kadınlar, ferci ve boğazının şomluğundan rezil olurlar.
  19.   Bilgi sınırı olmayan bir denizdir. Bilgi dileyen ise denizlere dalan bir dalgıçtır.
  20.   Bir kadın, hiç kör için süslenir mi?
  21.   Bir sokakta eşek düşüp ölürse, uyuyan binlerce köpek uyanır.
  22.   Bulutlar ağlamasa, yeşillikler nasıl güler.
  23.  Dağa bir kuş konsa, sonra uçup gitse, o dağda ne bir fazlalık, ne de eksilme vardır.
  24.   Dal, ağlayan bulutla yeşerir. Mum, ağlamakla aydınlık verir.
  25.   Deniz hayvanına deniz gülistan, karadakilere ölüm getirir.
  26.   Dış âlemdeki ateşi su söndürür, şehvet ateşi ise Kıyamete kadar, gider.
  27.   Doğru olmasaydı yalan olur muydu hiç? Yalan, güzel mal gibi görünür, dikkat etmeli, 
  28.   Dünyaya gelme sorumluluğunu bil. Elbet, gökten yıldız toplamağa gelmediniz. 
  29.  Düşüp bir yerin ağrısa bile, kimse görmeden kalk. Haline gülen olmasın.
  30.   Eğer karga çirkinliğini anlasaydı, dertten kar gibi erirdi.
  31.   En büyük zevkler, yapılan iyiliklerle elde edilir.
  32.   Garip kuşun duası bile, insanın kurtuluşuna vesile olur..
  33.   Gençlerin ayda gördüğünün fazlasını, ihtiyarlar bir tuğla parçasında görürler.
  34.   Gözler, insanın en doğru şahididir. Gönlün hoş gördüğünü, gözler reddetmez.
  35.   Gözyaşları merhamete delil, yürek yanmazsa, göz yaşarmaz..
  36.   Ham kişiyi yola getirmeğe gayret, belayı satın almaktır.
  37.   Hararetle savunulan fikrin ayıbı, sözün içinde saklıdır.
  38.   Hasım hazır olmadan şikâyet dinlenmez. İki taraf olmadan suçlu bilinmez. 
  39. Hayatta baki kalmak isterseniz, mutlaka bir eser yazın.
  40. Hayvana, gücü nispetinde yük yükletin. İradesi zayıflara yapacağı oranda iş verin.
  41. Hırsına mağlup olarak zulmeden insan, artık zalim olmuştur.
  42. Hürmet eden, hürmet görür.
  43. İlim sahibine hizmet ibadettir. Çünkü onun sözleri feyizlidir.
Yazının Devamı

İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNDEN ÖĞÜTLER

İbrahim Hakkı Hazretleri 1703'te Erzurum-Hasankale'de doğdu, 1780 tarihinde Siirt-Tillo'da vefat etti. Sultan 1. Mahmud zamanında İstanbul'a geldi, saray kütüphanesinde ilmî araştırmalarda bulundu. En meşhur eseri,” Mârifetnâme'nin” bir bölümünde öğütler yer almaktadır.

Ey aziz! Konuşursan doğru konuş. Doğruluk keramettir. Yalan aşağılıktır. Kurtuluş doğruluktadır. Yalan söyleyen kimseden hayır yoktur.

Boş laflar ve şakalar zarara yol açar; ömrü boşa geçirmektir. Gıybet ve koğuculuktan sakın ki, bunlar insanı halktan ve Haktan uzak ederler.

Özür dileyenin özrünü kabul et. Elinden geldiği kadar kusurları affet. 

İyilik yapanla kötülük yapanı bir tutma. İyilik edeni duadan unutma. İyiliği unutup kusuru saklayan dost değil, düşmandır. Dostunun hatasına dayanamayan ölüm hastalığında yalnız kalır.

İyi insan aza şükreder, kötü insan çoğu da beğenmez, kötüye kullanır.
İyi insan verdiği sözü yerine getirir. Sözünü tutmayanı affeder.

 Cimri ve korkakla meşveret etme. İyi insan güzel hareketleri kendi üzerine borç bilir ve bunları yerine getirir. İyi insan namusunu malıyla, kötü insan malını namusu ile korur.

En faydalı hazine gönüllerdeki sevgidir. Güzel ahlâkın en güzeli sana gelmeyene senin gitmendir, seni mahrum edene senin iyilik etmendir. Sana zulmedeni affetmendir. 

Sevginin sebebi cömertliktir. Cömertlik zenginliğe ve rahatlığa sebeptir. Cömertlik insanın süsüdür. Cömertlikle efendilik olur.  Şükür ile nimet artar. Tatlılıkla zorlar kolay olur. 

Ülfetin sebebi vefadır. Ayrılığın sebebi ihtilaftır. Fakirliğin sebebi israftır.
Gönüldeki sükûnet en güzel süstür. İnsanlarla iyi geçinenin ayıpları örtülür

Malınla cömert, sırrınla cimri ol ki, mal veren aziz, sır veren zelildir. Seni öven belki boğazlar. Sana ayıbını söyleyen nasihat eder.

İnsanlarla iyi geçinenin ayıplan örtülür. Halkın ayıplarını arayanın ayıplan duyulur. Öğüdü kabul eden yüz karalığından kurtulur. Sana teveccüh edene yardım etmen gerekir. Küçük musibeti büyük sayan daha büyüğüne tutulur. Halka ihsan eden, Haktan ihsan bulur.

İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a şükretmiş olmaz. Senden razı olana teşekkür etmek onun rıza ve cömertliğini arttırır. Namahreme bakmayanın kalbi rahat olur
İnsanlardan utanmayan Allah'tan haya etmemiş olur. 

Sana söz getiren, senden de söz götürür. Babasına ve annesine itaatli olan, evladını kendisine itaatli bulurHalkın beğenmediği işleri işleme ki, hakkında iftiraya başlamasınlar.

Geçimli hanım iki rahatın biridir Kadın reyhandır, kahraman değil, onu yük altına atma. Kadına yük olma. Geçimli hanım iki rahatın biridir.

Yazının Devamı

ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ HAZRETLERİNDEN ÖĞÜTLER

Evliyalar Sultanı, Abdülkadir Geylânî Hazretleri 1077'de Hazar Denizinin güneyinde bulunan Geylan'da dünyaya geldi ve 1166 tarihinde Bağdat'ta hayata gözlerini yumdu. Hem anne, hem de baba tarafından Peygamberimizin neslinden geldiği söylenir. 

Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin “Fethü'r-Rabbâni” eserinden alınan öğütlerden bazı kısımları sunmak istiyorum; 

Ey oğul! Önce kendi nefsine, sonra da başkalarına öğüt ver. Tevbe ile günah elbiseni çıkar. Dünyada ebedî kalmak için yaratılmadın

Ey oğul! Dinini satarak dünyalık elde etme. Meşru yoldan ve helalinden alın teriyle kazandığını ye. Bu kazancınla başkalarına ikram et. 

Ey oğul! Aceleci olma. Zira acele eden hataya düşer.  Çok kere seni aceleciliğe sevk eden şey, dünya hırsıdır. Rızık ve dünyalık hususunda kanaat sahibi ol. Zira kanaat tükenmez hazinedir.

Ey oğul! Akl-ı selim sahibi ol. Aklını kullan. Acele etmekle eline bir şey geçmez. 

Ey oğul! Günah elbiseni tevbe suyuyla temizle. Ahlakı düşüklerden uzak dur. O zaman halis mümin olursun. Bu arada kimseye eziyet etme ve zarar verme. 

Ey oğul! Helâl yemek suretiyle kalbini temizle. İşte o zaman Rabbini tanırsın. Lokmanı, elbiseni ve kalbini temizle. İşte o zaman temiz olursun. Henüz vakit geçmeden kalbinle Rabbine dön. 

Ey oğul! Sen sen ol, dünyalık hususunda kimseyle çekişme, didişme. Kadere razı olmak; kavga, çekişme ve didişme sonunda dünyalık elde etmekten daha güzeldir. .

Ey oğul! İnsanlara, baki kalacaklarını sanarak o gözle bakma. Hiçbir insan baki değildir.

Ey oğul! Önce kendi nefsine faydalı ol. Kendi nefsini düzelt, sonra başkalarıyla meşgul ol. 

Ey oğul! Bina sağlam bir temel üzerine oturtulursa yıkılmaz. Sağlam bir temel üzerinde oturtulmadığı takdirde kısa zamanda çöker. .

Ey oğul! Her şeyin sonu ölümdür. Hep ön safta bulunmalısın. Zira ön saf cesur erkeklerin safıdır. Son safta asla bulunmamalısın. Zira son saf korkakların safıdır. 

Ey oğul!Uzun emellerini kısalt. Hırsını azalt.  Allah'a sarıl, Ondan başkası ile meşgul olma. Ölüm gelince seni her şeyden ayırır..Öyleyse  O senden ayrılmadan önce senonlardan ayrıl. Böylece kabir senin için bir yol olsun, bir geçit olsun.

Ey oğul! Sabaha çıktığın zaman nefsine akşamdan bahsetme; akşama çıktığın zaman da sabahtan söz etme. Zira sabahtan akşama, akşamdan da sabaha çıkıp çıkmayacağını bilmiyorsun. Dün, lehinde ve aleyhinde şahitlerle geçip gitmiştir, bir daha geri gelmez; yarına da erişip erişmeyeceğini bilmiyorsun. 

Ey oğul! Fırtınalar seni yıkmasın, süngüler seni delmesin, sana dehşet vermesin. Bu takdirde öyle bir makamda bulunursun ki, orada faniler yoktur, dünya yoktur, ahiret yoktur, haklar yoktur, hazlar yoktur, elem yoktur, zeval yoktur, Allah'tan başka hiçbir şey yoktur. 

Yazının Devamı

İMAM-I GAZALİ’NİN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ

Ey oğul! Herkese hoşnut davran: Başkasına eza ve cefa etme. Bütün işlerinde ortayolu tut. Çünkü işlerin en hayırlısı orta yoldur. 

Ey oğul!  Uğradığın bir toplantıda yer alanların üzerine dikilip durma. Fikrî tartışmada kendini haklı çıkarmak için inat gösterme. Luzumsuz kimselerle tartışma. Bir hüküm verirken "şahsi görüşümdür" de. Bir şeyi veya bir adamı överken aşırıya gitme.

Ey oğul! Huysuz ve karaktersiz kadından sakın. Kadınların bir kısmı da sevimli ve merhametlidir. Bereketli ve feyizlidir. Kendisine her zaman güvenilir. Aile sırlarım korur, Cömerttir, eli açıktır. Evi ter temizdir. Namusludur ve terbiyelidir. 

Ey oğul! Fayda sağlayacak fırsatları kaçırma. Muhtaç olduğun şeylere iyice sahip ol. İçinde bulunduğun toplumun adet ve geleneklerine saygılı ol. Soysuz adamlarla tartışma. 

Ey oğul! Az kelime ile çok şey anlat. Başkasını kınayan ve hep kusur söyleyen adamın dostu olmaz. Din süslerin en güzelidir. Kuru gürültü, boş yere vakit harcamaktır. 

Ey oğul! Evlenmek istediğin kızı iyi seç. İnsanın hanımı huzur ve sükûnet kaynağıdır. Bir kızla evlenmek istediğinde ailesini iyice araştır. 

Ey oğul! İnsanları iyi tanı. Heveslerine ve nefsine uyan aşağılık çukuruna yuvarlanır. Zarif görünümlü insanlar fazla ilgini çekmesin, dış görünüşe aldanma. Çünkü insan, kalbiyle, düşüncesiyle ve diliyle adamdır, kıyafetiyle değil. 

Ey oğul! Fitneden sakın. Kendinden fazla söz etme. Sofradaki hiçbir yiyeceği küçümseme.  Savurgan olma.

Ey oğul!  Allah'ın verdiği nimete şükret.  Fakirlere yardım et. Eğer kapına bir fakir gelirse, onun kalbini hoş et, öyle gönder.

Ey oğul! Sadakayı gizli ver. Bir günah işlediğinde hemen tövbe et. Tamahkâr olma. Kalbin katı ve kara olur. Çok mal arttırmak için hasislik etme.

Ey oğul! Merhametli elden bırakma. Anne-babanın rızasını al! . Devamlı onların hayır duasını al. Beddua ederlerse dünyan da, ahiretin de yıkılır. Anne-babanın rızası Allah'ın rızasıdır. Onların öfkelenmesi Allah'ın gazabıdır

Ey oğul! Yakın akrabalarına iyilikte bulun. Amcan ve halan baban hükmündedir, teyzen ve dayın da ana hükmündedir. Onlara anne-babana ettiğin hürmet gibi hürmet et, hayır dualarını almaya çalış, sakın ihmal etme.

Ey oğul! Kardeşinin ayıbını gizle. Mümin kardeşinin bir ayıp ve kusurunu görürsen onu gizle, ifşa edip yayma. Fakirlere karşı mütevazı ol.  İzzet-i nefsini koru.

Ey oğul! Oğluna ve kızına küçükken edep ve terbiye öğret. Onları iyi yetiştir. Büyüdükleri zaman öğretmen güç olur. 

          Ey oğul! Evine misafir gelirse kapıda karşıla, izzet  "Hoş geldiniz, safa geldiniz" de. 

Ey oğul! Sofraya oturmadan önce ellerini yıka. Tabağın ortasından değil, kendi önünden ye. Ağzında lokma varken konuşma. Ekmeği ısırıp yemeğe batırma. Ayakta su içme. Sıhhate zarardır. Terli iken su içme. Gece uyanıp su içmek doğru değildir.

Bir mecliste bağdaş kurup otur. Parmak çatlatma. Sakalınla, yüzüğünle meşgul olma. 

Oturduğun bir yerde, bulunduğun bir toplulukta dişlerini kürdan ve benzeri şeylerle temizlemeye kalkışma.  Burnunla oynama Parmağını burnuna sokma. 

Halkın seni hafife alacağı söz ve davranıştan sakın. Bulunduğun topluluk yol gösterici olsun. Sözlerin çok kıymetli bir nesne gibi paylaşılsın.  Güzel sözlere kulak ver. Konuşulan bir sözün tekrar edilmesini isteme. Bu, onu dinlemediğini gösterir. 

Seviyesiz  insanların arasında, sorulmadan rastgele konuşmayın.

 Olgunluğa erişmemiş yeni yetmelerle çok konuşma, senli benli olma. Sokaklarda, mescidlerde yeyip içme. Yol kenarlarindaki çesme ve sulardan su içme. Yol ortasinda oturmaÜnlü Türk ve bilim adamı İmam-ı Gazalıyı rahmetle anıyoruz. 

Yazının Devamı

İMAM-I GAZALİ’NİN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ

Ey Oğul!  Tamahkâr olma. Kalbin katı ve kara olur. Çok mal arttırmak için hasislik etme. Salih insanların sohbetinde bulun:.

Ey Oğul! Anne-baban yaşlanınca elinden geldiği kadar onlara yardım et. Çünkü ebeveynin, sen küçükken türlü türlü zahmetini çektiler. Devamlı onların hayır duasını al. Beddua ederlerse dünyan da, âhiretin de yıkılır. Anne-babanın rızası Allah’ın rızasıdır. Onların öfkelenmesi Allah’ın gazabıdır. Resul-i Kibriya Efendimiz (a.s.m.), “Cennet onların ayağı altındadır” buyurmuştur. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Anne-babasına iyilik edenin, onların gönlünü alanın ömrü bereketli ve uzun olur. Yarın kıyamette azap görmez.”

Ey Oğul! Amcan ve halan baban hükmündedir, teyzen ve dayın da ana hükmündedir. Onlara anne-babana ettiğin hürmet gibi hürmet et. Hayır, dualarını al, sakın ihmal etme. 

Ey Oğul! Konuşurken şu noktalara dikkat et: Söz verdiğinde onu mümkün olduğu ölçüde yerine getir. Konuştuğunda ancak doğruyu söyle. Sağırlara seslenir gibi konuşma. Dilsizlere hitap eder gibi sesini kısma. Makbul söz söyle, güzel konuşmaya çalış. Seni dinleyenin olduğu takdirde konuş. İlgi duyulmayan yerde konuşma. Halkın kabul etmeyeceği ve garip karşılayacağı olaylardan söz etme. Bazı sözleri devamlı olarak tekrarlayıp durma: “Yani, ondan sonra, evet, evet, hayır, hayır” gibi.

Ey Oğul! Sadaka verirken gizli vermek, kendine bir musibet geldiğinde bağırıp çağırmayarak, yaygara yapmayarak gizlemek gerekir. 

Fazla lügat parçalayıp yaldızlı söz söyleme. Çünkü bu sözlerin dış görünüşü belki güzel sayılabilir, fakat gerçekte güzel değildir.   

Ey Oğul! Çocuğunu çok beğendiğini başkalarına anlatma. Gördüğün rüyaları her yerde anlatmaya kalkışma. Çünkü gördüğün rüyadan sevinç duyduğunu belirttiğin zaman beyinsiz ve seviyesiz insanlar bu konuda seni rahatsız etmeye başlarlar. 

Ey Oğul! Saçını sakalını tarayıp öyle sokağa çık.  Beyaz kılları koparmaya kalkma. Lüzumundan fazla güzel kokulu şeyler sürünme. Bir ihtiyacını dile getirirken üzerinde ısrarla durma. Birtakım arzularının yerine gelmesi için küçülme. Servetinin tam listesini, mevcut paranın tam rakamım çoluk çocuğuna verme. Çünkü bunlar onu az görecek olurlarsa kendilerini zayıf sanırlar. Çok görecek olurlarsa yaşayışlarında değişiklik yapmak isterler. Onları hırpalamadan belli ölçüde idare etmeye çalış. 

Ey Oğul! Birisiyle tartışırken vakar ve efendiliğini elden bırakma. Bilgisizliğini ortaya koyma. Bu konuda aceleci olma. Delillerini getirirken çok iyi düşün. Tartıştığın kimseyle aranda hakem olarak yumuşak huyunu gör. 

Elinle ve parmağınla fazla işarette bulunma. Fazla heyecanlanıp yüzün turp gibi olmasın. Şakakların terlemesin. Karşındaki adam sana ölçüsüz davranır, küstahlıkta bulunursa sen de nezih ve ağırbaşlı davran.  Seni kızdıracak olursa, yine ölçülü konuşmaya çalış, kendi şerefini düşün Ey Oğul! Bütün işlerinde orta yolu tut. Çünkü işlerin en hayırlısı orta yoldur. Az konuş. Karşılaştığın her Müslüman’a selâm ver. 

Ey Oğul!  Ölçülü adımlarla yürü, ayaklarını yerde sürükleyerek yürüme. Sağa sola baka baka yürüme. Etrafı rahatsız ederek, başını şunun bunun kapısına doğru döndürme

Ey Oğul! Uğradığın bir toplantıda yer alanların üzerine dikilip durma. Dükkânları sohbet yeri olarak seçme. Fikrî tartışmada kendini haklı çıkarmak için inat gösterme. 

Ey oğul! Boş sözden uzak dur. Aklının hemen kabul etmeyeceği şeyi söyleme. Lüzumsuz laftan, çok gülmekten, şaka ve alaya almaktan, din kardeşinle tartışmaktan sakın. 

Ey oğul! Ağırbaşlı, terbiyeli, saygılı ve nezaketli olmaya dikkat et ve itina göster, gurura kapılma. İnsanlara tepeden bakma. 

Yazının Devamı

FATİH SULTAN MEHMED’İN VASİYETİ VE DUASI

Yeni bir çağın kapısını aralayan, üç İmparatorluk, yedi Krallık ile iki yüzden fazla büyük şehri ülkesine katan, Fatih Sultan Mehmet’in en önemli zaferi, Hz. Muhammed’in de övgüsüne mahzar olan İstanbul’un fethidir.

“Ben ki, İstanbul Fatihi aciz bir kul, Fatih Sultan Mehmet, bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan, hudutları belli olan 136 adet dükkânımı aşağıdaki şartlar gereği vakfeyledim. Buradan elde edilecek gelirlerle, İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler ve yerlere tükürenlerin tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, günlük ücretleri yirmişer akçe alsınlar; diğer kalan paralarımı da hastalara, yoksullara dağıtıla, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar” dedi.

Fatih Sultan Mehmet, Bizans’ın alınmasından hemen sonra, İmparatorluk sarayını gezip incelediği sırada, zindanda yaşlı bir papazı gördü. Yanına vardı ve ona; 

-Efendi! Neden hapsedildin, suçun neydi? – diye sordu, o da;

-Sultanım! İstanbul kuşatıldığında İmparator beni huzuruna davet etti ve bana: “Aziz Peder! Türkler İstanbul’a girebilecek mi?” diye sordu. Ben de Ona; “Efendim ne yazık ki, Türkler buraya hâkim olacaklar” dedim. İmparator hiddetlendi, işkenceyle beni buraya hapsettirdi, dedi. 

Fatih bu olaydan oldukça etkilendi ve papaza şu soruyu yöneltti; 

-Aziz Peder! İstanbul, bir gün gelir de bizim elimizden de çıkar mı? – dedi. 

Papaz; 

-İçinizdeki düşmanlar, kendi çıkarlarını düşünüp, devleti soymaya kalkarlarsa ve birde taşınır, taşınmaz mallarını yabancılara satıp, onlardan medet umar duruma düşerlerse, o zaman İstanbul bir başkasının eline geçer,  dedi. 

Bu söz üzerine Fatih’in tüyleri ürperdi ve oracıkta dizlerinin üzerine çöktü, ellerini açıp “Ya Rab! Ülkemde böyle fesatçılara, devlet düşmanlarına fırsat verme. Onları gazabına uğrat, birlik ve beraberliğimizi bozma” diye niyazda bulundu. Burada, papazın sözlerini ve Fatih’in duasını, aklıselim olan bu günün insanı, bir kez daha iyi anlayıp iyi düşünmelidir.

 

AKŞEMSEDDİN‘İN NASİHATİ

 

Hacı Bayram-ı Veli’nin halifesi Fatih Sultan Mehmed’in hocası, devrinin tanınmış evliyası, âlim, tabib ve şair olan Akşemseddin’in asıl adı Şemseddin Mehmed’dir. 1389’da Şam’da doğmuş ve1459’da Göynük’te dârı beka eyledi.

Akşemseddin hazretleri öyle zamanlar olmuştur ki, yedi gün boyunca bir kaşık sirke ile idare etmiştir. Bu riyazetleri sebebiyle yüzü bembeyaz olmuş ve Akşemseddin adını almıştır.

Akşemseddin’e göre, günaha girmemek kadar diğer insanları günaha sokmamak da önemlidir.

Şöhret, ateşten bir gömlektir. Bundan dolayı şöhretinin yayıldığı yerden Akşemseddin hemen başka bir yere hicret etmiştir. Akşemseddin Fatih Sultan Mehmed’in hocası, İstanbul’un manevî Fatihi, Eyyûb Sultan Hazretleri’nin kabrinin kâşifi, Allah (c.c.)’nün dostudur.

Boş gezen zengin de olsa zarar eder. Huzura ermenin yolu: “Az yemek, az uyumak, halkla az konuşmak, Allah’ı sıkça zikretmek” diye buyurur.

Çok uyumak rızkı azaltır. Gece uyanık olun. Yalınız yolculuğa çıkmayın. Kendinizi methetmeyin, namahreme bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırmayın

Daima edepli, hoş görülü, cömert olun.

Düşen şeyi temizleyerek yerseniz, fakirlikten kurtulursunuz.

Fazla cinsel ilişki, çok koku sürmek ve çok ekşili yemek insanı yıpratır, yorar.

Gece gibi sırları gizle. Kimsenin iyi olmayan taraflarını ortaya sayıp dökme.

Her işe besmele ile başlayın, temiz olun. Daima iyiliği adet edinin, tembel olmayın, nimete şükretmesini bilin. Zamanın kıymetini bil.

Hiç kimseye kızmayın, eziyet ve cefa etmeyin. 

Hiddet ve kin, gören gözleri kör eder.

Kendini başkalarına övme, hiçbir şeyinle övünme.

Kimsenin kalbini kırıp, viran eyleme.

Namahreme bakma, harama bakma gaflet verir.

Senden yaşlı, mevkice yüksek olanın önünde yürüme

Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter.

Toprağa her türlü kötü şeyler atılır, onda hep güzel şeyler biter.

Uzun ömür isterseniz, başkasının kazancına haset etmeyin, kişileri kötüleyip, haklarında atıp tutmayın. Senden üstün olanların önünde yürümeyin. Dişinizle tırnağınızı kesmeyin, ayakta pantolon giymeyin.

Yalan söyleme, kimseye iftira etme, gıybet etme.

Yalınız evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebeptir. 

Yazının Devamı

TİMUN HAN’IN ÖĞÜTLERİ

Dosta düşmana karşı eşit davrandım. Herkes, makam ve mevkisi ne olursa olsun, kanunlara uymayı ibadet saymalıdır. Komutan ve askerlere, maddi ve manevi yardımı esirgemedim. Onlar da savaşlarda can vermede tereddüt etmediler. Yirmi yedi ülkenin Hakanı oldum. Han elbisesini giydiğim andan itibaren dur durak bilmedim. Gece, gündüz uyumadım. Planlar hazırladım. Askerlerle komutanlar arasında isyan çıktığında sabırlı davrandım, önem vermez göründüm. Ama asla ilgisiz kalmadım, arasını buldum. 

Savaşta askerlerle birlikte düşman üzerine saldırdım. Kenara çekilip rahatımı düşünmedim. Şöhretim uzak ülkelere gitti. Adaletten asla ayrılmadım. İyilik yaptım, iyilik gördüm. Suçlulara, suçsuzlara eşit davrandım. Kalp kazandım, adil bir şekilde hükmettim. Disipline önem verdim. Ezileni, ezenin elinden kurtardım. Suçluya ceza verdim. Suçsuzları korudum. Bana karşı gelenleri, aman dilemeleri halinde affettim. Âlimlerle sürekli istişare ettim. Onların dileklerini yerine getirdim. İkiyüzlü, kötü fikirli, dalkavuk olanları yanımdan kovdum.

Başladığım işi azim ve sabırla yerine getirdim. Kırgınlık, öfke duygularına yer vermedim. Dini, ilim adamlarına sorup öğrendim. Onlardan yararlandım. Bir devletin yıkılma ve yükselme sebeplerini araştırdım.

 Yanlışlara düşmemeğe özen gösterdim. Vergilerde adil davrandım. Rüşvete, zulme fırsat vermedim. Bu bir mikroptur. Bulaştığı yeri yok eder. Halkın derdini bizzat yakinen izledim. Büyüklere kardeşim, küçüklere evladım gibi davrandım. Halkımın geleneklerine saygılı oldum. 

Fethettiğim ülkelerin sevgisini kazandım. Halkın sevdiği kişilere görev verdim. Kusurlu olanları derhal görevden aldım ve cezalandırdım. İdareciler, askerler veya halk arasında zulüm yapanlar tespit edildiğinde gereğini yaptım. Herhangi bir kabile, bey, benim toplumumda ise, beylerine saygı gösterdim ve onurlandırdım. Benimle dost olanları pişman etmedim. 

Her türlü yardımı karşılıksız bırakmadım. Özür dileyenleri affettim. Benimle yakın dostluk kuranların hepsi benden iyilik gördü. Hakan olmam, güçlü olmam, bu düşünceme engel olmadı. ”İyilik eden, koruyan” olmaya çalıştım.

 Oğullarım ve torunlarımın kan bağına önem verdim. Onlar için kötü niyet beslemedim. Herkesi iyice tanımaya gayret ettim. Leh ve aleyhime olanlarına bakmadım, askerlerime daima saygı gösterdim. 

Düşmanımın sadık beylerine ve savaşçılarına dostluk gösterdim. Onların savaş esnasında komutanlarını terk edip yanıma gelen düşman, bana göre insanların en kötüsüdür. Toktamış Hanla yapılan savaşta böyle bir olay oldu. Nefret ettim. “Şimdi Hanlarına ihanet edenler, yarın da bana ihanet ederler” diye söyledim. 

Tecrübemle şunu da öğrendim; dine inanmayan, kurallarına uymayan bir devlet uzun zaman ayakta kalamaz.. Bu konuda yasalar koydum. Biri ordu mensuplarına, diğeri sivillere olmak üzere iki kadı görevlendirdim. 

Adalet Nazırlığı kurdum. İslam’ı yaymak için yasalarla birlikte devlet idaresine yeni kurallar koydum. Başkalarının görüşüne önem verdim. Devlet işlerine yabancıyı sokmadım, aldığım kararımdan dönmedim, “Diyen Timur Han, o günlerde, bugünleri görür gibidir.

 

 

EMİR SULTAN HAZRETLERİNİN II. MURAD’A ÖĞÜTLERİ

 

Ey Oğul! Mümin baktığından ibret alır. Bir şey verilirse şükreder. Belaya uğradığında sabreder.

Ey Oğul!  En güzel haslet, Allah’a sığınmak, onun emirlerine uymak, ecdadın, iyi insanların izini takip etmektir. 

Ey Oğul! Seni şüpheye düşürecek veya bir kötülüğe itecek şeyleri terk et!

Ey Oğul! Her canlının ölümünü elinde tutan kimse, yaşamını da elinde tutan olur. Zenginleri fakir, fakirleri zengin yapan yine odur. Her türlü belayı, hastalığı, şifayı veren odur. Dünyada ne varsa ona mahsustur. Onun emriyle hareket eder. 

Ey Oğul! İnsanları kendin gibi gör. Kendine istediğini onlara iste, istemediğini başkalarına isteme. Başkaları seni nasıl görmek isterse, sen de onları öyle gör. Kendini beğenme, kibir kalbin afetidir. 

Ey Oğul! Fakirleri görürsen olara yardım et. Onlar hem üzerindeki ağırlığı kaldırırlar, seni malın felaketinden kurtarırlar. Gücün yettiği kadar sadakayı artır. 

Ey Oğul! İffetini koruyarak çalışmak, kötülükle zengin olmaktan hayırlıdır. İnsanın sırrını en iyi yine kendisi korur. Çok konuşan dostlarını gücendirir. Düşünen insan iyi görür. İyilerle düş kalk ki onlardan olasın. Hayırsız kimselerden uzak dur. 

Ey Oğul! Haram ne kötü yemektir. Güçsüzlere zulüm, en kötü davranıştır. Tecrübe ettiğin şeylerin hayırlısı sana ibret verendir. 

Ey Oğul! Dostunun düşmanını dost edinme, dostuna düşmanlık etmiş olursun. Kin ve öfkeni kontrol altına al. Ben bundan daha tatlı ve daha lezzetli bir lokma görmedim. Sana sertlik gösterene yumuşak ol ki o da yumuşasın.

Ey Oğul! Düşmanına iyilikle yaklaş. Çünkü bu iki zaferin biridir. Kader yüzünden gelecek sıkıntıya sabır ve metanetle karşıla ve onu def et. Gerçek dost, sen yokken seni tasdik edendir. Nefsin arzularına uymak bir çeşit körlüktür. Asıl garip, bir dosta sahip olmayan kişidir. 

Hakka tecavüz eden kişi çıkmaz yola girer. Kanaatkâr insan doğru yolu bulmuş olur. Kötülüğü geciktir. Çünkü onu ne zaman istersen yapabilirsin. 

Ey Oğul! Çok konuşan çok yanılır. Her konuşan doğru konuşmayabilir. Her giden geri dönmeyebilir. Akıl müminin dostu; ilim veziri; sabır askerlerinin komutanı, amel ise silahıdır. Vakti gelmeden çiçek açmaz sultanım” diyerek öğütte bulundu.   

Yazının Devamı

MURAD-I HÜDAVENDİGAR’IN YILDIRIM BEYAZID’A ÖĞÜTLERİ

Sultan Murad dua ve niyazlarla başladığı öğüdünde; “Ya Rabbi! Beni Türk milletine kurban eyle” dedikten sonra Beyazid’e döndü ve:

Ey Oğul! Niyetsiz hiçbir şey olmaz. Yapacağın işi, gideceği yeri ve yolu bilmeyen kimse başarılı olamaz. Niyet, istikamet levhası gibidir. Niyetsiz yapılan bir iş ha vardır, ha yoktur. Niyet hayır ise akıbette hayırdır.

Ey Oğul! İnsanların senin hakkında iyi düşünmelerini istiyorsan, kimsenin kötülüğünü söyleme. Dostlarının az olmasını dilemiyorsan, kindar olma. 

Zahmet çekmeden, kolay ömür sürmek istiyorsan kendi işine bak, başkasının işine karışma.

Gençsin, yaşlılar gibi akıllı ve temkinli ol.Tembel ve  Cahil gençlerden olma. Bela cahillerden kopar. Ömrünü gençlikte yaşa, yaşlılıkta lezzet bulamazsın, bulsan da faydası olmaz.

Yaşlılara çok hürmet et, onlarla gelişigüzel konuşma, gereksiz cevap verme, susmasını bil. Yoksa utanılacak duruma düşersin. 

Ey Oğul! Gençliğini rastgele geçirme ki, yaşlılıkta bilgisiz kalmayasın.  Gençler gibi (aşırı bir tarzda) giyinme, özenme. Yaşlılar gençler gibi zevk ve şehvete düşkün olurlarsa, halk’ın arasında itibarları kalmaz, rezil olurlar.

Ey Oğul! Yerini yurdunu bil.  Su üzerinde yazı yazan, deniz üzerinde saray kuranlara benzersin.

Ey Oğul! Yaşlandığında bir yere yerleş, yolculukta zorluk çekersin. Yoksul ve yaşlı olanla yola çıkma. Doğduğum yerde yaşlanıp kalayım deme. Atalarımız; “Doğduğun yerde değil, doyduğun yerde kal” demişlerdir. Vatan ana gibidir. Anayı sevmek imandandır.

Dünyada iki şey vardır: İnsanlar birinden kaçar öbürünü sever. Biri zahmet, diğeri rahmettir. İkisine de ihtiyaç vardır. Zahmet çeken huzura erer. Zahmet görmedikçe rahatlığın değeri bilinmez.

Mecbur kalmadıkça borca girme, bir şeyini rehine koyma. Ola ki, itibarını kaybedersin. Borcun gecikmesi, dostu çabuk düşman eder. Düşmanı dost etmek kolay değildir.

İhtiyaç sahiplerini gör, gözet. Kimsenin malına tamah etme. Doğru da olsa çok yemin etme. Fazla yemin güveni sarsar.

Hiç kimseyi ne aldat nede aldan. Alışverişte buna daha da dikkat et. Gafil olma, gafillik ahmaklık, bezginlik cahilliktir.

Ev almak istersen komşunu iyi seç. İki yüzlülük etme. Bu tip davranıştan uzak dur. Yedi başlı ejderhadan korkma, ama her zaman evet diyen yalancılardan kork. Çünkü onların yıktığını sen birden yapamazsın” diyen bu engin merhamet sahibi yüce insan, Kosova Savaşı esnasında Sırp Kralı Lazar’ın damadı Miloş Obliş adında yaralı asilzadesine merhamet edip yarasını sardırmak istediği sırada Miloş belinde gizlediği hançeri sultanın kalbine saplamıştır.

TİMUR HAN’IN ÖĞÜTLERİ

 

Timur, Türkistan’ın Kes şehrinde dünyaya geldi. Cengiz Han’ın soyundandır. Zamanın âlimlerinden ilim ve harp tekniğini, devlet yönetimini öğrenen bir devlet adamıdır. Bir savaşta ayağı yaralanıp topallamasından sonra “Lenk” sıfatını aldı. Çeşitli tarihçiler onu “Merhametsiz, kellelerden kale yapan zalimdir, şehirleri yağmaladı, yakıp, yıktı, Yıldırım Beyazıt’la savaşıp, kardeşi kardeşe kırdırdı.

Osmanlıların duraklamasını ve İstanbul’un alınmasını elli yıl geciktirdi“ deseler de bu doğru değildir. Ankara savaşını aslında Timur han istemediği halde, Yıldırım Han’ın zorlamasıyla bu felaketin olduğunu ifade edenlerin tespiti de vardır. Ona ”Milliyetçiliğin düşmanıdır” diyenler de çıkmıştır. Fakat Timur, İran seferinde, Şehnamenin yazarı, ünlü şair Firdevs’in mezarına giderek “Kalk, kalk da hiç durmadan kötülediğin mağlup Türk’ü şimdi gör” demişti. O, en az Bilge Kağan kadar özüne bağlıdır. O, Müslüman Türk insanına seslenirken; 

“Biz ki, Mülk’ü Turan, Emir’i Türkistan’ız; Biz ki Türk oğlu Türküz; Biz ki, milletlerin en kadimi ve en ulusu, Türk’ün başbuğuyuz diyerek tam otuz altı yıl saltanat sürdüm. Değerli askerlerim sayesinde pek çok yer fethettim ve yirmi yedi ülkenin Hakanı oldum.” diyen. Timur, Turan, İran, Rum [Anadolu], Suriye, Mısır, Irak, Azerbaycan, Fas, Horasan, Hindistan, Gürcistan, Ermenistan ve Kafkas ülkelerinin birçok yerlerini aldı. Çin’i ortadan kaldırmak için hazırlık yaptı.

 Tam bu anda büyük bir kış bastırdı. Her yer karla kaplandı. Yine de yola çıktı. Yaşlıydı, Çin sınırına geldi. Burada ordusuna büyük bir geçit töreni yaptırdı, “KUĞU AVI” düzeni aldırdı. Aniden hastalandı. Hekimbaşı Feyzullah, durumunun iyi olmadığını söyledi. Timur, vasiyetini hazırladı ve 19 Mart 1405’de öldü. Cesedi mumyalandı, Semer kant’a defnedildi. O, öğüdünde;

“Oğullarım! Size vasiyetim, milletin rahatlığını sağlayın, dertlerine çare bulun, zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin eline bırakmayın. Adalet ve iyilik rehberiniz olsun. Aradaki nifakçılara fırsat vermeyin. Ölüm döşeğindeki babanızın sözlerini unutmayın. Benden sonradakilere kurallar koydum. Bunlara sahip çıkarsanız, başarılı olursunuz. Bu öğütlerim uzun deneyimlerim neticesidir; Allah’ın dinini dünyaya yaymaya gayret edin. Adamlarıma güvendim, her birine yetki verdim. Onlar benim gözbebeğimdiler. Düşman üzerine gitmeden, ilim adamlarının görüşünü aldım, bunun faydasını gördüm. Her işimde iyi niyetli ve sabırlı oldum.    

Yazının Devamı

DEDE KORKUT’UN ÖĞÜTLERİ

Dede Korkut’un, 13. asrın başlarında yaşadığı rivayet edilir. Oğuzların Bayat boyundandır. O, âlimdir ve koyu bir Türkçüdür. Onun öğütlerinden bir bölümünü nakletmek istiyorum;

“Ağız açıp över olsam, Allah demeyince işler düzelmez. Kadir Tanrı vermeyince, er zengin olmaz. Ezelden yazılmazsa, kul başına kaza gelmez. Ecel vakti ermeyince kimse ölmez, ölen adam dirilmez, çıkan can geri gelmez.

 Bir yiğidin, kara dağ tepesince malı olsa yığar, derer, ister amma, nasibinden fazlasını yiyemez. Çağıldayan sular taşsa, deniz dolmaz.

 Büyüklük taşıyanı Tanrı sevmez. Gönlüne benlik yerleşen de devlet olmaz, eloğlunu besleyip, büyütmekle oğul olmaz, büyüğünce bırakıp gider. Güveyi oğul olmaz. Kara eşekbaşına başlık vursan, katır olmaz. 

Cariye’yi süsleyip giydirsen, hanım olmaz. Oğul’un kimden olduğunu ana bilir. Erin ağırını, hafifini, at bilir. Nerede sızılar varsa, çeken bilir. Gafil başın ağrısını beyin bilir. Azıp gelen kazayı Tanrı sevmez.

 Tanrı ilmi Kuran güzel, Tanrı evi Mekke güzel, Günlerden Cuma güzel, bir de helal kadın güzel. Şakağından ağarsa baba güzel. Ak sütünü emdiğin ana güzel. Sevgili kardeş güzel, oğul güzel. Her şeyi yaratan Tanrı güzel. 

Bilesiniz ki, eski pamuk bez olmaz. Kalleş düşman dost olmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz. Oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın sırrıdır. İki gözünün biridir. 

Devletli oğul olsa, ocağını gönendirir. Devletsiz oğul olsa, ocağını söyündürür. Oğul da neylesin, babası ölüp malı kalmazsa? Babanın malından ne fayda, başta devlet olmazsa? Devletsizliğin şerrinden Allah saklasın, cümlemizi. Hanım hey! Beyim hey!” demektedir.[1]

 

 

SULTAN ALPARSLAN’IN VASİYETİ

 

Sultan Alpaslan 1063’de Hakan oldu. 26 Ağustos 1071 tarihinde, Cuma namazından sonra beyaz elbisesini giydi, “Şaman usulü” atının kuyruğunu bağladı Malazgirt’te mağrur Bizans ordusunu karşılarken askerlerine hitaben; 

“Şehit olursam beni olduğum yere gömün. Bu beyaz elbisem kefenim olsun. Eğer içinizde korkan varsa geri dönsün, karısının kucağına girsin. Ölmek isteyenler, arkamdan gelsin” dedi ve neticede de zafere erdiler. 

Bu başarıdan sonra Türk ve Müslüman olan Karahanlı devletini ziyarete giden Alpaslan, arkasından bir kale komutanının ani saldırısı sonucu hançerlendi. Her türlü çabaya rağmen kurtarılamadı. Ölümünden önce yaptığı vasiyetinde;

“Rabbim! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyorum. Senin uğruna savaştım, bana yardım ettin. Çünkü sözümde hilaf yoktu. Akıllı ve tecrübeli bir adam bana; 

”Kimseyi küçümseme, kendi gücüne de güvenme” diye nasihat etti. Ama ben bu sözleri ihmal ettim, hata yaptım. Ölüm döşeğinde bunu daha iyi anladım. 

Ordumun çokluğundan, gücünden, askerlerimin coşkusundan, altımda yerin titrediğini hissettim ve kendi kendime; ”Ben dünya Sultanıyım, bana kimsenin gücü yetmez. Bu ordu ile Çin’i ve birçok ülkeyi fethederim.” dedim. 

Bu gurur yüzünden, şimdi bu aciz duruma düştüm. Her bir işe başlarken, Allah’tan yardım dilerdim. Şimdi, oğlum Melik şaha bağlılık yemini edin. 

Vezirim Nizamü’l Mülk de ona biat edecektir. Çünkü biz Türkler temiz Müslümanlarız, bid’ad nedir bilmeyiz. Hepiniz Allah’a emanet olunuz” diyerek gözlerini yumdu.[2]

 

 

ŞEYH EDEBALİ’NİN OSMAN BEY’E ÖĞÜTLERİ

 

Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında yaşayan büyük İslam âlimi Şeyh Edebali, 1326 yılında Bilecik’te vefat etti. 

Osman Bey, bir gece rüyasında şeyhin göğsünden bir ay doğup, kendi göğsüne girdiğini sonra buradan bir büyük ağaç bitip dalları dünyayı kapladığını, onun altından birçok nehirler aktığını, insanların bundan yararlandığını gördü, bu rüyasını Edebali’ye anlattı. O da; “Sen Bey olacaksın, kızım Mal Hatun’la evleneceksin. Benden çıkıp sana giren nur budur. Senin temiz neslinden birçok sultan gelecek, uzun süre saltanat sürüp birçok devlete hükmedecekler” dedi ve;

“Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğarlar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun, güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gördüğün gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, senin erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.

Oğul! Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma. Gördün, söyleme, bildin bilme. Sevildiğin yere sık gidip gelme, itibarın azalır. Sen insanı yaşat ki, devlet yaşasın.

Oğul! Üç kişiye acı: Cahiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene. Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma. Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler” demiştir.

Bak Oğul! Türk olduğunu ve Türklük Töresini asla unutma. Bilimin aydınlattığı yol karanlık olmaz ve yoldaşı bilgi, sanat olan şaşırmaz.

Beylik sana insanlara hizmet edesin diye Tanrının bir emanetidir. Kişisel çıkarların için kullanma. Sakarya çayı gibi daim ak. Akışın heybetli, görkemli, suyun yararlı olsun.

Düşmanından daha cesur, çalışkan, sabırlı, eğitimli ve güçlü olursan sana saldırmaya cesaret edemez.. Başın dik ve onurlu yaşamak istiyorsan, borç para alma!

Balık baştan kokarmış! Halk seni örnek alacağından; dürüst ol, adaletten ayrılma, kurallara uygun hareket et, isini zamanında ve gereğince yap. Birde alkollü içki ve uyuşturucudan uzak dur. Bilesin ki sağlık; kaybedildiğinde, insanın yeniden kazanamayacağı en değerli hazinesidir.

Öncelikle vatandaşlarının can, namus ve mal güvenliğini sağla. Halkın huzurlu ve mutlu olmasını isliyorsan; onların kafasını ilim, bilgi, saygı, cebini ise parayla doldur. Güvenliğin sağlanamadığı yerde devlet de olmaz! Halkının çoğu cahil ve yoksul ülkenin başına; iç savaş ve ahlaksızlık bela olur. Bu hitabımı vasiyetim say. 

Yazının Devamı

EBÛ ALİ SÎNA SONSUZLUK SEVDASINDAKİ YÜCE AŞKINA NAİL OLDU

—Bu gece ferhande bir kadir gecesi idi, semada yıldızlar sanki bu gecenin şerefine her zamandan fazla aydınlatıyordu. Hiçbir ayın 14. gecesi bu kadar parlak değildi. En güzel ay bedir halinde bu geceki kadar güzel değildi. O bu bahçeye revnak, letafet, gönüllere hayret ve heyecan yolluyordu. Bahçenin havasında büyüleyici bir koku duyuluyordu. Ağaç dalları arasında kuytu yerlerde fısıltılar vardı. Sanki felek hokkabaz ve ibretli sahneler gösteriyordu. 

Ebû Ali Sîna işaret etti, bir taraftan birçok mahpareler meydana geldi. Güzel sesli hanendeler, sanatında usta sazendeler, saz ve söze başladılar. Kadınlar, tatlı yanık sesleri ile dans ederek renklendirdiler. Yazımı ve anlatımı insan gücünün dışında bir olay sergileniyordu. İşveli, güzel kadınların her biri ellerine bir nevi saz almış yanık nağmelerle, gök kubbeyi inletmekteydiler. Yatma vakti gelmiştir diyerek konuklar yatmaya hazırlanmışlardı.

Ebû Ali Sîna işaret etti, her taraftan takım takım genç hizmetkârlar gözüktü. Her birinin elinde atlas yorganlar, ipek çarşaflar ve yataklar vardı. Getirip süslü çadırlar içersine kıymetli halılar üzerine serdiler. Herkes yerli yerine yatırdılar. Tatlı bir uykuya daldılar

Gece siyah örtüsünü ufuklardan kaldırmış sabah olmuştu. Parlak bir güneş etrafı aydınlatıyordu.

Kirman Emir’ i ve adamları gözlerini açtılar bir rüya gibi akşamki yaşantıları gözlerinin önünde duruyordu. Fakat şu an neredeydiler pek belli değildi. Bir gece evvel gördükleri garip şeyler sadece bir rüya bir hayaldi. O ibretli sahnelere ne oldu, nereye gitti belli değildi. Yattıkları yer bir taşlık arazi idi. Gece nerede yatmışlardı şimdi nereden kalkıyorlardı. Hepsi de zevkli, renkli anları bizzat yaşamışlardı. Görkemli köşkler, süslü mükemmel, nadide çiçeklerle bezenmiş bahçe şimdi neredeydi? Geniş çöllerde görülen ve bir anda gözden kaybolan serap gibi yaşadıkları gördükleri her şey silinip yok olmuştu, yerinde yeller esiyordu derler ya;

HEVA ÜZRE GEZER TAHT-I SÜLEYMAN OL

SULTANIN YELLERİ ESER ŞİMDİ YERİNDE

BU YALANCI DÜNYADA BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ ALEM-İ NİZAM

Der. Yokluğunu inkara kimin gücü yeter. İnsan ömrü akan bir su gibidir. Sürekli geçer gider. Biz insan oğlu ezelden gelir ebediyete göçeriz. Bu yalan dünyanın kapısı bize geçici yolcu durağıdır. Zevk ve sefa dediğimiz  halet yaldızlı süslü oyuncaklar örneğine benzer. Biz de çocuklar gibi faydalanmak ve oyalanmak üzere onlarla oynarız, eğleniriz. Üzüntü ve dertler de geçicidir. Onlara dücar olunca neden üzülürüz. Nakkaş-ı ezeli bütün mevcudanı nakış ve inkarını ziynetlemiştir. Bu üstünüzde dönen çark değildir. Doğarken ağlayıp, figan edip, ah diyerek dünyaya geliriz. Ayrılırken acı acı gülerek of  çekerek gideriz. Ah ile of arasında geçen bu hayattan  daha ne bekliyoruz. Bu dünyanın nesine aldanmalı nesine bağlanmalı bilmem ki.

—Böyle olur kör cihan bi karar Bir bakıma yok gibidir bir de var.

Emir Mahmud Kirman-i, yorgun, bitkin, heyecanlı, şaşkın bir şekilde sarayına döndü. Ebû Ali Sîna’yı her yerde arattı, bulamadı. Gece gündüz, şehirde, pazarda, kırda, sahrada aratmadık yer kalmadı. Hiçbir yerde izine rastlanmadı. Bu dünyada gerçeğe kavuşan (erenler) gibi sır olup gitmişti. Bütün arama ve taramalar boşa çıktı. Kirman Emir’ i de kurtulduklarına şükretti. Eski minval üzere huzur ve rahata devam ettiler.

Biz yine gelelim Ebû Ali Sîna’ya. Ebû Ali Sîna Kirman şehrinde unutulmaz anılarla şöhret yaptı. Emir ve halkını olağanüstü gösterileriyle hayran bıraktı ve kayboldu gitti. Aslında kaybolmadı buradan Hemedan bölgesinde bir şehre vardı. Mahalle aralarında gezerken büyük bir dergah gördü önünde durdu. Dergahın üstleri yıkılmıştı. Duvarın birini tamir ediyordu. Burada güzel bir ağacın altında kalp gözleri açık olan bir şeyhin oturduğunu gördü, ona doğru baktı. Şeyh ona;

—Ey Ebû Ali Sîna bizimle tanışıp beraber olmak istemez misin? Ebû Ali Sîna birden irkildi, kendini toparladı, cevap verdi;

—Erenlerden keramet görmeyince saygı duymayız dedi. Şeyh parmaklarıyla taşlara işaret etti. Derhal o taşlar yerlerinden kalkıp duvarın üzerine kondular. Öyle uygun monte edildi ki en iyi usta bile bu kadar düzgün, mükemmel yapamazdı.

Ebû Ali Sîna bu olağanüstü hareketi gördü. Şeyhin büyük keramet sahibi olduğunu anladı. Bütün kalbi ile teslim oldu. Varıp eline sarıldı, öptü. Ayağına kapandı, yalvardı;

—Bana izin verin size hizmet edeyim. Bu can tende iken, kapınızda kul olayım dedi. Şeyh Ebû Ali Sîna’nın başını okşadı. İltifat etti, yerden kaldırdı. Onu da İlim, irfan, fazilet kervanına kabul etti. El ele verip bir köşede halvete çekildiler. Her gün her gece can dostlarıyla birlikte oldular. İşte bu büyük alim meşhur şeyh Hemedani idi.

Ebû Ali Sîna epey bir zaman bu şeyhin hizmetinde bulundu. Seb-i aruz şevk ve heyecanı ile ibadet ve teaatle meşgul oldu. Riyazetle nefsini yok etti. Gizlendi, mahiyetinin ne olduğunu, ne yaptığını nereye gittiğini, bilen yoktu. Bundan sonra Ebû Ali Sîna’yı bir daha gören olmadı. Hakkında söylenenler dedikodular bitti. Yalnız dillerde yad edildi. Geride ise sadece ilim ve irfan eseri olan yazdığı kitaplardan başka bir şey kalmadı. Böylece Sonsuzluk sevdasındaki yüce aşkına ve makamına nail oldu.

Yazının Devamı

BAHÇE GÜLİSTAN CENNETİNE ÖRNEKTİ

Ziyafetten sonra ise gerçek rızkı veren Allah’a Hamd-u senalarla, dualar yapıldı. Ebû Ali Sîna’nın teklifi üzerine misafirler bahçeye çıktılar. Bahçe gülistan cennetine örnekti. Yaşlı insanların burayı gezip görmeğe gücü yetmezdi. Bahçede güzel dilberlerin yanaklarını andıran laleler deli aşığı yakardı.

Cennet bağ ve bahçelerine benzeyen bu güzel mekanda esen nesim -i nev bahar’ı anlatmak değil görmek gerekirdi. Bu bahçenin üzerine gökteki bulutlar öyle güzel gölgeler yapar ki Sanki ince bir tül örtülü gelin kız gibidir. Bulutlardan dökülen ince su damlaları günahkar insanların üzerine dökülen rahmete benzetilirdi. Havası su kadar aziz idi. Küçük bir çocuk ömrünün sonuna kadar burada kalsa hiçbir hastalık görmeden yüz yaşında bir piri zat olurdu.

Bahçenin içinde geniş havuzdan dökülen sular zevk ve heyecanla her an ağlayan aşık gözleri gibiydi. Kuşlar, bülbüller uyumlu namelerle ötmekteydi. Rengârenk çiçeklerle, mis kokulu gülleri gezip görmeğe cennetteki huriler bile can atardı.

Ziyaretçiler bu bahçenin her tarafını gezdiler. Bahçe gül ve yaseminlerle örülmüş, kuğulara bürünmüştü. Yorulanlar çardaklar altında dinlenmeğe karar verdiler. Dilberler çeşitli meyvelerle dolu gümüş tellerden yapılmış sepetler getirdiler. İkramlardan yediler, içtiler. Artık herkes heyecan ve harekete girecek bir şey arar gibiydi.

Ebû Ali Sîna bunu anladı. Yeni bir marifet gösterecekti. Fakat rakibi Yuhanna’dan bu vasıta ile intikam alacak ve onu rezil edecekti. Yuhanna’ nın üzerine okudu, üfledi. Yuhanna iradesiz, kurulmuş bir bebek gibi yerinden kalktı, bahçenin diğer bir tarafına gitmek istedi. Hemen karşısında bir kapı gördü, içeri girdi.

Burası bir tekke idi. İki yüz kadar derviş halka halinde sohbet ediyorlardı. Yuhanna’yı saygıyla alıp, sedire oturttular. Yemek ve şarap getirip ikram ettiler. O da yedi, içti. Biraz sonra ortaya geniş bir tahta koydular ve Yuhanna’ya hitaben;

—Bizim adetimizde her kim bize misafir olursa azami ikram ederiz. Sonra bu sal tahtası üzerine yatırır bir ölü konumuna getiririz. Bu tahta üzerinde onun nefsini yok ederiz. Sonunda telkinler vererek uyandırırız. Bu merasimi gören ve geçen kimse artık bizden sayılır. Sohbetlerimize girmeye hak kazanır. Kardeşimiz olur. 

Yuhanna razı oldu. Yassı tahtanın üzerine boylu boyunca yattı. Uzun zaman orada hareketsiz kaldı. Telkinler yapıldı, bir takım şeyler soruldu. Yuhanna garip bir tarzda söz ve tavırlar sergiliyordu. Nihayet bu merasim bitti. Dervişler ayağa kalktılar. Kol kola verip, bir daire teşkil ettiler. Yuhanna onların ortasındaydı. Hay-Hu’ lara başladılar. Yuhanna zikir çekenlerin başı gibi avaz avaz bir şeyler okuyor ve sağa sola sallanıyordu. Bu hal epeyce devam etti. Yuhanna’nın koluna girerek bir hamama götürdüler, soydular ve çırılçıplak yaptılar. Geniş bir kurna göstererek “ Bu mübarek yere girerek yıkanın. Tüm günahlarınızdan kurtulursunuz” dediler. Yuhanna kendini kaldırıp bu suyun içine attı. Suya girme mevsimlerinin başlangıcında ilk defa denize giren bir adam, soğuk suya dalıp çıkınca nasıl vücudunu titreme ve ürperme gözleniyorsa, Yuhanna’da tıpkı böyle oldu. Sudan başını çıkardı, silkindi. Tuhaf bir şekilde rüyadan yeni uyanmışçasına şaşkın şaşkın bakınıyordu. Ne olduğunu, neler geçirdiğini, nerede bulunduğunu anlamak istiyordu. Öyle gülünç ve kötü durumdaydı ki etrafında çınlayan sert kahkahalarla kendine geldi. Ebû Ali Sîna’nın bahçesindeki büyük havuzun içersindeydi. Buraya nasıl ve ne için gelmişti bilmiyordu. Aklını başına toplayıp kendine geldi. Emir Mahmut’un yanına gitti ve oturdu. Yaptığı şeylerin gerekçesini anlamak istediler. O da bir rüya anlatır gibi gördüklerini ve yaşadıklarını bir bir hikaye etti. Halbuki bunların hepsini havuzun başında kendi başına yapmıştı ve en sonunda soyunarak kendini havuza atmıştı. Olan biten bundan ibaretti. 

Ebû Ali Sîna bir efsunla, ilmi gücüyle Yuhanna’yı böyle kendi kendine olduğu yerde bir hayal aleminde delice davranışlara soktu. Orada bulunanların hepsi Yuhanna’nın bu komik durumuna gülmüşlerdi. Ebû Ali Sîna’nın ilmi kudreti yanında kendi bildiklerinin güneş karşısında bir lamba ışığı gibi donuk ve sönük olduğunu çok iyi anlamıştı. büyük üzüntü ile yerinden kalktı ve Ebû Ali Sîna’ya yaklaştı, mahcup bir eda ile ondan özür diledi. Elini elinin içine alarak büyük bir saygıyla; 

—Sen sağ ve selametle olasın ey büyük üstat! Daha nice seneler sana başarılar dilerim, dedi ve yerine oturdu. Yuhanna böylece acizliğini ortaya koyarak hatasını kabul etti. Büyük üstat, alim Ebû Ali Sîna’ya gurur verici, haklı bir şöhreti ve mevkisini teslim etti. Gece karanlığı yer yüzüne düşmeye başlamıştı. Emir Mahmut Kirman-i sarayına dönmeye hazırlanıyordu. Ebû Ali Sîna iltifatlı, saygılı bir ses tonu ile; 

—Bizim üç gün misafirimizsiniz diye seslendi. Tabii ki bu isteğe herkes razı oldu. Vakit geceydi, semadaki yıldızlara benzeyen, bahçenin her tarafına konmuş olan parlak kandiller burayı süslüyordu. Ayrıca yer yer yakılan renkli maytaplar, şamdanlar bahçeyi elvan elvan aydınlık içinde bırakıyor, gönüllere sevinç, gözlere pek hoş manzaralar sunuyordu. Bu gecenin özelliğini ve güzelliğini toplumda bulunan bir şair şöyle övgü ile dile getirmişti;

Yazının Devamı

EBÛ ALİ SÎNA, KİRMAN EMİRİNİ,

EBÛ ALİ SÎNA, KİRMAN EMİRİNİ, 

YENİ SARAYINDA ZİYAFETE DAVET ETTİ

 

Emir, bilginlerini ve danışmanlarını divanda topladı. Bu özel bir toplantıydı. Ebû Ali Sîna’ya karşı gelmenin hayırlı olmayacağına oy birliği ile karar verildi. Hemen Ebû Ali Sîna’ya emir gereği (itaat edeceğine) dair kararı bildirdiler. Ebû Ali Sîna, Kirman Emir’ini, vezirlerini ve beylerini yeni sarayında ziyafete davet etti. Emir bu gelişmelerden mutlu oldu, sevindi ve rahatladı.

Ertesi gün Kirman Emir i hükümet erkanıyla birlikte, Ebû Ali Sîna’nın bu ilginç malikanesine vardılar. Sarayın etrafı su ile kanallarla çevrilmiş güçlü bir kale duvarıyla tahkim edilmişti. Kirman eyaletinin değil, diğer devletler ve ülkeler arasında bile örneği olmayan bir yerdi. Burası, şehrin kapısında bir çok asker ve subay vardı. Bunlar terbiye ve nezaketiyle benzeri olmayan insanlardı. Nihayet şehrin her tarafını incelediler. Ömürlerinde görmedikleri yüksek görkemli binaları, geniş sokakları, zengin ticaret evlerini hayranlıkla izlediler. Hele bir hayvanat bahçesi vardı ki, görülmeğe değerdi. Onun önünde durup uzun uzun seyrettiler. Bahçede kurtlar, kuşlar ve her türlü hayvana rastlamak mümkündü. Hepsinden birer ikişer çift, dişili erkekli, kavgasız gürültüsüz, (kurtla kuzu) bir arada yaşıyordu. En sonunda sırf beyaz mermerden yapılmış sanat harikası bir sarayın önünde durdular. Burası Ebû Ali Sîna’nın kaldığı yerdi. Kapının önünde saygılı çavuşların önderliğinde Kirman Emir’i atından indi. İzzet ve ikramla Emir’i Ebû Ali Sîna’ya götürdüler.

Ebû Ali Sîna görkemli bir divan toplantısı yapıyordu. Öyle bir divan ki Emir’ in hükümeti buna nispeten çocuk oyuncağı gibiydi. Divan odasının ortasında göz alıcı bir taht kuruluydu. Üzerinde bir piri, nurani görünümlü, sevimli, bir zat oturuyordu. İki tarafında yüzden fazla hükümet erkanı vardı. Vezirlerin (Bakanlar) her biri birer Şehname yazmaya muktedir, Vaka-i Nev’sler almaya namzetti.


Ebû Ali Sîna’nın sesi pehlivan kükremesi gibi patladı. O anda tuttukları yalın kılıçlarıyla, başlarında demir siperleriyle, bellerinde elmas hançerleriyle gerçekten görmeğe değer, görevliler hemen hazır ol vaziyetine geçtiler.

 

Ebû Ali Sîna’nın emrine amade kollarını kavuşturmuş, elleri göğüsleri üzerinde saygı duruşunda duran genç adamların hali meclise ayrı bir renk veriyordu.

Kirman Emir’ i gibi azametli bir reis ve hükümet erkan-ı hayretler içinde kaldılar

 

ve parmak ısırdılar. Artık bu meclisin haşmet ve şefkatini tasavvur edin. Nihayet Ebû Ali Sîna tahtından inip amirane bir eda ile kirman Emir’ inin yanına geldi. Elinden tutup özel olarak onunla bir hayli konuştular. Yine aynı vaziyette taht üzerinde diz dize oturdular. Sonra Emir Mahmud’un yakınlarına iltifatlar yapıldı, tatlı sohbetlere daldılar.

Bir müddet sonra Ebû Ali Sîna bir işaret verdi. Hariçten perileri hurileri gölgede bırakan gonca gül misali dilberler divana geldiler. Ellerinde billur kadehler, fağfur kaseler içinde nefis şarapları misafirlere sundular. İçenler kendilerinden geçtiler. Ancak; Bu anı yaşamanın zevkini tadan bilir. Sonra nazik, şirin, güzel hizmetkarlar ortaya geniş bir sofra serdiler. Şafak renginde havlular, sema renginde sofranın ortası ince ipektendi (altın sırmalı) gözleri alıyordu. Mecliste hazır olanlar sofranın etrafına oturdular. Konuşanlar birbirlerinin sözünü işitmiyorlardı. Nefis yemekleri ve güzel şaraplarıyla ziyafet sofrası süslendi. Hazır olanların hepsinin gönülleri şen, başları hoş, keyifleri tamdı. Herkes yerli yerinde mutluydu.

Gümüş tenli dilberler küçük tomurcuk göğüslerini göstererek insanları mest ediyor ve rüya aleminde yaşama zevkini veriyordu. Sofranın etrafında periler gibi dolaşıyorlardı. İşte bu güzel kadınların, zarif güzel elleriyle hazırlanan bu sofrada bulunmak bir erkek için en büyük şans ve doyumsuz bir zevkti. Sofranın üzerinde pide şeklinde küçük beyaz ekmekleri, vardı. Sanki hamuru sevda ile yoğrulmuştu. Bu ekmeğin parlaklığı on beşinde görülen ay gibi sofraya renk veriyordu. Yemek sofrası o kadar büyüktü ki üç beş şehir halkı davet edilse yeterdi. Amberi bir koku ile pişirilen pilavlar beyaz üzerine yeşil yapraklarla işlenmiş eski Çin işi fağfur tabakla gül bahçesinde konuklara ikram edildi. Gümüş şişlerle kızartılmış kebaplardan sızan yağlar gözyaşları ile ıslanmış güllerden akan reyhan gibiydi. Zerduları kırmızı renkli billur kaseler içinde tıpkı aşığın göğsünde ilk buseyi alan çekingen bir kızın zevk ve korku içinde çehresinin aldığı renge benzerdi. Bu zarda-i yemek değil seyretmek bile zevk verirdi. Dünya dünya olalı çeşm-i felek bu nimeti görmemişti. Dört büyük devletin hükümetleri birleşse böyle mükemmel bir ziyafet veremezdi. Sofradan dökülen yemek kırıntılar, bir araziye serpilse bütün canlıları doyurmaya yeterdi. Yemek esnasında dilber fettan kızları elmas bardaklarla dağıttıkları mis kokulu şaraplar insanlara doyumsuz keyif vermekteydi. Özellikle öyle bir nimet ziyafeti verildi ki yazımda kalem çaresiz ve anlatımda dil aciz kalırdı.  

Yazının Devamı

BÜTÜN HUKUKUNUZU EBÛ ALİ SÎNA’YA TERK EDECEKSİNİZ

Artık Ebû Ali Sîna Emir’in güvenini, iltifatını, sevgisini kazanmıştı. Ara sıra gösterilerle onları eğlendiriyordu. Ebû Ali Sîna da bu yaşantıdan memnundu. Yalnız, için için kin besleyen hasetliğinden çıldıracak gibi olan Yuhanna vardı. Evvelce Ebû Ali Sîna ile boy ölçmeye yeltenince, yenilerek ondan özür dilemişti.

Fitne, fesat, kin ve haset ne kötü bir ateştir. Bulaşırsa, yakar, yıkar, bitirir. Yuhanna tekrar husumete, düşmanlığa tevessül etti. Ebû Ali Sîna da bunun farkındaydı. Tedbirini aldı. Tahrik edilince insanlarda fena hisler, duygular peyda olur. Yuhanna Ebû Ali Sîna’yı can alıcı noktasından vurmak istiyordu.

O’ nu Emir’ in yanında gizli gizli kötüledi. Bunu görev ve alışkanlık haline getirdi. Böyle kötü kalpli insanlar genellikle, kibirli ve mağrur olurlar. İnsanları devamlı yanıltırlar. Emir de günden güne Ebû Ali Sîna’dan soğudu. Ebû Ali Sîna’nın da zayıf bir yönü vardı. Nerede genç, zeki, terbiyeli, öğrenme hevesi olan birini görse hemen kendisine yardımcı yapmaya kalkardı.

Emir’ in akrabasından bu özelliğe sahip, gayet zeki, güzel bir genç vardı. Ebû Ali Sîna bununla yakınlık kurdu. Ona ilmi öğretme niyetindeydi. Ekseri günlerde beraber gezip dolaşıyor, sohbet ediyorlardı. Yuhanna Emir’ e bu durumu gammazladı. Ebû Ali Sîna’ya iftiralar etti. Olmadık şeyler uydurarak Emir’ i gazaba getirdi.

Ebû Ali Sîna Emir’ in yanında eski sevgi ve itibarını görmez oldu. Adeta gözden düştü. Hatta Emir bir fırsatını bulsa onu katletmeyi bile düşünüyordu. Ebû Ali Sîna Emir’ in kendisine karşı gösterdiği bu tavrı hiç beğenmedi. Sonunu da iyi görmüyordu. Hemen o gece Kirman şehrinin dışına çıktı. Şehri uzaktan görebileceği yüksek bir yere vardı. İlmi simya kuvvetiyle oraya Emir’ in köşkünden çok daha mükemmel, süslü, görkemli bir bina kurdu. Etrafını muhafızlarla, koruyucularla kuşattı.

Ertesi gün Emir ve divan üyeleri kale duvarlarının üzerinden Ebû Ali Sîna’nın yeni köşkünü seyretmeye çıktılar. Bu köşkün çevresindeki bağ ve bahçelerin güzelliğini anlatmak, insan aklına durgunluk verecek konumdaydı. Bu manzarayı hayranlıkla izleyenler biraz sonra kendilerine doğru kalabalık bir kafilenin yürüdüğünü gördüler. Şaşırdılar, garip bir hissin altında kaldılar. Gelenlerin her türlü teşrifatıyla muhteşem bir elçi alayı olduğu belliydi. Emir ve divan üyeleri saraya döndüler. Merakla elçinin gelmesini bekliyorlardı. Elçinin geldiğini bildirdiler. Emir endişeli ve sabırsızca, onları hemen huzuruna kabul etti. Elçi, vakarlı, ses tonuyla söze başladı;

—Ebû Ali Sîna efendimizin kesin emridir. Size tebliğ etmekle görevliyim. Kirman şehrini ve buradaki bütün hukukunuzu (hükümetinizi) Ebû Ali Sîna’ya devir ve terk edeceksiniz. Bunu halkınıza bir ilan ile bildireceksiniz. Bir gün içinde aileniz, yakınlarınız ve çalışanlarınızla birlikte buradan derhal ayrılacaksınız. Bunu güzellikle yerine getirmezseniz sizin için kötü olur. Arzu hilafına bir işlem yapılırsa çok şiddetli karşılık verileceğini de beyan ederim, dedi.

Elçi sözünü bitirdikten sonra, vakarlı, gururlu, azametli bir şekilde oradan ayrıldı.. Kirman Emir’ i bu işin şakasının olmadığını anladı. Ebû Ali Sîna’ya karşı koyamazdı. Bu imkansızdı. Hazırlıksız, sebepsiz devleti, terk etmek de kolay değildi. Çaresizdi. Şimdi ne yapacaktı. Düşünce deryasına daldı. Ümitsiz ve çıkmaz içindeydi. İşi anlaşma ile halletmek yolunu aradı. Emir’ in akıllı bir veziri vardı. Elçi olarak Ebû Ali Sîna’ya gönderecek rica ve minnetle onu sarayına davet edip onunla anlaşma yolunu arayacaktı.

Vezir bu emri aldıktan sonra konağa gidip hazırlıklarını yaptı. Yanına korumalarını, danışmanlarını aldı, Ebû Ali Sîna’ya gitmek üzere hareket etti. Ebû Ali Sîna yollara gözcüler, nöbetçiler yerleştirdi. Emir Mahmut tarafından elçi geldiğini haber aldı. Ebû Ali Sîna adamlarını onları karşılamak üzere görevlendirdi. Görkemli bir merasimle elçiyi şehrin kapısından içeri aldılar. Emir Mahmut’un veziri geçtiği yollarda, gördüğü manzarayı hayranlıkla izledi. Kalbine heyecan, zihnine durgunluk geldi. Giderek bir saraya vardılar.

Sarayı tam olarak anlatmak da çok zor, yalnız sarayın kapısını tanıtmak bile yeterdi.Kapının iki yanında büyük süslü, göğe yükselen sütunlar vardı. Üzerinde ise kar gibi beyaz mermerden yüksek bir kemer bulunuyordu. Üstadın elinde işlenen ince, zarif, kabartma resimler, renkli çiçek dal ve yapraklardan örülmüş, zafer çelengini andırıyordu. Kapı metalikti. Her iki tarafında (selam) vaziyetinde durmuş mükellef kıyafetli süvariler vardı. Kükreyen, kişneyen beygirler (atlar) üzerinde birer sevimli heykel gibi heybetli duruyorlardı. Kapıdan yan yana duran yirmi süvari geçse fark etmezdi. Çünkü kapı o denli büyüktü.

Emir Mahmud’un elçisi işte böyle bir kapıdan görkemli bir saraya girdi. Biraz yürüdükten sonra geniş bir divanhaneye vardılar. Her iki tarafta sipahiler ellerinde oklar, bellerinde eğri kılıçlar, saf halinde durmaktaydı. Bir teşrifatçının (rehberin) delaletiyle divana girdiler. Ebû Ali Sîna mükemmel bir kürsü üzerinde ihtişamlı ve vakarlı bir vaziyette oturuyordu. Emir Mahmud’un elçisi merasim geleneğini yerine getirdi. Gösterilen yere oturdu. Heyecanlı ve tedirgindi.

Elçi, ikram edilen şarabı içti. Dili tutuldu. Bu işin sonu nereye varır diyerek sessiz kalmayı tercih etti. Elçiye izzet ve ikramdan sonra; divanın sessizliğini Ebû Ali Sîna bozdu, elçiye hitaben;

—Şimdi sen var git Kirman Emir’ ine bizden selam söyle. Vaktiyle şehri terk etmeye hazır olsun. Nasıl gökyüzünde iki ay birlikte olmazsa bir bölgede de iki emir olmaz. Bir post, bir aslan içidir. Bu bölgede hükümdarlık kim galip gelirse onun hakkıdır. Eğer askerlerine güvenip bize karşı çıkarsa biz de gücümüzü gösteririz. Dışarıda gördüğünüz süvariler denizde bir damla güneşte gözüken bir zarne gibidir. Ya bu makamı, diyarı ter edecek ya da başı derde girecek.

Elçi, bu ağır talebi ve tehdidi dinledikten sonra söz söylemeye cesaret edemedi. Yer (etek) öpüp dışarı çıktı. Doğruca Kirman Emir’ inin huzuruna vardı. Gördüklerini, duyduklarını bir bir anlattı. Emir’ in duyduğu şeylerden sonra aklı başından gitti. Ne yapacağını bilemez hale geldi. Devletinin sona ereceğini, geleceğinin yok olacağını düşünerek korku ve endişeye düştü. DEVAM EDECEK 

Yazının Devamı

EBÛ ALI SÎNA BU MUYDU? NASIL OLDU DA ELİ KOLU BAĞLI

Ebû Ali Sîna, “Kölemi öldürdü” diye dava etti, işkembeci ise “bu bir sihirbaz adamdır. Ben böyle bir şey yapmadım” diye külliyen inkar ediyordu. Ebû Ali Sîna hakime; 

—Efendim bu işkembeci koyun başı diye dükkanında insan başı satıyor. Bana inanmazsanız emin olduğunuz bir adamı göndererek tahkikat yaptırın dedi.

Dükkana giden adamlar küçük fırından ilk defa bir baş çıkardıklarını bunun bir çocuk başı olduğunu, ikincisi kadın, üçüncüsünün ise saçlı, sakallı kocaman bir insan başı olduğunu gördüler ve hemen hakimin huzuruna gelerek olayı olduğu gibi anlattılar. Hakim bu olayın üzerine işkembecinin ölümüne karar verdi, İşkembeci gördü ki kelle satarken kendi başından olacaktı. Feryada başladı, baş almak için gelen bir arabın getirdiği paraların kağıt olduğunu, bir kepçe vurunca arabın yere düşerek asa olduğunu anlattı. Dükkan bir daha incelensin dedi. Dervişin ortadan kayıp olduğu söylendi. Ebû Ali Sîna gerçekten yok olmuştu. Hakim şüphelendi ve tekrar dükkana adamlarını gönderdi. Başların koyun başı olduğunu öğrenince işkembeciyi azat etti. Fakat bu olay ile Ebû Ali Sîna şehirde şöhret oldu. Bu haber Emir Mahmud'a ulaştığında Emir hayretler içinde kaldı. Danışmanları; “Bu iş Ebû Ali Sîna’nın işidir.” Dediler, şehrin her tarafından dervişi aramaya başladılar. Kirman şehri o zaman o iklimin en tanınan yöresi idi. Bağ ve bahçeleri ile, manzara ve gezinti yerleriyle, meyve ve yemişleri ile çok meşhurdu. Hariçten tüccarlar buraya gelirler, mevsimine göre meyvelerle, kuruyemişler vs. alışveriş yapardı. Katır kervanları ile bunları diğer diyarlara götürürlerdi. Bu yüzden şehirde bir büyük yemişçi çarşısı vardı. Ebû Ali Sîna bir gün şehrin sokaklarını gezerken yolu bu çarşıya düştü. Büyükçe bir dükkanın içinde çok güzel ve civan bir gencin çalışmakta olduğunu gördü. Mısırdaki maceralarını, eski, talebesinde böyle bir dükkanda gördüğünü ve sonra onu mesut ederek bıraktığını düşündü. Gönülden bir zevk ve sevinç duydu. Bu gence öyle bir hikmet nazarı ile baktı ki, dükkan sahibi bu bakışı kötüye yorumladı. Ebû Ali Sîna’yı payladı, azarladı. Haksız yere gönlünü kırdı. Ebû Ali Sîna üzüldü. Kötü kalpli insanların barındığı bu şehirden uzaklaşıp kendini kırlara attı. Lisan-ı hali ile İlah-i esrarı yayan tabiatın içinde, hüzünlü düşüncelerle bir müddet gezdi. Yemişçiye fena kızgındı. Ona hünerini göstermek istiyordu. Bir efsun okudu ve kendiside kıyafet değiştirerek yemişçiye gitti. Bahçesinde türlü türlü meyveler olduğunu, alırlarsa satmak istediğini söyledi. Yemişçi genç çırağını yanına alarak bir ata binip yola çıktılar.

Ebû Ali Sîna birisini kandırmak istediğinde hemen bir sahte hoca kıyafetine girerdi. Bu giyim tarzı yalan, hile, riya için uygundu. Zavallı insanlar içlerinden iyi birine rastlamakla beraber her zaman hocalara hürmet edilir ve böylece aldanma payları da yüksek olurdu. Bunu da pek ala biliyordu.

Ebû Ali Sîna hoca kılığında, kıyafetine uygun vakur bir eda ile atına bindi. Katar şeyhi gibiydi. Yemişçi ve çırağı da arkadan onu takip ediyorlardı. Yolcular efsunlu bahçeye geldiklerinde, burasının bir bahçe değil, cennet misali (Bag-ı İrem)’e benzerdi. Kıymeti ölçülmezdi. İçindekileri satın alınmak istense mümkün değildi. Güçleri yetmezdi.

Yemişçi bir miktar para ile bu bahçenin meyvelerini alıp satacak, züğürtlüğe, fakirliğe veda edecekti. Bu hayal ile hoca ile pazarlığa oturup anlaştılar. Yemişçi para bulmak için şehre döndü. Tekrar bahçeye geldi yemişlerin parasını Ebû Ali Sîna’ya bahçeyi de iki güvenilir bekçiye teslim etti. O geceyi birkaç gün içinde yapacağı karın hayali ile uykusuz geçirdi. Bekçiler akşam yemeğini yediler, gelişigüzel bir ağacın altına serilip yattılar ve uykuya daldılar. Ilık ve serin rüzgar sanki yüzlerine yelpazeleniyordu. Ağır bir yemekten sonra, nefis, berrak suyu içip temiz havayı da çekince ne güzel uyunurdu. Şehrin kalabalık evlerinden uzak sakin, huzurlu, mutlu olarak uykuya daldılar. Halbuki köyde bahçede 4 – 5 saat uyumak vücuda yeterlidir. Bekçiler daha sabah olmadan uykuya doydular. Gözlerini açtıklarında parlak bir ay ağaçların yapraklarından yer yüzüne süzülüyordu. Bekçiler birer sığara tellediler. Susamışlardı da, fakat gündüz işçileri gece tembel olur derlerdi ya yerlerinden kalkıp ta biraz öteden su içmiyorlardı. Bekçinin biri dalları yere uzanan bir ağaçta büyük bir armut gördü. Koparıp susuzlukla ilgili harareti,ni gidermek istedi. Yattığı yerden uzanıp armudu almayı denedi, dal yukarı kalktı. Ayağa kalkıp koparmak istedi, dal biraz daha yükseldi. Koparmak için sıçradı, dal büsbütün yukarı kalktı. Hayret ve şaşkınlık içinde kaldı. İnsan elinin eremediği, gücünün yetmediği şeyi başarmak için aşırı arzu duyar. Bekçi de bu duygu altında ağaçtan bir dal kopardı. Ulaşamadığı armuda vurdu. Armut müthiş bir gürültü ile yere düştü. Sanki fırtına kopmuştu. Ağaçlar birbirine girdi, bir taraftan şimşekler çakıyor, gök gürüldüyor, yıldırımlar düşüyordu. Bekçiler korkularından bir kenara büzülmüş, gözlerini yumuyorlardı. Bir müddet sonra gürültü kesildi. Şamata sona erdi. Gözlerini açtılar. Bir de ne görsünler, sabah olmuş, güneş doğmuştu. Ortada bağ ve bahçeden eser yoktu. Bekçiler hayret etti. Şimdi neredeydiler? Korku ve sersemliklerinden bir türlü olanları fark edemediler. Tam bu sırada beygirine (atına) küfeleri (sepetleri) yüklemiş, meyve ve yemişleri götürmeye gelen yemiş tüccarı bahçenin yerinde yeller estiğini görünce aptallaştı. Onun da şaşkınlığı bekçilerden farklı değildi. Bekçiler olayı gördükleri gibi anlattılar. Yemişçi daha fazla meraklandı Kimi kime şikâyet etmeliydi. Tedirgindi.  Bu haber şehrin her yanına dağıldı. Kirman Emri de duydu. Danışmanları;

—Bu da Ebû Ali Sîna’nın işidir. Diye  hüküm verdiler. Emir hayal deryasına daldı. Düşündü ve sonra,

—Bu Ebû Ali Sîna dedikleri bilge biraz elimize geçse de ibret verici gösterilerini izlesek, zatıyla da müşerref olsak diye övgüyle meth eyledi. Bu arada Emir’in onu görme merakı da arttı.

Kirman Emir’ i bir gün yine bu Ebû Ali Sîna’nın hasretini ve ona kavuşmayı arzularken, şehrin bilgelerinden, ve Emirin de yakını olan Yuhanna isminde biri;

—Ey Emir ben size Ebû Ali Sîna’yı getirirsem bana mal mülk verir misiniz? dedi.Emir;

—Her ne istersen vermeye hazırım diye cevap verdi. Yuhanna biraz ilmi simya biliyordu. Şehirde rakibi yoktu. Ebû Ali Sîna da gelişigüzel geziyor, oturuyor, kendinden emin dilediğini yapıyordu. Yuhanna onun bu gafletinden faydalandı yerini buldu. Bir efsun okuyarak ellerini bağladı. Doğru Emir’in huzuruna getirdi. Ortaya koyduğu hünerler bir türlü akıl erdiremediği Ebû Ali Sîna bu muydu? Nasıl oldu da eli kolu bağlı olarak huzuruna getirildi. Büsbütün şaşırdı kaldı.

    DEVAM EDECEK 

Yazının Devamı

EBÛ ALİ SÎNA İLE PAZARLIĞA GİRİŞTİLER

 “AL TEKKE VER KÜLAH”

Ebû Ali Sîna geriden biraz onu seyretti. Sonra onun yanına geldi ve:

—Beyim! Allah rızası için bana biraz dünyalık, sadaka ver, diye masum bir duruşla dileğini iletti. O hasis, cimri hoca, sofrada zeytin çürüklerini bile avucunun içinde sıkar, altından bir damla suyu çıkarsa onu da yalar ve bunu da kar sayardı. İnsanın canı her şeyden değerlidir. Ve bu Hüdanın emanetidir. Hasisliği yüzünden kendi canını ve hayatını hiçe  sayardı. Kendi yediğinde bile kendisinin gözü kalırdı. Ailesinin, çoluk çocuğunun, köle ve cariyelerinin yediklerine göz dikerdi Allah’ın lutf-u ihsan eylediği nimetleri böyle esirgeyen, rızkı veren hüdaya nankörlük yapan bir adamdı. Bu düşüncedeki bir insan dışardan gelenlere sadaka mı verirdi. Ebû Ali Sîna’nın isteğini reddetti ve yanında çalışanlara onu kovmalarını, dövmelerini emretti. Ayrıca kendi de kötü sözlerle hakaret etti. Ebû Ali Sîna sırf deneme için yaptığı bu talebe, ağır bir şekilde karşılık görünce bir an düşündü. Demek ki gerçek ihtiyaç sahibi bu adamdan bir şey isterse göreceği muamelenin bu olacağını görerek üzüldü. Oradan çekip gitti.

Hoca’nın adamlarından birine onun en çok neyi sevdiğini sordu. Büyük katır hayvanlarına dayanamadığını, hiçbir zevkine üç beş akçe vermezken, bu uğurda para sarf etmekten kaçınmadığını öğrendi.

Ebû Ali Sîna biraz sonra elindeki asaya bir efsun okudu, üfledi. Genç bir katır yaptı. Kendi kıyafetini de değiştirdi. Katır’ın üzerine bindi. Hoca’nın önünden geçiyordu. Hayvanın dizgini koptu ve oynamaya zıplamaya başladı. Hoca katıra bayılmıştı. Ebû Ali Sîna’yı kapının önüne çağırdı, pazarlığa giriştiler. “Al tekke ver külah” yüz altına pazarlığı kestiler. Ebû Ali Sîna bu cimri adamdan yüz altın lirayı almayı başardı. Hoca pek beğendiği artık kendi malı saydığı sevdiği katırına bindi. Yanına hizmetkarlardan bir kaçını aldı, kıra doğru gezmeye çıktı. Hayvanın üzerinde biraz keyif sergiledikten sonra bir bağın içine girdiler. Üzümler de  güzeldi. Ama para ile almak vardı. Bu çingene hocanın işine gelmezdi. Biraz oturdular, dinlendiler. Hoca tekrar katırına binde ve yola revan oldu. Hayvan kuvvetli ve dinçti. Hızlandı, yürüdü. Adamlar arkada kalmıştı. Hoca yolda bir namazgah gördü, önünde de billur gibi akan çeşme vardı. Hayvan su içmek istedi. Hoca katırı yalağa yanaştırdı. Hayvan başını suya uzatır gibi yaptı, bir silkindi çeşmenin oluğundan içeri kaçtı. Hoca sırtüstü yere düştü. Gözü hep oluktaydı. Katırın yalnız başı gözüküyor ve iki kulağını oynatıyordu. Hoca cidden şaşırmıştı. Bu bir rüya değildi. Kendi de çıldırmamıştı. Fakat katırın oluğa kaçtığı ve  devamlı kulaklarını da oynattığı açık ve seçikti. Hoca bu hal üzerine şaşkınlık geçirirken adamları geldi. Hocayı yere düşmüş, abuk sabuk söylenir vaziyette buldular. Hoca hiç durmadan parmağı ile çeşmenin oluğunu göstererek “katıra bakın katıra, kulaklarını nasıl oynatıyor” diye deli gibi söyleniyordu. Adamları şaşkındı. Onu evine götürmek istediler. O bunca verdiği para ile aldığı katırı bırakıp nasıl gidebilirdi? İşte şimdi çıldıracaktı. Yanındakiler hocanın delirdiğine hükmettiler, zorla alıp götürdüler. O hala katırım kaldı diye bas bas bağırıyordu. Evinde, sokakta, her yerde, bu katır hikayesini, anlatması sonucu hocayı tımarhaneye yatırdılar.

Hoca Ebû Ali Sîna’nın efsununa uğramıştı. Kendisinin gözü önünde katır oluğa girmiş ve kulaklarını oynatmıştı. Aynen böyle olmuştu. Gerçeği tarif ile soranlara  yalan söyleyecek değildi ya. Tımarhanede her sabah katır nereye kaçtı diye sorarlar, “katır çeşmenin oluğuna kaçtı” der elinin yalnız iki parmağını uzatıp açarak “böyle iki kulağını salladı” diye taklit yapardı. Doktor  da bu cevabın sonunda “yenmek” üzere otuz sopa vurulmasını emrederdi. Allah’ın her günü bu soruyu tekrar eder, hoca da sopa ziyafetini afiyetle yerdi. Aradan bir ay geçtikten sonra Ebû Ali Sîna hocayı yoklamak için tımarhaneye gitti. Hoca onu hemen tanıdı. Kurtarması için ona yalvardı, yakardı. Çıkınca verilmek üzere iki yüz altına hocayı kurtarmağa razı oldu. Ebû Ali Sîna’nın talimatı ile ertesi gün muayeneye gelen doktora akıllandığını söyledi. Katır hikayesi sorulunca “yahu hiç koca katır çeşmenin ufacık oluğuna girer mi?” diyerek yakasını zor kurtardı. Aklının başına gelmesini sağladı. Nasihatten ders almasını bilmeyen cimri hoca, öyle bir musibetle uslanır mı? Alıştığı o fena huylardan vazgeçebilir miydi. İki gün sonra, Ebû Ali Sîna anlaşma gereğince altınları almaya geldi. Hoca vermemek için gece gündüz düşündü. Bir türlü çaresini bulamadı. Vermek de istemiyordu. Ebû Ali Sîna iki parmağını katırın kulağına benzetip oynattı. Bu işaret “tımarhanedeki kızılcık ağacının yemişini unutma” tehdidini yapmasından daha etkiliydi. Yoksa hocadan bir altın bile alamayacaktı.

Ebû Ali Sîna bu gizli yaptığı marifette de başarılı olunca, bunu şehrin halkına duyurmak istedi. Hünerlerini yapmaya başladı. Elindeki asasına bir efsun okudu, bir Arap köle şekline koydu. Ve işkembeci dükkanına yollayarak her gün bir kelle aldırıyordu. Arap köle işkembeciye her gün darphaneden yeni çıkmış bir sikke veriyor, işkembeci de bunları ayrı bir yerde biriktiriyordu. Bir gün işkembecinin bir yere toplu para vermesi gerekti. İşkembeci kutuyu açtı, paralar kağıt olmuştu. Hayretle, bu adam muhakkak sihirbazdır diye söylendi. Derken Arap arkasında bir sepetle kelle almaya geldi. İşkembeci gerçekten öfkelenmişti. Birden galeyana geldi. Elindeki koca kepçeyi adamın kafasına vurdu. Arap ölü gibi yere düştü. Fakat yerde yatan adam değil, bir asa idi.

Ebû Ali Sîna kalkıp işkembeciye geldi. “Hani benim arabım nerede” diye şikayete başladı. İşkembeci, Ebû Ali Sîna’nın yakasına yapışıp, sihirbaz sensin, gönderdiğin paralar kağıt oldu. Arab’ın işte yerde yatıyor” dedi. Ebû Ali Sîna “Arabı’mı isterim” diye diretti. Dükkanın önünde bir alay halk toplanmıştı. Haklıyı haksızı öğrenmeğe gayret ediyorlardı. Halk iki gruba ayrılmıştı. Bir kısmı Ebû Ali Sîna’yı, diğer kısmı ise işkembeciyi suçlu buluyordu. Bir büyük bir kavga çıktı. sopa, taş ve yumrukla insanlar birbirlerine girdiler. Şehrin zabıtası gelerek insanları ayırdı, Ebû Ali Sîna ve işkembeciyi hakimin huzuruna götürdüler.

  DEVAM EDECEK 

Yazının Devamı

EBÛ ALİ SÎNA, EMİR’ İN GÜVENİNİ KAZANDI

Ateşin meydana çıktığını duyan şehir halkı akın akın büyücü kadının evine gittiler. (sen yakacaksın, ben yakacağım) derken, hücum ve baskıyla büyücü kadın inleyerek öldü, geberdi gitti. O vakte kadar aldığı ah-lar, beddualar, onu bu hale koydu. Sihirbaz, büyücü kadının ölümü, kötü insanlar için ibret oldu.

O gece rüzgarı geri dönen ve karanlıktan kurtulan Emir sarayında, Ebû Ali Sîna’nın şerefine ziyafet verecekti. Emir, yemekten önce Ebû Ali Sîna’dan olağanüstü bir gösteri yapmasını rica etti. Ebû Ali Sîna, her ne kadar “beni bağışlayın, bende gösterecek bir hüner yoktur” dediyse de, ısrar ve ricalardan kurtulamadı. Eline iki çubuk aldı. Birini pencereden dışarı attı, diğerini de Emir’in oturduğu sedirin altına bıraktı. Herkes dikkatle ne olacağını merak ediyordu. Birden kapıdan içeri yedi başlı bir ejderha girdi. Görenler korkudan ürperdi. Sedirin altından başka bir ejderha çıktı. Birbirleriyle alt alta üst üste boğuşmaya başladılar. Hiç kimsede artık nefes alacak hal kalmamıştı. Ebû Ali Sîna eliyle işaret etti. Ejderhalar birer çöp oldu. Odanın ortasında duruyordu. Kısmen herkesin heyecanı geçti. Tekrar gösteri yapılmasını ancak korkutucu olmamasını istediler.

Ebû Ali Sîna bir efsun okudu, duvara işaret etti. Duvar ikiye bölündü. İçinden cilveli, narin, kusursuz güzeller çıktı. Her birinin elinde birer Kûnâ sazları vardı. Halka olup orta yerde oturdular. Hoş, tatlı nefis sesleriyle icra eylediler. Neyleri, aşkın sineyi yakan inlemeleri gibiydi. Tamburları, şakıyan dilbaz bülbüllere benzerdi. Harika ses ve güzel nameleriyle coştular, coşturdular. Hoş bir hava ile ortalığı zevk ve heyecana boğdular. Bu manzara delileri bile coşturan konumdaydı. Bu olayı tanıtmak ve anlatmak kolay değildi. Ebû Ali Sîna faslın sonunda yine bir işaret yaptı. Duvar yarıldı, Hanende ve sazendeler, dilber güzelleri suskun bakışlarıyla, nazlı nazlı yürüyerek açılan duvardan kayboldular.

Ebû Ali Sîna bir efsun daha okudu, büyük, geniş odanın ortasına mükellef, müzeyyen bir sofra serildi. Etrafında, ay parçası narin genç kızlar peyda oldu. Emir ve misafirler sofra başına geçtiler, ömürlerinde görmedikleri nefis yemeklerden yediler. İçmedikleri lezzetli şaraplardan içtiler. Ebû Ali Sîna bir efsun daha okudu. Sofra toplandı, hizmetliler de geldiği gibi bir anda kayboldular.

Emir Ebû Ali Sîna’ya fevkalade hürmet ve saygı duydu. Her gün gelip, kendilerini ziyaret etmesini rica etti.

Ebû Ali Sîna ilmi ve marifetine duyulan bu saygıdan memnundu ve böylece evine döndü.

Ara sıra bu tip garip ve olağanüstü olaylar canlandıran Ebû Ali Sîna Emir’ in güvenini kazandı ve özel danışmanı oldu.

Ey şirin edalı, bülbüle benzeyen kalem, yeniden gönül yakan tuvaller icadıyla aşık olan canlara zevkli, onları yaşatan başka bir destan daha yaz. Gürültüsü dünyayı doldursun. Bir gün seni idare eden el tutmaz olur. Ona hükmeden kalp de yok olur. Fırsat varken marifet deryasından biraz daha bahset. Bu alemde senden yalnız eser, hatıra kalsın. Ta.. kıyamet kadar namın hayırla dua ile anılsın.

Sözlerin çoğunu nakledenler ibretli olayları aktarırken şöyle ifade ederler;

—Kirman vilayetinde geleceği parlak yıldızlara benzeyen Mahmut isminde bir Emir vardı ekseriye marifet ve esprileriyle tanınırdı. İlim ve irfanda hoş sohbetten büyük bir zevk alırdı. Gizli ilimler simya ilimleri konusunda şöhreti dünyayı tutan Ebû Ali Sîna ismindeki bir alime gıyaben ilgi duymuş, takdir etmişti. Bir gün değerli hediyelerle birlikte özel bir mektup yazıp, Buhara Emiri’ne elçi gönderdi. Mektupta Ebû Ali Sîna ile görüşme özlemini belirtiyordu. 

Ebû Ali Sîna Buhara Emir’ inin ricasını kırmadı ve Kirman Emiri’ni ziyarete razı oldu. Dağlardan, derelerden, sahralardan, ovalardan ve çöllerden geçmek için çok uzun yolları vardı. Fakat, İlm-i simya gücüyle iki saatte yolu kat etti. Kirman şehrinin dışında bir yere geldi, konakladı. Şehre öyle sessiz sedasız girmek istemedi. Namının duyulması gerektiğini düşündü.

Kirman şehrinin etrafını çeviren kale uzaktan görünüyordu. Kale duvarlarını bir efsun okuyup gözden gizledi. Sanki bu şehirde bir kale yokmuş gibi oldu. Bu durumu görenler olayı Kirman Emir’i ne haber verdiler. Devlet erkanı toplandı, alimleri ve danışmalarıyla konuyu araştırdılar, tartıştılar, bir netice alamadılar. İçlerinden gün görmüş yaşlı bir zat;

—Bu marifet ilmi simya gücüyle ancak yapılabilir dedi ve Ebû Ali Sîna’nın davet edildiğini söyleyerek, mutlaka bu onun iyilik selamıdır dedi. Başka türlü düşünmeye kimsenin aklı yatmıyordu.

Kirman hükümdarı Emir Mahmut;

—Biz Ebû Ali Sîna’yı bir dost gibi davet ettik, ve öyle kabule hazırlandık, ama o bize selamünaleyküm demeden düşmanlığa yeltendi diyerek sitem etti.

İhtiyar zat, hayatın nice esrarlı tecrübelerini görüp geçirmişti. Emir’e

—Ebû Ali Sîna’nın büyüklük marifetidir. Düşmanlık değildir. Buraya gelince rica edersiniz kaleyi iade eder diyerek teselli etmek istedi.

Bu arada Ebû Ali Sîna Kirman şehrine girdi. Sokakları gezerken, kelli felli bir hocanın büyük bir konağın bahçesinde kadife bir koltuk içinde samur kürkü sırtında, keyif çattığını gördü. Karşısında el pençe divan duran genç ve beyaz esirler hizmete amade idi. Melek yüzlü cariyeler arasında hoca, çok azametli, haşmetli görünüyordu.

 DEVAM EDECEK 

Yazının Devamı

HELVACI GÜZELİNİN GÖNÜL MACERALARI

Helvacı güzeli genç, Emir’in kızına abayı yakmıştı. Dayanılmaz şekilde acı çekiyordu. Ebû Ali Sîna’ya ağlayarak bu derdini anlattı. Çare bulması için ona yalvardı. Artık onsuz yaşayamayacağını ifade etti. Ebû Ali Sîna merhametli ve dalgın bir halde gence baktı. Durmadan bir şeyler okudu, mırıldandı durdu. Dükkanın içinde tam bir sessizlik vardı. Birden kapı açıldı, Emir’in kızı içeri girdi. Genç gözlerine inanamadı, adeta dondu kaldı. Kız da şaşkındı. Bu hiç beklenmedik bir olaydı. Biraz sonra kızın aklı başına geldi. Kendisinin küçük bir dükkanda olduğunu fark etti. Bir tarafta nurani görünümde bir derviş, bir tarafta ise sevdiği, gönül verdiği genç duruyordu. Bu nasıl işti. Akıl fikir ermez diye düşündü. Buraya nasıl gelmişti? Rüya mı görüyordu hiç belli değildi. Kafasının içi karmakarışıktı. Bir çok soru cevap bekliyordu. Sessizliği Ebû Ali Sîna’nın gür sesi bozdu ve dedi ki;

               ¾ Ey Genç... işte  ceylan gözlü güzel kız, İlm’i simya sayesinde burada.. Sakın onun namusuna zarar verme.. Buna izin yoktur. Fakat tatlı sohbet edebilirsiniz. Aksi sizin için iyi olmaz dedi. Ebû Ali Sîna bu nasihatten sonra iki gencin arasına bir çizgi çekti ve dışarıya çıktı, onları baş başa bıraktı. Aralarında zevkli sohbet devam etti.

               İki sevdalı, “Peri mi, cin mi olduk, bu ne esrar” diye konuştular. Sonra doyasıya dertleştiler, koklaştılar. Genç Ebû Ali Sîna’yı anlatarak kızın merakını ve korkusunu giderdi. Kapı çaldı, Ebû Ali Sîna içeri girdi. Bir efsun okudu, Emir’in kızını geldiği yere gönderdi.

               Kız, kendi odasında gözünü açtı. Olanları düşündü, endişeliydi. Başından geçenleri babasından saklamayı uygun görmedi. Gidip ona olanları anlattı.

               ¾ Babacığım, bu gece odamda otururken, birden kapı açıldı, içeri bir adam girdi, eliyle, kendisini takip etmemi istedi. Sanki bir ipe bağlanmış gibi arkasını takip ettim. Cazibesi beni sürükledi. Bir dükkana vardım. Orada aklım başıma geldi. İlginç  görünüşlü ihtiyar, bir de daha önce penceremin önünde görüp beğendiğim genç bir helvacı vardı. İçerde gençle bir müddet beraber kaldık. Sonra bir rüya gibi bir de baktım ki yine kendi odamdayım. İnanınız babacığım.. Bu olanlar sanki gerçeğin ta kendisiydi. Bu durumun her gece devam etmesinden korkuyorum dedi.

               Emir olanlara çok üzüldü Buna kim cesaret edebilirdi. Kızdı, öfkelendi. O gece köşkün çevresine nöbetçiler koydu. Sabah olunca kız, bir gece önce meydana gelen olayın aynen tekrar edildiğini söyledi. İkinci gece kızın odasında hizmetliler vardı. Kızı gözetleyip, koruyacaklardı. Hizmetliler kızın çevresinde otururken oda kapısı birden açıldı. Garip bir adam parmağıyla kıza işaret etti, geri döndü yürüdü. Kız onun arkasını takip etti, çıkıp gittiler. Hemen hizmetliler feryat ederek Emir’e haberi ilettiler. Köşkte kızılca bir kıyamet koptu. Görevliler, hizmetliler sağa sola koşuşturdular. Silahlar patladı, sabaha kadar aramalar devam etti. Ne kızdan ne de onu götüren adamdan bir ize rastlandı.

               Emir’in kızı o geceyi de gençle beraber geçirdi. Sabaha karşı yine gözünü köşkteki odasında açtı. Babasına olanları bir bir anlattı. Emir de  kızı gibi korkuyordu. Ertesi gün Emir ülkesinde bulunan tanınmış âlimleri köşke topladı. Kızının başından geçenleri onlara anlattı. Çaresiz  kaldığını söyledi. Konu tartışıldı. Ortak görüş olarak o gece kızın eline renkli boya sürülmesine karar verildi. Kız elindeki boyayı gittiği dükkana sürecek, böylece yer belirlenecek ve bu işe cüret edenler yakalanıp cezalarını göreceklerdi. Kız anlatılanları aynen yaptı. Ertesi gece tekrar götürüldüğü dükkanda, kapının üzerine elindeki boyayı sürdü. Böylece kız ve genç yeniden zevk ve korku arasında beraber olma mutluluğunu tattılar. Daha sonra kız, tekrar köşkteki odasına götürüldü. Sabah olunca kolluk kuvvetleri, Emir’in isteği üzerine dükkanları teker teker aradılar. Boyalı ve işaretli olan bir kapı önünde durdular. Olanları fark eden Ebû Ali Sîna İlm-i Simya kuvvetiyle bütün şehrin dükkanlarının kapılarını aynı boya ile işaret koydu. Emir’in adamlarını şaşırttı.

Kız ile genç her gece Ebû Ali Sîna’nın marifetiyle birlikte güzel anlar yaşadılar. Fakat bu beladan kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Emir, bu işin çözümünü istiyordu. Çeşitli yerlere, ülkelere haber yolladı, ilanlar verdi. Bir gün Bağdat civarında yaşayan Ebû  Haris isminde bir âlimin İlm’i Simya sahasında uzman olduğu haberi geldi. Bu derde ancak bu zat derman olur dediler. Mısır Emir’î başındaki bu derdi bir mektupla Bağda Emiri’ne yazıp değerli hediyelerle bir elçi gönderdi. Elçi Bağdat’a vardı. Hediyelerle birlikte mektubu Bağdat Emiri’ne takdim etti. Mısır Emiri’nin mektubunu Ebû  Haris’e açıkladı. Yardımını rica etti. Ebû  Haris bu ricayı yerine getirmeye söz verdi. Hazırlıklarını yaptı. Elçi ile birlikte bir gecede Bağdat’tan İlm’i Simya sayesinde Mısır’a vardılar. Heyecanlı ve çaresiz bekleyen Emir konuğu derhal kabul etti. Ona izzet ve ikramda bulundu. Kızı ile genç bir çocuğun arasında geçen olayları nakletti. Elçi, Bağdat-Mısır yolculuğunu bir gecede nasıl geçirdiklerini anlattı. Akıl almaz bir olaydı. Emir buna çok sevindi, ümitlendi, heyecanlandı, misafirlerini ağırladı. Ebû  Haris’e aşırı derecede güven duydu, rahatladı. Ebû  Haris Emirle birlikte kızın odasına gitti. Olayı bir de kızın ağzından duymak istedi. Kız, yaşadığı zevkli, heyecanlı, sevimli anlar dışında epeyce dert yandı. Ebû Haris İlmi Simya gücüyle keçe parçasından bir şahin yaptı, kıza verdi.

               ¾ Ne zaman buradan alıp götürürlerse, dükkândan içeri girer girmez kolundaki şalın altında sakladığın bu şahini hemen salıvereceksin. Bu şahin, sana bu oyunları oynayan gencin ya da sihirbazın başını hemen koparacak. Bir de orada bulunan yiyecek, içeceklerden birer parça alıp cebine koy getir. Bakalım orası hangi diyarda bir yerdir anlayalım, dedi.


 

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans