yandex
BİR MUSİBET, BİN NASİHATTEN YEĞDİR | İdris YAVUZ | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    41,0516
    %0,04
  • EURO
    47,9611
    %0,39
  • G. Altın
    4.471,94
    %-0,23
  • Ç. Altın
    7.148,83
    %0,00
  • BIST
    11.562
    0
  • BITCOIN
    111,558.888
    -0.07
  • ETHEREUM
    4,513.798
    -0.14
  • DOLAR
    41,0516
    %0,04
  • EURO
    47,9611
    %0,39
  • G. Altın
    4.471,94
    %-0,23
  • Ç. Altın
    7.148,83
    %0,00
  • BIST
    11.562
    0
  • BITCOIN
    111,558.888
    -0.07
  • ETHEREUM
    4,513.798
    -0.14
İdris YAVUZ

BİR MUSİBET, BİN NASİHATTEN YEĞDİR

: 06-03-2024


Bir zamanlar Anadolu’da zengin bir tüccar vardı. Bir gün bu adam birden hastalandı ve yatağa düştü. Bu arada gitmediği doktor, kullanmadığı ilaç kalmadı. Ne yazık ki,  bu derdin devası da yoktu. Çaresiz baba, servetinin tek varisi olan oğlu Murat’ı yanına çağırdı. Yaşamın zorluklarını, görünür,   görünmez tuzaklarını ve edindiği tecrübelerini ona bir, bir anlattı ve dedi ki; 

Evladım! Sana hayatta aman hata yapma demeyeceğim. Çünkü her insan yasaklara karşı inadına ilgi duyar. Benim sana tavsiyem, sakın ola ki doğruluktan ayrılma, namazını kıl, insanlığından taviz verme” diye öğüt verdi.

 Bir gün Hak vaki oldu ve adam öldü. Onun için görkemli bir cenaze töreni yapıldı ve sonrada defnedildi. Büyük servete sahip olan Murat’ın çevresini birden dalkavuklar sardı. Daha ilk günden itibaren Murat ile can ciğer oldular ve onu hiç yalnız bırakmadılar. 

Taziyelerden sonra Murat’ı efkâr dağıtmak niyetiyle meyhaneye davet ettiler. O da bu daveti kabul etti. Birlikte cenaze evinden ayrıldılar. Murat’ın acısı taze idi. Akşam olmak üzereydi. Birden babasının öğüdü aklına geldi, yeni dostlarına döndü ve; 

“Arkadaşlar! Bu nazik davetinize teşekkür ederim. Bana biraz izin verin. Sarhoş olarak namaz kılınmaz. Akşam ve yatsıyı kılıp geleyim, sonra size eşlik edeyim” dedi ve oradan ayrıldı.

Murat, akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra meyhaneye geldi. Artık şimdi O, yeterince içip derdini unutma niyetindedir. Fakat meyhane leş gibi içki kokmaktadır. Arkadaşlarının ağızları yamuk, yumuk, hiç birinin konuşmaları net olarak belli değil.

Murat bu görüntüyü bir müddet ibretle izledi, bu manzara karşısında henüz ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Çünkü bu meyhanede adeta insanlık dramı sergileniyordu. Murat, bu rezalete içi burkularak baktı, midesi bulandı ve hemen oradan uzaklaştı. 

Ertesi günü dostları tekrar geldiler ve Murat’ı meyhaneye davet ettiler. Adamlar sanki “ Bal üzerine konan sinek” gibiydiler. Murat, kesin gitmemek için cevabını verdiği halde ısrar ederek;

“Murat! Mademki, içmeyeceksin bir yerde genç, güzel kadınlar var. Felekten bir gün çalalım, bu gece orada birlikte olalım diye direttiler. Murat bu teklife olumlu baktı ve onlara;

“İşte buna asla hayır diyemem, aslında bu konuda ihtiyacım da var. Fakat yatsıyı kıldıktan sonra gelirim” dedi. Arkadaşlarıyla anlaştı ve oradan ayrıldı. 

Murat ertesi gün “oturak alemi yapılan” randevu evine geldi. İçeride manzara pek hoş değildi. Uygunsuz görüntüler, mantıklı mantıksız konuşmalar oluyordu. Murat’ı burası sıktı. Fakat gençlik ve bekârlık onu buraya getirmişti. Odanın içinde birbirinden güzel kızlar vardı. Sarışını, esmeri, insanı tahrik edici açık giysi giyimli bu kızlar onun ilgisini çekiyordu. 

Murat’ın gözü henüz 17–18 yaşlarında görünen, peri kadar güzel bir kıza takıldı. Onu hemen yanına çağırdı. Önce kıza karşı aşırı istek duydu. Kız yanına gelince birden değişti. Tuhaf bir duygu ile ona acıyarak baktı ve nazik bir ifadeyle; 

“Senin gibi güzel bir kızın bu bataklıkta ne işi var? Diye sordu. Kız Murat’a;

“Genç adam, sen buraya eğlenmeye geldin. Benim geçmişim sizi niye ilgilendirmekte ve bu güzel geceni zehir etmektesin. Bırak bu sözleri de zevklenmene bak”. Dedi. 


İşte bu anda Murat’ın merakı daha da arttı ve kızdan bu sorunun cevabını istedi. Bunu üzerine kız duygulandı. “Oturak âlemlerinde” beyaz kadın tacirlerinin eline nasıl düştüğünü ayrıntılarıyla anlatırken, adeta ağzından çıkan sözcükler, hıçkırıkla birlikte boğazına tıkandı. Onun ceylan gözlerinden pınar gibi akan gözyaşları, bir türlü dinmek bilmiyordu. 

“Aşk ağlatır, dert söyletir” derler ya doğrudur. Murat da bu anda bir başka duyguyla daldı gitti. Yanındaki kız kendi kız kardeşi olabilirdi. Murat şimdi beyaz kadın tacirlerine, oturak alemlerini hazırlayanlara kızıyordu. Ana kuzusu, bu körpe çocukları, fuhuş batağına sürükleyen saygısızlara kin kusuyordu. Tam bu anda “Sabahı makamında” ezan okunmaya başladı. Murat’ın tüyleri diken diken oldu. Hem heyecanlıydı hem de çok üzgündü.

Murat babasının öğüdünü bir kez daha düşündü. Yerinden ağır ağır kalktı. Başı öne eğik vaziyette bir tek kelam etmedi ve oradan ayrıldı. “Bir musibet, bin nasihatten yeğdir” diyerek, bir daha bu tip yerlere gitmemeye karar verdi.

 Murat’ın bu ilkeli davranışı, günümüz insanına ve insan haklarına saygının en güzel örneği değil midir? “Hem insanım, hem de milli duygulara saygılı, vicdan sahibiyim” diyenler, hatasını kabul edip bu konuda ciddi bir empati yapmalıdır” diye düşünüyorum.


ULUKIŞLA VAKIF ESERLERİ

Türk Tarih Kurumu ve Sütçü İmam Üniversitesinin işbirliği İle Ulukışla’daki Vakıf ve tarihi eserlerinin araştırmasını yapan Sanat Tarihi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Özkarcı’nın verdiği bilgiye göre:

Ulukışla ilçe genelinde Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait 4 cami, 1 türbe, 1 han, 3 köprü, 11 çeşmenin tespit edildiğini. Ulukışla “Mehmet Paşa Külliyesi” dışında hiçbir eser’in incelenip gün yüzüne çıkarılmadığı ifade edilmektedir “

SADRAZAM MEHMET PAŞA KÜLLİYESİ

Ulukışla tarih boyunca birçok medeniyetlere yerleşim merkezi olarak ev sahipliği yapmıştır Özellikle ilçeye adını veren Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı, önemli bir Osmanlı yapıtı olarak dikkat çekmektedir

Külliye, Ankara– Adana Karayolu üzerinde yer alan Ulukışla İlçe Merkezinde Paşa Hanı, Kışla, Ulukışla Kervansarayı gibi isimlerle anılmaktadır. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu yöreden “Ulukışlak” adı ile söz etmektedir. 

Külliyeyi C.Orhunlu anlatırken;“Ulukışla–Ereğli arasında bulunan Çavuşlar köyü, tehlikeli ve önemli geçit noktasında olduğu için burada bir han, Cami inşa edildiği gibi, dışarıdan başıboş insanlar getirilip yerleştirilerek emin bir hale getirildi. Buraya aynı zamanda konargöçer zümreye mensup olan Bozulus’un İl’Eminli oymağı da yerleştirilmişti. Bu gibi büyük mamure ve tesislerin inşasında boş bir araziyi şenlendirmek olduğu kadar topraksız ve evsiz insanlara ekecek toprak ve yurt sahibi yapmak düşüncesi de rol oynuyordu.” Demektedir.

HAN, KERVANSARAY


10 bin m2 üzerine kurulan kervansaray kesme taştan yapılmıştır. Duvarlarda tuğla sıraları ile frizler meydana getirilmiştir. Dikdörtgen planlı kervansarayın içerisini yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış payeler yer almaktadır. Hanın üzeri içten tonoz, dıştan düz toprak bir damla örtülüdür. Yuvarlak kemerli bir kapı ile dikdörtgen avluya girilmektedir. Burada revakların arkasında odalar sıralanmıştır. Odaların içerisinde ocak ve dolap nişlerine yer verilmiştir. Girişin karşısında yuvarlak kemerli bir eyvan, iki yan kenarda da giriş kapısı bulunmaktadır.


Alman mareşali Moltke; 1838 yılında Ulukışla’yı ziyareti sırasında, buradaki tarihi hanla ilgili verdiği bilgide; “Bu han Osmanlı İmparatorluğunun en güzel hanıdır. Bu handa bir süvari alayı rahatlıkla barınabilir. Hanın camisi ve hamamı gayet güzeldir. Ticaret kervanlarının en rahat ettiği bir mekândır. Birde Çiftehan’ın güzelliklerini görmek gerekir” diye gözlemlerini anılarında dile getirmiştir.[1]


KIŞLA CAMİİ

Kışla camii,1960 yılına kadar beden duvarları ile mihrabın üst kısmı ayakta bulunuyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü 1969–1970 ve 1977 yıllarında camii yeniden onarmıştır. Bu Cami kesme taştan 12.20x14.00 m. ölçüsünde kareye yakın dikdörtgen planlıdır. İbadet mekânının üzeri pandantifli, kasnaklı bir kubbe ile betonarme olarak örtülmüştür. İçten sıvalı olan kubbe dıştan da kurşun kaplıdır. Ön kısmında üzeri kubbelerle örtülü üç bölümlü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. 

Caminin doğu, batı ve güney dış cephe duvarları ile mihrap arkası 0.50 m. kalınlığında payandalarla desteklenmiştir. Duvarlar zemine Yakın kesimden itibaren merdiven şeklinde kademelendirilmiştir. Caminin yanında taş kaide üzerinde, yuvarlak gövdeli, tek şerefeli minaresi bulunmaktadır.


Kışla Camisinin harabelikten kurtarılması konusunda, Aslen Ulukışlalı olan ve bir dönem Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da yapan Nuri KODAMANOĞLU, yaptığı hizmeti anlatırken;


“Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olduğum zamanlarda, Müzeler ve Eski Eserler Genel Müdürlüğünde görevli Mimar Saim Bey’e, bu caminin relieferini (ilk halinin resmini, aslının projesini) yapmasını rica ettim. Lütfen kabul etti. Kendisi, eski Osmanlı eserleri üzerinde uzmanlaşmış çok değerli bir mimarımızdı. Cami bugünkü haline onun yardımıyla geldi. Mimar Saim Bey’in rölyeflerini yapmış olması, caminin tarihi değerine yeni bir tarihi değer katmaktadır” demektedir… DEVAM EDECEK 





[1] Hemuth Von Mol tke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Çev: Hayrullah Örs, İstanbul, 1999, S.271.

Yazının Devamı

ANADOLU'DA İLK MECLİS'İN AÇILIŞI

İstanbul, İngiliz ve müttefik devletlerce işgal edilmiştir. Orada bulunan son Mebuslar, Mustafa Kemal Paşa'nın çağrısı üzerine gizlice Ankara'ya gelmişler. Cuma namazı topluca  Hacıbayram Camii'nde kılındıktan sonra dualarla Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır.

Toplantı salonu sağdan soldan getirilen, kırık dökük bazı malzemeler ile donatılmıştır. Meclisteki Vekiller aksakallı hocalar, üniformalı genç subaylar; aşiret beyleri, kalpaklı gençler, Vatan savunmasında gönül birliği yapmışlardır. Meclis'te En yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey, 23 Nisan 1920 Cuma günü saat 14.00'te kısa bir konuşma ile oturumu açmıştır;

''Saygıdeğer dinleyiciler!

İstanbul, yabancı güçler tarafından işgal edilmiştir. Hükümet merkezi esaret altındadır. Bu duruma baş eğmek, düşmana karşı esareti kabul etmektir. Bu yüce Meclis'in en yaşlı üyesi olarak Türkiye  Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum. Kutsal saydığımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Padişahı Altıncı Sultan Mehmet Han, yabancı boyunduruğu altındadır. Ülkenin bu beladan kurtarılması için Yüce Allah’tan yardım dilerim.''

Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan 1920 Cumartesi günü yapılan ikinci toplantıda, Meclise hitaben: ''Hilafet ve saltanat makamı işgalden kurtarıldıktan sonra, padişahımız ve Halife Efendimiz, kendisini Yüce Meclisinizin hazırlayacağı kanun ve kurallar gereğince hizmetini devam ettirir.'' dedi ve ardından da mecliste komisyon çalışmalarına başlandı.

Birinci komisyona, Edirne Milletvekili Albay İsmet (İnönü), Konya Milletvekili Refik (Koraltan), Konya Milletvekili Abdülhalim Çelebi,

İkinci komisyonda ise, Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, Eskişehir Milletvekili Eyüp Sabri, Kayseri Milletvekili Sabit ve Kırşehir Milletvekili Hakkı Behiç Beyler, oy birliği ile seçilmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa; ''Ben bu milletin bir memuruyum'' diyerek halkın emrinde olduğunu söylemiştir.

Komisyonların kurulması işi bittikten sonra geçici başkan Şerif Bey, ertesi sabah saat 10.00'da toplanılmak üzere oturuma son vermiştir.

İkinci Oturum Ve Mustafa Kemal Paşa’nın Önergesi 24 Nisan 1920 Cumartesi günü sabah saat 10.00'da yeniden toplanan Mecliste, Mustafa Kemal Paşa, öğleden önce ve sonra, birisi gizli, beş oturumda ayrıntılı açıklamalarda bulundu ve; 

''Benim için dünyada en büyük mükâfat, milletin en ufak bir takdir ve iltifatıdır. Yüce Meclisi teşkil eden değerli üyelerin görüşlerini, bütün milletin arzu ve istekleri gibi telakki ederim. Binaenaleyh, bu dakikada hissettiğim büyük mutluluğumu tarif edemem. Dedi ve Meclis genel kuruluna ayrıntılı bir önerge sundu. Bu önerge üzerine Kırşehir Milletvekili Hoca Müfit Efendi, şöyle konuştu:

''Efendiler! 16 Mart 1920 tarihinden itibaren, ülkenin bütün maddi ve manevi sorumluluğunu Heyeti Temsiliye adını taşıyan kurul üstlenmiştir. Bu sorumluluk çok ağırdır. Millet bizi bunun için gönderdi.'' Dedi.

24 Nisan Cumartesi öğleden sonra Meclis başkanlık divanı seçimleri yapıldı ve Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Milet Meclisi'ne birinci başkan, Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey de ikinci başkan seçildi. Mustafa Kemal Paşa Meclis'e şu tarihi konuşmayı yaptı: 

Efendiler!

“Ülkenin bütünlüğü ve kurtuluşu için her türlü sıkıntıya katlanmak zorundayız. Yüksek Meclisinizin başkanlığına seçerek hakkımda gösterilen güvene teşekkür ve minnetimi sunarım. Bu milli birliğin bana yüklediği sorumluluk, biliyorsunuz ki pek ağırdır. İçinde yaşadığımız yükün altından, ancak meclisin ve Yüce Allah'ın yardımı ve desteği ile çıkacağız. İnşallah cihan padişahı olan Efendimiz de sağlık ve esenliğe kavuşmalı'' (Şiddetli alkışlar)

 Türkiye'nin her yanından gelen mutasarrıf (Vali), kaymakam, belediye başkanı, birçok ileri gelenleri, askeri birlik komutanların gönderdiği kutlama telgrafları Meclis kürsüsünden okunmuştur.

Yazının Devamı

İŞGAL DÖNEMİNDE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ÇALIŞMALARI

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin nasıl kurulduğunu, hangi şartlar altında milli bağımsızlığımızı elde ettiğimizi unutanlara hatırlatma adına, Osmanlıca olarak kaleme alınan ve o dönemin önemli kararlarından bazı bölümleri özet olarak sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Umarım ki, bu günlerde milli birliğimizi ve beraberliğimizi sıkıntıya sokan, piyasaları, ekonomiyi altüst eden, halkın tedirginliğini dikkate almayan tüm taraflara, ortalığı alevlendiren bazı basın yayın kuruluşlarına uyarı niteliğinde olur diye düşünüyor ve bütün bu gelişmelerden ders alınmasını diliyorum.

Mustafa Kemal Paşa işgal dönemlerinde İstanbul’dan ayrılan Millet Vekillerini 23 Nisan 1336 tarihinde cumartesi günü. Ankara’da gizli bir oturum için çağırmıştır. Burada ülkenin içinde bulunduğu vahim durumu görüşmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa burada söz alarak;

“Efendiler! Düşüncelerimi geniş bir şekilde nasıl uygulayacağımız konusunda sizlere bilgi sunmak istiyorum. İşgalin başlangıcından bu yana içten ve dıştan gösterdiğimiz çabalar bir netice vermemiştir. Bütün gayemiz Anadolu’da bulunan Milli sınırlarımız içinde çalışmak olduğunu ifade etmek isterim. 

Milletimizin kurtuluşu, huzur ve mutluluğu da buna bağlıdır. Turan izim politikasını kendi ordumuzla takip etmek zorundayız.

 Hudutlarımızın dışında dağınık bir vaziyette zayıf düşmekten kaçındık. Ecnebilerin en çok korktukları, fevkalade endişe duydukları İslam siyasetinin açıkça ifadesinden mümkün olduğu kadar uzak kalmağa gayret ettik. Fakat maddi ve manevi baskılar karşısında bütün Hıristiyan âlemi. Bize karşı en ağır silahlarla savaşa girmesi, hudutlarımızın dışında kalan toprakların korunmasının sıkıntıları da ortadadır. Kurtuluş için başvurduğumuz dünya İslam ülkeleridir.

 İslam ülkeleri bizin devletimizin istiklaliyle manevi olarak bize destek verdiklerini biliyoruz.

Düşmanların maddi kuvvetleri karşısında bir de manevi kuvvetlerinin olduğunu zaten kabul ediyoruz Bununla birlikte önce hudutlarımıza giren düşmanlarımızla temasta bulunmak zorundayız. Daha sonra da Doğu Kafkasya, Batı Trakya Müslümanlarıyla ayrı ayrı görüşmelerimiz oldu. 

Suriye Irak ve Arabistan halkı 1914 tarihinden önce aynı sınırlar içinde olduğumuz dönemlerde, Osmanlı devletinin bir parçası iken, bağımsız olmak istiyorlardı. Bu emellerine kavuşmak için Fransızlar ve İngilizlerle iş birliği yaptılar,.onların eteklerine sarıldılar 

Fakat Umumi harp sonucunu gördükten sonra İngiliz ve Fransızların niyetleri ortaya çıktı. Onların Müslüman halka yaptığı eziyetleri görünce ne büyük bir hata yaptıklarını anladılar. Geri dönüşü zor bir yola girdiler. Kendileri içinde bir kısım halk bağımsız olmayı ve yine bir şekilde Osmanlı idaresi altında kalmayı tercih ettiler. 

Halifeye karşı bağlı olanlar hepimiz gibi kutsal bir görev telakki ediliyordu. Bazıları da “bizim bağımsızlığa ihtiyacımız yoktur” dediler. 

Bizim Suriye ile İslami gaye ile temaslarımız başlayınca, Emir Faysal özel elçilerini bize gönderdi. Ecnebilerin Suriye’nin esaret altında kalacağını, çıkarlarına zarar verdiğini anlamış olmalılar ki, bize yönelme ihtiyacını duydular.


 Bizim cevabımız; insan kaynaklarımız, umumi çıkarlarımızı hudutlarımızın dışında kullanmayı istemeyiz. Bizimle ittifak etmek isterseniz bütün İslam âleminin maddi ve manevi yardımlarını memnuniyetle karşılarız. Biz kendi sınırlarımız içinde bağımsızlığımızı sağlayacağız.

 Suriye’nin de bu şartlar içinde yanımızda olmasını isteriz. Federatif yada Konfederatif bir birleşme de olabilir. Halkın isteği de bu doğrultudadır. Emir Faysal buna yanaşmak istemedi. Fransızların Suriye’yi bağımsız devlet yapmayacağını da biliyorlardı. 

Emir faysal halkın isteğine karşı gelemeyeceğini anlayınca; “Ancak bizim yaşamak için paramız yok, dış baskılara dayanmamız için Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları ülkemizden kovarız” dediler.

 Biz bunu samimi bulmadık. Siyaseten yapılan bu isteğe biz de siyasi olarak cevap verdik. Suriye halkı bizimle birleşmek istiyor, Emir Faysal tam tersini düşünüyordu. Oradaki bu davranış, bizi manen ve maddeten zayıflatmıştı.  DEVAM EDECEK 


Yazının Devamı

HZ. MUHAMMED "SAV" TÜRK MÜDÜR?

İbrahim Necmi Dilmenin, 1935 yılında yayınladığı, "Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzunda:" “Sümerlerin Türk olduğuna şüphemiz kalmamıştır. İki-üç seneden beri bilim adamları tarafından ortaya konulan araştırmalarda bunun doğru olduğu kanaati doğmuştur” diyor.

Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Sümercenin Türkçe olduğunu, Sümerlerin de Orta Asya’dan geldiklerini söylüyor. Türk Tarih Kurumu ise "Tarih Sümer-Türkleriyle Başlar" ifadesine yer vermektedir.

ATATÜRK ;”Sümerler öz be öz Türkler ve dilleri de Turanî bir dildir. Dahası; Türk dili, o zamanlar bütün insanlığın ortak diliydi”. (Bu son tespit, Atatürk'ün "Güneş-dil Teorisi"dir.[i]

İlahi kitap olan Tevrat’ta; Hz. Nuh’un gemisinin Ağrı dağında olduğunu, KUR’AN’ı Kerimde ise, Cudi Dağı’nda bulunduğunu işaret ediyor. (Hud Suresi, 44. Ayet).

Kaynak eserlerde, Nuh Tufanından sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh’un hayatta kalabilen, HAM, SAM ve YAFES isimli çocuklarından bahsedilmektedir.

HAM’IN, FİLİSTİN halkının atası olduğunu söyleyen Yahudiler ona sahip çıkmaktadır.

YAFES’in oğlu Türk, TÜRK boylarının atası olarak görülmektedir. Onun hükümdarlık yaptığı bölgeye Türkistan ismi verilmiştir. Türkler dünya yüzüne bu bölgeden yayılmışlardır. Gomar, (Sümer), soy ve köken olarak da YAFES’e dayanmaktadır.) demektedir.

YAFES'in oğullarının soyundan gelenlere SÜMER, GUZ, OĞUZ, MACAR olarak isim verilmiştir ve bunlar boy, oymak ve aşiretler halinde dünyaya yayılmışlardır.

Sümer ırkı, yerli ve yabancı Sümerologlar tarafından Türk ırkı olarak kabul edilmektir.

Hz. İbrahim Sümer kenti olan Urukta yaşamış daha sonra Türkiye’de Urfa'ya gelmiştir. Urfa'nın Ur'u da oradan gelmektedir ve bu kelime Türkçedir.

Nemrut, zalim ve puta tapan bir Babil kralıdır ve Urfa’da Hz. İbrahim’i mancınıkla ateşe atıyor ama ateş bir gül bahçesine dönüşüyor.

Asıl ilginç olan ise, putperest Kureyş kabilesin ileri gelenleriyle Hz. Muhammed’in (SAV) amcası Ebu Talip arasında geçen şu tartışmadır:

“ Ey Ebu Talip! Ya yeğenini susturup davasından vazgeçir! Ya da Türk yurtlarına çekilip gidin!”

Ebu Talip, bu tehdide karşı, 94 beyitten oluşan “Kaside-i Lamiyye” ile cevap verir. İşte o şiirden bazı bölümler:

“Düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor.

Hâlbuki onlar bizim Türk ve Aftalitler kapılarına sığınmamızı isterler.

Allah’ın evine ant olsun ki sizler yalan söylüyorsunuz.

İşleri karmakarış etmeden ne Mekke’yi terk,

Ne de buralardan Türk yurtlarına gitmeyeceğiz” diyor.

Ebu Talip’in bu şiirinde Türklerden, “Aftalitler-Akhunlardan” bahsetmektedir.


 “Demek ki Araplar Hazreti Peygamber’in soyunu biliyor, onun için bu tehditler yapılmıştır” deniyor.[ii].

Muharrem Kılıç’ın Gizlenen Türk Tarihi adlı eserinde; “Hz. Hüseyin’in Kerbela olayından önce Türk yurtlarına gitme isteği, Yezit tarafından reddedildi, çünkü Hazreti Hüseyin Horasan’daki soydaşlarıyla birleşerek tekrar gelecekti..”deniyor.[iii]

Muharrem Kılıç Bey; “Hazreti Peygamberi Medine'ye davet eden Evs ve Hazreç kabileleri Sümer asıllı idiler, Sümerlerin dağılışı sırasında Yemen'e göçmüşlerdi. Medine'ye gelişleri daha sonraydı. Akabe biatinde "Muhammed bizdendir" demişlerdi..

M. İhsan Oğuz;  “Bilim adamları, Sümerce ile Türkçe arasında 1000 kadar ortak kelime tespit etmişlerdir.” Demektedir.

KASTAMONULU büyük bilgin ve mürşit Muhammed İhsan Oğuz'un İslam'da Mübarek Günler ve Geceler adlı kitabında: 

“ Hz. İsmail’in soyundan Hazret-i Muhammed dünyaya geldi. Peygamberimiz, annesi yönünden saf Arap, babası yönünden de saf Türk neslinden gelmiş olmasıdır. Bundan dolayı bütün Arapların ve Türker’in, Peygamberimizle övünmeye ve şeref duymaya hakları vardır.” diyor. [iv]

 Bu konuda sayısız tezler ve anti tezler yer aldığını görürsünüz. Bilinmelidir ki, peygamberimiz hadis-i Şeriflerinde “ Arap’ın Acemden üstünlüğü yoktur, ancak takva sahipleri farklıdır” buyururlar.

Peygamberimiz (SAV) bir başka Hadis’in de ise, ”İstanbul’u alan komutan ne güzel komutan, onun askeri ne güzel askerdir” diye övdüğü Türklerin bu dine ne denli hizmet ettiği konusu asla tartışılmaz ve bu hizmetleri de göz ardı edilemez.

 Macarların büyük çoğunluğu Türk asıllı olmasına rağmen onların bugün İslamiyet’le ve Türklükle alakalarının kalmadığını biliyoruz.

Müslümanlık gerçi Arabistan’da doğmuştur ama onu dünyaya tanıtan da Türkler olmuştur. İslamiyet’le Türklük, etle tırnak gibidir. Son dinin son Peygamberi ,“Kişi kavmini sevmekle kınanamaz.” buyuruyor.

 Biz hem Türklüğümüzle, hem dinimizle, hem de Peygamberimizle övünüyoruz. Bunun dışındaki yapılan tartışmalar tefrikadan başka bir işe yaramayacaktır.

______________

[i]Prof.Dr. Şükrü Halûk,3. Türk Dil Kurultay raporu. Falih Rıfkı Atay, Çankaya (BATEŞ, İstanbul, 1980), s. 479.

 [ii] Lütfullah YAVUZ Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IX (2009), sayı:1

 [iii] Ziya ŞakirKerbela'nın İntikamı: Türk Kahramanı Ebû Müslim, İst: Cevahir Yayınları-maarif, 1933

[iv]Prof. Dr. Mümin Köksoy'un yazdığı Nuh Tufanı ve Sümerler'in Kökeni adlı eser var. Yeni Avrasya Yayınları'ndan çıktı. Meraklısı için telefon 0.312 4687248..

Yazının Devamı

“ADALET MÜLKÜN TEMELİ”

Bu sözü en iyi uygulayan Hz. Ömer’den iki güzel hizmet anlayışını sizlerle paylaşmak istiyorum.

En çok hadis rivayet eden Sahabelerden biri olan İbn-i Abbas anlatıyor:

"Soğuk bir kış gecesiydi. Halife Hz. Ömer'in evine gidip onunla konuşmak istedim. Yolda giderken bir karaltı gördüm. Bu Halife Hz. Ömer’di. Merak ettim, gece saatinde niçin dolaştığını sordum. 

Hz. Ömer evlerin kapısının önünde bir müddet duruyor etrafı dinliyor, halkının sıkıntısı olup olmadığını bilmek istiyordu. Bu yüzden geceleri dolaşıyordu.

 Birlikte şehrin dışına çıktık. Yolun sonundaki bir evden, ağlayan çocuk sesleri geliyordu. Selam verip izin isteyerek içeri girdik. Yaşlıca bir kadın ocağın başında ateşin üzerindeki tencereyi karıştırıyor, çocukları susturmaya çalışıyordu. 

Yaşlı kadın evine gelenin Halife olduğunu bilmiyordu,   Hz. Ömer, kadına sordu: "Bu yavrular neden ağlıyor?  Kadın: "İki günden beri açlar." Dedi,

 Hz. Ömer: " Niye yemek vermiyorsun?" diye soracak oldu; hıçkırıklar boğazına düğümlendi: “Şu ateşte kaynayanı yemek mi sandın! Çocukları avutabilmek için tencereye çakıl taşları koydum, karıştırıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bunlar yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerim şehit düştüler. 

Çocuklar aç ve perişanız. " dedi.

Hz. Ömer: " Halifeye neden durumunu anlatmıyorsun?” 

 Kadın " Ömer İnsanların halini neden sormaz. Müslümanların reisi olmayı kolay mı sanıyor!" 

Hz. Ömer'in gözleri yaşardı: "Valide doğru söylüyorsun ama Halifeye gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki." 

Kadın: "Mademki dertlilerin derdini görmeyecekti, neden Halifeliği kabul etti? ”dedi. 

Hz. Ömer bitkin bir sesle "Valide haklısın, sen çocukları avut ben hemen dönerim." Diyerek oradan ayrıldı,  doğruca devlet hazinesine vardı, un çuvalı sırtına aldı, benim elime de yağ kabı tutuşturdu.

 "Ey müminlerin emiri! İzin verin de çuvalı ben sırtıma alayım." Dedim. Hz Ömer: "Hayır,  kadın doğru söyledi.  İdarem altındaki fertleri düşünmek zorundayım." Dicle nehri kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın ve yavruları kimsesiz kalırsa vebali Ömer'in omuzlarındadır. 

Doğruca acuzenin "kadının" evine geldik ve Hz. Ömer pişirdiği yemeği çocuklara yedirdi.

Yaşlı kadın: " Yüce Mevla’m seni Hz. Ömer'in makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın". Dedi. 

"Hz. Ömer, kadına: "Valide,  yarın Halifelik makamına gel; sana yetim maaşı bağlatayım" dedikten sonra dışarı çıktığında sabah ezanı okunuyordu. 

Ertesi gün kadın Halifelik makamına geldi, Hz. Ömer’i görünce şaşkınlıktan dona kalmıştı. 

Hz. Ömer kadına ve şehit yavrularına maaş bağladı. İlk maaşı kadına verdi ve helallik diledi,

.                 

 Bir başka örnekte ise; Peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe (ra), Hz. Ömer hakkında, “Ömer denince adalet, adalet denince Allah hatırlanır” diyor.

Hz. Ömer hacda idi. Adamın biri onun yanına geldi ve feryat ederek ağlamaya başladı. Hz. Ömer adama hitaben

“Ne oldu, niye feryat-ı figan ediyorsun? Eğer borçlu isen, yardım edelim. Bir şeyden korkuyorsan seni koruyalım. Fakat birini öldürdünse, elimizden bir şey gelmez, kısas yapılır. Komşularından memnun değilsen, seni başka bir yere gönderelim” dedi.  Adam bunun üzerine;

 “ Ya Ömer! Ben bazı hatalar yaptım, bir takım suçlar işledim. Valimiz Ebû Musa bana ceza olarak sopa attırdı, saçlarımı kestirdi, yüzümü siyaha boyattı, halk arasında dolaştırdı. Halka;

 “Bu adamla ilişkilerinizi kesin. Diye emretti. 

İnsanlar, artık benim yüzüme bakmaz oldu Şeref ve itibarım ayaklar altına alındı. Bu duruma son derece üzüldüm. Bu arada vâliye karşı öfkem de arttı. Sonra şu üç şeyden birini yapmayı düşündüm:

Ya silahımı alıp Ebû Musa’yı öldürecektim veya sizden beni Şam’a gönderip orada yerleştirmenizi isteyecektim. Yahut da düşman bir ülkeye sığınıp orada dilediğim gibi hür yaşayacaktım. Sonunda  inancım gereği size gelip durumu anlatmaya karar verdim.” Dedi.

Hz. Ömer adamın anlattıklarından çok etkilendi ve “Bu düşündüklerinden hiçbiri hoşuma gitmedi.” dedi. Sonra da vali Ebû Musa’ya şu mektubu yazdı.

“Allah’ın selamı üzerine olsun. Teym kabilesinden falan oğlu falana yaptıklarını öğrendim. Vallahi, bir daha kanunların gerektirdiği ceza ile yetinmez, haddi aşarsan; ben de senin yüzünü boyar, halkın arasında dolaştırırım. Ne demek istediğimi anlarsın. Derhal halka emir ver, o adama iyi davransınlar. Cezasını çektiği suçtan dolayı bir daha onu kınamasınlar.”

Hz. Ömer, bundan ayrı olarak, adama bir binek, 200 dirhem para verdi, memleketine geri gönderdi.

Hz. Ömer bir gün halka:

“ Seçtiğim hayırlı bir insanı size vali tayin eder, sonra ona adaletle hükmetmesini emredersem, halifelik vazifemi lâyıkıyla yerine getirmiş sayılır mıyım?” diye sordu. Halk,

“Evet” diye cevap verdiler. Hz. Ömer ise:

“Hayır, benim vazifem bununla bitmiyor. Tayin ettiğim kimsenin, emrettiğim şeylerle amel edip etmediğini kontrol etmedikçe vazifemi tam olarak yerine getirmiş sayılmam.” dedi.

İste İslam ve işte İslam'ın getirdiği kurallar.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans