yandex
İKİ LALENİN HİKÂYESİ | İdris YAVUZ | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    37,6365
    %0,04
  • EURO
    40,4936
    %-0,51
  • G. Altın
    3.679,50
    %-0,62
  • Ç. Altın
    5.959,84
    %0,14
  • BIST
    9.759
    -7.81
  • BITCOIN
    84,199.525
    0.21
  • ETHEREUM
    1,983.533
    0.43
  • DOLAR
    37,6365
    %0,04
  • EURO
    40,4936
    %-0,51
  • G. Altın
    3.679,50
    %-0,62
  • Ç. Altın
    5.959,84
    %0,14
  • BIST
    9.759
    -7.81
  • BITCOIN
    84,199.525
    0.21
  • ETHEREUM
    1,983.533
    0.43
İdris YAVUZ

İKİ LALENİN HİKÂYESİ

: 20-03-2025

Umumi seferberliğin ilanından hemen sonra İzmir Lisesi ve hukuk fakültesinde aynı sıraları paylaşan Hüseyin’le Münir, askere çağrıldılar. Münir Çanakkale’ye, arkadaşı Hüseyin’de İstanbul’a sevk edilmişti. Münir Bey’in Hüseyin Bey’e son yazdığı mektubundan bir bölümünü aktarmak istiyorum;


—“Toprak yatağımdan yeni kalktım. İçinde barındığım koca mağaranın ağzına çıktım ve etrafımı gözetliyorum. Çok nefis bir bahar sabahında, gecenin sis ve rutubetiyle yerler ıslaktı.


Gözümün önünde İngiliz orduları, boğazda sayısız gemiler dolaşmaktadır. Mavi denizin kesif bulut yığınlarından, istemeyerek yemyeşil çimenlerin bulunduğu vadiye, tepelere, şırıl şırıl akan derelere, güneşin hızla yükselen parlaklığına gözlerim takılıyor. Sanki rüyada gibiyim.


İngilizler bugün her nedense gecikmişe benziyorlar. Henüz top, tüfek sesinden eser yok. Bulunduğum yerden aşağıya indim. Bir toprak yığınının üzerine oturdum. Yanımda kırık bir masa, üzerinde telefon, çarpık bir iskemle, iki portatif karyola bulunmaktadır.


Bu mağarada Nihat isminde bir arkadaşla birlikte kalıyoruz. Dün gece, geç vakte kadar devam eden top sesleri ikimizi de uyutmadı. Şimdi derin ve uzun bir uykuyu ne kadar özlüyorum. Yanımda birden telefon çaldı. Komutanım beni arıyor. Her halde önemli bir tebliğdir Mektubuma ara veriyorum.


Münir, komutanın yanından gelince mektubuna devam eder;

—“Komutanı gördüm ve geldim. Üzgünüm mektubuma devam edemeyeceğim. İngilizler harekete geçtiler. Şiddetli patlamalara bakılırsa etrafta kıyametler kopuyor. 


Şimdi öyle uykum var ki, gözlerim adeta yumuluyor Bir haftadır elbiselerimi çıkarıp güzelce uyumak nasip olmadı. Şöyle yemyeşil çimenlerin üzerinde, saatlerce yatmayı öyle istiyorum ki, ama top sesleri, kulaklarımı patlatırcasına rahatsız ediyor. 


Komutanın yanından gelirken kopardığım iki laleyi Çanakkale hediyesi olarak gönderiyorum, kabul edin. İnşallah yine görüşürüz”.


Münir bu mektuptan üç hafta sonra şehit düştü. Siper arkadaşı Nihat bu mektubu Hilal-i Ahmer Hastanesine yaralı geldiği sırada Münir’in can dostu Hüseyin’e gönderdi;


—“Beyefendi! Münir Beyle siperlerde birlikteydim. O görev başında şehit düştü, ben de hafif yaralandım. Beni hastaneye getirdiler. Münir Bey mektubunu postaya vermek için vakit bulamadı. Mektubunu gönderiyorum. Bu merhumun emanetidir”.


Zarfı açtım, mektubunu ağlayarak okudum. İmzasının yanına solmuş, kurumuş iki lale iğnelemişti.

Ah sevgili Münir! Al o lalelerin, sende kalsın. O bayırlardan topladığın ,kırmızı lalelerin gibi kana bulanmış naaşınla sende bir lale olup kalmışsın[1].

Hüseyin RAGIP




[1] 1915’de Çanakkale’de Türk; s. 41, Ankara 1957.


ELLİ YEDİNCİ ALAY

Türk ordusunun Çanakkale’deki kahramanlıklarını, dünya devletleri hayret ve dehşet içinde izlerken, Türk’ün ezeli hasletlerinden olan bu savaşın sırrını anlamakta zorlanmışlardır.  Kendisinden on misli fazla olan düşmana karşı Seddülbahir’de, askerinin yarıdan fazlasını kaybeden Binbaşı Mahmut ve Mehmetçik, Arıburnu’nda yakaladığı düşmanı önüne katıp, denize kadar kovalamıştır.

Anafartalar’da Jandarma Birliğinden Pehlivan Ahmet oğlu İsmail Çavuş ve üç arkadaşı düşman siperlerine girip onların makineli tüfeklerini ele geçirdiler. Bu savaşta daha nice fedakârlıklarla dolu menkıbeler ve isimsiz kahramanlar vardır. Burada birkaç örnek vermek istiyorum.

57. Alayda bulunan gönül erleri, Çanakkale’de 19 Mart sabahı düşman askerlerinin saldıracağı duyumunu almıştı. O tarihte bu denli mermi harcayan bir askeri birlik görülmemiştir. 57. Alay Bigalıdan Kocaçimen’e doğru hareket etmiş. Bir yandan modern silahlı güçler, diğer yandan bir avuç imanlı asker süngü savaşı yapmıştır. 


b

RESİM 5: Onlara ölmeleri emredildi, hepsi birden, gözlerini kırpmadan düşman üzerine hücum ettiler, vatan için tamamı birden şehit düştüler.

 20 Ocak 1915'de, 19. Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in komutasındaki 57. Piyade Alayı, genelde acemilerden oluşuyordu. Bu arada 57. Piyade Alayı Vapurla Tekirdağ'dan yola çıktı (24 Şubat 1915), Gelibolu’ya ulaştı.

 Mustafa Kemal, kendi tümeninden 57. Alay’ı, Maydos bölgesine tertiplemeye başladı. Bölgeyi gezerek 26. Alay’ı Seddülbahir, 27. Alay’ı Kabatepe kıyılarına yerleştirdikten sonra, Seddülbahir'e bir de akıncı müfrezesi çıkardı.

 24-25 Nisan akşamı, İngiliz ve Anzak kuvvetleri Arıburnu’ndan karaya çıkmaya başlamışlardı. Bu bölgede kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine rağmen, kıyıdan belli bir noktaya kadar ilerlemeyi başardılar. Mustafa Kemal, 57. Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirdi. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında, Arıburnu yönünden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini gördü.

O anı Mustafa Kemal şöyle anlatmaktadır: 

“Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı’na doğru kaçmakta olduğunu gördüm. Askerlerin önüne çıktım: 

—“Niçin kaçıyorsunuz ?” dedim. 

—“Efendim düşman!” dediler.

—“Nerede?”

—“İşte!” diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, ileriye doğru yürüyordu. Benim kuvvetlerim geride kalmıştı. Onlara on dakika mola vermiştim. Demek ki düşman bana, benim askerlerimden daha yakınmış! Kaçan askerlere:

—“Düşmandan kaçılmaz”, dedim.

—“Cephanemiz kalmadı”, dediler.

—“Cephaneniz yoksa süngünüz var”, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının, benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır..” [1] dedi. Mustafa Kemal, dağ bataryalarını dağın sırtına yerleştirip, daha sonra, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine aldıktan sonra atına bindi, 57. Alay'a hitap ederek:

 —“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilir”, dedikten sonra, 25 Nisan 1915 günü, 27. Alay, 57. Alayla birlikte süngü hücumunu başlattılar. 

 Bu savaşta Anzaklar çok sayıda kayıp verdi. Dört ay boyunca, Conkbayırı-Kabatepe bölgelerinde, kanlı çarpışmalar oldu. Arıburnu’ndaki 27. Alayımızın yardımına koşan birliklerimizin bazıları dağılınca, 57. Alayımız daha geniş bir araziye yayılmak zorunda kaldı. Burada Yarbay Hüseyin Avni şehit oldu. Kumandayı ele alan Binbaşı Yusuf Ziya da şehit olunca, alay müftüsü Hasan Fehmi kumandan oldu. O da şehit düştü. Kumandanları şehit düşen birlikler, Arıburnu sırtlarında düşmanı durdurmak için canla başla savaşıyordu. Bu arada Nazif Çakmakta (Fevzi Çakmak'ın kardeşi) şehit oldu. Ardından gelen 57. Alay'ın 6. Bölüğü ile Anzak Kolordusu'nun 3. Alayının 4. Bölüğü süngü ve dipçiklerle birbirlerine girdiler. 

 Sisli bir Nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görünce takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sordu. 

Takım komutanı; “Sabahleyin düşmana hücum emrini almış, 57. Alay, Huzur-u İlahi’ye temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkamışlar; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir”, der Burada. 57. Alayın tamamı şehit düşmüştür. Geriye gök kubbede baki kalan hoş bir seda olarak yerini almıştır[2]


RESİM 6: Bu sancak, Çanakkale Savaşı’nda son erine kadar şehit olan Kahraman 57. Alayın sancağıdır. Hâlen Melbourne-Avustralya müzesindedir. Sancağın tanıtım plâketinde: 

"Bu alay sancağı Gelibolu savaş alanından getirtilmiştir, ama esir edilmemiştir. Türk Ordusu'nun geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, son muhafızın altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur" yazılıdır.




[1] Lord Kinross, Atatürk Dizisi, s.129, İstanbul.

[2] Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Cilt 1, s. 244.

Yazının Devamı

BİR KOMUTANIN ÇANAKKALE MEKTUBU


Düşman 24 Temmuz 1915 tarihinde Seddülbahir mıntıkasına intikal ettiğinde, Gaziler Tepesi’ne yetişmek için silaha sarılan bölükteki fedakâr dört neferin kahramanlıkları:

 Sabah güneşinin doğmasıyla birlikte yüzlerce topun soğuk namlusundan çıkan müthiş mermi sesleri sinir bozucuydu. Düşman üzerine atılmak ve onları yere sarmak için sabırsızlanan askerler harekete geçme emrini aldı. 

İleri noktadaki Gazileri takviyeye gidiyorduk. Düşmanın yüzlerce mermisinin düştüğü yeri geçmek biraz tehlikeli ise de, düşmandan intikam almak için hırslanan askerim, din kardeşlerine yardıma yetişmek herhangi bir engel tanımıyordu. 

 Yol üzerinde her nasılsa düşman mermisinden ateş alan bir sandık cephane, yolu tamamen kapadı. Dini, vatanı, milleti için yoldan geçmeye çırpınan fedakârlar, civardan tedarik ettiği kum torbalarını omuzlayarak yanan sandık üzerine dökmek istediler. Bu sırada dört asker birden atıldı. İki saniye sonra sandık, torbalar altında kaldı ve yolumuza mani olacak engel ortadan kaldırıldı.

Bu dört askerin cesareti ve fedakârlığı sayesinde yol tamamen açıldı. Ethem Onbaşı da bu vazifeyi yerine getirdikten sonra sol kalçasından şarapnel misketi ile yaralandı. Ethem Onbaşı bunun üzerine; —“Bir senedir kullandığım silahımla hunhar düşmana bir kurşun atmadan hastaneye gidiyorum. Bari benim intikamımı siz alın” diye ellerime kapandı, gözlerinden yaşlar akıtarak ayrıldı

 Bu dört yavrunun azmini kurşun, süngü, hatta top bile kesemedi ve onlar kahramanca savaştılar. Ecdadımızın bu fedakârlığına karşılık, onların isimlerini gelecek nesillere bir anı olarak aktarmayı bir görev bilirim.

Buradaki hayatımdan hiç unutamayacağım bir safhayı belirtmeden geçemeyeceğim. Sığındere Harbi oldu, Her iki taraf çok telefat verdi. Şehitlerimizin defni için İngilizlere, bir günlük mütareke teklifi yapmak lüzumu hasıl oldu. Cenup Gurubu Kumandanının bu teklifini havi mektubunu kolordumuzdan Erkan-ı Harp Yüzbaşı Yusuf Beyle ben götürdüm. Esasen muharebe cephesi çok uzak değildi. Evvela atlarla, sonra yaya olarak dere tepe aşıp ilk siper hatlarımıza girdik. Düşman siperleri de 100-120 metre ileride görülüyordu. Siperlerin bazı yerlerinden geçerken bize rehberlik eden subay; “Burada çok eğilin! Bu noktada düşmanın makineli tüfeği tespit edilmiştir. Ufak bir karaltı görseler ateş ederler” diyordu.

 İlk siperin manzarası çok elemli idi. Buradaki şehitlerimiz ve düşman maktulleri o derece sıktı ki, tıpkı Cuma Namazında bir camide cemaatinin secdeye yatmış manzarasını andırıyordu. Yalnız bu yatış, gayrı muntazamdı ve ebedi bir sükûna dalmış, şehit ve maktullerin mahşeri halinde görülüyordu. Bu ölülerin ağız ve burnuna sinekler yumurtlamış ve buralarda büyüyüp, beslenen sürfeler(kurtlar) tombul ve beyaz birer şekil almış olduğu halde siperlere karınca gibi yürüyor, iğrenç bir manzara hasıl ediyordu. Günlerce açıkta kalmış cesetler kokmuş, etrafa çok fena bir koku yayılmıştı.

 Bu hata günlerce gece, gündüz ateş karşısında bulunan kahraman Türk askerleri bu duruma da alışmıştı, mütevekkil, cesur ve metin bir gayretle düşmanı olduğu yere çivilemişlerdi. İlk hatta girer girmez bir beyaz bayrak çıkardık. O hatta, bizim taraf ateşi kesti.

 Düşman tarafı sağa sola el bombası atıyor, makineli tüfekle ateş açıyordu, İngilizler de bize karşı bir beyaz bayrak çıkardılar. Yusuf Bey siperin dışına çıktı, benim siperde kalmamı muvafık gördü. Kendisi 50-60 adım ilerledi. Karşı hattan da bir İngiliz subayı çıktı, o da 50-60 adım ilerledi. Birbirine kavuştular. Mektup teslim edildi. İngiliz kumandanları denizde, zırhlıda imiş. Mektubun cevabını sabahtan, akşam geç vakte kadar bekledik. Beyaz bayraklar da bekledi. Akşam  üstü aldığımız cevabı Cenup Gurubu karargâhına getirdik. Cevap menfi çıktı. Mütarekeyi kabul etmemişlerdi. Ertesi gün sabah erken büyük bir taarruza geçtiler. Derslerini de aldılar.


İtiraf ediyorum, mektepte kokmuş insan ölüsü üstünde anatomi dersi yapmış ve birçok otopsi yapmak mecburiyetinde kalmış bir doktorum. 

 Sinek kurtları ile de Askeri Hıfzısıhha derslerimde ve et muayenelerimde meşgul olmuş bir insanım. Öyle olduğu halde ilk hattaki o koku bir hafta burnumdan çıkmadı, et yiyemez oldum. Kahraman Türk askerleri, her sıkıntıya, her keder ve zahmete alışmış verilen eti de otu da ilk siperlerde yiyor, inançla düşmana silah sıkıyor, hücum edene süngü sokuyordu[1].


Abdulkadir (NOYAN)

1.Kolordu Hıfzısıhha Müşaviri 





[1] Ener, K.; Çanakkale’den Hatıralar, M.M.V., İstanbul Temsil Bürosu Yayınları, No: 2, İstanbul, 1954.

Yazının Devamı

TÜRK TOPRAKLARINI PAYLAŞMA PLANI

Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra emperyalist ülkelerin önündeki engeller kalkmış oldu. Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler ve Ruslar, yeniden Anadolu’nun paylaşımı üzerine ortak kararlar alıp, Ermenileri de örgütleyip uygulamaya koydular. Osmanlı yönetimi, Mustafa Kemal Paşa’nın da şiddetle karşı çıktığı, genelde mason teşkilatı mensubu olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin emrine girdi[1].

Vatansever olanlar ya görevden alındı, ya da idam edildiler.

Ülkede can, mal, namus emniyeti kalmadığı için, halk arasında tedirginlik baş gösterdi. Devlet düşmanlığı, dinden dönme moda haline geldi.

Arnavutluk’ta isyanlar başladı ve Mahmut Şevket Paşa bu isyanı bastırmakta yetersiz kaldı. 

Sultan Reşat Arnavutluk’a giderek fakirlere yardım etti, halkla birlikte Cuma namazını kıldı, onların dertlerini dinledi ve kısmen huzuru sağladı[2], ama fitne devam etti. 8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı çıktı.

Şahsi menfaatler uğruna siyaset yapmaktan, ülke konularına eğilemeyen İttihat ve Terakki  Cemiyeti, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan karşısında bozguna uğrayıp, 30 Mayıs 1913’de Libya, Girit, Rodos, On İki Adalar, Arnavutluk ve Trakya’nın tamamı, Afrika’daki bir milyon iki yüz bin, Rumeli’de iki yüz elli bin kilometrelik topraklar kaybedildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti dünyanın süper güçlerine karşı hiçbir neden yokken Almanya’nın yanında 1. Dünya Harbine katılma kararı alındı (11 Kasım 1914)[3].

 Sultan Abdulhamid’i tahttan indiren Enver ve Talat Paşalar, Dr. Bahaeddin, Dr. Nazım 30 Ekim 1918’de, Mondros Antlaşmasını imzaladıktan hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de; Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’te Ermeni ve Yahudi militanlarınca öldürüldüler. İmparatorluğunun yağmalanmasına, bir milyon kilometreden fazla toprak kaybına, 550 bini aşkın askerin şehit düşmesine üzülen Sultan Reşat Han, 3 Temmuz 1918’de vefat etti.

 Neticede üç kıta, yedi denize hakim olan Osmanlı Devletinin sonunu hazırlayan İttihat ve Terakki üyelerinden Şeyhülislam Musa Kazım dahil birçok devlet adamı mason localarına kayıtlı insanlardı. İşte bu şartlar altında Çanakkale Savaşları başladı.


[1] Atatürkçülük Düşünce Sistemi, 3. Kitap, Genel Kurmay Başkanlığı Yay., İstanbul.1984.

[2] Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, C.7, Ötüken Yay. İstanbul 1983, s. 253.

[3] Lort Kinross, Atatürk, Türk Tarih Dizisi,İstanbul, s. 226

Yazının Devamı

NEDEN OSMANLI–TÜRK DÜŞMANLIĞI?

DÜNKÜ YAZINI DEVAMI 

O dönemlerde Yahudiler, Filistin’den toprak istemiştir. Doktor Theodor Herlz, 1896 yılında İstanbul’a gelerek, Polonyalı Kont Philippde Newlinski’nin delaletiyle padişahla görüşür ve Filistin karşılığında, 20.000.000 (yirmi milyon) sterlin vermeyi “Musevilerin yardımı olmadan, Osmanlı Devleti’nin başarı gösteremeyeceğini” söyler.

Theodor Herlz huzurdan ayrıldıktan sonra padişah, Newlinski’ye hitaben: “Sen şimdi git, Bay Hertz’e söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış toprak satmam, zira bu vatan benim değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla kazanmıştır. Benim Suriye ve Filistin’de bulunan askerlerimin her biri Plevne’de, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere şehit düşmüşlerdir.

Türk İmparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, onlar, Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem” dedi. Sultan, bu isteğe şiddetle karşı çıktı. (İşte İsrail’in ve Filistin’in bugünkü durumunu görüyoruz)[1]. Bu olumsuz gelişmeler üzerine İngiltere, Arabistan’da bulunan Celaleddin Afgani’yi, casus Lawrens’i Sultan aleyhine isyan çıkarmak için Anadolu’ya görevlendirdi. İttihat ve Terakki Cemiyetini destekledi.

Meclisten yabancıların korunmasıyla ilgili kanunların çıkarılmasını sağladı. İmparatorluğun yıkılmasına ortam hazırladı. Macaristan-Avusturya İmparatorluğu, İngilizlerin yardımıyla (1908) Bosna-Hersek’i işgal etti. Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Girit, Yunanistan’a katıldığını bildirdi. Seçimlerde azınlıklar desteklendi ve milletvekili olmaları sağlandı. Binlerce Müslüman Türk’ün kanına giren Yunanlı, Sırp, Bulgar ve Ermeni çetelerine umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar hain varsa İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar, Fransızlar ve İtalyanların el atından desteklediği çeteler, halkın huzurunu kaçırdı. Bazı boyalı basın organları, isyancılara destek verip, onları yüreklendirdi.

Bunun üzerine “31 Mart İsyanları” çıktı. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa azledildi, yerine Tevfik Paşa getirildi. Selanik’te olan 3. Ordu harekete geçti. Bulgar, Sırp, Yahudi, Arnavut azınlıklarda bu isyana destek verdiler ve 50 bin kişilik bir orduyla İstanbul’a girdiler. Yıldız Sarayını ve Harbiye nezaretini kuşattılar. 1. Ordu, bu çapulcuları ezip geçecek durumda olduğu halde, Sultan buna izin vermedi, Türk kanının akmasına razı olmadı.

Bu arada sıkıyönetim ilan edildi. Yüzlerce Balkan çetesi saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladılar. Birçok suçsuz insan idam edildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti ülkedeki teröre çanak tutmuştur[2]. 27 Nisan 1909’da meclis olağanüstü toplantı yaptı. Ahmet Muhtar Paşa kürsüye geldi, Sultan’ın hallini istedi. 

İstanbul Mebus’u Elmalılı Hamdi Yazır’a fetva müsveddesi hazırlattılar, isnat edilen suçlamalarda; 31 Mart Vaka’sına sebep olmak, dini kitapların tahrifi ve yakılması, hazineyi israfa sürükleme, suçsuz insanları idam ettirme” gibi birçok asılsız iftiralara yer verilmiştir. Hâlbuki sultanın, genelde devlet harcamasını kendi bütçesinden yaptığı bilindiği halde, böyle bir karalama nasıl yapılırdı?


Bu olayların arka perdesinde İngiliz dayatması olduğu için, fetva emini Hacı Nuri Efendi “Bu bir iftiradır” diyerek buna onay vermedi, Meclisten oy çokluğu ile karar çıkartıldı. Türk tarihinin yüzkarası olan bu emrin tebliğ heyetinde; Yahudi Emanuel Karasu, Arnavut Esat Toptanı, Ermeni Aram Efendi ve sultanın uzun yıllar yaverliğini yapan Arif Hikmet Paşa yer alıyordu. Sultan; “Türk Hakanının indirilme kararı Yahudi, Ermeni, Arnavut ve bir de nankör insana mı kaldı?[3]” diye sitem etmiştir. Yahudiler, Sultan Abdulhamid Han’dan intikamlarını da almış oldular[4] yerine V. Sultan Mehmet Reşat’ı getirmişlerdi[5].

[1] Lord Kinross, Atatürk, Türk Tarih Dizisi, s. 218, İstanbul.

[2] Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, C. 7, Ötüken Yay., İstanbul 1983, s. 189.

[3] Atilhan Cevat Rıfat; Farmasonlar İslamiyet’i ve Türklüğü Yıkmak İçin Nasıl Çalıştılar, İstanbul 1963, s. 106.

[4] Kızıltoprak İhsan, Devlerin Mirası, Hun Yay., İstanbul 1973, s. 89.

[5] Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt 1, İstanbul 1993, s. 78-88.

Yazının Devamı

ÇANAKKALE CEBHESİNDE NUSRET MAYIN GEMİSİ

Yedi düvele karşı hak ettiği dersi veren, tarihi gururumuz Nusrat Mayın Gemisi, hurda niyetine satılmak üzere iken,Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin KOCAMAZ ona sahip çıkmıştır.

Nusrat, terim olarak; Allah’ın yardımı, üstün başarı ve muzaffer anlamlarına gelmektedir[1].

Dünyada örneğine hiç rastlanmayan, üstlendiği görevde imkansızı mümkün kılan Nusrat’ın,Türk donanmasına katılım merasiminde, dualarla “Nusrat” adı verilmesi neticesi, harp tarihine onun hakkında altın harflerle not düşülmüştür.

Nusrat’ın cürümü küçük, ama başardığı işlere bakıldığında akıllara durgunluk verecek nitelikte gurur kaynağımız olmuştur.

Ege ve Marmara denizlerini adeta istila eden, buralardan kuş uçurmayan, en son sistemlerle donatılmış düşman gemilerinin arasından İlahi görünmezlik zırhına bürünerek geçen Nusrat Mayın Gemisinin başarısını dile getirmek bizim için kolay olmasa gerek. Bu nedenle Çanakkale Savaşları sıradan bir savaş değildir. Karadan ve denizden zorlayarak, Türk topraklarına girmeye çalışan düşman birliklerinin akıbeti, korkunç bir kabusa dönüşmüştür.

Çanakkale Savaşları, Türk milletinin haysiyetini ve milli duruşunu yeniden temini açısından önemlidir.

Ordumuz, silah ve mühimmat bakımından yoksun, modası geçmiş toplarla, etkili olup olmadığı bilinmeyen mayınlarla, düşmanı ezmesini bilmiş ve bütün dünya Çanakkale’de Türklerin neler yaptığını görmüştür. Türkler, İslam’a gönül vermiş, savaşa bayram sevinciyle giden bir millettir. 

Çanakkale’de Mehmetçik, Allah’ın kınından sıyrılmış kılıcı, hakkın batıla üstün gelen hıncı, Allah ve Resulünün semaya yükselen sesi, yer yüzüne sağanak halinde inen nurudur. Mehmetçik burada; vatan ve namus uğruna hayatını hiçe saymış, birlik içinde, Anadolu’da yaşayan Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Doğulusu, Batılısı “Milli Mücadele” ruhuyla, her türlü zorlukları başarmanın zevkini tatmıştır. Bu öyle bir ruh yapısıdır ki, bir metre kareye altı bin mermi düşmesine rağmen göğüs göğse süngü savaşı yaparak, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” inancıyla şereflerin en yücesine erişmiştir. Mehmet Akif bir şiirinde;


“Ölüm indirmede gökler, ölüm püskürmede yer,

Kafa, göz, gövde, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler,

Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler” demektedir.

Burada görülüyor ki, Çanakkale Savaşları, Türk milletinin özünde silinmeyecek izler bırakmıştır. Bu savaş, ırkları, renkleri, dilleri farklı milletlerden oluşan; Haçlı ordularının asırlar öncesine dayanan,Türk milletinden öç alma duygusunun uzantısıdır. 

Bu savaş, anaların canından çok sevdiği evladının başına, kurbanlık koyun gibi kınalar yakıp cenge gönderdiği savaştır. “Çanakkale Geçilmez” efsanesini yaşatanlar, eli silah tutan gencecik vatan evlatlarıdır. 

Peygamberimizin müjdelediği gibi; “Nefsim Kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi ne kadar arzu ederdim” diye buyurmuşlardır[2]. Yüce Mevla’mızın; “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Gerçekte onlar diridirler, siz onu bilemezsiniz[3] Ayetindeki müjdeler, Mehmetçiğe verilen en yüce makam ve en kutsal rütbedir. 

Bu savaşta, Osmanlı donanması yok denecek kadar azdı. Çanakkale’yi geçilmez kılan Nusrat Mayın Gemisi, Çanakkale Savaşı’nın baş aktörü olarak, verilen görevi kusursuz yerine getirmiş, yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin temeline harç koymuştur. Burada Mehmetçik, kısıtlı imkânlarla, yoksulluk içinde savaşa hazırlanırken, Nusrat Mayın Gemisine yüklenen 26 mayın, Karadeniz’de batan düşman gemilerinin enkazından çıkarılmıştı.

Nusrat Mayın Gemisi, zor şartlar altında, tüm hazırlıklarını tamamlayıp hareket için emir beklemeye başladı sırada, İngilizler, Fransızlar ve diğer müttefik devletler, birkaç haftada İstanbul’u işgal etmeyi umuyorlardı. Ama Çanakkale aşılamadı. 18 Mart 1915 günü düşman donanması, 18 savaş gemisiyle, saat 10.00 da Boğaza girdi, 3 büyük zırhlısını kaybedip, bir o kadarı da ağır yaralı olarak geri çekilme zorunda kalmıştır. Bu savaş, “Biz dünyanın en büyüğüyüz!” diyenlere iyi bir cevaptır. 3 Kasım 1914 ve 18 Mart 1915 tarihlerinde Çanakkale Boğazı’nda cereyan eden, Gelibolu Yarımadası’nda 25 Nisan 1915 tarihleri arasında sürdürülen savaşlar, Türk tarihinin en şerefli zaferlerinden biridir.

Çanakkale Savaşı, bir milletin var olma yok olma çabasıdır. Bunun neticesinde ya kanlı bir ölüm, ya da şanlı bir yaşam vardır. Çanakkale Savaşı, binlerce gönüllü insanın bu kutsal görevde yer aldığı kavgadır. Anadolu toprağında Türklüğü korumaktır.

Çanakkale Savaşı, Yüce Rabbimizin "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın"[4] emrine uyan Mehmetçiğin destanıdır. Çanakkale Savaşı, Doğudan Batıya, Güneyden Kuzeye, Anadolu topraklarına en sistemli silahlarıyla hücum eden düşmana, Mehmetçiğin göğsünü siper ederek verdiği cevaptır.



[1] Ferit Develioğlu; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitapevi Yayınları, Ankara 2002, s. 845.

[2] Riyazü’s- Salihin ve Tercümesi, C. 2, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973, s. 535.

[3] Al-i İmran, s.169-170

[4] Bakara Suresi, a. 190

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans