yandex
Niğde tarihini yeniden yazmak gerekir | İdris YAVUZ | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    41,7899
    %0,15
  • EURO
    48,7251
    %-0,27
  • G. Altın
    5.724,11
    %-1,68
  • Ç. Altın
    9.886,33
    %1,99
  • BIST
    10.338
    -156
  • BITCOIN
    106,613.576
    -0.5
  • ETHEREUM
    3,850.897
    -0.41
  • DOLAR
    41,7899
    %0,15
  • EURO
    48,7251
    %-0,27
  • G. Altın
    5.724,11
    %-1,68
  • Ç. Altın
    9.886,33
    %1,99
  • BIST
    10.338
    -156
  • BITCOIN
    106,613.576
    -0.5
  • ETHEREUM
    3,850.897
    -0.41
İdris YAVUZ

Niğde tarihini yeniden yazmak gerekir

: 06-02-2025

Bu yazımı sonuna kadar okunduğunda ne demek istediğim net olarak anlaşılmış olacaksınız. Çünkü Kapaddokya ve Ihlara vadisinde bulunan Kiliseler, yer altı şehirler ve tarihi kalıntıların (Gümüşler Manastırı hariç) Türklere ait olduğunu göreceksiniz.

Niğde, İç Anadolu bölgesinde bulunan ve birçok medeniyetlere ev sahipliği yapmış, önemli bir yerleşim merkezidir. Niğde Müzesi'nde bulunan neolitik döneme ait, Âşıklı Höyük kazılarında ele geçen çanak-çömlek buluntulardan buranın en eski yerleşim yeri olduğunu ortaya koymaktadır. 

Niğde merkezinde, Kayaardı Tepesi ve Köşk Höyük'te bulunan neolitik ve kalkolitik dönemine ait tarihi eserler,  orta tunç çağlarından bu yana Niğde’nin eski bir yerleşim yeri olarak devam ede geldiğini göstermektedir.

Niğde, Hititler döneminden itibaren kendi adı ile değil de, bu günkü Kemerhisar'ın eski adı olan Tyana olarak anılmaktadır. Geç Hitit döneminde Niğde; Kayseri ve Ürgüp, Tabal Krallığına bağlıdır. İlk defa Niğde ismi bu dönemde ifade edildiği görülmüştür. Asur kaynaklarında, III. Salmanasar zamanında Tabal'da 24 adet küçük krallığın olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan biride Nahita (Nekite) kralı Saruvanas'ın ismi Hitit hiyeroglif kitabelerinde yazılıdır.

Kemerhisar'da bulunan Frig kitabesi, buranın önemli bir yerleşim yeri olduğunu işaret etmektedir. Bundan sonra Niğde sırasıyla Kimmerlerin, Perslerin ve Kapadokya Krallığı'nın egemenliği altına girmiştir.

Niğde, Romalılar döneminde Tyana, daha sonra da Ösebya olarak anılmıştır. Roma İmparatorluğu; Doğu ve Batı şeklinde ikiye bölündüğü zaman Niğde; Doğu Bizans İmparatorluğu içinde yerini almıştır. Yedi asır boyunca Doğu Roma egemenliğinde kalan Niğde, Sasani ve Arap istilasına da maruz kalmıştır. 

Sürekli savaş alanı içinde kalan, huzursuz olan yöre insanları bölgeyi terk edip batıya göç etmişler. Bizanslılar, Kapadokya ve Kilikya’da boşalan bu yerlere Türkleri iskân etmişlerdir. Buralara getirilen Bulgar Türkleri Anadolu’ya Sultan Alpaslan'ın gelişinden beş buçuk asır önce yerleşmiştir. 

Bizans Devleti altıncı yüzyılda Türkleri Hıristiyanlaştırmaya başlamıştır. Bu dini, siyasi olaylar içinde Türklerin kendilerini Rum kültürüyle erimiştir. Doğu Anadolu da birçok Türk uyruğu da Ermenileşecektir.

Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde Hıristiyan olmuş Türklerin burada yerleştiklerini görmüşlerdir. Kaynaklar Niğde-Tarsus arasında bulunan Bulgar Dağında yaşayan, Bulgar Türk kavminden bahsetmektedir.

Türklerin Niğde'ye ilk akınları Melikşah zamanında olmuştur. Niğde ve çevresi Danişment Gazi ve oğlu Emir Gazi tarafından fethedilmiş ve kendilerine” ikta” olarak verilmiştir. M.S. l175'de II. Kılıçaslan Niğde bölgesini tamamen Selçuklu Sultanlığına bağlamıştır .

1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra da Niğde bölgesi İlhanlıların egemenliğine girmiş, 1366 yılında Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey, Niğde ve havalisini Karamanoğlu Beyliği topraklarına katmıştır.  Niğde, 1470 yılında, Osmanlı Devleti sınırları içinde yerini almış ve Karaman Eyaleti'ne dâhil edilmiş, 1518 yılı Karaman Eyaleti Mufassal Defteri kayıtlarına göre Niğde bu eyaletin sancağı olmuştur.

Niğde Sancağı'nın etnik yapısını Müslüman Türkler, Ortodoks Türkler ve çok az sayıda Ortodoks Rumlar ile Ermeniler oluşturmaktaydı..Ortodokslar’ın bir kısmı madenci diğerleri yerlidir. Madenciler Trabzondan gelmişler, Bolkar Dağı ve Bereketli maden ocaklarında amelelik yapmışlardır. Maden Nahiyesi'nde, Suluca ova’daEyneli'de ve Ulukışla Kazası’nın Kavuklu, Ovacık, Eminlik köylerinde ikamet etmişler, 

Yerli Ortodokslar öteden beri Niğde de meskûn olanlardır. Bunların dilleri genellikle Türkçedir. 50 yaşından yukarı olan kadınların arasında Rumca bilen yok gibidir. Dolayısıyla Türkler, İslamiyet'ten ve İslam'ın buralara yayılmasından evvel Hıristiyan olup bu bölgeye gelip yerleşmişler. 

Yunanistan eskiden beri uyguladığı Bizans oyunlarını sergilemek suretiyle Anadolu'da yaşayan Ortodokslar üzerinde baskılar kurmaya devam etmiştir.  Bu amaçla papazlarını, doktorlarını ve öğretmenlerini Anadolu'ya göndermek suretiyle kışkirtmişlar. Aslında Niğde'de yaşayan Ermeni ve aslen Rum olanın sayısı fazla değildi

Yukardan beri, çeşitli belge ve kaynaklardan alarak anlatmaya çalıştığım Niğde tarihinin seyrini değiştirecek bilgileri siz okurlarımla paylaşmak istiyorum;

Niğde tarihinde, Kapadokya bölgesine yerleşen Hıristiyan Türkler, kendilerini düşmandan koruyacak yer altı şehirlerini kurmak zorunda kalmışlardır. Buralarda ibadet için kiliseler inşa etmişler. Buna göre Kapadokya’da bulunan mağara evler, yer altı şehirleri ve kiliseler, Niğde merkez kasaba ve köylerde bulunan kilise ve manastırların birçoğu, (Gümüşler Manastırı hariç) Hıristiyan Türklere aittir.

Niğde Sungur Bey Camisinin hemen yanında büyükçe bir kilise yer almaktadır. Bu kiliseye giden halk ile camiye giden cemaat yan yana yıllarca yaşamışlar, aralarında hiçbir zaman etnik ve dini bir sorun çıkmamıştır. Çünkü her iki cemaat mensubu da kendilerinin Türk olduklarının farkındaydılar. Hıristiyanlık ve Müslümanlık bir dindir, Türk ve Rum ise bir milletin adıdır.

Ne yazık ki, Cumhuriyetin ilanı ile birlikte 1923 yılında Lazan Mübadele antlaşması gereği zorunlu göç olayı gündeme gelmiştir. 1.250.000 bin kişi Türkiye’den Yunanistan’a, Yunanistan’dan da Türkiye’ye 200 bin kişi zorunlu olarak göç ettirilmiştir.

Türkiye’den Yunanistan’a Rum diye gönderilenler, Türkçeden başka dil bilmeyen, Ortodoks Hıristiyan Gagavuz ve Karamanlı Türkleridir. Yunanistan’dan Anadolu’ya getirilen arasında Müslüman Türklerin yanı sıra Bulgarca konuşan Pomaklar, Romanca konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Arnavutlar yer almaktadır.

Niğde, Nevşehir, Kayseri, Konya, Ankara bölgesi yoğun bir şekilde Hıristiyan Karamanlı Türklerin yerleşim yerleridir ve bu insanlar Rum’dur diye Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Hıristiyan olan bu Türkler Yunanlılar tarafından sırf Türk oldukları için horlanmışlar.

Hıristiyan Türklerin üzülerek yaktıkları bir ağıt onları bütün yönleriyle anlatmaya yetiyor:

"Gerçi Rum isek de Rumca bilmez Türkçe söyleriz

Ne Türkçe yazar okuruz, ne de Rumca söyleriz

Öyle bir mahludi haddi tarikatımız vardır

Hurufumuz (harflerimiz) Yunanice, Türkçe meram eyleriz” diyorlar

Hıristiyan Türklerin zorunlu göçüne ilişkin Atatürk'ün üzüntüsünü Hamdullah Suphi Tanrıöver anılarında anlatırken; (Mahmut R. Kösemihal), "Biz Anadolu'nun bir miktar Hıristiyan Türk'ü ile Hıristiyan Elen'ini ayıran farkları incelemeye vakit bulamadan, mübadelede bir miktar Türk unsurunu Yunanistan'a göçtürdük." değerlendirmesinde bulunuyor.

Celal Bayar bir gün Hamdullah Suphi'ye, "Bilir misin Hamdullah, Atatürk'ün son yıllarda en büyük üzüntüsü ne idi?" diye sorar. Hamdullah Suphi bilmediğini söyleyince, cevabı kendisi verir:

"Anadolu'dan binlerce Hıristiyan Türk'ü göndermiş olmasıydı. Paşam yapmayın, yollamayın, bunlar özbeöz Türk’tür dedim. Kendisine kitaplar gönderdim, fakat dinlemedi."

Yunanistan'a gönderilen Türk Hıristiyanlar Türkiye'de Rum olarak adlandırılıp mübadeleye tabi tutulurken, Yunanistan'da da "TurkoSporos-Türk tohumu" diye aşağılanarak Yunanlı olarak kabul edilmediler. Gittikleri Batı Trakya'da, biraz da Anadolu'yu hatırlamak için olsa gerek, "Karaman" adını verdikleri bir yerleşim birimi kurdular. 

Yunanistan'da Batı Trakya Türklerinden daha fazla horlanan ve ayrıma tabi tutulan Türk Ortodoks Hıristiyanların birçoğunun daha sonra Avrupa'nın çeşitli ülkelerine dağıldığı biliniyor.

Bu konuda Niğde Tarihini ve gerçeklerini şekillendirmek üzere yeniden çeşitli kaynaklara başvurmak suretiyle araştırmalar yapılması gerekmektedir.


TÜRK’ÜN SİNSİ DÜŞMANI SİYONİZMDİR


İran’ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani İsrail’e karşı sert davranışlarıyla tanınan bir askerdi. Yahudiler onun varlığından oldukça rahatsızdı. Pentagon, ABD Başkanı Donald Trump'ın talimatı ile İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin Bağdat yakınlarında öldürüldüğünü açıkladı.

ABD Başkanı Donald Trump tutarsız, dengesiz bir liderdi. Çünkü Amerikan Senatosu ve Pentagon, silah Baronları Yahudi lobilerinin tekelinde ve Ortadoğu’nun kan gölüne dönüşmesinin kararını da onlar veriyordu.

 Şimdilerde hedef tahtasına konmak istenen ülke Türkiye'dir. Daha önce biz bunun acı reçetesini fazlasıyla yaşadık. 

Yakın tarihimizde Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'in Sultan Abdülhamid’e karşı yaptığı ihanetleri biliyoruz. Komünizmin babası Alman asıllı Karl Marx, Rusya’da Komünizmin kurucu lideri Lenin’in Yahudi asıllı olduğunu bilmeyen yoktur. 

Bu açıdan bakıldığında ABD, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere devletlerinin karar vericileri Mason localarının emrindedir.

Osmanlı İmparatorluğunun ihtişamlı, görkemli saltanatı son dönemlerinde, yöneticilerin yanlış uygulamalarıyla ağır ağır çökme noktasına gelmiştir. 

Halbuki Yavuz Sultan Selim Han bir gün paşalarını toplayıp, duvardaki dünya haritasını göstererek; “Heyhat! Şu dünya bir Sultan’ın yönetimine fazla, ikiye de çok azdır” diyordu.

Uçsuz bucaksız Osmanlı İmparatorluğu şimdi lime lime parçalanıyordu. Tanzimat’ın getirdiği yarım yamalak hürriyetle, asırlarca devam eden Türk töresi yok ediliyordu.

Bu gün Ortadoğu’da güçlü bir Türk devletinin varlığı Yahudi Baronlarını rahatsız etmiş, gizli istihbarat örgütleri marifetiyle bu konuda radikal kararlara imza atmışlardır.

Örneğin, ülkemizde halkı sınıf ve zümrelere ayırma,  İnanç sistemini istismar etme, Sanayii’nin ziraatı ezmesi, hizmete liyakatsiz insanları getirilme, iktisadi krizle yoksulluğu körükleme çabaları Siyonizm’in sinsi planları olmuştur.

Kanuni Sultan Süleyman’ın kapitülasyonuyla Avrupa’ya verilen taviz, Sultan Mahmut’un koltuğunu koruma pahasına ilan ettiği Tanzimat Fermanı İmparatorluğun sonunu getirmiştir.

Böylece altı yüz yıllık çınar ağacının özüne kurt düşmüştür. Bundan sonraki dönemlerde de bu çöküntü devam ede gelmiştir. Milli Şair Mehmet Akif Ersoy;

“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak,

Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak.” Diyor.

Böylece Türk milleti, töresini ve geleneğini terk etmenin bedelini ağır ödemiştir. Anadolu Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve İngilizler tarafından işgal edilmiş. Netice olarak Misak-ı Milli sınırları içinde kalan yerler İstiklal Savaşı ile korunabilmiştir.

Bu gün Osmanlı İmparatorluğun enkazları üzerinde tam otuz beş devlet kurulmuştur. Ülkemizi sinsi planlardan kurtaran, bu cennet vatanı bize armağan edenleri minnet ve şükranla yad ediyoruz. 


Düşman yine aynı düşman. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Anadolu’yu Ortadoğu bataklığına çekmek isteyenlerin niyetleri ortadadır. Bu tuzağa asla düşmemeliyiz. Bilinmelidir ki, Türk İslam aleminin en sinsi düşmanı İsrail ve Yahudi lobileridir..

Yazının Devamı

TÜRKLER GELENEK VE GÖRENEKLERİNE BAĞLILIĞI İLE TANINIRDI

Türkler mukaddes inancın güvencesi, bu konuda engel tanımaz bir ummandır. Doğudan Batıya, güneyden kuzeye yayılan Ulustur.

 Türk Allah’ın Resulünün övdüğü, sevdiği, “Allah’ın kınından sıyrılmış kaza kılıcıdır. Hakk’ın batıla üstün gelen hıncıdır.“

Hakan Kültigin, 1100 küsur yıl önce;  “Açları doyurdum, çıplakları giydirdim, darı bol ettim”  diyordu.

Çin kaynakları “Doğu Türkistan’da sefalete rastlanmazdı ” dediği Türkler gelenek ve göreneklerine bağlılığı ile tanınırdı.

 Daha sonra Batıya doğru akın yapıp, Anadolu’ya Türk yurdu ve yaylağı yaptılar. Yüz binlerce çadır halinde, sayısız Türkmen aşireti, önceden gidip Anadolu’yu Türkleştirdi.

Türk olmakla, Türkçü olmak aynı şey değildir. Türkleri tanımadan onlar hakkında karar vermek de yanlıştır. Müslüman Türk yöneticilerin özelliğini, büyük bilgin Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de şöyle ifade eder:

 “Yüce yaratıcı, dünyayı yönetenlerin, üstün vasıflı olmalarını diler. Onun için bütün Türk hakanları güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar dünyayı yönetme ülküsüyle cihan hâkimiyeti kurmalıdır." Diyor.

   Türkler Abbasiler döneminde Arap merkezlerinde sürekli gelmeye devam ettiler. Zamanla Türk azınlığı çoğunluğu konumuna geldi. Devlet yönetiminde söz sahibi oldular. Halifelere baskı yapıp istediklerini alma ve dilediklerini yaptırma konusunda etkiliydiler. 

Devlet ve hükümet işlerini çoğunlukla Türkler yönetiyordu. Halife azletme, uzaklaştırma, Halife ilan etme, dilediklerini devlet kadrosuna getirme konusu Türkler ’in elindeydi. 

Abbasi halifesi Mansur, Türkleri yüce makamlara getiren ilk devlet adamıdır. (754- 775).

Hicabet makamına (Başbakan Müsteşarlığı) Hammad adında bir Türk’ü getirdi. Daha sonra sırasıyla Mehdi ve Mübarek isimli Türkler ile bu gelenek devam etti.

Halife Memun’un annesi bir Türk’tü. Türk asilzadelerinden Tolon’u, Kavus ve oğlu Afşin’i asla yanından ayırmazdı. Türklerden bir “Hassa” ordusu kurdu. 

Halife Memun’dan sonra gelen Mutasım dönemi (833- 842) Türkler ’in altın yılıydı. Bu dönemde Arap ordusu tamamen revize edildi.

 Türkler ’den yeni bir ordu kuruldu. İlk zamanlar sekiz, on iki bin arasında iken, zamanla sayısı artırıldı. Arap yazarı Hamavi bunların yetmiş bin, daha sonra seksen bin yirmi dört kişi olduklarını kaydeder.

İşte buraya kadar açıklamaya gayret ettiğimiz Türk ırkı, kendi içinde tutarlı olduğu zaman neler yapabileceğini gösterme bakımından çok önemlidir.

Türkler, İslam ülkelerine kurtarıcı olarak beklenen, Fatihler ordusu olarak girecektir. İslam’ın bayrağını Araplardan Selçuklular devralacak, daha sonra da büyük cihan hâkimiyetini kuran Osmanlı Türkleri bu bayrağı yücelteceklerdir.

B. Lewis bu konuyu şöyle ifade eder;  “Osmanlı Türklerine gelince, onlar cihan imparatorluğu kurdular. İslam’ın doğduğu yerleri de İmparatorluğunun eyaleti konumuna getirdiler.” demektedir.


Sultan Tuğrul Bey Türkmenleri İmparatorluk çatısı altında topladı. On yıldan fazla sürecek olan Anadolu’nun fethi konusu üzerinde çalışmalar yaptı, planlar hazırladı. 

Yazının Devamı

ULUKIŞLA VAKIF ESERLERİ

Türk Tarih Kurumu ve Sütçü İmam Üniversitesinin işbirliği İle Ulukışla’daki Vakıf ve tarihi eserlerinin araştırmasını yapan Sanat Tarihi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Özkarcı’nın verdiği bilgiye göre:

Ulukışla ilçe genelinde Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait 4 cami, 1 türbe, 1 han, 3 köprü, 11 çeşmenin tespit edildiğini. Ulukışla “Mehmet Paşa Külliyesi” dışında hiçbir eser’in incelenip gün yüzüne çıkarılmadığı ifade edilmektedir “

SADRAZAM MEHMET PAŞA KÜLLİYESİ

Ulukışla tarih boyunca birçok medeniyetlere yerleşim merkezi olarak ev sahipliği yapmıştır Özellikle ilçeye adını veren Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı, önemli bir Osmanlı yapıtı olarak dikkat çekmektedir

Külliye, Ankara– Adana Karayolu üzerinde yer alan Ulukışla İlçe Merkezinde Paşa Hanı, Kışla, Ulukışla Kervansarayı gibi isimlerle anılmaktadır. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu yöreden “Ulukışlak” adı ile söz etmektedir. 

Külliyeyi C.Orhunlu anlatırken;“Ulukışla–Ereğli arasında bulunan Çavuşlar köyü, tehlikeli ve önemli geçit noktasında olduğu için burada bir han, Cami inşa edildiği gibi, dışarıdan başıboş insanlar getirilip yerleştirilerek emin bir hale getirildi. Buraya aynı zamanda konargöçer zümreye mensup olan Bozulus’un İl’Eminli oymağı da yerleştirilmişti. Bu gibi büyük mamure ve tesislerin inşasında boş bir araziyi şenlendirmek olduğu kadar topraksız ve evsiz insanlara ekecek toprak ve yurt sahibi yapmak düşüncesi de rol oynuyordu.” Demektedir.

HAN, KERVANSARAY


10 bin m2 üzerine kurulan kervansaray kesme taştan yapılmıştır. Duvarlarda tuğla sıraları ile frizler meydana getirilmiştir. Dikdörtgen planlı kervansarayın içerisini yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış payeler yer almaktadır. Hanın üzeri içten tonoz, dıştan düz toprak bir damla örtülüdür. Yuvarlak kemerli bir kapı ile dikdörtgen avluya girilmektedir. Burada revakların arkasında odalar sıralanmıştır. Odaların içerisinde ocak ve dolap nişlerine yer verilmiştir. Girişin karşısında yuvarlak kemerli bir eyvan, iki yan kenarda da giriş kapısı bulunmaktadır.


Alman mareşali Moltke; 1838 yılında Ulukışla’yı ziyareti sırasında, buradaki tarihi hanla ilgili verdiği bilgide; “Bu han Osmanlı İmparatorluğunun en güzel hanıdır. Bu handa bir süvari alayı rahatlıkla barınabilir. Hanın camisi ve hamamı gayet güzeldir. Ticaret kervanlarının en rahat ettiği bir mekândır. Birde Çiftehan’ın güzelliklerini görmek gerekir” diye gözlemlerini anılarında dile getirmiştir.[1]


KIŞLA CAMİİ

Kışla camii,1960 yılına kadar beden duvarları ile mihrabın üst kısmı ayakta bulunuyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü 1969–1970 ve 1977 yıllarında camii yeniden onarmıştır. Bu Cami kesme taştan 12.20x14.00 m. ölçüsünde kareye yakın dikdörtgen planlıdır. İbadet mekânının üzeri pandantifli, kasnaklı bir kubbe ile betonarme olarak örtülmüştür. İçten sıvalı olan kubbe dıştan da kurşun kaplıdır. Ön kısmında üzeri kubbelerle örtülü üç bölümlü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. 

Caminin doğu, batı ve güney dış cephe duvarları ile mihrap arkası 0.50 m. kalınlığında payandalarla desteklenmiştir. Duvarlar zemine Yakın kesimden itibaren merdiven şeklinde kademelendirilmiştir. Caminin yanında taş kaide üzerinde, yuvarlak gövdeli, tek şerefeli minaresi bulunmaktadır.


Kışla Camisinin harabelikten kurtarılması konusunda, Aslen Ulukışlalı olan ve bir dönem Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da yapan Nuri KODAMANOĞLU, yaptığı hizmeti anlatırken;


“Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olduğum zamanlarda, Müzeler ve Eski Eserler Genel Müdürlüğünde görevli Mimar Saim Bey’e, bu caminin relieferini (ilk halinin resmini, aslının projesini) yapmasını rica ettim. Lütfen kabul etti. Kendisi, eski Osmanlı eserleri üzerinde uzmanlaşmış çok değerli bir mimarımızdı. Cami bugünkü haline onun yardımıyla geldi. Mimar Saim Bey’in rölyeflerini yapmış olması, caminin tarihi değerine yeni bir tarihi değer katmaktadır” demektedir… DEVAM EDECEK 





[1] Hemuth Von Mol tke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Çev: Hayrullah Örs, İstanbul, 1999, S.271.

Yazının Devamı

ANADOLU'DA İLK MECLİS'İN AÇILIŞI

İstanbul, İngiliz ve müttefik devletlerce işgal edilmiştir. Orada bulunan son Mebuslar, Mustafa Kemal Paşa'nın çağrısı üzerine gizlice Ankara'ya gelmişler. Cuma namazı topluca  Hacıbayram Camii'nde kılındıktan sonra dualarla Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır.

Toplantı salonu sağdan soldan getirilen, kırık dökük bazı malzemeler ile donatılmıştır. Meclisteki Vekiller aksakallı hocalar, üniformalı genç subaylar; aşiret beyleri, kalpaklı gençler, Vatan savunmasında gönül birliği yapmışlardır. Meclis'te En yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey, 23 Nisan 1920 Cuma günü saat 14.00'te kısa bir konuşma ile oturumu açmıştır;

''Saygıdeğer dinleyiciler!

İstanbul, yabancı güçler tarafından işgal edilmiştir. Hükümet merkezi esaret altındadır. Bu duruma baş eğmek, düşmana karşı esareti kabul etmektir. Bu yüce Meclis'in en yaşlı üyesi olarak Türkiye  Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum. Kutsal saydığımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Padişahı Altıncı Sultan Mehmet Han, yabancı boyunduruğu altındadır. Ülkenin bu beladan kurtarılması için Yüce Allah’tan yardım dilerim.''

Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan 1920 Cumartesi günü yapılan ikinci toplantıda, Meclise hitaben: ''Hilafet ve saltanat makamı işgalden kurtarıldıktan sonra, padişahımız ve Halife Efendimiz, kendisini Yüce Meclisinizin hazırlayacağı kanun ve kurallar gereğince hizmetini devam ettirir.'' dedi ve ardından da mecliste komisyon çalışmalarına başlandı.

Birinci komisyona, Edirne Milletvekili Albay İsmet (İnönü), Konya Milletvekili Refik (Koraltan), Konya Milletvekili Abdülhalim Çelebi,

İkinci komisyonda ise, Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, Eskişehir Milletvekili Eyüp Sabri, Kayseri Milletvekili Sabit ve Kırşehir Milletvekili Hakkı Behiç Beyler, oy birliği ile seçilmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa; ''Ben bu milletin bir memuruyum'' diyerek halkın emrinde olduğunu söylemiştir.

Komisyonların kurulması işi bittikten sonra geçici başkan Şerif Bey, ertesi sabah saat 10.00'da toplanılmak üzere oturuma son vermiştir.

İkinci Oturum Ve Mustafa Kemal Paşa’nın Önergesi 24 Nisan 1920 Cumartesi günü sabah saat 10.00'da yeniden toplanan Mecliste, Mustafa Kemal Paşa, öğleden önce ve sonra, birisi gizli, beş oturumda ayrıntılı açıklamalarda bulundu ve; 

''Benim için dünyada en büyük mükâfat, milletin en ufak bir takdir ve iltifatıdır. Yüce Meclisi teşkil eden değerli üyelerin görüşlerini, bütün milletin arzu ve istekleri gibi telakki ederim. Binaenaleyh, bu dakikada hissettiğim büyük mutluluğumu tarif edemem. Dedi ve Meclis genel kuruluna ayrıntılı bir önerge sundu. Bu önerge üzerine Kırşehir Milletvekili Hoca Müfit Efendi, şöyle konuştu:

''Efendiler! 16 Mart 1920 tarihinden itibaren, ülkenin bütün maddi ve manevi sorumluluğunu Heyeti Temsiliye adını taşıyan kurul üstlenmiştir. Bu sorumluluk çok ağırdır. Millet bizi bunun için gönderdi.'' Dedi.

24 Nisan Cumartesi öğleden sonra Meclis başkanlık divanı seçimleri yapıldı ve Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Milet Meclisi'ne birinci başkan, Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey de ikinci başkan seçildi. Mustafa Kemal Paşa Meclis'e şu tarihi konuşmayı yaptı: 

Efendiler!

“Ülkenin bütünlüğü ve kurtuluşu için her türlü sıkıntıya katlanmak zorundayız. Yüksek Meclisinizin başkanlığına seçerek hakkımda gösterilen güvene teşekkür ve minnetimi sunarım. Bu milli birliğin bana yüklediği sorumluluk, biliyorsunuz ki pek ağırdır. İçinde yaşadığımız yükün altından, ancak meclisin ve Yüce Allah'ın yardımı ve desteği ile çıkacağız. İnşallah cihan padişahı olan Efendimiz de sağlık ve esenliğe kavuşmalı'' (Şiddetli alkışlar)

 Türkiye'nin her yanından gelen mutasarrıf (Vali), kaymakam, belediye başkanı, birçok ileri gelenleri, askeri birlik komutanların gönderdiği kutlama telgrafları Meclis kürsüsünden okunmuştur.

Yazının Devamı

İŞGAL DÖNEMİNDE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ÇALIŞMALARI

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin nasıl kurulduğunu, hangi şartlar altında milli bağımsızlığımızı elde ettiğimizi unutanlara hatırlatma adına, Osmanlıca olarak kaleme alınan ve o dönemin önemli kararlarından bazı bölümleri özet olarak sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Umarım ki, bu günlerde milli birliğimizi ve beraberliğimizi sıkıntıya sokan, piyasaları, ekonomiyi altüst eden, halkın tedirginliğini dikkate almayan tüm taraflara, ortalığı alevlendiren bazı basın yayın kuruluşlarına uyarı niteliğinde olur diye düşünüyor ve bütün bu gelişmelerden ders alınmasını diliyorum.

Mustafa Kemal Paşa işgal dönemlerinde İstanbul’dan ayrılan Millet Vekillerini 23 Nisan 1336 tarihinde cumartesi günü. Ankara’da gizli bir oturum için çağırmıştır. Burada ülkenin içinde bulunduğu vahim durumu görüşmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa burada söz alarak;

“Efendiler! Düşüncelerimi geniş bir şekilde nasıl uygulayacağımız konusunda sizlere bilgi sunmak istiyorum. İşgalin başlangıcından bu yana içten ve dıştan gösterdiğimiz çabalar bir netice vermemiştir. Bütün gayemiz Anadolu’da bulunan Milli sınırlarımız içinde çalışmak olduğunu ifade etmek isterim. 

Milletimizin kurtuluşu, huzur ve mutluluğu da buna bağlıdır. Turan izim politikasını kendi ordumuzla takip etmek zorundayız.

 Hudutlarımızın dışında dağınık bir vaziyette zayıf düşmekten kaçındık. Ecnebilerin en çok korktukları, fevkalade endişe duydukları İslam siyasetinin açıkça ifadesinden mümkün olduğu kadar uzak kalmağa gayret ettik. Fakat maddi ve manevi baskılar karşısında bütün Hıristiyan âlemi. Bize karşı en ağır silahlarla savaşa girmesi, hudutlarımızın dışında kalan toprakların korunmasının sıkıntıları da ortadadır. Kurtuluş için başvurduğumuz dünya İslam ülkeleridir.

 İslam ülkeleri bizin devletimizin istiklaliyle manevi olarak bize destek verdiklerini biliyoruz.

Düşmanların maddi kuvvetleri karşısında bir de manevi kuvvetlerinin olduğunu zaten kabul ediyoruz Bununla birlikte önce hudutlarımıza giren düşmanlarımızla temasta bulunmak zorundayız. Daha sonra da Doğu Kafkasya, Batı Trakya Müslümanlarıyla ayrı ayrı görüşmelerimiz oldu. 

Suriye Irak ve Arabistan halkı 1914 tarihinden önce aynı sınırlar içinde olduğumuz dönemlerde, Osmanlı devletinin bir parçası iken, bağımsız olmak istiyorlardı. Bu emellerine kavuşmak için Fransızlar ve İngilizlerle iş birliği yaptılar,.onların eteklerine sarıldılar 

Fakat Umumi harp sonucunu gördükten sonra İngiliz ve Fransızların niyetleri ortaya çıktı. Onların Müslüman halka yaptığı eziyetleri görünce ne büyük bir hata yaptıklarını anladılar. Geri dönüşü zor bir yola girdiler. Kendileri içinde bir kısım halk bağımsız olmayı ve yine bir şekilde Osmanlı idaresi altında kalmayı tercih ettiler. 

Halifeye karşı bağlı olanlar hepimiz gibi kutsal bir görev telakki ediliyordu. Bazıları da “bizim bağımsızlığa ihtiyacımız yoktur” dediler. 

Bizim Suriye ile İslami gaye ile temaslarımız başlayınca, Emir Faysal özel elçilerini bize gönderdi. Ecnebilerin Suriye’nin esaret altında kalacağını, çıkarlarına zarar verdiğini anlamış olmalılar ki, bize yönelme ihtiyacını duydular.


 Bizim cevabımız; insan kaynaklarımız, umumi çıkarlarımızı hudutlarımızın dışında kullanmayı istemeyiz. Bizimle ittifak etmek isterseniz bütün İslam âleminin maddi ve manevi yardımlarını memnuniyetle karşılarız. Biz kendi sınırlarımız içinde bağımsızlığımızı sağlayacağız.

 Suriye’nin de bu şartlar içinde yanımızda olmasını isteriz. Federatif yada Konfederatif bir birleşme de olabilir. Halkın isteği de bu doğrultudadır. Emir Faysal buna yanaşmak istemedi. Fransızların Suriye’yi bağımsız devlet yapmayacağını da biliyorlardı. 

Emir faysal halkın isteğine karşı gelemeyeceğini anlayınca; “Ancak bizim yaşamak için paramız yok, dış baskılara dayanmamız için Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları ülkemizden kovarız” dediler.

 Biz bunu samimi bulmadık. Siyaseten yapılan bu isteğe biz de siyasi olarak cevap verdik. Suriye halkı bizimle birleşmek istiyor, Emir Faysal tam tersini düşünüyordu. Oradaki bu davranış, bizi manen ve maddeten zayıflatmıştı.  DEVAM EDECEK 


Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans