yandex
Niğde tarihini yeniden yazmak gerekir | İdris YAVUZ | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    38,8135
    %-0,09
  • EURO
    44,1180
    %0,26
  • G. Altın
    4.172,95
    %0,74
  • Ç. Altın
    6.662,82
    %0,00
  • BIST
    9.494
    0
  • BITCOIN
    110,544.215
    0.62
  • ETHEREUM
    2,594.552
    0.81
  • DOLAR
    38,8135
    %-0,09
  • EURO
    44,1180
    %0,26
  • G. Altın
    4.172,95
    %0,74
  • Ç. Altın
    6.662,82
    %0,00
  • BIST
    9.494
    0
  • BITCOIN
    110,544.215
    0.62
  • ETHEREUM
    2,594.552
    0.81
İdris YAVUZ

Niğde tarihini yeniden yazmak gerekir

: 06-02-2025

Bu yazımı sonuna kadar okunduğunda ne demek istediğim net olarak anlaşılmış olacaksınız. Çünkü Kapaddokya ve Ihlara vadisinde bulunan Kiliseler, yer altı şehirler ve tarihi kalıntıların (Gümüşler Manastırı hariç) Türklere ait olduğunu göreceksiniz.

Niğde, İç Anadolu bölgesinde bulunan ve birçok medeniyetlere ev sahipliği yapmış, önemli bir yerleşim merkezidir. Niğde Müzesi'nde bulunan neolitik döneme ait, Âşıklı Höyük kazılarında ele geçen çanak-çömlek buluntulardan buranın en eski yerleşim yeri olduğunu ortaya koymaktadır. 

Niğde merkezinde, Kayaardı Tepesi ve Köşk Höyük'te bulunan neolitik ve kalkolitik dönemine ait tarihi eserler,  orta tunç çağlarından bu yana Niğde’nin eski bir yerleşim yeri olarak devam ede geldiğini göstermektedir.

Niğde, Hititler döneminden itibaren kendi adı ile değil de, bu günkü Kemerhisar'ın eski adı olan Tyana olarak anılmaktadır. Geç Hitit döneminde Niğde; Kayseri ve Ürgüp, Tabal Krallığına bağlıdır. İlk defa Niğde ismi bu dönemde ifade edildiği görülmüştür. Asur kaynaklarında, III. Salmanasar zamanında Tabal'da 24 adet küçük krallığın olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan biride Nahita (Nekite) kralı Saruvanas'ın ismi Hitit hiyeroglif kitabelerinde yazılıdır.

Kemerhisar'da bulunan Frig kitabesi, buranın önemli bir yerleşim yeri olduğunu işaret etmektedir. Bundan sonra Niğde sırasıyla Kimmerlerin, Perslerin ve Kapadokya Krallığı'nın egemenliği altına girmiştir.

Niğde, Romalılar döneminde Tyana, daha sonra da Ösebya olarak anılmıştır. Roma İmparatorluğu; Doğu ve Batı şeklinde ikiye bölündüğü zaman Niğde; Doğu Bizans İmparatorluğu içinde yerini almıştır. Yedi asır boyunca Doğu Roma egemenliğinde kalan Niğde, Sasani ve Arap istilasına da maruz kalmıştır. 

Sürekli savaş alanı içinde kalan, huzursuz olan yöre insanları bölgeyi terk edip batıya göç etmişler. Bizanslılar, Kapadokya ve Kilikya’da boşalan bu yerlere Türkleri iskân etmişlerdir. Buralara getirilen Bulgar Türkleri Anadolu’ya Sultan Alpaslan'ın gelişinden beş buçuk asır önce yerleşmiştir. 

Bizans Devleti altıncı yüzyılda Türkleri Hıristiyanlaştırmaya başlamıştır. Bu dini, siyasi olaylar içinde Türklerin kendilerini Rum kültürüyle erimiştir. Doğu Anadolu da birçok Türk uyruğu da Ermenileşecektir.

Selçuklular Anadolu’ya girdiklerinde Hıristiyan olmuş Türklerin burada yerleştiklerini görmüşlerdir. Kaynaklar Niğde-Tarsus arasında bulunan Bulgar Dağında yaşayan, Bulgar Türk kavminden bahsetmektedir.

Türklerin Niğde'ye ilk akınları Melikşah zamanında olmuştur. Niğde ve çevresi Danişment Gazi ve oğlu Emir Gazi tarafından fethedilmiş ve kendilerine” ikta” olarak verilmiştir. M.S. l175'de II. Kılıçaslan Niğde bölgesini tamamen Selçuklu Sultanlığına bağlamıştır .

1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra da Niğde bölgesi İlhanlıların egemenliğine girmiş, 1366 yılında Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey, Niğde ve havalisini Karamanoğlu Beyliği topraklarına katmıştır.  Niğde, 1470 yılında, Osmanlı Devleti sınırları içinde yerini almış ve Karaman Eyaleti'ne dâhil edilmiş, 1518 yılı Karaman Eyaleti Mufassal Defteri kayıtlarına göre Niğde bu eyaletin sancağı olmuştur.

Niğde Sancağı'nın etnik yapısını Müslüman Türkler, Ortodoks Türkler ve çok az sayıda Ortodoks Rumlar ile Ermeniler oluşturmaktaydı..Ortodokslar’ın bir kısmı madenci diğerleri yerlidir. Madenciler Trabzondan gelmişler, Bolkar Dağı ve Bereketli maden ocaklarında amelelik yapmışlardır. Maden Nahiyesi'nde, Suluca ova’daEyneli'de ve Ulukışla Kazası’nın Kavuklu, Ovacık, Eminlik köylerinde ikamet etmişler, 

Yerli Ortodokslar öteden beri Niğde de meskûn olanlardır. Bunların dilleri genellikle Türkçedir. 50 yaşından yukarı olan kadınların arasında Rumca bilen yok gibidir. Dolayısıyla Türkler, İslamiyet'ten ve İslam'ın buralara yayılmasından evvel Hıristiyan olup bu bölgeye gelip yerleşmişler. 

Yunanistan eskiden beri uyguladığı Bizans oyunlarını sergilemek suretiyle Anadolu'da yaşayan Ortodokslar üzerinde baskılar kurmaya devam etmiştir.  Bu amaçla papazlarını, doktorlarını ve öğretmenlerini Anadolu'ya göndermek suretiyle kışkirtmişlar. Aslında Niğde'de yaşayan Ermeni ve aslen Rum olanın sayısı fazla değildi

Yukardan beri, çeşitli belge ve kaynaklardan alarak anlatmaya çalıştığım Niğde tarihinin seyrini değiştirecek bilgileri siz okurlarımla paylaşmak istiyorum;

Niğde tarihinde, Kapadokya bölgesine yerleşen Hıristiyan Türkler, kendilerini düşmandan koruyacak yer altı şehirlerini kurmak zorunda kalmışlardır. Buralarda ibadet için kiliseler inşa etmişler. Buna göre Kapadokya’da bulunan mağara evler, yer altı şehirleri ve kiliseler, Niğde merkez kasaba ve köylerde bulunan kilise ve manastırların birçoğu, (Gümüşler Manastırı hariç) Hıristiyan Türklere aittir.

Niğde Sungur Bey Camisinin hemen yanında büyükçe bir kilise yer almaktadır. Bu kiliseye giden halk ile camiye giden cemaat yan yana yıllarca yaşamışlar, aralarında hiçbir zaman etnik ve dini bir sorun çıkmamıştır. Çünkü her iki cemaat mensubu da kendilerinin Türk olduklarının farkındaydılar. Hıristiyanlık ve Müslümanlık bir dindir, Türk ve Rum ise bir milletin adıdır.

Ne yazık ki, Cumhuriyetin ilanı ile birlikte 1923 yılında Lazan Mübadele antlaşması gereği zorunlu göç olayı gündeme gelmiştir. 1.250.000 bin kişi Türkiye’den Yunanistan’a, Yunanistan’dan da Türkiye’ye 200 bin kişi zorunlu olarak göç ettirilmiştir.

Türkiye’den Yunanistan’a Rum diye gönderilenler, Türkçeden başka dil bilmeyen, Ortodoks Hıristiyan Gagavuz ve Karamanlı Türkleridir. Yunanistan’dan Anadolu’ya getirilen arasında Müslüman Türklerin yanı sıra Bulgarca konuşan Pomaklar, Romanca konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Arnavutlar yer almaktadır.

Niğde, Nevşehir, Kayseri, Konya, Ankara bölgesi yoğun bir şekilde Hıristiyan Karamanlı Türklerin yerleşim yerleridir ve bu insanlar Rum’dur diye Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Hıristiyan olan bu Türkler Yunanlılar tarafından sırf Türk oldukları için horlanmışlar.

Hıristiyan Türklerin üzülerek yaktıkları bir ağıt onları bütün yönleriyle anlatmaya yetiyor:

"Gerçi Rum isek de Rumca bilmez Türkçe söyleriz

Ne Türkçe yazar okuruz, ne de Rumca söyleriz

Öyle bir mahludi haddi tarikatımız vardır

Hurufumuz (harflerimiz) Yunanice, Türkçe meram eyleriz” diyorlar

Hıristiyan Türklerin zorunlu göçüne ilişkin Atatürk'ün üzüntüsünü Hamdullah Suphi Tanrıöver anılarında anlatırken; (Mahmut R. Kösemihal), "Biz Anadolu'nun bir miktar Hıristiyan Türk'ü ile Hıristiyan Elen'ini ayıran farkları incelemeye vakit bulamadan, mübadelede bir miktar Türk unsurunu Yunanistan'a göçtürdük." değerlendirmesinde bulunuyor.

Celal Bayar bir gün Hamdullah Suphi'ye, "Bilir misin Hamdullah, Atatürk'ün son yıllarda en büyük üzüntüsü ne idi?" diye sorar. Hamdullah Suphi bilmediğini söyleyince, cevabı kendisi verir:

"Anadolu'dan binlerce Hıristiyan Türk'ü göndermiş olmasıydı. Paşam yapmayın, yollamayın, bunlar özbeöz Türk’tür dedim. Kendisine kitaplar gönderdim, fakat dinlemedi."

Yunanistan'a gönderilen Türk Hıristiyanlar Türkiye'de Rum olarak adlandırılıp mübadeleye tabi tutulurken, Yunanistan'da da "TurkoSporos-Türk tohumu" diye aşağılanarak Yunanlı olarak kabul edilmediler. Gittikleri Batı Trakya'da, biraz da Anadolu'yu hatırlamak için olsa gerek, "Karaman" adını verdikleri bir yerleşim birimi kurdular. 

Yunanistan'da Batı Trakya Türklerinden daha fazla horlanan ve ayrıma tabi tutulan Türk Ortodoks Hıristiyanların birçoğunun daha sonra Avrupa'nın çeşitli ülkelerine dağıldığı biliniyor.

Bu konuda Niğde Tarihini ve gerçeklerini şekillendirmek üzere yeniden çeşitli kaynaklara başvurmak suretiyle araştırmalar yapılması gerekmektedir.


“ADALET MÜLKÜN TEMELİ”

Bu sözü en iyi uygulayan Hz. Ömer’den iki güzel hizmet anlayışını sizlerle paylaşmak istiyorum.

En çok hadis rivayet eden Sahabelerden biri olan İbn-i Abbas anlatıyor:

"Soğuk bir kış gecesiydi. Halife Hz. Ömer'in evine gidip onunla konuşmak istedim. Yolda giderken bir karaltı gördüm. Bu Halife Hz. Ömer’di. Merak ettim, gece saatinde niçin dolaştığını sordum. 

Hz. Ömer evlerin kapısının önünde bir müddet duruyor etrafı dinliyor, halkının sıkıntısı olup olmadığını bilmek istiyordu. Bu yüzden geceleri dolaşıyordu.

 Birlikte şehrin dışına çıktık. Yolun sonundaki bir evden, ağlayan çocuk sesleri geliyordu. Selam verip izin isteyerek içeri girdik. Yaşlıca bir kadın ocağın başında ateşin üzerindeki tencereyi karıştırıyor, çocukları susturmaya çalışıyordu. 

Yaşlı kadın evine gelenin Halife olduğunu bilmiyordu,   Hz. Ömer, kadına sordu: "Bu yavrular neden ağlıyor?  Kadın: "İki günden beri açlar." Dedi,

 Hz. Ömer: " Niye yemek vermiyorsun?" diye soracak oldu; hıçkırıklar boğazına düğümlendi: “Şu ateşte kaynayanı yemek mi sandın! Çocukları avutabilmek için tencereye çakıl taşları koydum, karıştırıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bunlar yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerim şehit düştüler. 

Çocuklar aç ve perişanız. " dedi.

Hz. Ömer: " Halifeye neden durumunu anlatmıyorsun?” 

 Kadın " Ömer İnsanların halini neden sormaz. Müslümanların reisi olmayı kolay mı sanıyor!" 

Hz. Ömer'in gözleri yaşardı: "Valide doğru söylüyorsun ama Halifeye gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki." 

Kadın: "Mademki dertlilerin derdini görmeyecekti, neden Halifeliği kabul etti? ”dedi. 

Hz. Ömer bitkin bir sesle "Valide haklısın, sen çocukları avut ben hemen dönerim." Diyerek oradan ayrıldı,  doğruca devlet hazinesine vardı, un çuvalı sırtına aldı, benim elime de yağ kabı tutuşturdu.

 "Ey müminlerin emiri! İzin verin de çuvalı ben sırtıma alayım." Dedim. Hz Ömer: "Hayır,  kadın doğru söyledi.  İdarem altındaki fertleri düşünmek zorundayım." Dicle nehri kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın ve yavruları kimsesiz kalırsa vebali Ömer'in omuzlarındadır. 

Doğruca acuzenin "kadının" evine geldik ve Hz. Ömer pişirdiği yemeği çocuklara yedirdi.

Yaşlı kadın: " Yüce Mevla’m seni Hz. Ömer'in makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın". Dedi. 

"Hz. Ömer, kadına: "Valide,  yarın Halifelik makamına gel; sana yetim maaşı bağlatayım" dedikten sonra dışarı çıktığında sabah ezanı okunuyordu. 

Ertesi gün kadın Halifelik makamına geldi, Hz. Ömer’i görünce şaşkınlıktan dona kalmıştı. 

Hz. Ömer kadına ve şehit yavrularına maaş bağladı. İlk maaşı kadına verdi ve helallik diledi,

.                 

 Bir başka örnekte ise; Peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe (ra), Hz. Ömer hakkında, “Ömer denince adalet, adalet denince Allah hatırlanır” diyor.

Hz. Ömer hacda idi. Adamın biri onun yanına geldi ve feryat ederek ağlamaya başladı. Hz. Ömer adama hitaben

“Ne oldu, niye feryat-ı figan ediyorsun? Eğer borçlu isen, yardım edelim. Bir şeyden korkuyorsan seni koruyalım. Fakat birini öldürdünse, elimizden bir şey gelmez, kısas yapılır. Komşularından memnun değilsen, seni başka bir yere gönderelim” dedi.  Adam bunun üzerine;

 “ Ya Ömer! Ben bazı hatalar yaptım, bir takım suçlar işledim. Valimiz Ebû Musa bana ceza olarak sopa attırdı, saçlarımı kestirdi, yüzümü siyaha boyattı, halk arasında dolaştırdı. Halka;

 “Bu adamla ilişkilerinizi kesin. Diye emretti. 

İnsanlar, artık benim yüzüme bakmaz oldu Şeref ve itibarım ayaklar altına alındı. Bu duruma son derece üzüldüm. Bu arada vâliye karşı öfkem de arttı. Sonra şu üç şeyden birini yapmayı düşündüm:

Ya silahımı alıp Ebû Musa’yı öldürecektim veya sizden beni Şam’a gönderip orada yerleştirmenizi isteyecektim. Yahut da düşman bir ülkeye sığınıp orada dilediğim gibi hür yaşayacaktım. Sonunda  inancım gereği size gelip durumu anlatmaya karar verdim.” Dedi.

Hz. Ömer adamın anlattıklarından çok etkilendi ve “Bu düşündüklerinden hiçbiri hoşuma gitmedi.” dedi. Sonra da vali Ebû Musa’ya şu mektubu yazdı.

“Allah’ın selamı üzerine olsun. Teym kabilesinden falan oğlu falana yaptıklarını öğrendim. Vallahi, bir daha kanunların gerektirdiği ceza ile yetinmez, haddi aşarsan; ben de senin yüzünü boyar, halkın arasında dolaştırırım. Ne demek istediğimi anlarsın. Derhal halka emir ver, o adama iyi davransınlar. Cezasını çektiği suçtan dolayı bir daha onu kınamasınlar.”

Hz. Ömer, bundan ayrı olarak, adama bir binek, 200 dirhem para verdi, memleketine geri gönderdi.

Hz. Ömer bir gün halka:

“ Seçtiğim hayırlı bir insanı size vali tayin eder, sonra ona adaletle hükmetmesini emredersem, halifelik vazifemi lâyıkıyla yerine getirmiş sayılır mıyım?” diye sordu. Halk,

“Evet” diye cevap verdiler. Hz. Ömer ise:

“Hayır, benim vazifem bununla bitmiyor. Tayin ettiğim kimsenin, emrettiğim şeylerle amel edip etmediğini kontrol etmedikçe vazifemi tam olarak yerine getirmiş sayılmam.” dedi.

İste İslam ve işte İslam'ın getirdiği kurallar.

Yazının Devamı

İKİZYÜZLÜ, RİYAKÂR İNSANA GÜVEN DUYULMAZ

Asrımızın en büyük kronik hastalığı riyakârlıktır. Bu millet en çok münafık olan Müslümanlardan, sahte milliyetçilerden, Atatürkçü görünüp ona ihanet eden ikiyüzlü insanlardan zarar görmüştür.

 Özü sözü bir olmayan insanları hiç kimse sevmez. Ama bu riyakârlar ne hikmetse kendilerini değiştirmeyi hiç düşünmezler. Yüzünüze gülen ama arkanızdan konuşan, tuzak kuran bu insanları tespit etmek elbette ki kolay değil…

Ben İnsanım diyebilen kimseler, ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalıdır. Bir konuda söz verip de sonra da sözünden vazgeçenlere güven duyulur mu? 

İnsanın söylemleriyle, eylemleri uyumlu, dürüst ve tutarlı, İçi, dışı, özü sözü bir olmalıdır. Verdiği sözünden çark edenlere toplumda asla itibar edilmez. 

Bütün insanlık için Kuran-ı Kerimde; “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun!”) şeklinde bir çağrı vardır. (Hud, S.A;11/112

 Doğruluk, insan olmanın gereğidir. Doğruluk bütün peygamberlerin ortak sıfatı ve ortak davetleridir. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, yalan ise kötülüğe sürükler. 

Konuşulan söz; kalbin tercümanı, ruhun da aynasıdır. 

Bu nedenle kendisi de bir devlet adamı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz. Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde tutmaz, emanet edilene hainlik eder. Bizi aldatan, bizden değildir” (İbn Hanbel, II, 349. Buhari, Edeb, 69) buyurmuştur.

Bu konuda yazılan bazı özlü sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum;

Abartılı davranmak, bir çeşit yalan söylemek, kandırmaktır. 

Doğruluk, her şeyden önce akıl ve cesaret işidir. 

Gösteriş yapmak (riyadır), bir çeşit yalan ve kandırmadır.

Her türlü yalan, insanda derin bir iz bırakır. 

Hiç kimse, çevresine mavi boncuk dağıtarak dürüst olamaz.

İkiyüzlü adamdan dost olmaz. İkiyüzlü insana asla güvenmeyin.

İkiyüzlüler yalan söyler, düşmanca davranınca edepsiz olur ve emanete ihanet ederler.

İkiyüzlünün dilinde tat, kalbinde fesat gizlidir.

İkiyüzlü insan, yanlış yaptığında yüzü kızarmayan kimsedir. 

Kıvırma ve çarpıtma, bir çeşit yalan söylemektir. (Kandırma girişimidir).

Kurtuluşun yolu, doğruluk, hak ve adalete bağlılıktan geçer.

Söylenmesi gereken bir gerçeği veya doğruyu gizlemek yalandır.

Yalan söyleyenlerin içlerinde hastalık vardır. 

Yalan, en fazla mağduru yıpratır ve yalancıyı da yalama yapar.

Yalancı, kişi çevrenin kendisine olan güvenini yer bitirir. Bu konularda deniyor ki;


Söylemlerine dikkat edin; düşüncelere dönüşür.

Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür.

Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür.

Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür.

Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür,

Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür.

Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.

Bu nedenle yalnız yalandan değil, yalana götürecek her türlü davranıştan da uzak durmak gerekir. Çünkü onların gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri mühürlenmiş riyakâr, ikiyüzlü insanlardır. Onlardan sakınmak gerekir.

Yazının Devamı

DEVENİN KİNİ EŞEĞİN İNADI

Deve içten içe sahibine kızıyordu. Yükü taşıyan, hizmeti yapan, çölde yürüyen, çileye katlanan benim. Beni bir eşeğin arkasına bağlamalarına kızıyorum deyince, eşek içten içe kıs kıs gülüyor ve deveye dönüp “Sana öyle bir oyun edeceğim ki şaşırıp kalacaksın“ diyor. 

Deve; “Bana sen ne yapabilirsin” deyince, eşek; “İlerde göreceksin”  diye cevap veriyor.

 Rampa bir yerde, bir dağın yamacında eşek olduğu yere çökünce, kervancı başı elindeki sopayla eşeğin sırtına gelişigüzel vurur ama eşek bir türlü kalkmaz. Bunun üzerine eşeğin yükünü alır deveye yükler. 

Bunun üzerine eşek zar zor kalkar ve yollarına devam ederler. Bir müddet sonra eşek deveye;

“Sana öyle bir iş yapacağım ki, şaşırıp kalacaksın” deyince, deve; ”Yükünü bana verdiler. Daha ne yapabilirsin? “ deyince, eşek; “ Sen göreceksin “der.

Bir müddet sonra eşek yere birden yatar, sahibi onu sopayla döver, eşek kalkmayınca sırtındaki semeri çıkarır devenin üzerine koyar. Eşeği zorla kaldırırlar.

Yeniden yolculuk başlar. Eşek kıs, kıs güler  “Sana yapacaklarım daha bitmedi. Seni pişman edecek çok güzel bir planım daha var, ona daha çok şaşıracaksın “ deyince, deve; “Yahu! Yapacak ne kaldı. 

Elinden gelen kötülüğün tamamını yaptın, söylediğime, söyleyeceğime pişman ettin. “ sözüne karşılık eşek tekrar alaylı bir şekilde güler ve; “ Esas hazırladığım planı uygulamadım.

Şimdi çok daha fazla şaşıracaksın “ sözüne deve kızar ve; “ Bundan sonra yapacağın ne kaldı ki, bana yapacağın her türlü kötülüğü yaptın “ deyince, eşek;  “ Bak gör öyle bir şey daha yapacağım ki, bir daha benim hakkımda yanlış söz söylemeye tövbe edeceksin” der. 

Bir müddet sonra bir dağın yamacında eşek yere çöktü. Kervan sahibi sopayla eşeğe vurdukça vurdu. Fakat o bu sopaya hiç aldırış etmedi. 

Bunun üzerine eşeği deveye yüklediler.

Deve olanlara kinlendi. Kervan dağ yamacını tırmanırken eşek sağa sola sallanarak, hem gülüyor hem de deveye;  “Görüyorsun ki son planım da tuttu.“ Bu sözlere iyice içerleyen deve dişlerini gıcırdatarak; 

“Bak sana öyle bir iş yaparım ki, yedi sülalene tövbe ettiririm” demesine aldırış etmeyen eşeğe ceza vermenin vaktinin geldiğine karar verir, tam uçurumun kenarından geçerlerken deve birden silkinir, eşek yıldırım hızıyla kayaların arasından feryat ederek yuvarlanır.  Sonrada sesi kesilir. Böylece eşek, eşekliğinin bedelini ağır öder.

Kesinlikle herkes kendi kazdığı kuyuya bir gün kendisinin düşeceğini bilmelidir. Hiç bir suç cezasız kalmaz. Sözüm, devleti dolandıranlara, milleti aldatanlara, tüyü bitmemiş yetim hakkı yiyenlere, vatana ihanet edenleredir.

Bilinmelidir ki,. Herkesin bir hesabı, C. Allah’ın da bir hesabı vardır.

Yazının Devamı

TÜRK’ÜN SİNSİ DÜŞMANI SİYONİZMDİR

İran’ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani İsrail’e karşı sert davranışlarıyla tanınan bir askerdi. Yahudiler onun varlığından oldukça rahatsızdı. Pentagon, ABD Başkanı Donald Trump'ın talimatı ile İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin Bağdat yakınlarında öldürüldüğünü açıkladı.

ABD Başkanı Donald Trump tutarsız, dengesiz bir liderdi. Çünkü Amerikan Senatosu ve Pentagon, silah Baronları Yahudi lobilerinin tekelinde ve Ortadoğu’nun kan gölüne dönüşmesinin kararını da onlar veriyordu.

 Şimdilerde hedef tahtasına konmak istenen ülke Türkiye'dir. Daha önce biz bunun acı reçetesini fazlasıyla yaşadık. 

Yakın tarihimizde Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'in Sultan Abdülhamid’e karşı yaptığı ihanetleri biliyoruz. Komünizmin babası Alman asıllı Karl Marx, Rusya’da Komünizmin kurucu lideri Lenin’in Yahudi asıllı olduğunu bilmeyen yoktur. 

Bu açıdan bakıldığında ABD, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere devletlerinin karar vericileri Mason localarının emrindedir.

Osmanlı İmparatorluğunun ihtişamlı, görkemli saltanatı son dönemlerinde, yöneticilerin yanlış uygulamalarıyla ağır ağır çökme noktasına gelmiştir. 

Halbuki Yavuz Sultan Selim Han bir gün paşalarını toplayıp, duvardaki dünya haritasını göstererek; “Heyhat! Şu dünya bir Sultan’ın yönetimine fazla, ikiye de çok azdır” diyordu.

Uçsuz bucaksız Osmanlı İmparatorluğu şimdi lime lime parçalanıyordu. Tanzimat’ın getirdiği yarım yamalak hürriyetle, asırlarca devam eden Türk töresi yok ediliyordu.

Bu gün Ortadoğu’da güçlü bir Türk devletinin varlığı Yahudi Baronlarını rahatsız etmiş, gizli istihbarat örgütleri marifetiyle bu konuda radikal kararlara imza atmışlardır.

Örneğin, ülkemizde halkı sınıf ve zümrelere ayırma,  İnanç sistemini istismar etme, Sanayii’nin ziraatı ezmesi, hizmete liyakatsiz insanları getirilme, iktisadi krizle yoksulluğu körükleme çabaları Siyonizm’in sinsi planları olmuştur.

Kanuni Sultan Süleyman’ın kapitülasyonuyla Avrupa’ya verilen taviz, Sultan Mahmut’un koltuğunu koruma pahasına ilan ettiği Tanzimat Fermanı İmparatorluğun sonunu getirmiştir.

Böylece altı yüz yıllık çınar ağacının özüne kurt düşmüştür. Bundan sonraki dönemlerde de bu çöküntü devam ede gelmiştir. Milli Şair Mehmet Akif Ersoy;

“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak,

Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak.” Diyor.

Böylece Türk milleti, töresini ve geleneğini terk etmenin bedelini ağır ödemiştir. Anadolu Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve İngilizler tarafından işgal edilmiş. Netice olarak Misak-ı Milli sınırları içinde kalan yerler İstiklal Savaşı ile korunabilmiştir.

Bu gün Osmanlı İmparatorluğun enkazları üzerinde tam otuz beş devlet kurulmuştur. Ülkemizi sinsi planlardan kurtaran, bu cennet vatanı bize armağan edenleri minnet ve şükranla yad ediyoruz. 


Düşman yine aynı düşman. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Anadolu’yu Ortadoğu bataklığına çekmek isteyenlerin niyetleri ortadadır. Bu tuzağa asla düşmemeliyiz. Bilinmelidir ki, Türk İslam aleminin en sinsi düşmanı İsrail ve Yahudi lobileridir..

Yazının Devamı

BİLİM GEÇMİŞLE ÖVÜNMEK DEĞİL, ÖRNEK ALMAKTIR

Dünya tarihinde ülkeler fetheden Türkler, bilim dalında da önemli hizmetlere imza atmıştır. Bir zamanlar Avrupa ülkeleri Papa’nın manevi baskısıyla kültür erezyonuyla çöplüğe dönüştüğünü görüyoruz. 

Halife Memun döneminde (813-888) Bağdat’ta Türk-İslam kültür merkezi kurulmuş, burada Türkler laboratuar çalışmaları yapıp Küfe, Basra, Belh, İsfahan ve Semerkant illerini ilim merkezleri haline getirmiştir.

Türk alimlerinin öğretim üyesi olarak görev yaptığı okullara Avrupa’dan, Asya’dan ve Afrika’dan binlerce öğrencinin  gelerek eğitim öğretim gördükleri kayıtlara geçmiştir. 

Bu dönemlerde Türk felsefe kitapları, Yahudi ve Hıristiyan okullarında tam 4 asır okutulmuştur.

Tıpta yeni ufuklar açan, hastaneler kuran Türkler, eczacılığın da ilk mucidi, felç hastalığının tedavisi, narkozla göz ameliyatı, sarılık ve kolera gibi hastalıkların ilk teşhisini koyan daTürk tabipleridir.

Corci Zeydan (1866-1872), “İslam Medeniyeti Tarihi” eserinde anlattığı gibi Horasanlı Türk Ebu Bekir Razı (850-925) ebelikle ilgili ilk eser yazan Türk doktorudur.

Ebu Bekir Razı’nin eserleri dünyada birçok dile çevrildi ve 1537’de basılıp yayınlandı. Çiçek ve kızamık hastalıklarını ilk bulan bilim adamıdır.

Kaytan yakısını bulup, kalp sektelerinde kan alma ve ateşli hastalıklarda soğuk su tedavisi yapıp, böbrek ve mesane deki taşları ilaçlarla parçalanmasını sağlayan ilk doktor olarak da tarihe geçmiştir.

Razi’nin eserleri 1509’da Venedik’te, 1528’de ve 1548’de Paris’te, basılıp yayınlandı. Çiçek hastalığının ilk teşhisi de ona aittir.

Onun eserleri, Bağdat’ta, İskenderiye’de, Yunanistan’da, Asya’da, Hindistan’da, Moğolistan’da, Osmanlılar döneminde Çin’de, Semerkant’a, Fransa’da, İtalya’da ve Avrupa’nın bütün merkezlerinde, Yahudi ve Hıristiyan okullarında tam dört asır okutulmuştur.

Bir diğer Türk bilim adamı İbn-i Sina, asıl adı Abdullah’tır. Doktorlukta felsefede birçok yeni buluşların sahibidir.

İbn-i Sina, büyük ve küçük kan dolaşımını ilk keşfeden, diyabet adı altında idrardaki şekeri teşhis eden, 1596’da basılan eserinde, bel kemiğine ait düzensiz yapılanmayı tedavi eden, mikropsuz suyun keşfi de ona aittir.

Cıva ile tedaviyi, ameliyat sonrası ağrıları hafifleten, şuuru felç eden afyonlu şurubu icat eden de odur. Bu yeni buluşlar bütün dünyada ses getirdi ve Asya’da, Afrika’da ve Avrupa’daki okullarda onun eserleri okutuldu .

İbn-i Sina’nın eserleri birçok Doğu ve Batı dillerine çevrildi. Bu dahi insana Avrupa’da “Doktorların Sultanı” adı verildi. Yakın tarihe kadar Avrupa üniversitelerinde onun “Kanun” ve şifa kitabı kaynak olarak gösterildi.

Onun tababet, felsefe, fizik, yer ve gök bilimleri ve edebiyat alanında harika eserleri vardır. 

Bir sonraki yazımda dünyayı etkileyen Türk alimlerinden İbn-İ Türk Ve Harizmi, Uluğ Bey, El Biruni, Akşemsettin, İmam Gazali, hakkında bilgiler sunacağım.

Ne yazık ki biz bu gün kendi değerlerimize yeterince sahip çıkamıyoruz. Her hükümet döneminde, her bakan ve genel müdür değişiminde eğitim sistemi yaz- boz tahtasına dönmüştür. Bu nedenle yurt dışına giden beyin gücüne sahip çıkılmadığı için gün günü aratır hale gelmiştir.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans