yandex
ANADOLU'DA İLK MECLİS'İN AÇILIŞI | İdris YAVUZ | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    39,1971
    %-0,11
  • EURO
    44,6439
    %-0,54
  • G. Altın
    4.175,09
    %-1,44
  • Ç. Altın
    6.833,74
    %0,00
  • BIST
    9.447
    0.12
  • BITCOIN
    104,654.465
    0.09
  • ETHEREUM
    2,482.196
    0.3
  • DOLAR
    39,1971
    %-0,11
  • EURO
    44,6439
    %-0,54
  • G. Altın
    4.175,09
    %-1,44
  • Ç. Altın
    6.833,74
    %0,00
  • BIST
    9.447
    0.12
  • BITCOIN
    104,654.465
    0.09
  • ETHEREUM
    2,482.196
    0.3
İdris YAVUZ

ANADOLU'DA İLK MECLİS'İN AÇILIŞI

: 04-06-2025

İstanbul, İngiliz ve müttefik devletlerce işgal edilmiştir. Orada bulunan son Mebuslar, Mustafa Kemal Paşa'nın çağrısı üzerine gizlice Ankara'ya gelmişler. Cuma namazı topluca  Hacıbayram Camii'nde kılındıktan sonra dualarla Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır.

Toplantı salonu sağdan soldan getirilen, kırık dökük bazı malzemeler ile donatılmıştır. Meclisteki Vekiller aksakallı hocalar, üniformalı genç subaylar; aşiret beyleri, kalpaklı gençler, Vatan savunmasında gönül birliği yapmışlardır. Meclis'te En yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey, 23 Nisan 1920 Cuma günü saat 14.00'te kısa bir konuşma ile oturumu açmıştır;

''Saygıdeğer dinleyiciler!

İstanbul, yabancı güçler tarafından işgal edilmiştir. Hükümet merkezi esaret altındadır. Bu duruma baş eğmek, düşmana karşı esareti kabul etmektir. Bu yüce Meclis'in en yaşlı üyesi olarak Türkiye  Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum. Kutsal saydığımız, bütün Müslümanların Halifesi ve Padişahı Altıncı Sultan Mehmet Han, yabancı boyunduruğu altındadır. Ülkenin bu beladan kurtarılması için Yüce Allah’tan yardım dilerim.''

Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan 1920 Cumartesi günü yapılan ikinci toplantıda, Meclise hitaben: ''Hilafet ve saltanat makamı işgalden kurtarıldıktan sonra, padişahımız ve Halife Efendimiz, kendisini Yüce Meclisinizin hazırlayacağı kanun ve kurallar gereğince hizmetini devam ettirir.'' dedi ve ardından da mecliste komisyon çalışmalarına başlandı.

Birinci komisyona, Edirne Milletvekili Albay İsmet (İnönü), Konya Milletvekili Refik (Koraltan), Konya Milletvekili Abdülhalim Çelebi,

İkinci komisyonda ise, Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, Eskişehir Milletvekili Eyüp Sabri, Kayseri Milletvekili Sabit ve Kırşehir Milletvekili Hakkı Behiç Beyler, oy birliği ile seçilmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa; ''Ben bu milletin bir memuruyum'' diyerek halkın emrinde olduğunu söylemiştir.

Komisyonların kurulması işi bittikten sonra geçici başkan Şerif Bey, ertesi sabah saat 10.00'da toplanılmak üzere oturuma son vermiştir.

İkinci Oturum Ve Mustafa Kemal Paşa’nın Önergesi 24 Nisan 1920 Cumartesi günü sabah saat 10.00'da yeniden toplanan Mecliste, Mustafa Kemal Paşa, öğleden önce ve sonra, birisi gizli, beş oturumda ayrıntılı açıklamalarda bulundu ve; 

''Benim için dünyada en büyük mükâfat, milletin en ufak bir takdir ve iltifatıdır. Yüce Meclisi teşkil eden değerli üyelerin görüşlerini, bütün milletin arzu ve istekleri gibi telakki ederim. Binaenaleyh, bu dakikada hissettiğim büyük mutluluğumu tarif edemem. Dedi ve Meclis genel kuruluna ayrıntılı bir önerge sundu. Bu önerge üzerine Kırşehir Milletvekili Hoca Müfit Efendi, şöyle konuştu:

''Efendiler! 16 Mart 1920 tarihinden itibaren, ülkenin bütün maddi ve manevi sorumluluğunu Heyeti Temsiliye adını taşıyan kurul üstlenmiştir. Bu sorumluluk çok ağırdır. Millet bizi bunun için gönderdi.'' Dedi.

24 Nisan Cumartesi öğleden sonra Meclis başkanlık divanı seçimleri yapıldı ve Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Milet Meclisi'ne birinci başkan, Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey de ikinci başkan seçildi. Mustafa Kemal Paşa Meclis'e şu tarihi konuşmayı yaptı: 

Efendiler!

“Ülkenin bütünlüğü ve kurtuluşu için her türlü sıkıntıya katlanmak zorundayız. Yüksek Meclisinizin başkanlığına seçerek hakkımda gösterilen güvene teşekkür ve minnetimi sunarım. Bu milli birliğin bana yüklediği sorumluluk, biliyorsunuz ki pek ağırdır. İçinde yaşadığımız yükün altından, ancak meclisin ve Yüce Allah'ın yardımı ve desteği ile çıkacağız. İnşallah cihan padişahı olan Efendimiz de sağlık ve esenliğe kavuşmalı'' (Şiddetli alkışlar)

 Türkiye'nin her yanından gelen mutasarrıf (Vali), kaymakam, belediye başkanı, birçok ileri gelenleri, askeri birlik komutanların gönderdiği kutlama telgrafları Meclis kürsüsünden okunmuştur.


İŞGAL DÖNEMİNDE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ÇALIŞMALARI

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin nasıl kurulduğunu, hangi şartlar altında milli bağımsızlığımızı elde ettiğimizi unutanlara hatırlatma adına, Osmanlıca olarak kaleme alınan ve o dönemin önemli kararlarından bazı bölümleri özet olarak sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Umarım ki, bu günlerde milli birliğimizi ve beraberliğimizi sıkıntıya sokan, piyasaları, ekonomiyi altüst eden, halkın tedirginliğini dikkate almayan tüm taraflara, ortalığı alevlendiren bazı basın yayın kuruluşlarına uyarı niteliğinde olur diye düşünüyor ve bütün bu gelişmelerden ders alınmasını diliyorum.

Mustafa Kemal Paşa işgal dönemlerinde İstanbul’dan ayrılan Millet Vekillerini 23 Nisan 1336 tarihinde cumartesi günü. Ankara’da gizli bir oturum için çağırmıştır. Burada ülkenin içinde bulunduğu vahim durumu görüşmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa burada söz alarak;

“Efendiler! Düşüncelerimi geniş bir şekilde nasıl uygulayacağımız konusunda sizlere bilgi sunmak istiyorum. İşgalin başlangıcından bu yana içten ve dıştan gösterdiğimiz çabalar bir netice vermemiştir. Bütün gayemiz Anadolu’da bulunan Milli sınırlarımız içinde çalışmak olduğunu ifade etmek isterim. 

Milletimizin kurtuluşu, huzur ve mutluluğu da buna bağlıdır. Turan izim politikasını kendi ordumuzla takip etmek zorundayız.

 Hudutlarımızın dışında dağınık bir vaziyette zayıf düşmekten kaçındık. Ecnebilerin en çok korktukları, fevkalade endişe duydukları İslam siyasetinin açıkça ifadesinden mümkün olduğu kadar uzak kalmağa gayret ettik. Fakat maddi ve manevi baskılar karşısında bütün Hıristiyan âlemi. Bize karşı en ağır silahlarla savaşa girmesi, hudutlarımızın dışında kalan toprakların korunmasının sıkıntıları da ortadadır. Kurtuluş için başvurduğumuz dünya İslam ülkeleridir.

 İslam ülkeleri bizin devletimizin istiklaliyle manevi olarak bize destek verdiklerini biliyoruz.

Düşmanların maddi kuvvetleri karşısında bir de manevi kuvvetlerinin olduğunu zaten kabul ediyoruz Bununla birlikte önce hudutlarımıza giren düşmanlarımızla temasta bulunmak zorundayız. Daha sonra da Doğu Kafkasya, Batı Trakya Müslümanlarıyla ayrı ayrı görüşmelerimiz oldu. 

Suriye Irak ve Arabistan halkı 1914 tarihinden önce aynı sınırlar içinde olduğumuz dönemlerde, Osmanlı devletinin bir parçası iken, bağımsız olmak istiyorlardı. Bu emellerine kavuşmak için Fransızlar ve İngilizlerle iş birliği yaptılar,.onların eteklerine sarıldılar 

Fakat Umumi harp sonucunu gördükten sonra İngiliz ve Fransızların niyetleri ortaya çıktı. Onların Müslüman halka yaptığı eziyetleri görünce ne büyük bir hata yaptıklarını anladılar. Geri dönüşü zor bir yola girdiler. Kendileri içinde bir kısım halk bağımsız olmayı ve yine bir şekilde Osmanlı idaresi altında kalmayı tercih ettiler. 

Halifeye karşı bağlı olanlar hepimiz gibi kutsal bir görev telakki ediliyordu. Bazıları da “bizim bağımsızlığa ihtiyacımız yoktur” dediler. 

Bizim Suriye ile İslami gaye ile temaslarımız başlayınca, Emir Faysal özel elçilerini bize gönderdi. Ecnebilerin Suriye’nin esaret altında kalacağını, çıkarlarına zarar verdiğini anlamış olmalılar ki, bize yönelme ihtiyacını duydular.


 Bizim cevabımız; insan kaynaklarımız, umumi çıkarlarımızı hudutlarımızın dışında kullanmayı istemeyiz. Bizimle ittifak etmek isterseniz bütün İslam âleminin maddi ve manevi yardımlarını memnuniyetle karşılarız. Biz kendi sınırlarımız içinde bağımsızlığımızı sağlayacağız.

 Suriye’nin de bu şartlar içinde yanımızda olmasını isteriz. Federatif yada Konfederatif bir birleşme de olabilir. Halkın isteği de bu doğrultudadır. Emir Faysal buna yanaşmak istemedi. Fransızların Suriye’yi bağımsız devlet yapmayacağını da biliyorlardı. 

Emir faysal halkın isteğine karşı gelemeyeceğini anlayınca; “Ancak bizim yaşamak için paramız yok, dış baskılara dayanmamız için Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları ülkemizden kovarız” dediler.

 Biz bunu samimi bulmadık. Siyaseten yapılan bu isteğe biz de siyasi olarak cevap verdik. Suriye halkı bizimle birleşmek istiyor, Emir Faysal tam tersini düşünüyordu. Oradaki bu davranış, bizi manen ve maddeten zayıflatmıştı.  DEVAM EDECEK 


Yazının Devamı

HZ. MUHAMMED "SAV" TÜRK MÜDÜR?

İbrahim Necmi Dilmenin, 1935 yılında yayınladığı, "Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzunda:" “Sümerlerin Türk olduğuna şüphemiz kalmamıştır. İki-üç seneden beri bilim adamları tarafından ortaya konulan araştırmalarda bunun doğru olduğu kanaati doğmuştur” diyor.

Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Sümercenin Türkçe olduğunu, Sümerlerin de Orta Asya’dan geldiklerini söylüyor. Türk Tarih Kurumu ise "Tarih Sümer-Türkleriyle Başlar" ifadesine yer vermektedir.

ATATÜRK ;”Sümerler öz be öz Türkler ve dilleri de Turanî bir dildir. Dahası; Türk dili, o zamanlar bütün insanlığın ortak diliydi”. (Bu son tespit, Atatürk'ün "Güneş-dil Teorisi"dir.[i]

İlahi kitap olan Tevrat’ta; Hz. Nuh’un gemisinin Ağrı dağında olduğunu, KUR’AN’ı Kerimde ise, Cudi Dağı’nda bulunduğunu işaret ediyor. (Hud Suresi, 44. Ayet).

Kaynak eserlerde, Nuh Tufanından sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh’un hayatta kalabilen, HAM, SAM ve YAFES isimli çocuklarından bahsedilmektedir.

HAM’IN, FİLİSTİN halkının atası olduğunu söyleyen Yahudiler ona sahip çıkmaktadır.

YAFES’in oğlu Türk, TÜRK boylarının atası olarak görülmektedir. Onun hükümdarlık yaptığı bölgeye Türkistan ismi verilmiştir. Türkler dünya yüzüne bu bölgeden yayılmışlardır. Gomar, (Sümer), soy ve köken olarak da YAFES’e dayanmaktadır.) demektedir.

YAFES'in oğullarının soyundan gelenlere SÜMER, GUZ, OĞUZ, MACAR olarak isim verilmiştir ve bunlar boy, oymak ve aşiretler halinde dünyaya yayılmışlardır.

Sümer ırkı, yerli ve yabancı Sümerologlar tarafından Türk ırkı olarak kabul edilmektir.

Hz. İbrahim Sümer kenti olan Urukta yaşamış daha sonra Türkiye’de Urfa'ya gelmiştir. Urfa'nın Ur'u da oradan gelmektedir ve bu kelime Türkçedir.

Nemrut, zalim ve puta tapan bir Babil kralıdır ve Urfa’da Hz. İbrahim’i mancınıkla ateşe atıyor ama ateş bir gül bahçesine dönüşüyor.

Asıl ilginç olan ise, putperest Kureyş kabilesin ileri gelenleriyle Hz. Muhammed’in (SAV) amcası Ebu Talip arasında geçen şu tartışmadır:

“ Ey Ebu Talip! Ya yeğenini susturup davasından vazgeçir! Ya da Türk yurtlarına çekilip gidin!”

Ebu Talip, bu tehdide karşı, 94 beyitten oluşan “Kaside-i Lamiyye” ile cevap verir. İşte o şiirden bazı bölümler:

“Düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor.

Hâlbuki onlar bizim Türk ve Aftalitler kapılarına sığınmamızı isterler.

Allah’ın evine ant olsun ki sizler yalan söylüyorsunuz.

İşleri karmakarış etmeden ne Mekke’yi terk,

Ne de buralardan Türk yurtlarına gitmeyeceğiz” diyor.

Ebu Talip’in bu şiirinde Türklerden, “Aftalitler-Akhunlardan” bahsetmektedir.


 “Demek ki Araplar Hazreti Peygamber’in soyunu biliyor, onun için bu tehditler yapılmıştır” deniyor.[ii].

Muharrem Kılıç’ın Gizlenen Türk Tarihi adlı eserinde; “Hz. Hüseyin’in Kerbela olayından önce Türk yurtlarına gitme isteği, Yezit tarafından reddedildi, çünkü Hazreti Hüseyin Horasan’daki soydaşlarıyla birleşerek tekrar gelecekti..”deniyor.[iii]

Muharrem Kılıç Bey; “Hazreti Peygamberi Medine'ye davet eden Evs ve Hazreç kabileleri Sümer asıllı idiler, Sümerlerin dağılışı sırasında Yemen'e göçmüşlerdi. Medine'ye gelişleri daha sonraydı. Akabe biatinde "Muhammed bizdendir" demişlerdi..

M. İhsan Oğuz;  “Bilim adamları, Sümerce ile Türkçe arasında 1000 kadar ortak kelime tespit etmişlerdir.” Demektedir.

KASTAMONULU büyük bilgin ve mürşit Muhammed İhsan Oğuz'un İslam'da Mübarek Günler ve Geceler adlı kitabında: 

“ Hz. İsmail’in soyundan Hazret-i Muhammed dünyaya geldi. Peygamberimiz, annesi yönünden saf Arap, babası yönünden de saf Türk neslinden gelmiş olmasıdır. Bundan dolayı bütün Arapların ve Türker’in, Peygamberimizle övünmeye ve şeref duymaya hakları vardır.” diyor. [iv]

 Bu konuda sayısız tezler ve anti tezler yer aldığını görürsünüz. Bilinmelidir ki, peygamberimiz hadis-i Şeriflerinde “ Arap’ın Acemden üstünlüğü yoktur, ancak takva sahipleri farklıdır” buyururlar.

Peygamberimiz (SAV) bir başka Hadis’in de ise, ”İstanbul’u alan komutan ne güzel komutan, onun askeri ne güzel askerdir” diye övdüğü Türklerin bu dine ne denli hizmet ettiği konusu asla tartışılmaz ve bu hizmetleri de göz ardı edilemez.

 Macarların büyük çoğunluğu Türk asıllı olmasına rağmen onların bugün İslamiyet’le ve Türklükle alakalarının kalmadığını biliyoruz.

Müslümanlık gerçi Arabistan’da doğmuştur ama onu dünyaya tanıtan da Türkler olmuştur. İslamiyet’le Türklük, etle tırnak gibidir. Son dinin son Peygamberi ,“Kişi kavmini sevmekle kınanamaz.” buyuruyor.

 Biz hem Türklüğümüzle, hem dinimizle, hem de Peygamberimizle övünüyoruz. Bunun dışındaki yapılan tartışmalar tefrikadan başka bir işe yaramayacaktır.

______________

[i]Prof.Dr. Şükrü Halûk,3. Türk Dil Kurultay raporu. Falih Rıfkı Atay, Çankaya (BATEŞ, İstanbul, 1980), s. 479.

 [ii] Lütfullah YAVUZ Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IX (2009), sayı:1

 [iii] Ziya ŞakirKerbela'nın İntikamı: Türk Kahramanı Ebû Müslim, İst: Cevahir Yayınları-maarif, 1933

[iv]Prof. Dr. Mümin Köksoy'un yazdığı Nuh Tufanı ve Sümerler'in Kökeni adlı eser var. Yeni Avrasya Yayınları'ndan çıktı. Meraklısı için telefon 0.312 4687248..

Yazının Devamı

“ADALET MÜLKÜN TEMELİ”

Bu sözü en iyi uygulayan Hz. Ömer’den iki güzel hizmet anlayışını sizlerle paylaşmak istiyorum.

En çok hadis rivayet eden Sahabelerden biri olan İbn-i Abbas anlatıyor:

"Soğuk bir kış gecesiydi. Halife Hz. Ömer'in evine gidip onunla konuşmak istedim. Yolda giderken bir karaltı gördüm. Bu Halife Hz. Ömer’di. Merak ettim, gece saatinde niçin dolaştığını sordum. 

Hz. Ömer evlerin kapısının önünde bir müddet duruyor etrafı dinliyor, halkının sıkıntısı olup olmadığını bilmek istiyordu. Bu yüzden geceleri dolaşıyordu.

 Birlikte şehrin dışına çıktık. Yolun sonundaki bir evden, ağlayan çocuk sesleri geliyordu. Selam verip izin isteyerek içeri girdik. Yaşlıca bir kadın ocağın başında ateşin üzerindeki tencereyi karıştırıyor, çocukları susturmaya çalışıyordu. 

Yaşlı kadın evine gelenin Halife olduğunu bilmiyordu,   Hz. Ömer, kadına sordu: "Bu yavrular neden ağlıyor?  Kadın: "İki günden beri açlar." Dedi,

 Hz. Ömer: " Niye yemek vermiyorsun?" diye soracak oldu; hıçkırıklar boğazına düğümlendi: “Şu ateşte kaynayanı yemek mi sandın! Çocukları avutabilmek için tencereye çakıl taşları koydum, karıştırıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bunlar yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerim şehit düştüler. 

Çocuklar aç ve perişanız. " dedi.

Hz. Ömer: " Halifeye neden durumunu anlatmıyorsun?” 

 Kadın " Ömer İnsanların halini neden sormaz. Müslümanların reisi olmayı kolay mı sanıyor!" 

Hz. Ömer'in gözleri yaşardı: "Valide doğru söylüyorsun ama Halifeye gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki." 

Kadın: "Mademki dertlilerin derdini görmeyecekti, neden Halifeliği kabul etti? ”dedi. 

Hz. Ömer bitkin bir sesle "Valide haklısın, sen çocukları avut ben hemen dönerim." Diyerek oradan ayrıldı,  doğruca devlet hazinesine vardı, un çuvalı sırtına aldı, benim elime de yağ kabı tutuşturdu.

 "Ey müminlerin emiri! İzin verin de çuvalı ben sırtıma alayım." Dedim. Hz Ömer: "Hayır,  kadın doğru söyledi.  İdarem altındaki fertleri düşünmek zorundayım." Dicle nehri kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın ve yavruları kimsesiz kalırsa vebali Ömer'in omuzlarındadır. 

Doğruca acuzenin "kadının" evine geldik ve Hz. Ömer pişirdiği yemeği çocuklara yedirdi.

Yaşlı kadın: " Yüce Mevla’m seni Hz. Ömer'in makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın". Dedi. 

"Hz. Ömer, kadına: "Valide,  yarın Halifelik makamına gel; sana yetim maaşı bağlatayım" dedikten sonra dışarı çıktığında sabah ezanı okunuyordu. 

Ertesi gün kadın Halifelik makamına geldi, Hz. Ömer’i görünce şaşkınlıktan dona kalmıştı. 

Hz. Ömer kadına ve şehit yavrularına maaş bağladı. İlk maaşı kadına verdi ve helallik diledi,

.                 

 Bir başka örnekte ise; Peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe (ra), Hz. Ömer hakkında, “Ömer denince adalet, adalet denince Allah hatırlanır” diyor.

Hz. Ömer hacda idi. Adamın biri onun yanına geldi ve feryat ederek ağlamaya başladı. Hz. Ömer adama hitaben

“Ne oldu, niye feryat-ı figan ediyorsun? Eğer borçlu isen, yardım edelim. Bir şeyden korkuyorsan seni koruyalım. Fakat birini öldürdünse, elimizden bir şey gelmez, kısas yapılır. Komşularından memnun değilsen, seni başka bir yere gönderelim” dedi.  Adam bunun üzerine;

 “ Ya Ömer! Ben bazı hatalar yaptım, bir takım suçlar işledim. Valimiz Ebû Musa bana ceza olarak sopa attırdı, saçlarımı kestirdi, yüzümü siyaha boyattı, halk arasında dolaştırdı. Halka;

 “Bu adamla ilişkilerinizi kesin. Diye emretti. 

İnsanlar, artık benim yüzüme bakmaz oldu Şeref ve itibarım ayaklar altına alındı. Bu duruma son derece üzüldüm. Bu arada vâliye karşı öfkem de arttı. Sonra şu üç şeyden birini yapmayı düşündüm:

Ya silahımı alıp Ebû Musa’yı öldürecektim veya sizden beni Şam’a gönderip orada yerleştirmenizi isteyecektim. Yahut da düşman bir ülkeye sığınıp orada dilediğim gibi hür yaşayacaktım. Sonunda  inancım gereği size gelip durumu anlatmaya karar verdim.” Dedi.

Hz. Ömer adamın anlattıklarından çok etkilendi ve “Bu düşündüklerinden hiçbiri hoşuma gitmedi.” dedi. Sonra da vali Ebû Musa’ya şu mektubu yazdı.

“Allah’ın selamı üzerine olsun. Teym kabilesinden falan oğlu falana yaptıklarını öğrendim. Vallahi, bir daha kanunların gerektirdiği ceza ile yetinmez, haddi aşarsan; ben de senin yüzünü boyar, halkın arasında dolaştırırım. Ne demek istediğimi anlarsın. Derhal halka emir ver, o adama iyi davransınlar. Cezasını çektiği suçtan dolayı bir daha onu kınamasınlar.”

Hz. Ömer, bundan ayrı olarak, adama bir binek, 200 dirhem para verdi, memleketine geri gönderdi.

Hz. Ömer bir gün halka:

“ Seçtiğim hayırlı bir insanı size vali tayin eder, sonra ona adaletle hükmetmesini emredersem, halifelik vazifemi lâyıkıyla yerine getirmiş sayılır mıyım?” diye sordu. Halk,

“Evet” diye cevap verdiler. Hz. Ömer ise:

“Hayır, benim vazifem bununla bitmiyor. Tayin ettiğim kimsenin, emrettiğim şeylerle amel edip etmediğini kontrol etmedikçe vazifemi tam olarak yerine getirmiş sayılmam.” dedi.

İste İslam ve işte İslam'ın getirdiği kurallar.

Yazının Devamı

İKİZYÜZLÜ, RİYAKÂR İNSANA GÜVEN DUYULMAZ

Asrımızın en büyük kronik hastalığı riyakârlıktır. Bu millet en çok münafık olan Müslümanlardan, sahte milliyetçilerden, Atatürkçü görünüp ona ihanet eden ikiyüzlü insanlardan zarar görmüştür.

 Özü sözü bir olmayan insanları hiç kimse sevmez. Ama bu riyakârlar ne hikmetse kendilerini değiştirmeyi hiç düşünmezler. Yüzünüze gülen ama arkanızdan konuşan, tuzak kuran bu insanları tespit etmek elbette ki kolay değil…

Ben İnsanım diyebilen kimseler, ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalıdır. Bir konuda söz verip de sonra da sözünden vazgeçenlere güven duyulur mu? 

İnsanın söylemleriyle, eylemleri uyumlu, dürüst ve tutarlı, İçi, dışı, özü sözü bir olmalıdır. Verdiği sözünden çark edenlere toplumda asla itibar edilmez. 

Bütün insanlık için Kuran-ı Kerimde; “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun!”) şeklinde bir çağrı vardır. (Hud, S.A;11/112

 Doğruluk, insan olmanın gereğidir. Doğruluk bütün peygamberlerin ortak sıfatı ve ortak davetleridir. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, yalan ise kötülüğe sürükler. 

Konuşulan söz; kalbin tercümanı, ruhun da aynasıdır. 

Bu nedenle kendisi de bir devlet adamı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz. Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde tutmaz, emanet edilene hainlik eder. Bizi aldatan, bizden değildir” (İbn Hanbel, II, 349. Buhari, Edeb, 69) buyurmuştur.

Bu konuda yazılan bazı özlü sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum;

Abartılı davranmak, bir çeşit yalan söylemek, kandırmaktır. 

Doğruluk, her şeyden önce akıl ve cesaret işidir. 

Gösteriş yapmak (riyadır), bir çeşit yalan ve kandırmadır.

Her türlü yalan, insanda derin bir iz bırakır. 

Hiç kimse, çevresine mavi boncuk dağıtarak dürüst olamaz.

İkiyüzlü adamdan dost olmaz. İkiyüzlü insana asla güvenmeyin.

İkiyüzlüler yalan söyler, düşmanca davranınca edepsiz olur ve emanete ihanet ederler.

İkiyüzlünün dilinde tat, kalbinde fesat gizlidir.

İkiyüzlü insan, yanlış yaptığında yüzü kızarmayan kimsedir. 

Kıvırma ve çarpıtma, bir çeşit yalan söylemektir. (Kandırma girişimidir).

Kurtuluşun yolu, doğruluk, hak ve adalete bağlılıktan geçer.

Söylenmesi gereken bir gerçeği veya doğruyu gizlemek yalandır.

Yalan söyleyenlerin içlerinde hastalık vardır. 

Yalan, en fazla mağduru yıpratır ve yalancıyı da yalama yapar.

Yalancı, kişi çevrenin kendisine olan güvenini yer bitirir. Bu konularda deniyor ki;


Söylemlerine dikkat edin; düşüncelere dönüşür.

Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür.

Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür.

Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür.

Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür,

Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür.

Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.

Bu nedenle yalnız yalandan değil, yalana götürecek her türlü davranıştan da uzak durmak gerekir. Çünkü onların gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri mühürlenmiş riyakâr, ikiyüzlü insanlardır. Onlardan sakınmak gerekir.

Yazının Devamı

DEVENİN KİNİ EŞEĞİN İNADI

Deve içten içe sahibine kızıyordu. Yükü taşıyan, hizmeti yapan, çölde yürüyen, çileye katlanan benim. Beni bir eşeğin arkasına bağlamalarına kızıyorum deyince, eşek içten içe kıs kıs gülüyor ve deveye dönüp “Sana öyle bir oyun edeceğim ki şaşırıp kalacaksın“ diyor. 

Deve; “Bana sen ne yapabilirsin” deyince, eşek; “İlerde göreceksin”  diye cevap veriyor.

 Rampa bir yerde, bir dağın yamacında eşek olduğu yere çökünce, kervancı başı elindeki sopayla eşeğin sırtına gelişigüzel vurur ama eşek bir türlü kalkmaz. Bunun üzerine eşeğin yükünü alır deveye yükler. 

Bunun üzerine eşek zar zor kalkar ve yollarına devam ederler. Bir müddet sonra eşek deveye;

“Sana öyle bir iş yapacağım ki, şaşırıp kalacaksın” deyince, deve; ”Yükünü bana verdiler. Daha ne yapabilirsin? “ deyince, eşek; “ Sen göreceksin “der.

Bir müddet sonra eşek yere birden yatar, sahibi onu sopayla döver, eşek kalkmayınca sırtındaki semeri çıkarır devenin üzerine koyar. Eşeği zorla kaldırırlar.

Yeniden yolculuk başlar. Eşek kıs, kıs güler  “Sana yapacaklarım daha bitmedi. Seni pişman edecek çok güzel bir planım daha var, ona daha çok şaşıracaksın “ deyince, deve; “Yahu! Yapacak ne kaldı. 

Elinden gelen kötülüğün tamamını yaptın, söylediğime, söyleyeceğime pişman ettin. “ sözüne karşılık eşek tekrar alaylı bir şekilde güler ve; “ Esas hazırladığım planı uygulamadım.

Şimdi çok daha fazla şaşıracaksın “ sözüne deve kızar ve; “ Bundan sonra yapacağın ne kaldı ki, bana yapacağın her türlü kötülüğü yaptın “ deyince, eşek;  “ Bak gör öyle bir şey daha yapacağım ki, bir daha benim hakkımda yanlış söz söylemeye tövbe edeceksin” der. 

Bir müddet sonra bir dağın yamacında eşek yere çöktü. Kervan sahibi sopayla eşeğe vurdukça vurdu. Fakat o bu sopaya hiç aldırış etmedi. 

Bunun üzerine eşeği deveye yüklediler.

Deve olanlara kinlendi. Kervan dağ yamacını tırmanırken eşek sağa sola sallanarak, hem gülüyor hem de deveye;  “Görüyorsun ki son planım da tuttu.“ Bu sözlere iyice içerleyen deve dişlerini gıcırdatarak; 

“Bak sana öyle bir iş yaparım ki, yedi sülalene tövbe ettiririm” demesine aldırış etmeyen eşeğe ceza vermenin vaktinin geldiğine karar verir, tam uçurumun kenarından geçerlerken deve birden silkinir, eşek yıldırım hızıyla kayaların arasından feryat ederek yuvarlanır.  Sonrada sesi kesilir. Böylece eşek, eşekliğinin bedelini ağır öder.

Kesinlikle herkes kendi kazdığı kuyuya bir gün kendisinin düşeceğini bilmelidir. Hiç bir suç cezasız kalmaz. Sözüm, devleti dolandıranlara, milleti aldatanlara, tüyü bitmemiş yetim hakkı yiyenlere, vatana ihanet edenleredir.

Bilinmelidir ki,. Herkesin bir hesabı, C. Allah’ın da bir hesabı vardır.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans