İnsan, çok bilinmeyen bir denklem gibidir. Bazı bilim adamları insanı “Akıl sahibi bir varlıktır” diye tarif etmektedir.
Ayet-i Kerimede:¸“Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık” (Tîn, 95/4) buyurur.
Buna göre insan ruhuyla, bedeniyle, aklı ve vicdanıyla mükemmel bir canlıdır.
İnsan, ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini ve bu dünyaya niçin geldiğini bilecek ve kâinatın sırlarını keşfedecek kabiliyette yaratılmıştır.
İnsanın diğer yaratıklardan farklı yönü akıl, irade, nefis ve vicdan sahibi olmasıdır.
Sözün özü: iyi ya da kötü insan olmak yine insanın kendi iradesine bağlıdır.
İyi insan olmak için birçok neden vardır. Akıllı insan bunu başarabilir.
Kötü olmanın başlıca nedeni sabırsız ve öfkesine yenik düşmektedir.
Öfke her insanın mayasında vardır ve patlamaya hazır bir bomba gibidir.
İnsanoğlu önemli bir haksızlığa uğradığında ya da ağır bir suçu vardır ve onu bastırmak niyetiyle hırçınlaşır, gözü döner olanca hırsla sağa, sola saldırır.
Öfkeyi kontrol etmek akıl ve sabırla olur. Öfkeli insanda akıl ve mantık olmaz.
“Ben neden öfkelendim, beni kızdıran neydi?” sorusunu düşünmek gerekir.
Eğer öfkenizi kontrol edemiyorsanız, öfke ortamından uzak durmak gerekir.
Öfkede, öç alma yâda başkalarını suçlama, tokat atma, tekme vurma, küfür ve tehdit etme, aşırı eleştirme, saldırgan olma, suçluluk duygusuyla şiddete başvurma hırsı vardır.
Bu nedenle“keskin sirke her zaman kabına zarara verir.”
Dikkat edin; öfkeli insanın bakışları dikleşir, kaşları çatılır, dudakları büzülür, yüzü pancar gibi kızarır, dişleri gıcırdar, depresyon geçirir ve âdete canavarlaşır.
Mevlana; “ Öfkeli söz yaydan çıkan ok gibidir, gittiği yerden geri gelmez” diyor.
Öfkeli insan; tahammül sınırlarını aştığında, şiddete başvurur
Her şeyden önce biz akıl ve vicdan sahibiyiz. İki düşünüp bir kez konuşmalıyız.
Hatadan dönmek ve özür dilemek korkaklık değil, erdemdir.
Öfke; insanın hoşuna gitmeyen, istemediği bir durumda gösterdiği tepkiye denir.
Öfke kontrol bozukluğu, insanın yaşantısını, ilişkilerini ve sağlığını olumsuz etkileyen bir durumdur.
Kişisel olarak yetersizlik, acizlik, kıskançlık, korku, endişe, yalnızlık, itilmişlik ise öfkeyi ortaya çıkaran duygulardır.
Diğer yandan da adaletsizlik, haksızlık, rüşvet, geçim sıkıntısı da insanları öfkelendirir.
İnsan eğer öfkesini kontrol edemezse, haklı iken haksız duruma düşebilir.
Peygamber Efendimiz, sabır, imanın yarısıdır, demiştir.
Mevlana’da sabrı, kurtuluşun anahtarı olarak tanımlamıştır. Çünkü sabrın sonu selamettir.
İçinde zerre kadar insanlık olan, vicdan sahibi kimseler, gelecek nesillere, çocuklarımıza, halkımıza karşı hiç bir zaman kötü örnek olmamalıdır.
Maalesef bunu da en çok meclis çalışmalarında görmekteyiz.
Hoca, gençliğinde öğrenci bir arkadaşıyla, eğlence için dağa kurt avına gider. Tam o anda bir kurt inine rastlarlar. İçerden kurt yavrularının sesi duyulur. Ana kurdun olmadığı anlaşılınca, arkadaşı inin içine girer. Tam bu anda, ana kurt nerdeyse çıkagelir. Hızla yuvaya hücum eder. Hoca inine girmek üzere olan kurt’ un kuyruğundan yakalar.
Eğer kurt içeri bir girse arkadaşını, parça parça edecektir. Bir taraftan kurt, kuyruğunu kurtarmak için tepindikçe ortalık toz duman olmaktadır. Olaydan habersiz arkadaşı, dışarıya seslenir;
—Ne yapıyorsun kardeşim, içeriyi tozuttun, deyince Hoca ona karşılık verir ve;
—Dua et de kurdun kuyruğu kopmasın. İşte o zaman fırtına kopacaktır, – der.
Bu ibret dolu olaydan, her aklıselim, kendine mahsus yorum getirmelidir, diye düşünüyorum.
Hoca’nın dostları zaman zaman gelirler, Hoca’ya lüzumlu lüzumsuz bir takım sorular sorarlardı. Hoca da kıvrak zekâsıyla onları mars etmenin bir yolunu bulurdu. Bir gün Hoca vaazında, Hz. Nuh’un gemisini anlatır, halkta onu ilgi ile dinlemektedir.
Sözün sonunda Nuh tufanı son bulup, sular çekilmeye başlayınca Peygamber bir güvercini serbest bırakır, güvercin bir müddet sonra ağzında otla geri gelir ki, bu da karanın yakın olduğuna işarettir. Hoca bu kıssayı anlatırken cemaatten şarlatan ve geveze biri Hoca’ya;
—Ya hu Hoca! Nuh Peygamberin gönderdiği güvercin erkek miydi, dişi miydi? – diye sorar. Hoca hiç beklenmedik bu soruya;
—Efendi o kuş erkekti.
—Nereden anladınız, bunun kitapta yeri var mıdır?
—Hayır, yoktur, ama insanda birazcık akıl varsa, bunu anlamakta zorluk çekmez. Çünkü güvercin dişi olsaydı, ağzını uzun süre kapalı tutabilir miydi? Taşıdığı ot, derhal düşerdi, –der.
Hoca bir gün doğduğu ilçeye, Sivrihisar’a ziyarete gider. Karnı acıkınca da aşçı dükkânına girer ve bir kızarmış tavuk ister. Karnı doyunca parasını ödemek için elini cebine atar, bakar ki, paraları evde unutulmuştur. Bereket versin dükkân sahibi tanıdık çıkar ve Hoca’ya;
—Hocam önemli değil, bir daha ki gelişinizde verirsiniz deyince Hoca rahatlar. Buradan Akşehir’e döner. Aradan bir iki yıl geçtikten sonra yeniden Hoca Sivrihisar’a geldiğinde hem borcunu ödemek, hem de karnını doyurmak niyetiyle lokantaya girer. Önce borcunu vermek ister, aşçı Hoca’nın bir tavuk yediğini anlayınca;
—Hocam, borcunuz yüz akçedir, – deyince Hoca şaşırır, hayret eder ve;
—Bu ne iştir, bre insafsız adam! Tavuğun tamamı bir akçedir.
Aşçı;
—Aradan bunca zaman geçti, o tavuk bu gün yaşasaydı birçok yumurtası olacaktı. Sayısız civcivleri çıkacaktı. Onlar büyüyecekti tavuk olacaktı. Ben size az bile söyledim, – deyince Hoca ona;
—Tamam, kardeşim anlaşıldı, bende size borcumu ödemeyeceğim, demeye kalmadan aşçı, Hocayı yaka paça kadının huzuruna zorla götürür. Kadı, aşçının ahbabıdır. Olayı ona anlatırlar. Kadı, Hoca’ya;
—Aşçı bunda haklı borcunu ödeyeceksin, – demesine kızan Hoca;
—Olur, vereyim, ama bana biraz zaman tanıyın, yeni sürdüğüm tarlaya bulgur ekeyim, mahsul kalkınca borcumu öderim, – deyince Kadı;
—Hoca anlaşıldı ki, sen kaçacaksın, ipe un seriyorsun. Hiç bulgurdan tohum olur mu?
—Bre Kadı Efendi! Pişmiş tavuktan yumurta, civciv çıkarsa, bulgurdan da ekin neden olması?
Bu sözünü işiten kadı verdiği karardan vazgeçip onu serbest bırakır.
Zaman zaman bir kaşık suda fırtına koparanların, devleti, milleti soyanların durumu bu olaydan farklı mıdır?
Hoca bir gün camide sohbet etmektedir, onu çekemeyenler vardır. Fakat Hoca’nın konuşmaları çok etkilidir. Herkes bu sohbetten memnun görünmektedir Cami kapısından çıkan Hoca, hazır bekleyen merkebe tersinden biner. Hoca’yı sevenler onunla birlikte yola çıkarlar. İçlerinden biri Hoca’ya;
—Ya hu Hoca, neden merkebe ters bindiniz? Şu hayvana doğru dürüst binseniz ya! –deyince;
—Ya hu size saygısızlık olmaz mı? Ben eşeğe düz binersem, bu seferde, siz arkada kalacaksınız. Eğer siz öne geçerseniz bu takdirde ben geride olacağım. Şimdi böylesi hoş değil mi? Hep birlikte yüz yüze oluyoruz – dedi
Bu hadise ikiyüzlü olanlara ne güzel örnektir.
Hoca mahalle bakkalından aldığı ihtiyaç maddelerinin borcunu zamanında ödeyemez duruma düşünce, ne yapacağını bilemez oldu. Hele borçlu olduğu dükkânın önünden de geçemez duruma düştü. Adamda tam bir yüzsüz ki, her gün Hocayı evde, yolda yolakta sürekli rahatsız etmektedir. Doğrusu bu esnafta pek haksız da değildir. Adeta Hoca’nın gittiği her yerde gölge gibi dolaşmaktadır.
Hoca bir toplantıda sohbet ettiği sırada bakkal karşısına dikilip, işaretle konuşmaya başlayınca,. Hoca’nın neşesi kaçtı. Ne yana dönse, bakkal orada işmar yapmaktadır. Belli ki, parasını almadan gitme niyeti yoktur. Doğrusu fakirlik kapıya bastırılacak şey değildi. Hoca ne yapacağını düşünürken, işi pişkinliğe vurup, bakkalı yanına çağırdı ve ona;
—Gel bakalım dostum! Şimdi senin benden kaç para alacağın var? De bakalım.
—Tam tamına kırk bir akçe borcunuz vardır
—Bakkal efendi sen hesap adamısın, de bakalım, yarın sana yirmi beş akçe versem geriye kaç akçe borcum kalır?
—Hocam on altı akçe kalır.
—Peki, on beş akçede öbür gün versem
—Bir akçe!
—Be adam insan bir akçe için böyle sıkboğaz edilir mi? Beni bunca dostlarımın yanında mahcup etmekten utanmaz mısın? Deyince bakkal ne yapacağını bilemez durumda, oradan ayrılmak zorunda kalır.
Türk töresi ve geleneğinde fıkralar, binlerce yıldır, sözlü ve yazılı olarak yer alan, renkli, zevkli, zengin halk edebiyatı ürünleridir. Yakın tarihimizde adından sıkça bahsedilen Nasrettin Hoca, Hacı Bektaşi Veli Behlüldane, Karatepeli, Kayserili, Laz ve Bekri Mustafa fıkraları hem yazılı hem de sözlü olarak günümüze kadar gelen canlı örneklerdir.
Fıkralar, Anadolu’nun her köşesinde bulunan Türkmen, Yörük, Afşar, Karakeçili, Oğuz, Kıpçak gibi Türk boyları ve Aşiretleri arasında dilden dile, gönülden gönüle ifade edilen eğlendirici, düşündürücü, eğitici kültür hazinemizdir.
Bu fıkralarda Türk insanı, kendi benliğini, yaşamını, duygusunu, düşüncesini ve zevkini, ince çizgilerle, nükteli bir mizahla dile getirmektedir.
Tarihte yazılı kaynak olarak Kaşgarlı Mahmut’un “Divanı-Lügat it-Türk” adlı eserinde “Küğ” ve “Külüt” kelimeleri fıkra karşılığı olarak zikredilmektedir. Genelde fıkraların temelinde az-çok nükte, mizah, tenkit, hiciv ve güldürü ve siyasi eleştirilerde vardır.
Nükte, Arapçada: ince manalı, zarif ve şakalı söz anlamına gelir ve her türlü konuda yazılmış kısa ve özlü eleştiriler için kullanılmış, keskin zekâ ürünü ve düşündürücü ifadelerdir.
Hiciv-Taşlamalar, toplumdaki aksayan yönleri, yanlışlıkları ve devlet yönetimindeki hataları eleştirel bir dildir. Halk edebiyatında yermek, hicvetmektir
Taşlamanın en önemli temsilcileri ise Dertli, Ruhsati ve Seyrani. Abdürrahim Karakoç gibi ozanlardır.
Örneğin Karakoç'un bir şiirinde Taşlama:
Şu berbat dünyada delicesine
Gülmemiz kötü şeydir emmeoğlu
Kaç vicdan eğilmez para sesine
Bilmemiz kötü şeydir emmeoğlu
Karakoç; dünyanın madde ve paraya ilgili konularda rahatsız olmuş, dünyadaki çıkara dayalı sistemi eleştirmiştir
Nef’i bir şiirinde kendisine kelp (köpek) diyen Tahir efendi için,
"Tâhir Efendi bize kelb demiş
İltifâtı bu sözde zâhirdir.
Mâlikî mezhebim benim zîrâ,
İtîkâdımca kelb tâhirdir."
Türklerde fıkra geleneği, Orta Asya’dan başlayıp, İslam’ın kabulünden sonrada devam eden, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise Anadolu sınırlarını aşıp Balkanlara, daha sonra da Kafkas bölgesine, oradan da Afrika’nın derinliklerine kadar yayıldığına tanık olmaktayız.
Fıkralar, özellikle Türklerin hâkim olduğu yörelerde, kültür canlılığı ve yaşam biçimi olarak kendini gösterir. Genelde fıkralar, bir kişi ya da kişilere ait gibi görünse de, tüm toplumun malıdır ve konusu da insandır. Onun düşüncelerini, davranışlarını, nakış, nakış, ince ve zarif motiflerle işlemektedir.
Fıkralar güldürürken düşündüren, etkili nüktelerdir. Her fıkranın özünde mutlaka eleştiri vardır. Fıkralar, Türkün kıvrak zekâsını, nazik bir şekilde ortaya koyması bakımından önemlidir. Bir sonraki yazımda, yakın tarihimizde, dünyaca ünlü, nükte ve mizah ustası Nasrettin Hoca kimdir? Konusunu işleyeceğim.
Yazının DevamıHükümetler gelip geçicidir, sürekli değişebilir, ama Türk Devleti Ebet-Müddet bakidir.
Çünkü Türk Devletinin bozulmayan köklü bir Devlet geleneği vardır.
Bu girişi yaptıktan sonra Ordumuz ve Mehmetçiğimiz, Komutanlarımız da bizim göz bebeğimizdir.
İşte bugün size Emekli General Osman Pamukoğlu’nu tanıtıp onun görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu Sinop’un Gerze ilçesinde doğdu İlkokulu doğduğu ilçede bitiren Pamukoğlu, sırasıyla; Selimiye Askeri Ortaokulu, Kuleli Askeri Lisesi, Kara Harp Okulu, Piyade Okulu, Dağcılık Okulu, Kara Harp Akademisi, Yüksek Komuta Akademisi, Milli Güvenlik Akademisi’nde öğrenim gördü.
Osman Pamukoğlu, Türk Ordusunda “Üstün Birlik Yetiştirme Nişanını” 5 defa alan tek subay ve generaldir.
1993 yılında PKK’nın baskın ve pusuları, Mayıs ayında Bingöl’deki silahsız 33 askerin şehit edilmesiyle Pamukoğlu “Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı” görev teklifini derhal kabul etti.
778 gün aralıksız sürdürülen operasyonlar sonunda bölgedeki PKK’nın bel kemiği kırıldı. Hakkari, Çukurca, Yüksekova ve Şemdinli alanları tamamen temizlendi.
Kuzey Irak topraklarındaki PKK kamplarına karşı yapılan 25 sınır ötesi operasyon; 1993-1995 yılları arasında Pamukoğlu komutasındaki birlikler tarafından gerçekleştirildi.
Çok hızlı hareket ettiği ve erlerin yanında bizzat çarpışmalara katıldığı için; kendisine askerleri tarafından “Efsane Komutan” lakabı takıldı.
Tümgeneral Osman Pamukoğlu’nun Emekli olduktan sonra Niğde’de yaptığı konferansını izleme fırsatım oldu. Burada onun üzerinde durulması gereken çok ciddi iddiaların bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum;
“Güç oyunu bozar. Dünyada Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Dost görünen ülkelerin ne niyeti olduğunu hep birlikte görmekteyiz. Eğer yurt savunması halk tarafından desteklenmezse ülke başarıya ulaşamaz. Sıcak savaşlar, siperde beklemekle kazanılmaz.
Kıbrıs, Türkiye’nin kanayan yarasıdır. Ne zaman Türkiye Avrupa Birliği gündemine gelse hemen önüne “Kıbrıs” konmaktadır. Kıbrıs’ın arkasında ise Doğu Anadolu gerçeği yatmaktadır. Çünkü Doğu Anadolu halkı yoksul olduğu için istismara açıktır.
Doğudaki bu olumsuz gelişmelere Avrupa ve Amerika destek verdiği için Türkiye ekonomik krize girmiştir. Dost ülkelerin kendilerine kaynak bulma sevdasıyla teröre çanak tutmaları sömürgecilik ve ekonomi alanında söz sahibi olma hırsından doğmaktadır.
Kuzey Irak’ta Süleymaniye kentinde Türk askerinin başına geçirilen çuvalların, Amerika’nın bilgisi dışında olduğunu düşünmek pek mantıklı görülmüyor. Bu olay haysiyet kırıcıdır ve savaş kaybetmekten daha beterdir.
Bunun için güçlü iktidarlara ihtiyaç vardır. Halk gücünü bilecek, devletine inanacak, devlette halkından güç alacaktır. “Padişahım çok yaşa” teslimiyeti doğru olmadığı gibi yanlış yapanlardan hesap sorma bu milletin hakkıdır.
Sivil toplum örgütleri görevlerini yerine getirmede yeterince duyarlı değildir. Bu işler tankla, tüfekle değil, yürekle olur. O zaman birçok yanlış kendiliğinden çözülür. Aksi takdirde doğudaki problemler bitmez. Çünkü “kurt ağaca girmiştir” diyordu. Sözünün devamında ise;.
“Barzani ve Talabani’yi başımıza biz bela ettik. Yıllarca besledik, koruduk. Türk diplomatına verilen T.C.’nin kırmızı pasaportuyla dünyada serbest dolaşmalarını sağladık. Onlar da dost bildiğimiz ülkeleri üzerimize kışkırttılar” diye uyarılarda bulundu
Aslında Pamukoğlu’nun endişelerine katılmamak mümkün değil. Doğuda 35 bin Mehmetçiğin, Türk insanının kanını akıttılar. PKK’yı koruyup kollayan, İran, Irak, Suriye, Yunanistan, Almanya, Fransa, İtalya, Rusya ve Amerika şimdi de PKK için genel af çıkarılması için sinsice Türkiye üzerine baskı yapmaktadır.
Kafkaslarda Rus devleti önerilen bu yolu denediler. Şeyh Şamil onlara kan kusturdu. Yanlışı yanlışla düzeltmenin doğru olmadığını görüp, işi kökünden çözdüler.
Türkiye NATO’nun ağırlığını çekiyor, olanlar ortada. Zaman her şeyi eskitiyor.
Pamukoğlu sözlerinin devamında;
“Az, hızlı ve özel birliklere ihtiyaç vardır. PKK bitmedi, bitmezde. Doğuda sınır karakolları değişken olmalı, yoksa keklik gibi vurulurlar. Kürdistan ve Ermenistan haritaları Doğu Anadolu’yu parsellemiş durumdadır. Halkı bilgilendirmek, sorunlarını çözmek gerekir.
Dağlar temiz tutulursa şehitler rahat eder. Orduyu bin yıl beslersiniz, bir gün gerekli olur. Hızlı olun 150 bin asker problemleri çözer. Süratli asker “Sürmene bıçağı” gibi keskin olur.
Doğuda yeri belli olan 5000 PKK sürüsü vardır ve aynı yerde duruyor. PKK’nın “Kannas” tipi 8 bin metre menzilli silahına karşı bizim elimizdeki silah 4 bin metre etkilidir.
PKK ile çatışmalar “şeytanla çelik çomak” oynamaya benzer. Doğu’da bizim asker yolda giderken, halkın bazısı koyun otlatıyor, bağ-bahçe işi yapıyor. Bir bakıyorsunuz ki bazıları sizi tuzağa düşürüyor. Vatandaşla PKK’lıları ayırmak kolay değil.” diyor.
Aslında millet olarak bütün bu zorlukların üstesinden gelmek zorundayız. Doğu, kanayan bir yaradır. Burada dost görünen düşmanlar PKK’ya destek vermektedir.
Tuğgeneral Osman Pamukoğlu’nun konuşmasının satır aralarından seçtiğim Türkiye’nin gerçekleri bunlardır. Millet olarak tek yumruk, tek yürek ve duyarlı olmanın zamanıdır.
Yazının DevamıSıradışı ve özverili çalışmalarıyla iz bırakan bürokratlardan biride eski maliye bakanı Adnan Kahveci’dir. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Kahveci 1949'da Trabzon'un Köprübaşı ilçesinde dünyaya geldi. Zeki, dürüst, vatanını, milletini, bayrağını her şeyden üstün tutan, Türk siyasi tarihinde önemli yeri bulunan bir devlet adamıdır.
Kahveci'nin hayatı hep üstün başarılar ve birinciliklerle geçmiş, 1966 yılında Kabataş Lisesi'ni, üniversite sınavlarını, yurt dışı eğitimlerini MEB bursunu kazanarak ABD’de Indiana'da Purdue Üniversitesi’ni başarıyla bitirmiş, Missouri Üniversitesi'nde doktora eğitimini tamamlayıp ardından da aynı üniversitede asistan olarak çalıştığı sırada Türkiye'ye dönüp, Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmıştır.
Kahveci; akademik hayatının ardından, İçişleri Bakanlığı bünyesinde çalıştığı sırada Turgut Özal'ın kardeşi Korkut Özal'a danışmanlık yapmış, 12 Eylül döneminde Başbakanlık Danışmanlığına atanmış, 1983 yılında ANAP'ın kurucuları arasında yer almış, 1987 ve sorasında İstanbul’dan 18 ve 19. dönem milletvekili seçilerek siyasetteki yerini almıştır.
Bu süre içinde dikkati çeken başarılarından dolayı Adnan Kahveci, Başbakan Yıldırım Akbulut tarafından 1990’da Maliye Bakanı, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve Hazineden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevine getirildi.
Dürüst ve çalışkanlığı nedeniyle Turgut Özal'ın çok sevdiği ve güvendiği isimler arasında yer aldı. "Harika çocuk" olarak da adlandırılan Kahveci, teknoloji ve bilimle ilgili hazırladığı projeleriyle adından söz ettirdi.
Kahveci, sanayi ve istihdam başta olmak üzere pek çok alanda yaptığı çalışmalar ve yolsuzlukların üzerine kararlı şekilde gitmesiyle sevilen siyasi kişilerden biri oldu. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a Kürt sorununun çözümüne yönelik bir rapor hazırladı.
Kahveci; tasarruf için makam aracı ve bakanlığa ait uçağı hiç kullanmadı. Hatta Maliye Bakanlığı döneminde bakanlığa ait bu uçağı dönemin Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’e tahsis etmiştir.
Ülkesini çok seven, tarihinin gelmiş geçmiş en iyi bakanlarından biri olarak tanınan eski maliye bakanı Kahveci, Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesine getirmek için çaba sarf eden bir bakan olarak halk tarafından çok sevilmiştir.
Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin (44) 1993’de arka arkaya ölümlerinin arkasındaki sır perdesi, trafik kazasında babası, annesi ve ablasını kaybeden ve kendiside yaralı kurtulan Cihan Kahveci TBMM’ye dilekçeyle başvurup, olayın kaza olmadığını, bu konuyla ilgili Meclis’te araştırma komisyon kurulmasını istiyor ama sonuç alamıyor.
Cihan Kahveci kazanın oluşunu ifade ederken;
“Girdiğimiz yolda ana yolu kapatmışlar. İki yönü tek şeride aktarılmış ama haberimiz yok.
Bir müddet gittikten sonra annem kollarını iki yana açıp “Aman Adnan çarpıştık” dedi. Araçtan fırlamıştım. Yolun kenarından kalktım aracın başına gittim. Annemin nefes alıp almadığını kontrol ettim, ablamla konuşmaya çalıştım. Hepsi yaşıyormuş aslında. Bir kamyon durdurdum. Jandarmaya haber verildi. İki saat sonra geldi.
Sonra öğrendik ki, yolu yapan müteahhit firmanın proje sorumlusunun apar topar Venezüella’ya gönderildiği, bu ülke ile Türkiye’nin suçluların iadesi anlaşması olmadığı için onun hakkındaki soruşturma sonuçsuz kaldı”diyor.
Cihan babasını anlatırken; ”Babam yaşasaydı yetkisini kullanıp, ‘Gel sana iş yeri açıyoruz’, demezdi, kendime iş arardım” demektedir.
Adnan Kahveci bakanlığı döneminde “Kıyak emekliliği” veto ettirdi ama yine getirdiler. O da maaşının kıyak kısmını Maliye’de bir fona yönlendirmiş.
Onun vefatından sonra Meclis Başkanı Cihan’a; ’“İsterseniz yasa çıkaralım bunu değiştirelim, siz tam maaş alın” dedi. Kanunun adı ‘Kahveci Kanunu’ olur, binlerce kişi yararlanır, babamın da kemikleri sızlar diye kabul etmedik ve emekli milletvekili maaşının üçte birini aldık. Bizim mal varlığımız yok, babamdan temiz bir soy isim dışında bize hiçbir şey kalmadı” diye dert yanmıştır. Mekânı cennet olsun.
Yazının DevamıAhilik Teşkilatı'nın kurucusu Ahi Evran Azerbaycan'ın Hoy kasabasında (1171–1261) doğmuştur. Ahi Evran Ahmet Yesevi’nin de öğrencisidir.
Selçuklu Sultanı Gıyaseddin-i Keyhüsrev döneminde, Anadolu'ya gelen Ahi Evran Konya'da Sultan'a yazdığı Letaif-i Giyasiye adli kitabını Hükümdar beğenir ve Ahi Evran'a büyük ilgi gösterir.
Ahi Evran 1205 yılında Kayseri'ye gelir, burada devletin desteği ile büyük bir sanayi kuruluşuna öncülük eder.
Sultan Aleaddin Keykubat'ın Ahi Birlikleri'ni himaye etmesi ile Anadolu'nun birçok yerinde bu birlikler süratle kurulmaya başlanır.
Bu dönem Anadolu Selçuklu Devleti’nin iktisaden en parlak dönemidir.
Özellikle Kırşehir’de eşinin kurduğu Anadolu Kadınlar Birliği (Baciyan-i Rum) yetim, kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerini ve diğer ihtiyaçlarını karşılamıştır.
İhtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesine katkılar sağlamış, maddi sıkıntıda olanlara da yardım etmiştir.
“İşine, Aşına, Eşine sahip ol" sözü bu teşkilatın ana prensibi olmuştur. Anadolu Kadınlar Birliği, dünyada kurulan ilk kadınlar teşkilatıdır.
Ahi Evran Debbağlık dalından başka 32 çeşit esnaf ve sanatkârın lideri olmuştur.
Bu dönemde ilk kez su saati, otomatik musluk, el yıkama ve abdest alma esnasında kendiliğinden su döken makine, kendi kendine müzik çalan alet, otomatik su tulumbaları, su fışkırtan fıskiyeler, şifreli anahtarlar, değişik hareket yapan robotlar yapılmıştır.
Ahi Evran'ın Letaif-i Hikmet adlı kitabında,. “Allah insanları yemek, içmek, giymek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Bu nedenle demircilik, marangozluk, dericilik gibi mesleklere, alet ve edevat imal etmek için insan gücüne ihtiyaç vardır" demektedir.
Ahilik, toplumu sanata yönlendirmiş ve her birinin belli bir sanat dalıyla meşgul olmasını sağlamıştır.
Ahi Evran sisteminde; “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış" prensibini kendisine ilke edinmiştir
Faslı seyyah İbn–i Batuta, (1304–1369) Seyahatnamesi’nde Ahi teşkilatını anlatırken;
“Ahiler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerdir. Bunlar yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde, ülkelerine gelen yabancıların her türlü ihtiyaçlarını giderme ve bulundukları yerlerin güvenliğini sağlamaktadırlar.
Bu sistemin özünde doğruluk, emaneti koruma, yetimin hakkına sahip çıkma, düşkünün elinden tutma, misafir ağırlama, Allah için sevme ve Allah için kızma gibi özelliklere yer verilir” Demektir.
Ahi Evren geleneği, Orta Asya’dan beri devam ede gelmiştir. Anadolu’da 13. yüzyıldan sonra kurulan “İlk Türk esnaf birliklerinin adıdır.
Ahi kelimesi, “Kardeşim” demektir. Eli açık, cömert, yiğit, vicdanının sesini dinleyen “Adam” demektir.
Ahilik sisteminde; “Harama bakma, haram yeme, nefsine hâkim ol, doğru, sabırlı, dayanaklı ol,yalan söyleme, büyüklerinden önce söze başlama, kimseyi kandırma, kanaatkâr ol, dünya malına tamah etme, yanlış ölçme, eksik tartma, kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil. Kendin muhtaç iken başkasına verecek kadar cömert ol. Toprağa bağlan, suyu israf etme, ağaç dik, güçlü ol, bildiklerini öğret, din ve mezhep ayrılığı gözetmeden bütün insanlara karşı sevgi besle” gibi kesin kurallara yer verilmiştir.
Ahilik’de asla kul hakkı yenmez. Yanlışlık yapanın pabucu dama atılır ve onun yüzüne bir daha bakan olmaz.
Yoksul olup aç yatan, çaresizlik içinde kıvranan her insana el uzatmak vardır.
İşte böyle bir sivil toplum örgütünün etkili olduğu bir ülkede yokluğa ve yoksulluğa yer olmaz.
Bu konuda eğitim sisteminde köklü bir reforma ihtiyaç vardır diye düşünüyorum.
Yazının Devamı