yandex
EDİNCİKLİ MEHMET ER | İdris YAVUZ | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    37,9422
    %0,02
  • EURO
    40,9908
    %0,19
  • G. Altın
    3.833,37
    %0,59
  • Ç. Altın
    6.070,97
    %0,00
  • BIST
    9.568
    0.49
  • BITCOIN
    83,013.177
    0.45
  • ETHEREUM
    1,836.863
    0.62
  • DOLAR
    37,9422
    %0,02
  • EURO
    40,9908
    %0,19
  • G. Altın
    3.833,37
    %0,59
  • Ç. Altın
    6.070,97
    %0,00
  • BIST
    9.568
    0.49
  • BITCOIN
    83,013.177
    0.45
  • ETHEREUM
    1,836.863
    0.62
İdris YAVUZ

EDİNCİKLİ MEHMET ER

: 27-03-2025

"Edincikli Mehmet’in, koluna bir top mermisi isabet etmişti. Kanlar içerisindeki kolunu küçük bir et parçası tutuyordu. Mehmet, yanında duran teğmene:  

—"Komutanım Allah aşkına şu kolumu kes!" diye yalvardı. Sağ eliyle tuttuğu sarkık kola bakan Teğmen, donup kalmıştı. Edincikli Mehmet’in yakarışına dayanamayan Teğmen Saip, bıçağını çıkardı ve Mehmedin kolunu kopardı. Fakat ondan hiç ses çıkmadı.

 Edincikli Mehmet, bir sağ elindeki kola, birde kulağına gelen Allah! Allah! nidaları arasında çarpışan erlere bakıp kolunu fırlattı: 

—"Bu kol bu vatana feda olsun," dedi. Yerdeki et parçalarını gören Teğmen'in şaşkınlığı bir kat daha arttı. O, şehit olmanın gururuyla kolunun bedeninden ayrıldığını hiç hissetmemişti. 

Edincikli Mehmet, Allah için, vatan için Çanakkale’de savaşa katıldı ve onu durdurmak mümkün değildi. Kaybettiği kan, onu halsiz düşürmüş ve güzel yüzü sararmıştı. Gözünü dünyaya kapadığı anda, dudaklarında hala tebessüm vardı ve belli ki o, cennetteki yerini çoktan almıştı."


TEĞMEN SAİP 

Çanakkale 12. Alay

ÖMER ÇAVUŞ


 Komutanı, Ömer Çavuşa: 

—“Helal olsun sana Ömer Çavuş! Bu cesur hareketinle hem arkadaşlarını kurtardın, hem de bölgeni düşmana teslim etmedin. İsteseydin rahatlıkla geri çekilebilirdin” deyince,. Ömer Çavuş;

—“Komutanım! Düşman hem silah bakımından, hem de sayıca bizden çok üstün olmasına rağmen, göğüs göğse savaşmamızın cesaretle bir ilgisi yoktur. 


İngiliz top mermilerinin tepemize yağdığı bir sırada bize moral veren hocalarımız, mevzileri dolaşarak şehitlik rütbesinin ne yüce bir makam olduğunu, her Müslüman’ın on kâfiri öldürmeden kaçmasının caiz olmadığını anlattılar. Biz de ya şehit olacağız, yâda bu topraklardan onları kovacağız diye yemin ettik. Düşman askerleri de fazla dayanamayıp ayrılmak zorunda kaldılar” dedi. 


 Ömer Çavuşa, Çanakkale’de gösterdiği başarılardan dolayı madalya ve nişan verildi ama o bu teklifi geri çevirdi. Bunun üzerine; 

—“Biz vatan için din uğruna savaş yaptık. Bunun karşılığını Allah’tan bekliyoruz. Dünyevi bir ikbal bizi sevindirmez” diye cevap verdi.


1.Bölük Komutanı


TEK BACAĞIYLA SAVAŞTI

Çocuk askerlerden Mehmet ve İsmail, dilenci kılığına girip şehrin içinde cereyan eden olayları, düşman askerlerinin durumuyla ilgili bütün gelişmeleri Türk tarafına iletmeye giderken yakalandılar. Her türlü baskı ve işkencelere rağmen düşman askerlerine sır vermeyen bu iki afacan çocuk, serbest bırakıldıktan sonra arkalarından kalleşçe ateş açılması nedeniyle küçük Mehmet 4, İsmail ise 9 yerinden yaralandılar.

b

RESİM 3: Çanakkale’de bir ayağı kesilen gazimizin Çanakkale Şehitler abidesini ziyaret ettiği sırada.

 Mehmet, hastaneye kaldırılıp, operasyonla ayağı kesilerek hayatı kurtarıldığı halde İsmail hastanede şehit oldu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, sağlığına kavuştuktan sonra geri birliğine avdet ederek tek ayağıyla Milli Mücadelede yine görev aldı. Mehmet, bu andan itibaren daha hırslı, daha mücadele azmi içinde cepheden cepheye koşarken, bu haliyle bile vatanın kurtulmasına hizmet etmenin huzuru ve mutluluğunu yaşıyordu.

İşte bu karakter yapısıyla, Türk Milleti, diğer milletlerden farklı olduğunu ortaya koymaktadır.





FAKÜLTE SİYAHA BOYANDI

Çanakkale destanında, bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla “Darülfünun” öğrencilerinin ayrı bir yeri vardır. 1915'te Darülfünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkale’ye koştular. 

İki tümen hâlinde, Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle bir sonraki yıl okul açılışında siyaha boyanan Darülfünun, 1921 yılında hiç mezun vermedi. 

ÇANAKKALE’DE SAVAŞAN ÇOCUK ASKERLER

Çanakkale’de, Türk çocuğu yeri geldi cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı ve Türk askerine mermi götürdü. 

b

RESİM 2: Çanakkale’de binlerce çocuk savaşa katılmıştır. 


AZMAN DEDE VE ÇOCUK MÜCAHİTLER

Azman Dede Balıkesir İvrindi'nin Mallıca köyünden, 104 yaşında son gömdüğümüz Çanakkale gazisidir. Gençliğinde, iki metreyi aşkın boyundan dolayı ona “Azman” denmeye başlanmış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Azman dede ağır işitiyordu. Söz Çanakkale`ye geldiğinde 

O; “Bir hücum sırasında bölük telef olmuştu. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı istediğimiz askerler geldi. Hepsi gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki, hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. 

Yüzbaşı sordu; 

—"Yavrum siz kimsiniz?" İçlerinden biri; 

—"Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz vatan için ölmeye geldik!"diye cevap verdi. Onlar, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlara; 

—"Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye, bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında, ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. 

 Ortalık hafif aydınlanınca düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyordu. Bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkıp siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. 

Siperler toz, duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı bana: 

—"Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen çocuklar, sanki yumak gibi birbirine sarılmışlardı. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Savaşta panik olabilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!.. 

“Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.

Al sancağı teslim etti. Allah’a ısmarladı.

Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana.

Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.”

Marş bitiyor hep birlikte yeniden başlıyorlardı. Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırınca, o çocuklar kurulmuş yay gibi siperlerden fırlayıverdiler. Bir düşman makinelisi yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. O çocukları hiçbir zaman unutamadım, aklıma geldikçe ağlarım" der[1]. Galatasaray, Konya, İzmir, Kayseri liseleri 1915'te tek bir mezun veremedi. Çünkü tüm öğrencileri Çanakkale'de şehit oldu.

Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, "Meçhul Çocuk Askerler" olarak Türk tarihinde ki 

yerini almıştır. 




[1] Celal Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan

Yazının Devamı

İKİ LALENİN HİKÂYESİ

Umumi seferberliğin ilanından hemen sonra İzmir Lisesi ve hukuk fakültesinde aynı sıraları paylaşan Hüseyin’le Münir, askere çağrıldılar. Münir Çanakkale’ye, arkadaşı Hüseyin’de İstanbul’a sevk edilmişti. Münir Bey’in Hüseyin Bey’e son yazdığı mektubundan bir bölümünü aktarmak istiyorum;


—“Toprak yatağımdan yeni kalktım. İçinde barındığım koca mağaranın ağzına çıktım ve etrafımı gözetliyorum. Çok nefis bir bahar sabahında, gecenin sis ve rutubetiyle yerler ıslaktı.


Gözümün önünde İngiliz orduları, boğazda sayısız gemiler dolaşmaktadır. Mavi denizin kesif bulut yığınlarından, istemeyerek yemyeşil çimenlerin bulunduğu vadiye, tepelere, şırıl şırıl akan derelere, güneşin hızla yükselen parlaklığına gözlerim takılıyor. Sanki rüyada gibiyim.


İngilizler bugün her nedense gecikmişe benziyorlar. Henüz top, tüfek sesinden eser yok. Bulunduğum yerden aşağıya indim. Bir toprak yığınının üzerine oturdum. Yanımda kırık bir masa, üzerinde telefon, çarpık bir iskemle, iki portatif karyola bulunmaktadır.


Bu mağarada Nihat isminde bir arkadaşla birlikte kalıyoruz. Dün gece, geç vakte kadar devam eden top sesleri ikimizi de uyutmadı. Şimdi derin ve uzun bir uykuyu ne kadar özlüyorum. Yanımda birden telefon çaldı. Komutanım beni arıyor. Her halde önemli bir tebliğdir Mektubuma ara veriyorum.


Münir, komutanın yanından gelince mektubuna devam eder;

—“Komutanı gördüm ve geldim. Üzgünüm mektubuma devam edemeyeceğim. İngilizler harekete geçtiler. Şiddetli patlamalara bakılırsa etrafta kıyametler kopuyor. 


Şimdi öyle uykum var ki, gözlerim adeta yumuluyor Bir haftadır elbiselerimi çıkarıp güzelce uyumak nasip olmadı. Şöyle yemyeşil çimenlerin üzerinde, saatlerce yatmayı öyle istiyorum ki, ama top sesleri, kulaklarımı patlatırcasına rahatsız ediyor. 


Komutanın yanından gelirken kopardığım iki laleyi Çanakkale hediyesi olarak gönderiyorum, kabul edin. İnşallah yine görüşürüz”.


Münir bu mektuptan üç hafta sonra şehit düştü. Siper arkadaşı Nihat bu mektubu Hilal-i Ahmer Hastanesine yaralı geldiği sırada Münir’in can dostu Hüseyin’e gönderdi;


—“Beyefendi! Münir Beyle siperlerde birlikteydim. O görev başında şehit düştü, ben de hafif yaralandım. Beni hastaneye getirdiler. Münir Bey mektubunu postaya vermek için vakit bulamadı. Mektubunu gönderiyorum. Bu merhumun emanetidir”.


Zarfı açtım, mektubunu ağlayarak okudum. İmzasının yanına solmuş, kurumuş iki lale iğnelemişti.

Ah sevgili Münir! Al o lalelerin, sende kalsın. O bayırlardan topladığın ,kırmızı lalelerin gibi kana bulanmış naaşınla sende bir lale olup kalmışsın[1].

Hüseyin RAGIP




[1] 1915’de Çanakkale’de Türk; s. 41, Ankara 1957.

Yazının Devamı

ELLİ YEDİNCİ ALAY

Türk ordusunun Çanakkale’deki kahramanlıklarını, dünya devletleri hayret ve dehşet içinde izlerken, Türk’ün ezeli hasletlerinden olan bu savaşın sırrını anlamakta zorlanmışlardır.  Kendisinden on misli fazla olan düşmana karşı Seddülbahir’de, askerinin yarıdan fazlasını kaybeden Binbaşı Mahmut ve Mehmetçik, Arıburnu’nda yakaladığı düşmanı önüne katıp, denize kadar kovalamıştır.

Anafartalar’da Jandarma Birliğinden Pehlivan Ahmet oğlu İsmail Çavuş ve üç arkadaşı düşman siperlerine girip onların makineli tüfeklerini ele geçirdiler. Bu savaşta daha nice fedakârlıklarla dolu menkıbeler ve isimsiz kahramanlar vardır. Burada birkaç örnek vermek istiyorum.

57. Alayda bulunan gönül erleri, Çanakkale’de 19 Mart sabahı düşman askerlerinin saldıracağı duyumunu almıştı. O tarihte bu denli mermi harcayan bir askeri birlik görülmemiştir. 57. Alay Bigalıdan Kocaçimen’e doğru hareket etmiş. Bir yandan modern silahlı güçler, diğer yandan bir avuç imanlı asker süngü savaşı yapmıştır. 


b

RESİM 5: Onlara ölmeleri emredildi, hepsi birden, gözlerini kırpmadan düşman üzerine hücum ettiler, vatan için tamamı birden şehit düştüler.

 20 Ocak 1915'de, 19. Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in komutasındaki 57. Piyade Alayı, genelde acemilerden oluşuyordu. Bu arada 57. Piyade Alayı Vapurla Tekirdağ'dan yola çıktı (24 Şubat 1915), Gelibolu’ya ulaştı.

 Mustafa Kemal, kendi tümeninden 57. Alay’ı, Maydos bölgesine tertiplemeye başladı. Bölgeyi gezerek 26. Alay’ı Seddülbahir, 27. Alay’ı Kabatepe kıyılarına yerleştirdikten sonra, Seddülbahir'e bir de akıncı müfrezesi çıkardı.

 24-25 Nisan akşamı, İngiliz ve Anzak kuvvetleri Arıburnu’ndan karaya çıkmaya başlamışlardı. Bu bölgede kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine rağmen, kıyıdan belli bir noktaya kadar ilerlemeyi başardılar. Mustafa Kemal, 57. Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirdi. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında, Arıburnu yönünden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini gördü.

O anı Mustafa Kemal şöyle anlatmaktadır: 

“Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı’na doğru kaçmakta olduğunu gördüm. Askerlerin önüne çıktım: 

—“Niçin kaçıyorsunuz ?” dedim. 

—“Efendim düşman!” dediler.

—“Nerede?”

—“İşte!” diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, ileriye doğru yürüyordu. Benim kuvvetlerim geride kalmıştı. Onlara on dakika mola vermiştim. Demek ki düşman bana, benim askerlerimden daha yakınmış! Kaçan askerlere:

—“Düşmandan kaçılmaz”, dedim.

—“Cephanemiz kalmadı”, dediler.

—“Cephaneniz yoksa süngünüz var”, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının, benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır..” [1] dedi. Mustafa Kemal, dağ bataryalarını dağın sırtına yerleştirip, daha sonra, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine aldıktan sonra atına bindi, 57. Alay'a hitap ederek:

 —“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilir”, dedikten sonra, 25 Nisan 1915 günü, 27. Alay, 57. Alayla birlikte süngü hücumunu başlattılar. 

 Bu savaşta Anzaklar çok sayıda kayıp verdi. Dört ay boyunca, Conkbayırı-Kabatepe bölgelerinde, kanlı çarpışmalar oldu. Arıburnu’ndaki 27. Alayımızın yardımına koşan birliklerimizin bazıları dağılınca, 57. Alayımız daha geniş bir araziye yayılmak zorunda kaldı. Burada Yarbay Hüseyin Avni şehit oldu. Kumandayı ele alan Binbaşı Yusuf Ziya da şehit olunca, alay müftüsü Hasan Fehmi kumandan oldu. O da şehit düştü. Kumandanları şehit düşen birlikler, Arıburnu sırtlarında düşmanı durdurmak için canla başla savaşıyordu. Bu arada Nazif Çakmakta (Fevzi Çakmak'ın kardeşi) şehit oldu. Ardından gelen 57. Alay'ın 6. Bölüğü ile Anzak Kolordusu'nun 3. Alayının 4. Bölüğü süngü ve dipçiklerle birbirlerine girdiler. 

 Sisli bir Nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görünce takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sordu. 

Takım komutanı; “Sabahleyin düşmana hücum emrini almış, 57. Alay, Huzur-u İlahi’ye temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkamışlar; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir”, der Burada. 57. Alayın tamamı şehit düşmüştür. Geriye gök kubbede baki kalan hoş bir seda olarak yerini almıştır[2]


RESİM 6: Bu sancak, Çanakkale Savaşı’nda son erine kadar şehit olan Kahraman 57. Alayın sancağıdır. Hâlen Melbourne-Avustralya müzesindedir. Sancağın tanıtım plâketinde: 

"Bu alay sancağı Gelibolu savaş alanından getirtilmiştir, ama esir edilmemiştir. Türk Ordusu'nun geleneklerine göre bir alayın sancağı, alayın son eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, son muhafızın altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur" yazılıdır.




[1] Lord Kinross, Atatürk Dizisi, s.129, İstanbul.

[2] Aydemir, Şevket Süreyya; Tek Adam, Cilt 1, s. 244.

Yazının Devamı

BİR KOMUTANIN ÇANAKKALE MEKTUBU


Düşman 24 Temmuz 1915 tarihinde Seddülbahir mıntıkasına intikal ettiğinde, Gaziler Tepesi’ne yetişmek için silaha sarılan bölükteki fedakâr dört neferin kahramanlıkları:

 Sabah güneşinin doğmasıyla birlikte yüzlerce topun soğuk namlusundan çıkan müthiş mermi sesleri sinir bozucuydu. Düşman üzerine atılmak ve onları yere sarmak için sabırsızlanan askerler harekete geçme emrini aldı. 

İleri noktadaki Gazileri takviyeye gidiyorduk. Düşmanın yüzlerce mermisinin düştüğü yeri geçmek biraz tehlikeli ise de, düşmandan intikam almak için hırslanan askerim, din kardeşlerine yardıma yetişmek herhangi bir engel tanımıyordu. 

 Yol üzerinde her nasılsa düşman mermisinden ateş alan bir sandık cephane, yolu tamamen kapadı. Dini, vatanı, milleti için yoldan geçmeye çırpınan fedakârlar, civardan tedarik ettiği kum torbalarını omuzlayarak yanan sandık üzerine dökmek istediler. Bu sırada dört asker birden atıldı. İki saniye sonra sandık, torbalar altında kaldı ve yolumuza mani olacak engel ortadan kaldırıldı.

Bu dört askerin cesareti ve fedakârlığı sayesinde yol tamamen açıldı. Ethem Onbaşı da bu vazifeyi yerine getirdikten sonra sol kalçasından şarapnel misketi ile yaralandı. Ethem Onbaşı bunun üzerine; —“Bir senedir kullandığım silahımla hunhar düşmana bir kurşun atmadan hastaneye gidiyorum. Bari benim intikamımı siz alın” diye ellerime kapandı, gözlerinden yaşlar akıtarak ayrıldı

 Bu dört yavrunun azmini kurşun, süngü, hatta top bile kesemedi ve onlar kahramanca savaştılar. Ecdadımızın bu fedakârlığına karşılık, onların isimlerini gelecek nesillere bir anı olarak aktarmayı bir görev bilirim.

Buradaki hayatımdan hiç unutamayacağım bir safhayı belirtmeden geçemeyeceğim. Sığındere Harbi oldu, Her iki taraf çok telefat verdi. Şehitlerimizin defni için İngilizlere, bir günlük mütareke teklifi yapmak lüzumu hasıl oldu. Cenup Gurubu Kumandanının bu teklifini havi mektubunu kolordumuzdan Erkan-ı Harp Yüzbaşı Yusuf Beyle ben götürdüm. Esasen muharebe cephesi çok uzak değildi. Evvela atlarla, sonra yaya olarak dere tepe aşıp ilk siper hatlarımıza girdik. Düşman siperleri de 100-120 metre ileride görülüyordu. Siperlerin bazı yerlerinden geçerken bize rehberlik eden subay; “Burada çok eğilin! Bu noktada düşmanın makineli tüfeği tespit edilmiştir. Ufak bir karaltı görseler ateş ederler” diyordu.

 İlk siperin manzarası çok elemli idi. Buradaki şehitlerimiz ve düşman maktulleri o derece sıktı ki, tıpkı Cuma Namazında bir camide cemaatinin secdeye yatmış manzarasını andırıyordu. Yalnız bu yatış, gayrı muntazamdı ve ebedi bir sükûna dalmış, şehit ve maktullerin mahşeri halinde görülüyordu. Bu ölülerin ağız ve burnuna sinekler yumurtlamış ve buralarda büyüyüp, beslenen sürfeler(kurtlar) tombul ve beyaz birer şekil almış olduğu halde siperlere karınca gibi yürüyor, iğrenç bir manzara hasıl ediyordu. Günlerce açıkta kalmış cesetler kokmuş, etrafa çok fena bir koku yayılmıştı.

 Bu hata günlerce gece, gündüz ateş karşısında bulunan kahraman Türk askerleri bu duruma da alışmıştı, mütevekkil, cesur ve metin bir gayretle düşmanı olduğu yere çivilemişlerdi. İlk hatta girer girmez bir beyaz bayrak çıkardık. O hatta, bizim taraf ateşi kesti.

 Düşman tarafı sağa sola el bombası atıyor, makineli tüfekle ateş açıyordu, İngilizler de bize karşı bir beyaz bayrak çıkardılar. Yusuf Bey siperin dışına çıktı, benim siperde kalmamı muvafık gördü. Kendisi 50-60 adım ilerledi. Karşı hattan da bir İngiliz subayı çıktı, o da 50-60 adım ilerledi. Birbirine kavuştular. Mektup teslim edildi. İngiliz kumandanları denizde, zırhlıda imiş. Mektubun cevabını sabahtan, akşam geç vakte kadar bekledik. Beyaz bayraklar da bekledi. Akşam  üstü aldığımız cevabı Cenup Gurubu karargâhına getirdik. Cevap menfi çıktı. Mütarekeyi kabul etmemişlerdi. Ertesi gün sabah erken büyük bir taarruza geçtiler. Derslerini de aldılar.


İtiraf ediyorum, mektepte kokmuş insan ölüsü üstünde anatomi dersi yapmış ve birçok otopsi yapmak mecburiyetinde kalmış bir doktorum. 

 Sinek kurtları ile de Askeri Hıfzısıhha derslerimde ve et muayenelerimde meşgul olmuş bir insanım. Öyle olduğu halde ilk hattaki o koku bir hafta burnumdan çıkmadı, et yiyemez oldum. Kahraman Türk askerleri, her sıkıntıya, her keder ve zahmete alışmış verilen eti de otu da ilk siperlerde yiyor, inançla düşmana silah sıkıyor, hücum edene süngü sokuyordu[1].


Abdulkadir (NOYAN)

1.Kolordu Hıfzısıhha Müşaviri 





[1] Ener, K.; Çanakkale’den Hatıralar, M.M.V., İstanbul Temsil Bürosu Yayınları, No: 2, İstanbul, 1954.

Yazının Devamı

TÜRK TOPRAKLARINI PAYLAŞMA PLANI

Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra emperyalist ülkelerin önündeki engeller kalkmış oldu. Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler ve Ruslar, yeniden Anadolu’nun paylaşımı üzerine ortak kararlar alıp, Ermenileri de örgütleyip uygulamaya koydular. Osmanlı yönetimi, Mustafa Kemal Paşa’nın da şiddetle karşı çıktığı, genelde mason teşkilatı mensubu olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin emrine girdi[1].

Vatansever olanlar ya görevden alındı, ya da idam edildiler.

Ülkede can, mal, namus emniyeti kalmadığı için, halk arasında tedirginlik baş gösterdi. Devlet düşmanlığı, dinden dönme moda haline geldi.

Arnavutluk’ta isyanlar başladı ve Mahmut Şevket Paşa bu isyanı bastırmakta yetersiz kaldı. 

Sultan Reşat Arnavutluk’a giderek fakirlere yardım etti, halkla birlikte Cuma namazını kıldı, onların dertlerini dinledi ve kısmen huzuru sağladı[2], ama fitne devam etti. 8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı çıktı.

Şahsi menfaatler uğruna siyaset yapmaktan, ülke konularına eğilemeyen İttihat ve Terakki  Cemiyeti, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan karşısında bozguna uğrayıp, 30 Mayıs 1913’de Libya, Girit, Rodos, On İki Adalar, Arnavutluk ve Trakya’nın tamamı, Afrika’daki bir milyon iki yüz bin, Rumeli’de iki yüz elli bin kilometrelik topraklar kaybedildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti dünyanın süper güçlerine karşı hiçbir neden yokken Almanya’nın yanında 1. Dünya Harbine katılma kararı alındı (11 Kasım 1914)[3].

 Sultan Abdulhamid’i tahttan indiren Enver ve Talat Paşalar, Dr. Bahaeddin, Dr. Nazım 30 Ekim 1918’de, Mondros Antlaşmasını imzaladıktan hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de; Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’te Ermeni ve Yahudi militanlarınca öldürüldüler. İmparatorluğunun yağmalanmasına, bir milyon kilometreden fazla toprak kaybına, 550 bini aşkın askerin şehit düşmesine üzülen Sultan Reşat Han, 3 Temmuz 1918’de vefat etti.

 Neticede üç kıta, yedi denize hakim olan Osmanlı Devletinin sonunu hazırlayan İttihat ve Terakki üyelerinden Şeyhülislam Musa Kazım dahil birçok devlet adamı mason localarına kayıtlı insanlardı. İşte bu şartlar altında Çanakkale Savaşları başladı.


[1] Atatürkçülük Düşünce Sistemi, 3. Kitap, Genel Kurmay Başkanlığı Yay., İstanbul.1984.

[2] Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, C.7, Ötüken Yay. İstanbul 1983, s. 253.

[3] Lort Kinross, Atatürk, Türk Tarih Dizisi,İstanbul, s. 226

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans