İstanbul’un alındığı, Bizans’ın yıkıldığı yıllarda Rodos adası çapulcuların elindedir. O yıllarda haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlardı. İşte günlerden birinde, Ebûl Vefa Hazretlerinin de içinde bulunduğu hac kafilesine haramiler saldırır. Mübarek kendisini zindanda bulur. “İnsan haydut da olsa insandır” der. Nitekim zindancı bu büyük velinin yüzündeki şefkati yakalar. Cezayı göze alır, zincirlerini çözer, onu aydınlık bir koğuşa kor. Uzun kış geceleri ocak başında sohbet ederler. Ebûl Vefa Hazretleri burada Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını tedavi eder, dertlerini dinler. Şövalyeler bu güzellikleri görmezden gelip, Osmanlı Sultanından bu rehinenin iadesi için yüklüce bir fidye isterler.
Kahraman oğlu İbrahim Bey, Ebûl Vefayı çok sevmektedir. Onun rehin olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı temin eder gelir adaya. Ebul Vefa Hazretlerini zindandan kurtarır.
Ebûl Vefa’nın ayrıldığına en çok zindancı üzülür. İstanbul’da Rumların kesif olduğu bir semte (Vefa’ya) dergâhını kurar ve bu insanlara kapılarını açar. Mübarek, güler yüzlü ve nüktedandır.
Ebûl Vefa’nın Fatih’e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder. Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Günün birinde dayanamaz, dergâhın kapısına dayanır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri onunla görüşmek istemez. Fatih çaresiz ve üzgün olarak geri dönerken, mübarek hıçkırıklarını tutamaz. Talebeleri olanlara bir anlam veremezler. Sıradan Rumlar’ın bile kıymet verilip, buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz? Nitekim içlerinden biri dayanamaz. “Bağışlayın ama efendim! Hem hünkârı üzdünüz, hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek”der.
Mübarek “Doğru söylüyorsunuz. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda duramaz, sultanlık çelik- çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı tahtı bırakır, dervişliğe kalkışır.” (Hatırlayacaksınız Fatih’in dervişliğe olan meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin’dir.)
Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Bu çocuk bir ara su taşıyanların yolunu gözler. Çuvaldız ile su tulumlarını deler. Bunu yapan bir başkasının çocuğu olsa, neler yapılmazdı ona? Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, Ebûl Vefa Hazretlerinin huzura gelir; “Affınıza sığınıyorum ama oğlunuz bana zulmediyor” der.
Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan helallik diler. Saka bir hoş olur. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim” der. Söylediğine Pişman olur.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. “Aman hatun, iyi düşün! Biz bir hata yaptık ama nerede?”
Hanımı ;“Tamam! Galiba buldum! Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bize içinde limon olan bir sepet bırakmıştı. Canım nasıl çekti bilemezsiniz. İstesem, kardeşimi bana canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi evine limonsuz dönecekti. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, bu durumu ona söylemeliydim. Ebûl Vefa; “Aman kalk! Bacına gidelim, helallik dileyelim” dedi. Helallik alınca, çocuğun bu huyu birden değişmiştir.
Ebûl Vefa Hazretleri çok sevilen bir zattı. Mahalle halkı mübareğin naşına sahip çıkmıştır. Bu gün, Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla anılmaktadır.
Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra emperyalist ülkelerin önündeki engeller kalkmış oldu. Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler ve Ruslar, yeniden Anadolu’nun paylaşımı üzerine ortak kararlar alıp, Ermenileri de örgütleyip uygulamaya koydular. Osmanlı yönetimi, Mustafa Kemal Paşa’nın da şiddetle karşı çıktığı, genelde mason teşkilatı mensubu olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin emrine girdi[1].
Vatansever olanlar ya görevden alındı, ya da idam edildiler.
Ülkede can, mal, namus emniyeti kalmadığı için, halk arasında tedirginlik baş gösterdi. Devlet düşmanlığı, dinden dönme moda haline geldi.
Arnavutluk’ta isyanlar başladı ve Mahmut Şevket Paşa bu isyanı bastırmakta yetersiz kaldı.
Sultan Reşat Arnavutluk’a giderek fakirlere yardım etti, halkla birlikte Cuma namazını kıldı, onların dertlerini dinledi ve kısmen huzuru sağladı[2], ama fitne devam etti. 8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı çıktı.
Şahsi menfaatler uğruna siyaset yapmaktan, ülke konularına eğilemeyen İttihat ve Terakki Cemiyeti, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan karşısında bozguna uğrayıp, 30 Mayıs 1913’de Libya, Girit, Rodos, On İki Adalar, Arnavutluk ve Trakya’nın tamamı, Afrika’daki bir milyon iki yüz bin, Rumeli’de iki yüz elli bin kilometrelik topraklar kaybedildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti dünyanın süper güçlerine karşı hiçbir neden yokken Almanya’nın yanında 1. Dünya Harbine katılma kararı alındı (11 Kasım 1914)[3].
Sultan Abdulhamid’i tahttan indiren Enver ve Talat Paşalar, Dr. Bahaeddin, Dr. Nazım 30 Ekim 1918’de, Mondros Antlaşmasını imzaladıktan hemen sonra yurt dışına kaçtılar. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de; Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’te Ermeni ve Yahudi militanlarınca öldürüldüler. İmparatorluğunun yağmalanmasına, bir milyon kilometreden fazla toprak kaybına, 550 bini aşkın askerin şehit düşmesine üzülen Sultan Reşat Han, 3 Temmuz 1918’de vefat etti.
Neticede üç kıta, yedi denize hakim olan Osmanlı Devletinin sonunu hazırlayan İttihat ve Terakki üyelerinden Şeyhülislam Musa Kazım dahil birçok devlet adamı mason localarına kayıtlı insanlardı. İşte bu şartlar altında Çanakkale Savaşları başladı.
[1] Atatürkçülük Düşünce Sistemi, 3. Kitap, Genel Kurmay Başkanlığı Yay., İstanbul.1984.
[2] Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, C.7, Ötüken Yay. İstanbul 1983, s. 253.
[3] Lort Kinross, Atatürk, Türk Tarih Dizisi,İstanbul, s. 226
Yazının DevamıDÜNKÜ YAZINI DEVAMI
O dönemlerde Yahudiler, Filistin’den toprak istemiştir. Doktor Theodor Herlz, 1896 yılında İstanbul’a gelerek, Polonyalı Kont Philippde Newlinski’nin delaletiyle padişahla görüşür ve Filistin karşılığında, 20.000.000 (yirmi milyon) sterlin vermeyi “Musevilerin yardımı olmadan, Osmanlı Devleti’nin başarı gösteremeyeceğini” söyler.
Theodor Herlz huzurdan ayrıldıktan sonra padişah, Newlinski’ye hitaben: “Sen şimdi git, Bay Hertz’e söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış toprak satmam, zira bu vatan benim değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla kazanmıştır. Benim Suriye ve Filistin’de bulunan askerlerimin her biri Plevne’de, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere şehit düşmüşlerdir.
Türk İmparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, onlar, Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem” dedi. Sultan, bu isteğe şiddetle karşı çıktı. (İşte İsrail’in ve Filistin’in bugünkü durumunu görüyoruz)[1]. Bu olumsuz gelişmeler üzerine İngiltere, Arabistan’da bulunan Celaleddin Afgani’yi, casus Lawrens’i Sultan aleyhine isyan çıkarmak için Anadolu’ya görevlendirdi. İttihat ve Terakki Cemiyetini destekledi.
Meclisten yabancıların korunmasıyla ilgili kanunların çıkarılmasını sağladı. İmparatorluğun yıkılmasına ortam hazırladı. Macaristan-Avusturya İmparatorluğu, İngilizlerin yardımıyla (1908) Bosna-Hersek’i işgal etti. Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Girit, Yunanistan’a katıldığını bildirdi. Seçimlerde azınlıklar desteklendi ve milletvekili olmaları sağlandı. Binlerce Müslüman Türk’ün kanına giren Yunanlı, Sırp, Bulgar ve Ermeni çetelerine umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar hain varsa İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar, Fransızlar ve İtalyanların el atından desteklediği çeteler, halkın huzurunu kaçırdı. Bazı boyalı basın organları, isyancılara destek verip, onları yüreklendirdi.
Bunun üzerine “31 Mart İsyanları” çıktı. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa azledildi, yerine Tevfik Paşa getirildi. Selanik’te olan 3. Ordu harekete geçti. Bulgar, Sırp, Yahudi, Arnavut azınlıklarda bu isyana destek verdiler ve 50 bin kişilik bir orduyla İstanbul’a girdiler. Yıldız Sarayını ve Harbiye nezaretini kuşattılar. 1. Ordu, bu çapulcuları ezip geçecek durumda olduğu halde, Sultan buna izin vermedi, Türk kanının akmasına razı olmadı.
Bu arada sıkıyönetim ilan edildi. Yüzlerce Balkan çetesi saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladılar. Birçok suçsuz insan idam edildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti ülkedeki teröre çanak tutmuştur[2]. 27 Nisan 1909’da meclis olağanüstü toplantı yaptı. Ahmet Muhtar Paşa kürsüye geldi, Sultan’ın hallini istedi.
İstanbul Mebus’u Elmalılı Hamdi Yazır’a fetva müsveddesi hazırlattılar, isnat edilen suçlamalarda; “31 Mart Vaka’sına sebep olmak, dini kitapların tahrifi ve yakılması, hazineyi israfa sürükleme, suçsuz insanları idam ettirme” gibi birçok asılsız iftiralara yer verilmiştir. Hâlbuki sultanın, genelde devlet harcamasını kendi bütçesinden yaptığı bilindiği halde, böyle bir karalama nasıl yapılırdı?
Bu olayların arka perdesinde İngiliz dayatması olduğu için, fetva emini Hacı Nuri Efendi “Bu bir iftiradır” diyerek buna onay vermedi, Meclisten oy çokluğu ile karar çıkartıldı. Türk tarihinin yüzkarası olan bu emrin tebliğ heyetinde; Yahudi Emanuel Karasu, Arnavut Esat Toptanı, Ermeni Aram Efendi ve sultanın uzun yıllar yaverliğini yapan Arif Hikmet Paşa yer alıyordu. Sultan; “Türk Hakanının indirilme kararı Yahudi, Ermeni, Arnavut ve bir de nankör insana mı kaldı?[3]” diye sitem etmiştir. Yahudiler, Sultan Abdulhamid Han’dan intikamlarını da almış oldular[4] yerine V. Sultan Mehmet Reşat’ı getirmişlerdi[5].
[1] Lord Kinross, Atatürk, Türk Tarih Dizisi, s. 218, İstanbul.
[2] Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, C. 7, Ötüken Yay., İstanbul 1983, s. 189.
[3] Atilhan Cevat Rıfat; Farmasonlar İslamiyet’i ve Türklüğü Yıkmak İçin Nasıl Çalıştılar, İstanbul 1963, s. 106.
[4] Kızıltoprak İhsan, Devlerin Mirası, Hun Yay., İstanbul 1973, s. 89.
[5] Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cilt 1, İstanbul 1993, s. 78-88.
Yazının DevamıYedi düvele karşı hak ettiği dersi veren, tarihi gururumuz Nusrat Mayın Gemisi, hurda niyetine satılmak üzere iken,Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin KOCAMAZ ona sahip çıkmıştır.
Nusrat, terim olarak; Allah’ın yardımı, üstün başarı ve muzaffer anlamlarına gelmektedir[1].
Dünyada örneğine hiç rastlanmayan, üstlendiği görevde imkansızı mümkün kılan Nusrat’ın,Türk donanmasına katılım merasiminde, dualarla “Nusrat” adı verilmesi neticesi, harp tarihine onun hakkında altın harflerle not düşülmüştür.
Nusrat’ın cürümü küçük, ama başardığı işlere bakıldığında akıllara durgunluk verecek nitelikte gurur kaynağımız olmuştur.
Ege ve Marmara denizlerini adeta istila eden, buralardan kuş uçurmayan, en son sistemlerle donatılmış düşman gemilerinin arasından İlahi görünmezlik zırhına bürünerek geçen Nusrat Mayın Gemisinin başarısını dile getirmek bizim için kolay olmasa gerek. Bu nedenle Çanakkale Savaşları sıradan bir savaş değildir. Karadan ve denizden zorlayarak, Türk topraklarına girmeye çalışan düşman birliklerinin akıbeti, korkunç bir kabusa dönüşmüştür.
Çanakkale Savaşları, Türk milletinin haysiyetini ve milli duruşunu yeniden temini açısından önemlidir.
Ordumuz, silah ve mühimmat bakımından yoksun, modası geçmiş toplarla, etkili olup olmadığı bilinmeyen mayınlarla, düşmanı ezmesini bilmiş ve bütün dünya Çanakkale’de Türklerin neler yaptığını görmüştür. Türkler, İslam’a gönül vermiş, savaşa bayram sevinciyle giden bir millettir.
Çanakkale’de Mehmetçik, Allah’ın kınından sıyrılmış kılıcı, hakkın batıla üstün gelen hıncı, Allah ve Resulünün semaya yükselen sesi, yer yüzüne sağanak halinde inen nurudur. Mehmetçik burada; vatan ve namus uğruna hayatını hiçe saymış, birlik içinde, Anadolu’da yaşayan Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Doğulusu, Batılısı “Milli Mücadele” ruhuyla, her türlü zorlukları başarmanın zevkini tatmıştır. Bu öyle bir ruh yapısıdır ki, bir metre kareye altı bin mermi düşmesine rağmen göğüs göğse süngü savaşı yaparak, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” inancıyla şereflerin en yücesine erişmiştir. Mehmet Akif bir şiirinde;
“Ölüm indirmede gökler, ölüm püskürmede yer,
Kafa, göz, gövde, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler,
Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler” demektedir.
Burada görülüyor ki, Çanakkale Savaşları, Türk milletinin özünde silinmeyecek izler bırakmıştır. Bu savaş, ırkları, renkleri, dilleri farklı milletlerden oluşan; Haçlı ordularının asırlar öncesine dayanan,Türk milletinden öç alma duygusunun uzantısıdır.
Bu savaş, anaların canından çok sevdiği evladının başına, kurbanlık koyun gibi kınalar yakıp cenge gönderdiği savaştır. “Çanakkale Geçilmez” efsanesini yaşatanlar, eli silah tutan gencecik vatan evlatlarıdır.
Peygamberimizin müjdelediği gibi; “Nefsim Kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi, sonra dirilip yine öldürülmeyi ne kadar arzu ederdim” diye buyurmuşlardır[2]. Yüce Mevla’mızın; “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Gerçekte onlar diridirler, siz onu bilemezsiniz”[3] Ayetindeki müjdeler, Mehmetçiğe verilen en yüce makam ve en kutsal rütbedir.
Bu savaşta, Osmanlı donanması yok denecek kadar azdı. Çanakkale’yi geçilmez kılan Nusrat Mayın Gemisi, Çanakkale Savaşı’nın baş aktörü olarak, verilen görevi kusursuz yerine getirmiş, yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin temeline harç koymuştur. Burada Mehmetçik, kısıtlı imkânlarla, yoksulluk içinde savaşa hazırlanırken, Nusrat Mayın Gemisine yüklenen 26 mayın, Karadeniz’de batan düşman gemilerinin enkazından çıkarılmıştı.
Nusrat Mayın Gemisi, zor şartlar altında, tüm hazırlıklarını tamamlayıp hareket için emir beklemeye başladı sırada, İngilizler, Fransızlar ve diğer müttefik devletler, birkaç haftada İstanbul’u işgal etmeyi umuyorlardı. Ama Çanakkale aşılamadı. 18 Mart 1915 günü düşman donanması, 18 savaş gemisiyle, saat 10.00 da Boğaza girdi, 3 büyük zırhlısını kaybedip, bir o kadarı da ağır yaralı olarak geri çekilme zorunda kalmıştır. Bu savaş, “Biz dünyanın en büyüğüyüz!” diyenlere iyi bir cevaptır. 3 Kasım 1914 ve 18 Mart 1915 tarihlerinde Çanakkale Boğazı’nda cereyan eden, Gelibolu Yarımadası’nda 25 Nisan 1915 tarihleri arasında sürdürülen savaşlar, Türk tarihinin en şerefli zaferlerinden biridir.
Çanakkale Savaşı, bir milletin var olma yok olma çabasıdır. Bunun neticesinde ya kanlı bir ölüm, ya da şanlı bir yaşam vardır. Çanakkale Savaşı, binlerce gönüllü insanın bu kutsal görevde yer aldığı kavgadır. Anadolu toprağında Türklüğü korumaktır.
Çanakkale Savaşı, Yüce Rabbimizin "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın"[4] emrine uyan Mehmetçiğin destanıdır. Çanakkale Savaşı, Doğudan Batıya, Güneyden Kuzeye, Anadolu topraklarına en sistemli silahlarıyla hücum eden düşmana, Mehmetçiğin göğsünü siper ederek verdiği cevaptır.
[1] Ferit Develioğlu; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitapevi Yayınları, Ankara 2002, s. 845.
[2] Riyazü’s- Salihin ve Tercümesi, C. 2, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973, s. 535.
[3] Al-i İmran, s.169-170
[4] Bakara Suresi, a. 190
Yazının DevamıDervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. İlk rastladığı kimseye, aç olduğunu, kendisini konuk edecek bir yer aradığını söyler. Bu köy halkı genelde fakirdir. Köyde Ahmet Ağa ya da Halil Ağa diye zengin iki zat vardır. Onların çiftliğine gitmesini tavsiye ederler.
Derviş, Önce Ahmet Ağa’nın çiftliğe doğru hareket eder ve çiftliğe varır. Burada çok iyi karşılanır, misafir edilir, yer içer, dinlenir. Bu ailenin, hayırsever olduğunu bilmeyen yoktur.
Derviş, kendisine yapılan ikramlardan çok memnun kalmıştır. Ev sahibine teşekkür ederken; “Sizin servet varlığınız olduğu kadar gönlünüz de zengindir. Bundan dolayı Allah’a ne kadar şükretseniz yeridir ”der. Ahmet Ağa’nın cevabı; “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünenler belki de gerçek değildir. Bu da gelir, bu da geçer” diye cevap verir.
Derviş, Ahmet Ağa’nın çiftliğinden ayrılırken, bu sözün ne anlama geldiğini düşünür. Ama bunun sırrını çözemez. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Ahmet Ağa’yı hatırlar ve onun yanına uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken; Ahmet Ağa’nın fakir düştüğünü ve şimdi Halil Ağa’nın yanında uşak olarak çalıştığını öğrenir.
Derviş hemen Halil Ağa’nın çiftliğine gider, Ahmet Ağa’nın orada çalıştığını görür. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için Halil ağanın yanına sığınmıştır. Ahmet ağa ve ailesi üç yıldır Halil ağanın hizmetkârıdır.
Ahmet ağa bu kez, dervişi son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır. Derviş, oradan ayrılırken, bu güzel insanın haline üzülür. Ahmet Ağa dervişe;” Unutma, bu da gelir, bu da geçer” der.
Derviş oradan ayrılırken, olanlardan oldukça etkilenmiştir. Tesadüfen yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Halil ağa ölmüş, ailesi olmadığı içinde bütün mal varlığını, en sadık hizmetkârı ve eski dostu Ahmet ağaya bırakmıştır. Şimdi Ahmet ağa, Halil ağanın, konağında oturmaktadır. Uçsuz bucaksız arazileri ve hayvan sürülerine sahiptir.
Derviş, eski dostunu bu halde görünce memnuniyetini bildirir ve sevindiğini söyler. Ama onun cevabı yine aynı; “Bu da gelir, bu da geçer”
Aradan uzun zaman geçer, Derviş yine Ahmet ağayı arayıp hatırını sormak için onun ziyaretine gider. Köylüler yüksekçe bir tepeyi göstererek; “Ahmet ağanın mezarı tepenin üstündedir” diye tarif ederler. Derviş, işaret edilen tepeye çıktığında, gördüğü manzara şaşırtıcıdır. Mezar taşında “Bu da gelir, bu da geçer” yazılıdır.
Derviş, “ölümün nesi gelip geçecektir?” diye düşünür ve oradan ayrılır. Ertesi yıl Ahmet ağanın mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır, nede mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Ahmet ağanın mezarından geriye bir iz dahi kalmamıştır. Derviş, olanlardan oldukça etkilenmiştir.
Günlerden bir gün, ülkenin sultanı, kendisi için bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda bu yüzük umudunu tazelesin, mutsuzluğa düştüğünde ise kendisini mutluluğun sarhoşluğuna kapılmaktan alıkoysun. Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük bulamaz ya da yapamaz.
Sultanın adamları ararlar, sorup soruştururlar neticede bu dervişi bulup ondan yardım isterler. Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük Sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü bu son derece sade bir yüzüktür.
Sonra Sultanın gözü yüzüğün üzerindeki yazıya takılır. Biraz düşünür ve yüzünde büyük bir mutluluk peyda olur. Yüzüğün üzerinde “Bu da gelir, bu da geçer” yazmaktadır. Bu sözcük, sultanı düşünmeye sevk eder
“Buda gelir, bu da geçer Ya Hu” sözünün aslı, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde sıkça kullanılan bir ifadedir. Bu sözcük, tekkelerde ve dergâhlarda ; “Ya Allah” manasına gelen, “Ya Hu”, “BU DA GEÇER YA HU” şeklinde kullanılmıştır.
Görülüyor ki, hayat inişli çıkışlıdır. Her şeyin gelip geçici olabileceği muhakkaktır. Saltanatlar, makamlar, zenginlikler, şan ve şöhretler, hiç kimseye baki değildir. Hem iktidar hem muktedir olanlar, ya da “Her şeyi ben bilirim, benim dediğim olur” diyenler de bir gün gelir.” Eyvah! Hata ettik! Yanılmışız, üstelik de yanıltmışız.” Diyecekler. Ama burada son pişmanlık para etmeyecektir, vesselam.
Yazının DevamıBu gün yazıma bir Çin atasözü ile başlamak istiyorum; “Gülmesini bilmeyen dükkân açmasın” Diyeceksiniz ki, “Geçim sıkıntısından gülmeye vakit mi kalıyor”
Şimdi size bir soru; Karşınıza çıkan politikacının kaçına “ sempatik, hoşgörülü, iyi niyetli insandır” diyebiliyorsunuz.
Ömer Seyfettin; “politikacıların hangisiyle bir araya gelsem kendimi penceresiz, kapısız bir kümeste zannederim” diyor.
İstanbul eski encümen üyelerinden Adalı Avni, bindiği otomobilinin kapısını açamayan şoförüne “oğlum Mebus ağzımı bu, neden açılmıyor” der.
Bu gün meclis tartışmalarına baktığımızda, küfür edebiyatında neler varsa hepsinin orada dik alası söyleniyor? “Hırsız, sahtekâr, riyakâr, hadsiz, terbiyesiz, cahil, müfteri,” gibi burada ifade edemeyeceğim, ağzı alınmayacak küfürler yapılıyor ve bunun sonucunda nefret ekiliyor ama pişmanlık duyulmuyor. Lütfen yapmayın, bu milletin dokularını bozmayın, sakın ola ki, çevremizde olup bitenleri görmezlikten gelmeyin.
Amerikan kamuoyunda söylenen sözlerden birkaç örnek vermek istiyorum, “Herkes uzun ömürlü olmak ister, kimse ihtiyarlamak istemez, Balık ve misafir üç günde kokar. İki avukat arasında kalan insan, iki kedi arasında kalan balık gibidir”.
Şimdi diyeceksiniz ki, bu sözlerin yukarda ifade edilen politikalarla ne ilgisi var? Üzerinde biraz düşünürseniz, çok ilgisi var. Politikayı kumar oyunu gibi düşünenler her dönemde olmuştur ve olmaya da devam edecektir. İçinden parçalanmış bir ev ayakta duramaz. Siyasetçi akıntıya kürek çekme yerine, doğru bildiği konularda, milli iradeye öncelik tanımalı, vicdanıyla cüzdanı arasında sıkışıp kalmamalıdır.
Amerika devlet adamlarından, siyasetçi Churchill; “Bazı insanlar prensipleri uğruna partilerini değiştirirler. Bazıları da partileri uğruna prensiplerini değiştirirler. Kartallar susunca, papağanlar konuşmaya başlarlar abuk, sabuk konuşurlar” diyor.
Aslında milletin vekili, milletin çıkarlarını gözetmek üzere meclise gönderildiler, kutuplaşma ve ayrışmaya aracı olsunlar diye değil. Siyasetçiler doğru bilinen yanlışlarla söz dalaşı yapmamalıdır.
Siyasette Milli çıkarlar dikkate alınmalıdır. İnatlaşmanın, sürtüşmenin hiç bir kimseye faydası yoktur. Birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize zarar verilecek tartışmalardan vazgeçilmelidir. Vicdanıyla Cüzdanı Arasında Sıkışıp Kalanlara Yazıklar Olsun.
Yazının Devamı