Ziyafetten sonra ise gerçek rızkı veren Allah’a Hamd-u senalarla, dualar yapıldı. Ebû Ali Sîna’nın teklifi üzerine misafirler bahçeye çıktılar. Bahçe gülistan cennetine örnekti. Yaşlı insanların burayı gezip görmeğe gücü yetmezdi. Bahçede güzel dilberlerin yanaklarını andıran laleler deli aşığı yakardı.
Cennet bağ ve bahçelerine benzeyen bu güzel mekanda esen nesim -i nev bahar’ı anlatmak değil görmek gerekirdi. Bu bahçenin üzerine gökteki bulutlar öyle güzel gölgeler yapar ki Sanki ince bir tül örtülü gelin kız gibidir. Bulutlardan dökülen ince su damlaları günahkar insanların üzerine dökülen rahmete benzetilirdi. Havası su kadar aziz idi. Küçük bir çocuk ömrünün sonuna kadar burada kalsa hiçbir hastalık görmeden yüz yaşında bir piri zat olurdu.
Bahçenin içinde geniş havuzdan dökülen sular zevk ve heyecanla her an ağlayan aşık gözleri gibiydi. Kuşlar, bülbüller uyumlu namelerle ötmekteydi. Rengârenk çiçeklerle, mis kokulu gülleri gezip görmeğe cennetteki huriler bile can atardı.
Ziyaretçiler bu bahçenin her tarafını gezdiler. Bahçe gül ve yaseminlerle örülmüş, kuğulara bürünmüştü. Yorulanlar çardaklar altında dinlenmeğe karar verdiler. Dilberler çeşitli meyvelerle dolu gümüş tellerden yapılmış sepetler getirdiler. İkramlardan yediler, içtiler. Artık herkes heyecan ve harekete girecek bir şey arar gibiydi.
Ebû Ali Sîna bunu anladı. Yeni bir marifet gösterecekti. Fakat rakibi Yuhanna’dan bu vasıta ile intikam alacak ve onu rezil edecekti. Yuhanna’ nın üzerine okudu, üfledi. Yuhanna iradesiz, kurulmuş bir bebek gibi yerinden kalktı, bahçenin diğer bir tarafına gitmek istedi. Hemen karşısında bir kapı gördü, içeri girdi.
Burası bir tekke idi. İki yüz kadar derviş halka halinde sohbet ediyorlardı. Yuhanna’yı saygıyla alıp, sedire oturttular. Yemek ve şarap getirip ikram ettiler. O da yedi, içti. Biraz sonra ortaya geniş bir tahta koydular ve Yuhanna’ya hitaben;
—Bizim adetimizde her kim bize misafir olursa azami ikram ederiz. Sonra bu sal tahtası üzerine yatırır bir ölü konumuna getiririz. Bu tahta üzerinde onun nefsini yok ederiz. Sonunda telkinler vererek uyandırırız. Bu merasimi gören ve geçen kimse artık bizden sayılır. Sohbetlerimize girmeye hak kazanır. Kardeşimiz olur.
Yuhanna razı oldu. Yassı tahtanın üzerine boylu boyunca yattı. Uzun zaman orada hareketsiz kaldı. Telkinler yapıldı, bir takım şeyler soruldu. Yuhanna garip bir tarzda söz ve tavırlar sergiliyordu. Nihayet bu merasim bitti. Dervişler ayağa kalktılar. Kol kola verip, bir daire teşkil ettiler. Yuhanna onların ortasındaydı. Hay-Hu’ lara başladılar. Yuhanna zikir çekenlerin başı gibi avaz avaz bir şeyler okuyor ve sağa sola sallanıyordu. Bu hal epeyce devam etti. Yuhanna’nın koluna girerek bir hamama götürdüler, soydular ve çırılçıplak yaptılar. Geniş bir kurna göstererek “ Bu mübarek yere girerek yıkanın. Tüm günahlarınızdan kurtulursunuz” dediler. Yuhanna kendini kaldırıp bu suyun içine attı. Suya girme mevsimlerinin başlangıcında ilk defa denize giren bir adam, soğuk suya dalıp çıkınca nasıl vücudunu titreme ve ürperme gözleniyorsa, Yuhanna’da tıpkı böyle oldu. Sudan başını çıkardı, silkindi. Tuhaf bir şekilde rüyadan yeni uyanmışçasına şaşkın şaşkın bakınıyordu. Ne olduğunu, neler geçirdiğini, nerede bulunduğunu anlamak istiyordu. Öyle gülünç ve kötü durumdaydı ki etrafında çınlayan sert kahkahalarla kendine geldi. Ebû Ali Sîna’nın bahçesindeki büyük havuzun içersindeydi. Buraya nasıl ve ne için gelmişti bilmiyordu. Aklını başına toplayıp kendine geldi. Emir Mahmut’un yanına gitti ve oturdu. Yaptığı şeylerin gerekçesini anlamak istediler. O da bir rüya anlatır gibi gördüklerini ve yaşadıklarını bir bir hikaye etti. Halbuki bunların hepsini havuzun başında kendi başına yapmıştı ve en sonunda soyunarak kendini havuza atmıştı. Olan biten bundan ibaretti.
Ebû Ali Sîna bir efsunla, ilmi gücüyle Yuhanna’yı böyle kendi kendine olduğu yerde bir hayal aleminde delice davranışlara soktu. Orada bulunanların hepsi Yuhanna’nın bu komik durumuna gülmüşlerdi. Ebû Ali Sîna’nın ilmi kudreti yanında kendi bildiklerinin güneş karşısında bir lamba ışığı gibi donuk ve sönük olduğunu çok iyi anlamıştı. büyük üzüntü ile yerinden kalktı ve Ebû Ali Sîna’ya yaklaştı, mahcup bir eda ile ondan özür diledi. Elini elinin içine alarak büyük bir saygıyla;
—Sen sağ ve selametle olasın ey büyük üstat! Daha nice seneler sana başarılar dilerim, dedi ve yerine oturdu. Yuhanna böylece acizliğini ortaya koyarak hatasını kabul etti. Büyük üstat, alim Ebû Ali Sîna’ya gurur verici, haklı bir şöhreti ve mevkisini teslim etti. Gece karanlığı yer yüzüne düşmeye başlamıştı. Emir Mahmut Kirman-i sarayına dönmeye hazırlanıyordu. Ebû Ali Sîna iltifatlı, saygılı bir ses tonu ile;
—Bizim üç gün misafirimizsiniz diye seslendi. Tabii ki bu isteğe herkes razı oldu. Vakit geceydi, semadaki yıldızlara benzeyen, bahçenin her tarafına konmuş olan parlak kandiller burayı süslüyordu. Ayrıca yer yer yakılan renkli maytaplar, şamdanlar bahçeyi elvan elvan aydınlık içinde bırakıyor, gönüllere sevinç, gözlere pek hoş manzaralar sunuyordu. Bu gecenin özelliğini ve güzelliğini toplumda bulunan bir şair şöyle övgü ile dile getirmişti;
Bu sözü en iyi uygulayan Hz. Ömer’den iki güzel hizmet anlayışını sizlerle paylaşmak istiyorum.
En çok hadis rivayet eden Sahabelerden biri olan İbn-i Abbas anlatıyor:
"Soğuk bir kış gecesiydi. Halife Hz. Ömer'in evine gidip onunla konuşmak istedim. Yolda giderken bir karaltı gördüm. Bu Halife Hz. Ömer’di. Merak ettim, gece saatinde niçin dolaştığını sordum.
Hz. Ömer evlerin kapısının önünde bir müddet duruyor etrafı dinliyor, halkının sıkıntısı olup olmadığını bilmek istiyordu. Bu yüzden geceleri dolaşıyordu.
Birlikte şehrin dışına çıktık. Yolun sonundaki bir evden, ağlayan çocuk sesleri geliyordu. Selam verip izin isteyerek içeri girdik. Yaşlıca bir kadın ocağın başında ateşin üzerindeki tencereyi karıştırıyor, çocukları susturmaya çalışıyordu.
Yaşlı kadın evine gelenin Halife olduğunu bilmiyordu, Hz. Ömer, kadına sordu: "Bu yavrular neden ağlıyor? Kadın: "İki günden beri açlar." Dedi,
Hz. Ömer: " Niye yemek vermiyorsun?" diye soracak oldu; hıçkırıklar boğazına düğümlendi: “Şu ateşte kaynayanı yemek mi sandın! Çocukları avutabilmek için tencereye çakıl taşları koydum, karıştırıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bunlar yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerim şehit düştüler.
Çocuklar aç ve perişanız. " dedi.
Hz. Ömer: " Halifeye neden durumunu anlatmıyorsun?”
Kadın " Ömer İnsanların halini neden sormaz. Müslümanların reisi olmayı kolay mı sanıyor!"
Hz. Ömer'in gözleri yaşardı: "Valide doğru söylüyorsun ama Halifeye gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki."
Kadın: "Mademki dertlilerin derdini görmeyecekti, neden Halifeliği kabul etti? ”dedi.
Hz. Ömer bitkin bir sesle "Valide haklısın, sen çocukları avut ben hemen dönerim." Diyerek oradan ayrıldı, doğruca devlet hazinesine vardı, un çuvalı sırtına aldı, benim elime de yağ kabı tutuşturdu.
"Ey müminlerin emiri! İzin verin de çuvalı ben sırtıma alayım." Dedim. Hz Ömer: "Hayır, kadın doğru söyledi. İdarem altındaki fertleri düşünmek zorundayım." Dicle nehri kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın ve yavruları kimsesiz kalırsa vebali Ömer'in omuzlarındadır.
Doğruca acuzenin "kadının" evine geldik ve Hz. Ömer pişirdiği yemeği çocuklara yedirdi.
Yaşlı kadın: " Yüce Mevla’m seni Hz. Ömer'in makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın". Dedi.
"Hz. Ömer, kadına: "Valide, yarın Halifelik makamına gel; sana yetim maaşı bağlatayım" dedikten sonra dışarı çıktığında sabah ezanı okunuyordu.
Ertesi gün kadın Halifelik makamına geldi, Hz. Ömer’i görünce şaşkınlıktan dona kalmıştı.
Hz. Ömer kadına ve şehit yavrularına maaş bağladı. İlk maaşı kadına verdi ve helallik diledi,
.
Bir başka örnekte ise; Peygamberimizin sevgili eşi Hz. Ayşe (ra), Hz. Ömer hakkında, “Ömer denince adalet, adalet denince Allah hatırlanır” diyor.
Hz. Ömer hacda idi. Adamın biri onun yanına geldi ve feryat ederek ağlamaya başladı. Hz. Ömer adama hitaben
“Ne oldu, niye feryat-ı figan ediyorsun? Eğer borçlu isen, yardım edelim. Bir şeyden korkuyorsan seni koruyalım. Fakat birini öldürdünse, elimizden bir şey gelmez, kısas yapılır. Komşularından memnun değilsen, seni başka bir yere gönderelim” dedi. Adam bunun üzerine;
“ Ya Ömer! Ben bazı hatalar yaptım, bir takım suçlar işledim. Valimiz Ebû Musa bana ceza olarak sopa attırdı, saçlarımı kestirdi, yüzümü siyaha boyattı, halk arasında dolaştırdı. Halka;
“Bu adamla ilişkilerinizi kesin. Diye emretti.
İnsanlar, artık benim yüzüme bakmaz oldu Şeref ve itibarım ayaklar altına alındı. Bu duruma son derece üzüldüm. Bu arada vâliye karşı öfkem de arttı. Sonra şu üç şeyden birini yapmayı düşündüm:
Ya silahımı alıp Ebû Musa’yı öldürecektim veya sizden beni Şam’a gönderip orada yerleştirmenizi isteyecektim. Yahut da düşman bir ülkeye sığınıp orada dilediğim gibi hür yaşayacaktım. Sonunda inancım gereği size gelip durumu anlatmaya karar verdim.” Dedi.
Hz. Ömer adamın anlattıklarından çok etkilendi ve “Bu düşündüklerinden hiçbiri hoşuma gitmedi.” dedi. Sonra da vali Ebû Musa’ya şu mektubu yazdı.
“Allah’ın selamı üzerine olsun. Teym kabilesinden falan oğlu falana yaptıklarını öğrendim. Vallahi, bir daha kanunların gerektirdiği ceza ile yetinmez, haddi aşarsan; ben de senin yüzünü boyar, halkın arasında dolaştırırım. Ne demek istediğimi anlarsın. Derhal halka emir ver, o adama iyi davransınlar. Cezasını çektiği suçtan dolayı bir daha onu kınamasınlar.”
Hz. Ömer, bundan ayrı olarak, adama bir binek, 200 dirhem para verdi, memleketine geri gönderdi.
Hz. Ömer bir gün halka:
“ Seçtiğim hayırlı bir insanı size vali tayin eder, sonra ona adaletle hükmetmesini emredersem, halifelik vazifemi lâyıkıyla yerine getirmiş sayılır mıyım?” diye sordu. Halk,
“Evet” diye cevap verdiler. Hz. Ömer ise:
“Hayır, benim vazifem bununla bitmiyor. Tayin ettiğim kimsenin, emrettiğim şeylerle amel edip etmediğini kontrol etmedikçe vazifemi tam olarak yerine getirmiş sayılmam.” dedi.
İste İslam ve işte İslam'ın getirdiği kurallar.
Yazının DevamıAsrımızın en büyük kronik hastalığı riyakârlıktır. Bu millet en çok münafık olan Müslümanlardan, sahte milliyetçilerden, Atatürkçü görünüp ona ihanet eden ikiyüzlü insanlardan zarar görmüştür.
Özü sözü bir olmayan insanları hiç kimse sevmez. Ama bu riyakârlar ne hikmetse kendilerini değiştirmeyi hiç düşünmezler. Yüzünüze gülen ama arkanızdan konuşan, tuzak kuran bu insanları tespit etmek elbette ki kolay değil…
Ben İnsanım diyebilen kimseler, ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalıdır. Bir konuda söz verip de sonra da sözünden vazgeçenlere güven duyulur mu?
İnsanın söylemleriyle, eylemleri uyumlu, dürüst ve tutarlı, İçi, dışı, özü sözü bir olmalıdır. Verdiği sözünden çark edenlere toplumda asla itibar edilmez.
Bütün insanlık için Kuran-ı Kerimde; “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun!”) şeklinde bir çağrı vardır. (Hud, S.A;11/112
Doğruluk, insan olmanın gereğidir. Doğruluk bütün peygamberlerin ortak sıfatı ve ortak davetleridir. Çünkü doğruluk insanı iyiliğe, yalan ise kötülüğe sürükler.
Konuşulan söz; kalbin tercümanı, ruhun da aynasıdır.
Bu nedenle kendisi de bir devlet adamı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz. Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde tutmaz, emanet edilene hainlik eder. Bizi aldatan, bizden değildir” (İbn Hanbel, II, 349. Buhari, Edeb, 69) buyurmuştur.
Bu konuda yazılan bazı özlü sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum;
Abartılı davranmak, bir çeşit yalan söylemek, kandırmaktır.
Doğruluk, her şeyden önce akıl ve cesaret işidir.
Gösteriş yapmak (riyadır), bir çeşit yalan ve kandırmadır.
Her türlü yalan, insanda derin bir iz bırakır.
Hiç kimse, çevresine mavi boncuk dağıtarak dürüst olamaz.
İkiyüzlü adamdan dost olmaz. İkiyüzlü insana asla güvenmeyin.
İkiyüzlüler yalan söyler, düşmanca davranınca edepsiz olur ve emanete ihanet ederler.
İkiyüzlünün dilinde tat, kalbinde fesat gizlidir.
İkiyüzlü insan, yanlış yaptığında yüzü kızarmayan kimsedir.
Kıvırma ve çarpıtma, bir çeşit yalan söylemektir. (Kandırma girişimidir).
Kurtuluşun yolu, doğruluk, hak ve adalete bağlılıktan geçer.
Söylenmesi gereken bir gerçeği veya doğruyu gizlemek yalandır.
Yalan söyleyenlerin içlerinde hastalık vardır.
Yalan, en fazla mağduru yıpratır ve yalancıyı da yalama yapar.
Yalancı, kişi çevrenin kendisine olan güvenini yer bitirir. Bu konularda deniyor ki;
Söylemlerine dikkat edin; düşüncelere dönüşür.
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür.
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür.
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür.
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür.
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.
Bu nedenle yalnız yalandan değil, yalana götürecek her türlü davranıştan da uzak durmak gerekir. Çünkü onların gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri mühürlenmiş riyakâr, ikiyüzlü insanlardır. Onlardan sakınmak gerekir.
Yazının DevamıDeve içten içe sahibine kızıyordu. Yükü taşıyan, hizmeti yapan, çölde yürüyen, çileye katlanan benim. Beni bir eşeğin arkasına bağlamalarına kızıyorum deyince, eşek içten içe kıs kıs gülüyor ve deveye dönüp “Sana öyle bir oyun edeceğim ki şaşırıp kalacaksın“ diyor.
Deve; “Bana sen ne yapabilirsin” deyince, eşek; “İlerde göreceksin” diye cevap veriyor.
Rampa bir yerde, bir dağın yamacında eşek olduğu yere çökünce, kervancı başı elindeki sopayla eşeğin sırtına gelişigüzel vurur ama eşek bir türlü kalkmaz. Bunun üzerine eşeğin yükünü alır deveye yükler.
Bunun üzerine eşek zar zor kalkar ve yollarına devam ederler. Bir müddet sonra eşek deveye;
“Sana öyle bir iş yapacağım ki, şaşırıp kalacaksın” deyince, deve; ”Yükünü bana verdiler. Daha ne yapabilirsin? “ deyince, eşek; “ Sen göreceksin “der.
Bir müddet sonra eşek yere birden yatar, sahibi onu sopayla döver, eşek kalkmayınca sırtındaki semeri çıkarır devenin üzerine koyar. Eşeği zorla kaldırırlar.
Yeniden yolculuk başlar. Eşek kıs, kıs güler “Sana yapacaklarım daha bitmedi. Seni pişman edecek çok güzel bir planım daha var, ona daha çok şaşıracaksın “ deyince, deve; “Yahu! Yapacak ne kaldı.
Elinden gelen kötülüğün tamamını yaptın, söylediğime, söyleyeceğime pişman ettin. “ sözüne karşılık eşek tekrar alaylı bir şekilde güler ve; “ Esas hazırladığım planı uygulamadım.
Şimdi çok daha fazla şaşıracaksın “ sözüne deve kızar ve; “ Bundan sonra yapacağın ne kaldı ki, bana yapacağın her türlü kötülüğü yaptın “ deyince, eşek; “ Bak gör öyle bir şey daha yapacağım ki, bir daha benim hakkımda yanlış söz söylemeye tövbe edeceksin” der.
Bir müddet sonra bir dağın yamacında eşek yere çöktü. Kervan sahibi sopayla eşeğe vurdukça vurdu. Fakat o bu sopaya hiç aldırış etmedi.
Bunun üzerine eşeği deveye yüklediler.
Deve olanlara kinlendi. Kervan dağ yamacını tırmanırken eşek sağa sola sallanarak, hem gülüyor hem de deveye; “Görüyorsun ki son planım da tuttu.“ Bu sözlere iyice içerleyen deve dişlerini gıcırdatarak;
“Bak sana öyle bir iş yaparım ki, yedi sülalene tövbe ettiririm” demesine aldırış etmeyen eşeğe ceza vermenin vaktinin geldiğine karar verir, tam uçurumun kenarından geçerlerken deve birden silkinir, eşek yıldırım hızıyla kayaların arasından feryat ederek yuvarlanır. Sonrada sesi kesilir. Böylece eşek, eşekliğinin bedelini ağır öder.
Kesinlikle herkes kendi kazdığı kuyuya bir gün kendisinin düşeceğini bilmelidir. Hiç bir suç cezasız kalmaz. Sözüm, devleti dolandıranlara, milleti aldatanlara, tüyü bitmemiş yetim hakkı yiyenlere, vatana ihanet edenleredir.
Bilinmelidir ki,. Herkesin bir hesabı, C. Allah’ın da bir hesabı vardır.
Yazının Devamıİran’ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani İsrail’e karşı sert davranışlarıyla tanınan bir askerdi. Yahudiler onun varlığından oldukça rahatsızdı. Pentagon, ABD Başkanı Donald Trump'ın talimatı ile İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin Bağdat yakınlarında öldürüldüğünü açıkladı.
ABD Başkanı Donald Trump tutarsız, dengesiz bir liderdi. Çünkü Amerikan Senatosu ve Pentagon, silah Baronları Yahudi lobilerinin tekelinde ve Ortadoğu’nun kan gölüne dönüşmesinin kararını da onlar veriyordu.
Şimdilerde hedef tahtasına konmak istenen ülke Türkiye'dir. Daha önce biz bunun acı reçetesini fazlasıyla yaşadık.
Yakın tarihimizde Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'in Sultan Abdülhamid’e karşı yaptığı ihanetleri biliyoruz. Komünizmin babası Alman asıllı Karl Marx, Rusya’da Komünizmin kurucu lideri Lenin’in Yahudi asıllı olduğunu bilmeyen yoktur.
Bu açıdan bakıldığında ABD, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere devletlerinin karar vericileri Mason localarının emrindedir.
Osmanlı İmparatorluğunun ihtişamlı, görkemli saltanatı son dönemlerinde, yöneticilerin yanlış uygulamalarıyla ağır ağır çökme noktasına gelmiştir.
Halbuki Yavuz Sultan Selim Han bir gün paşalarını toplayıp, duvardaki dünya haritasını göstererek; “Heyhat! Şu dünya bir Sultan’ın yönetimine fazla, ikiye de çok azdır” diyordu.
Uçsuz bucaksız Osmanlı İmparatorluğu şimdi lime lime parçalanıyordu. Tanzimat’ın getirdiği yarım yamalak hürriyetle, asırlarca devam eden Türk töresi yok ediliyordu.
Bu gün Ortadoğu’da güçlü bir Türk devletinin varlığı Yahudi Baronlarını rahatsız etmiş, gizli istihbarat örgütleri marifetiyle bu konuda radikal kararlara imza atmışlardır.
Örneğin, ülkemizde halkı sınıf ve zümrelere ayırma, İnanç sistemini istismar etme, Sanayii’nin ziraatı ezmesi, hizmete liyakatsiz insanları getirilme, iktisadi krizle yoksulluğu körükleme çabaları Siyonizm’in sinsi planları olmuştur.
Kanuni Sultan Süleyman’ın kapitülasyonuyla Avrupa’ya verilen taviz, Sultan Mahmut’un koltuğunu koruma pahasına ilan ettiği Tanzimat Fermanı İmparatorluğun sonunu getirmiştir.
Böylece altı yüz yıllık çınar ağacının özüne kurt düşmüştür. Bundan sonraki dönemlerde de bu çöküntü devam ede gelmiştir. Milli Şair Mehmet Akif Ersoy;
“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak,
Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak.” Diyor.
Böylece Türk milleti, töresini ve geleneğini terk etmenin bedelini ağır ödemiştir. Anadolu Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve İngilizler tarafından işgal edilmiş. Netice olarak Misak-ı Milli sınırları içinde kalan yerler İstiklal Savaşı ile korunabilmiştir.
Bu gün Osmanlı İmparatorluğun enkazları üzerinde tam otuz beş devlet kurulmuştur. Ülkemizi sinsi planlardan kurtaran, bu cennet vatanı bize armağan edenleri minnet ve şükranla yad ediyoruz.
Düşman yine aynı düşman. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Anadolu’yu Ortadoğu bataklığına çekmek isteyenlerin niyetleri ortadadır. Bu tuzağa asla düşmemeliyiz. Bilinmelidir ki, Türk İslam aleminin en sinsi düşmanı İsrail ve Yahudi lobileridir..
Yazının DevamıDünya tarihinde ülkeler fetheden Türkler, bilim dalında da önemli hizmetlere imza atmıştır. Bir zamanlar Avrupa ülkeleri Papa’nın manevi baskısıyla kültür erezyonuyla çöplüğe dönüştüğünü görüyoruz.
Halife Memun döneminde (813-888) Bağdat’ta Türk-İslam kültür merkezi kurulmuş, burada Türkler laboratuar çalışmaları yapıp Küfe, Basra, Belh, İsfahan ve Semerkant illerini ilim merkezleri haline getirmiştir.
Türk alimlerinin öğretim üyesi olarak görev yaptığı okullara Avrupa’dan, Asya’dan ve Afrika’dan binlerce öğrencinin gelerek eğitim öğretim gördükleri kayıtlara geçmiştir.
Bu dönemlerde Türk felsefe kitapları, Yahudi ve Hıristiyan okullarında tam 4 asır okutulmuştur.
Tıpta yeni ufuklar açan, hastaneler kuran Türkler, eczacılığın da ilk mucidi, felç hastalığının tedavisi, narkozla göz ameliyatı, sarılık ve kolera gibi hastalıkların ilk teşhisini koyan daTürk tabipleridir.
Corci Zeydan (1866-1872), “İslam Medeniyeti Tarihi” eserinde anlattığı gibi Horasanlı Türk Ebu Bekir Razı (850-925) ebelikle ilgili ilk eser yazan Türk doktorudur.
Ebu Bekir Razı’nin eserleri dünyada birçok dile çevrildi ve 1537’de basılıp yayınlandı. Çiçek ve kızamık hastalıklarını ilk bulan bilim adamıdır.
Kaytan yakısını bulup, kalp sektelerinde kan alma ve ateşli hastalıklarda soğuk su tedavisi yapıp, böbrek ve mesane deki taşları ilaçlarla parçalanmasını sağlayan ilk doktor olarak da tarihe geçmiştir.
Razi’nin eserleri 1509’da Venedik’te, 1528’de ve 1548’de Paris’te, basılıp yayınlandı. Çiçek hastalığının ilk teşhisi de ona aittir.
Onun eserleri, Bağdat’ta, İskenderiye’de, Yunanistan’da, Asya’da, Hindistan’da, Moğolistan’da, Osmanlılar döneminde Çin’de, Semerkant’a, Fransa’da, İtalya’da ve Avrupa’nın bütün merkezlerinde, Yahudi ve Hıristiyan okullarında tam dört asır okutulmuştur.
Bir diğer Türk bilim adamı İbn-i Sina, asıl adı Abdullah’tır. Doktorlukta felsefede birçok yeni buluşların sahibidir.
İbn-i Sina, büyük ve küçük kan dolaşımını ilk keşfeden, diyabet adı altında idrardaki şekeri teşhis eden, 1596’da basılan eserinde, bel kemiğine ait düzensiz yapılanmayı tedavi eden, mikropsuz suyun keşfi de ona aittir.
Cıva ile tedaviyi, ameliyat sonrası ağrıları hafifleten, şuuru felç eden afyonlu şurubu icat eden de odur. Bu yeni buluşlar bütün dünyada ses getirdi ve Asya’da, Afrika’da ve Avrupa’daki okullarda onun eserleri okutuldu .
İbn-i Sina’nın eserleri birçok Doğu ve Batı dillerine çevrildi. Bu dahi insana Avrupa’da “Doktorların Sultanı” adı verildi. Yakın tarihe kadar Avrupa üniversitelerinde onun “Kanun” ve şifa kitabı kaynak olarak gösterildi.
Onun tababet, felsefe, fizik, yer ve gök bilimleri ve edebiyat alanında harika eserleri vardır.
Bir sonraki yazımda dünyayı etkileyen Türk alimlerinden İbn-İ Türk Ve Harizmi, Uluğ Bey, El Biruni, Akşemsettin, İmam Gazali, hakkında bilgiler sunacağım.
Ne yazık ki biz bu gün kendi değerlerimize yeterince sahip çıkamıyoruz. Her hükümet döneminde, her bakan ve genel müdür değişiminde eğitim sistemi yaz- boz tahtasına dönmüştür. Bu nedenle yurt dışına giden beyin gücüne sahip çıkılmadığı için gün günü aratır hale gelmiştir.
Yazının Devamı