yandex
Ah, Eski Bayramlar! | Çağlar Tuncer | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    37,9422
    %0,02
  • EURO
    40,9908
    %0,19
  • G. Altın
    3.833,37
    %0,59
  • Ç. Altın
    6.070,97
    %0,00
  • BIST
    9.568
    0.49
  • BITCOIN
    83,013.177
    0.45
  • ETHEREUM
    1,836.863
    0.62
  • DOLAR
    37,9422
    %0,02
  • EURO
    40,9908
    %0,19
  • G. Altın
    3.833,37
    %0,59
  • Ç. Altın
    6.070,97
    %0,00
  • BIST
    9.568
    0.49
  • BITCOIN
    83,013.177
    0.45
  • ETHEREUM
    1,836.863
    0.62
Çağlar Tuncer

Ah, Eski Bayramlar!

: 28-03-2025

Bayram sabahları… Daha gün doğmadan uyanılırdı. Çocukların gözleri pırıl pırıl, evin büyükleri hafif bir telaş içinde olurdu. Şimdiki gibi "Bugün bayram mıydı?" diye sormazdık birbirimize. Çünkü bayram, sadece takvimde işaretli bir gün değildi; kokusuyla, heyecanıyla, ritüelleriyle hayatın ta kendisiydi.

Eskiden bayramlar, şimdiki gibi sosyal medyada kutlanmazdı. Telefon mesajlarıyla geçiştirilmez, WhatsApp gruplarına birer emoji bırakılıp geçilmezdi. Bayramlar, kapı kapı gezerek, eller öperek, büyüklerin hayır duasını alarak yaşanırdı. Şimdi mi? Çoğu kişi için bayram, uzun bir tatil fırsatından ibaret. Kültürel kodlarımız, toplumsal hafızamız hızla erozyona uğruyor.

Bayramın en heyecanlı kısmı, elbette ki harçlıktı. Eskiler iyi bilir, harçlık verilirken büyükler, "Bu para bereketli olsun, bol kazanç getirsin" diye dua ederdi. Hele ki elimize sıkıştırılan o mis gibi kokan yeni paralar yok mu! Bankadan özellikle bayram için yeni basılmış paralar çektirilirdi. Şimdi çocuklara para versen "Mobil bankaya atar mısın?" diyecekler neredeyse!

Bayram sabahları yeni kıyafetlerimizi giyer, akrabalarımızla toplanırdık. O günün havası bir başkaydı. Annelerimiz birkaç gün önceden mutfağa kapanır, mis gibi kokular içinde baklavalar açılır, dolmalar dizilir, sarmalar sarılırdı. Bugün ise insanlar bayram sofrası yerine tatil beldelerinin açık büfelerinde zaman geçirmeyi tercih ediyor. Geleneksel tatlarımızı fast food kültürüyle değiştirdik, hız çağının kurbanı olduk.

Eski bayramlarda apartmanlarda herkes birbirini tanırdı. Kapılar çalınır, tabak içinde tatlılar götürülür, sonra aynı tabak içinde başka bir tatlı geri gelirdi. Şimdi apartmanda kapı komşumuzun kim olduğunu bile bilmeden yaşayıp gidiyoruz. Geleneksel bayram ziyaretleri artık bir "zahmet" gibi görülüyor. Bayramda kimse evinde bulunmuyor ki! Kimisi tatilde, kimisi AVM’lerde. Eskiden bayramda dükkanlar kapanırdı, şimdi ise bayram indirimleriyle alışveriş çılgınlığı yaşanıyor.

Eskiden bayram demek birliktelik demekti. Şimdi ise insanlar birbirinden kaçmak için bayramı bahane ediyor. "Şehir dışına çıkıyoruz" diyenler, aslında çoğu zaman ziyaret yükünden kaçıyor. Hani, "Büyüklerimizin elini öpelim" diye büyütüldük ya, şimdi büyükler çocuklarının elini öpmek için sıraya giriyor. Şehirleşme, modernleşme, bireyselleşme derken, bayramların da ruhu kayboldu.

Ama bir yandan da gerçekçi olmak gerek. Bayramlar eskisi gibi olamıyor çünkü dünya değişti. Hayat temposu, çalışma şartları, yaşam tarzları farklılaştı. Artık insanlar zamanın hızına ayak uydurmak için koşuşturuyor. Bir yandan nostalji yapıyoruz ama öte yandan eski bayramları yaşatmak için çaba da göstermiyoruz.

Bayramları tekrar eski sıcaklığına kavuşturmak mümkün mü? Belki birebir aynı şekilde değil, ama ruhunu yaşatabiliriz. Küçük adımlarla başlayabiliriz. Büyüklerimizi aramak yerine ziyaret edebiliriz. Çocuklara sadece harçlık vermek yerine, bayramın manevi değerini anlatabiliriz. Telefon mesajları yerine yüz yüze bayramlaşmaya gayret edebiliriz. Geleneksel tatlarımızı yapmaya, aile sofrasında toplanmaya özen gösterebiliriz.

Eskiden bayramlar nasıldı, biliyor musunuz? Televizyonlar sadece iki kanal yayın yaparken bile herkesin bildiği bir gerçek vardı: Bayram, birliktelikti. Şimdi ise binlerce kanal var, ama bayram ruhunu yaşatacak tek şey yine biziz.



Gerçek mi, Algı mı?

Yazacaklarımdan Ben Sorumlu Değilim

Ülkemizde ve Niğde’de yaşananlardan dolayı yazacaklarımdan ben sorumlu değilim. Çünkü bu ülkede olup bitenleri, insanların neye nasıl tepki verdiğini, gerçek ile algının nasıl birbirine karıştığını sadece gözlemliyorum. Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: Gerçek, artık nesnel bir kavram olmaktan çıkmış, herkesin inanmayı seçtiği şeye dönüşmüş durumda. Eskiden bir olay yaşandığında “Göz var, izan var” derdik, şimdi ise herkes sadece kendi gördüğüne ve işine gelen tarafa inanıyor.

Niğde gibi küçük şehirlerde bu durum daha da belirgin. Burada herkes birbirini tanır, herkes birbirinin hayatına az çok vakıftır. Ama buna rağmen yanlış anlamalar, yanlış yorumlamalar ve yanlış yönlendirmeler hiç eksik olmaz. Biri yeni bir iş açar, hemen hakkında konuşulmaya başlanır. Eğer başarılı olursa, “Kesin arkasında birileri var” denir. Eğer başarısız olursa, “Zaten baştan belliydi” diye söylenir. Başarıyı sahiplenmek yerine kıskanmak, insanları desteklemek yerine baltalamak bizim kültürümüzün bir parçası haline gelmiş gibi. Sonra da “Niğde neden gelişmiyor?” diye sorarız. Gelişmemesinin sebebi, gelişime izin vermeyen insanların ta kendisidir.

Türkiye genelinde de benzer bir durum var. Mesela ekonomik kriz var mı? Kimine göre var, kimine göre yok. Marketlerde fiyatlar uçmuş ama AVM’ler dolup taşıyor. Bir kesim için hayat çok zor, bir kesim içinse her şey yolunda. Aynı gerçeklik içinde iki farklı dünya yaşanıyor. Kim haklı? Aslında ikisi de haklı, çünkü herkes kendi gerçeğini yaşıyor. İnsanların içinde bulundukları koşullar, onların dünyayı nasıl gördüğünü belirliyor. Ama sorun şu ki, kimse diğerinin gerçeğini görmek istemiyor.

Sosyal medya çağında bilgiye ulaşmak kolay ama gerçek bilgiye ulaşmak zor. Artık insanlar tartışmıyor, doğrudan birbirine saldırıyor. Bir konuda fikri olmayan bile birkaç saniyede yorum yapıp kendini uzman ilan edebiliyor. Bütün bunlar, toplumu daha da kutuplaştırıyor. İnsanlar sadece kendi görüşlerine uyan insanlarla iletişim kuruyor, farklı fikirlere tamamen kapanıyor. Oysa farklılıklar bir zenginliktir ama bizde farklılıklar bir savaş sebebi gibi görülüyor.

Siyaset de bu ortamdan nasibini alıyor. Niğde gibi küçük şehirlerde belediye başkanları değiştiğinde sanki şehir de baştan sona değişmek zorundaymış gibi hareket ediliyor. Önceki yönetimin yaptığı projeler gözden çıkarılıyor, her şey sil baştan yapılıyor. Süreklilik diye bir kavram yok. Aslında şehirler halkın ortak malıdır ama bizde yönetime kim gelirse kendi mührünü vurmak istiyor. Bu yüzden de kalıcı projeler üretmek yerine günü kurtaran işler yapılıyor.

Bütün bu trajedinin içinde bir de absürd bir komedi var. İnsanlar fiyatlardan şikâyet ediyor ama yine de lüks mekânlara gidip para harcamaktan vazgeçmiyor. Küçük şehirde bir şey pahalı gelince “Burada bu fiyat olur mu?” diye tepki veriliyor ama aynı şey İstanbul’da iki katına satılınca “Burası büyük şehir, normal” diyerek kabul ediliyor. Çelişkiler içinde yaşayıp bunları sorgulamamak bizim en büyük huyumuz.

Bütün bu kargaşadan çıkış var mı? Evet, ama önce birbirimizi anlamayı öğrenmemiz gerekiyor. Sadece kendi gerçeğimize değil, başkalarının yaşadıklarına da kulak vermeliyiz. İnsanları eleştirmek yerine çözüm üretmeliyiz. Başarıyı kıskanmak yerine desteklemeyi bilmeliyiz. Ve en önemlisi, biraz da mizahla yaklaşmalıyız. Çünkü hayat zaten yeterince trajik, bari biz onu komediyle dengeleyelim. Ne diyordu Aziz Nesin: “Bu ülkede yaşananlara ya güler geçersin ya da oturup ağlarsın.” Ben gülmeyi seçiyorum. Ya siz?

Yazının Devamı

Niğde’yi Sevmekle Başlar Herşey…

Niğde, hem tarihsel hem de kültürel olarak pek çok değeri barındıran bir şehir olmasına rağmen, uzun yıllar boyunca gölgede kalmış ve diğer illerin gerisinde kalmıştır. Çevre illerin daha hızlı gelişmesi, Niğde’nin gelişimini engelleyen faktörlerin başında gelmektedir. Yıllarca duyduğumuz "Niğde gelişmez", "Niğde'den bir şey olmaz" ya da "Niğde, ileriye gideceğine geriye giden bir şehir" gibi söylemler, şehrin üzerinde adeta bir örtü gibi durarak, potansiyelinin ortaya çıkmasına engel olmuştur. Bu karamsar bakış açısı, sadece fiziksel değil, manevi olarak da şehri etkileyerek bir tür tükenmişlik hissi yaratmıştır. Ancak bu algı, Niğde'nin gerçek potansiyelini göz ardı etmekten başka bir şey değildir.

Bugün, Niğde’nin yaşadığı tükenmişlik sadece ekonomik sorunlarıyla sınırlı değildir. Şehrin insanında da bu tükenmişlik hissedilmektedir. Niğde’ye katkı sağlamak isteyen, şehri sevip daha güzel yarınlar kurmayı hayal eden pek çok insan, karşılaştığı siyasi çekişmeler, dar bakış açıları ve küçük çıkar kavgaları nedeniyle engellenmiştir. Ne yazık ki, idealist bir şekilde yola çıkan bu kişiler, çoğu zaman yalnızca hayallerinin başlangıcında bile tıkanmış ve projeleri sekteye uğramıştır.

Niğde’de bir değişim rüzgârı estirmek için cesaretli adımlar atılmasının gerekliliği her geçen gün daha da belirginleşmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu değişim yalnızca yöneticilerin ya da siyasilerin değiştirilmesiyle sağlanamaz. Gerçek değişimin temeli, Niğde’ye duyulan sevgiden geçer. Şehir sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da kalkınmalıdır. Niğde’yi sevmek, onu sadece sözde değil, her adımda değer katma sorumluluğu olarak görmek demektir. Bu sevda, karamsar algıları yok edecek, şehri büyütüp geliştirecek olan tek güçtür.

Niğde’nin kaderi, sevgiyle ve kararlılıkla değiştirilebilir. Şehir, tarım, sanayi, eğitim, sağlık ve turizm gibi pek çok alanda hak ettiği yeri alabilir. Ancak bunun için ilk adımın atılması gerekmektedir. Niğde’nin geleceği, birlikte çizilecek bir yol haritasıyla şekillenecektir. Bu süreç, sadece yeni kadroların göreve gelmesiyle değil, aynı zamanda geçmişte atılan adımların üzerine yenilerinin eklenmesiyle mümkün olacaktır. Bu, bir bayrak yarışı gibidir; birbirini takip eden kadrolar, aynı hedefe odaklanarak şehri daha ileriye taşımalıdır.

Niğde, sadece bir şehir değil, aynı zamanda büyük bir potansiyelin temsilcisidir. Bu potansiyeli harekete geçirmek için, büyük şehirlerdeki başarı öykülerine bakmak yerine, kendi kimliğimizi ve gücümüzü fark etmeliyiz. Niğde’yi sevmek, ona katkı sağlamak için bir araya gelmek, projeler geliştirmek ve şehri hak ettiği yerlere taşımak, hep birlikte el birliğiyle yapılacak bir iş olmalıdır. Niğde’nin geleceği, buraya olan sevdamızla şekillenecek ve her şey, sevmekle başlayacaktır.

Sevgisiz bir şehri büyütmek, geliştirmek ve kalkındırmak mümkün değildir. Niğde’nin daha güzel bir yarına ulaşabilmesi için, eleştiriden çok çözüm üretmek, küçük çekişmelerden çok büyük hedefler koymak gerekmektedir. Niğde’nin geleceği, her Niğdeli’nin asli görevi olan bu sevda ile şekillenecektir. 

Yazının Devamı

DİPLOMA KRİZİ: BELGE Mİ, BİLGİ Mİ?

Son yıllarda diploma tartışmaları sık sık gündeme geliyor. Siyasette, iş dünyasında, akademide ve bürokraside diploma konusu sadece bireysel bir mesele olmaktan çıkıp toplumsal güven sorunu hâline geldi. Özellikle devlet kademelerinde görev alan kişilerin diplomalarının olup olmadığına dair şüpheler, insanların yönetime olan güvenini sarsıyor. Sahte diplomalar, eksik belgeler ve akademik geçmişi belirsiz kişilerin kritik görevlerde bulunması, liyakat sisteminin ciddi şekilde sorgulanmasına yol açıyor. Bir ülkenin en önemli makamlarında bulunan insanların eğitim geçmişi şüpheli hâle gelmişse, halkın bu sisteme güven duyması nasıl beklenebilir?

Diplomanın sadece bir kâğıt parçası olup olmadığı konusu da büyük bir tartışma yaratıyor. Türkiye’de birçok sektörde diploma sahibi olmak, yetkinlikten daha önemli bir kriter olarak görülüyor. Ancak önemli olan, bir kişinin elinde diplomasının olması değil, o diplomanın hakkını verecek bilgi ve beceriye sahip olup olmadığıdır. Bugün pek çok insan üniversitelerden mezun oluyor, fakat iş dünyasına girdiklerinde yetersizlikleri ortaya çıkıyor. Bunun sebebi, eğitim sisteminin öğrencileri bilgiyle donatmaktan çok, diploma vermeye odaklanmış olmasıdır. Üniversiteler, gerçek anlamda öğrenmeyi teşvik eden kurumlar olmaktan çıkıp, mezuniyet belgeleri dağıtan merkezler hâline geldiğinde, diplomalar anlamsızlaşır.

İş dünyasında da benzer bir sorun yaşanıyor. Özellikle özel sektörde, yetkinlikten çok diploma talep edilmesi, iş hayatında verimsizliğe yol açıyor. İşverenler, adayları değerlendirirken sadece diplomaya bakarak karar verdiğinde, gerçekten yetenekli kişiler yerine, yalnızca kağıt üzerinde yeterli görünen ama pratikte başarısız olacak bireyler işe alınıyor. Bu da şirketlerin, kurumların ve hatta devlet yönetimlerinin zayıflamasına neden oluyor. Sahte diplomalarla makam sahibi olanlar, ülkelerin geleceğini tehlikeye atıyor.

Günümüz dünyasında bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay. Artık önemli olan diplomaya sahip olmak değil, bilgiye sahip olmaktır. Dünyada pek çok başarılı insanın geleneksel eğitim sistemine uymadığı, hatta üniversiteyi yarıda bıraktığı biliniyor. Steve Jobs, Bill Gates, Elon Musk gibi isimler, kariyerlerini diplomalar üzerine değil, yetenekleri ve vizyonları üzerine inşa ettiler. Ancak bu, eğitimin gereksiz olduğu anlamına gelmiyor. Asıl sorun, eğitimin içeriğinin boşaltılması ve sadece diploma almak için bir araç hâline gelmesi. Eğitim, bireyin düşünen, sorgulayan ve üreten bir insan olmasını sağlamalıdır. Eğer bir kişi yalnızca diploma almak için okula gidiyor ve mezun olduktan sonra hiçbir şey üretmiyorsa, o diplomaya sahip olmanın ne anlamı var?

Bu noktada sistemin değişmesi gerekiyor. Eğitim kurumları, sadece diploma veren yerler olmaktan çıkıp gerçek bilgiye değer veren yapılar hâline gelmeli. İşe alımlarda sadece diplomaya değil, yetkinliklere de bakılmalı. Özellikle devlet kademelerinde görev alacak kişilerin akademik geçmişleri şeffaf bir şekilde halka sunulmalı ve bu konuda sıkı denetimler yapılmalı. Aksi takdirde, sahte diplomalarla elde edilen makamlar, ülkenin geleceğini tehlikeye atmaya devam edecek. Diplomalar değil, liyakat esas alınmalı. Eğer bunu başaramazsak, her geçen gün daha fazla "diploma krizi" ile karşı karşıya kalacağız.

Yazının Devamı

Niğde’den Çanakkale’ye: Bir Kahramanın Hikâyesi

Tarih sahnesinde bazı anlar vardır ki, bir milletin kaderini değiştirir. 18 Mart 1915, işte böyle bir gündü. Çanakkale’de sadece bir savaş değil, bir milletin bağımsızlık inancı, cesareti ve fedakârlığı destanlaştı. Dünyanın en güçlü donanmalarına ve ordularına karşı, inançla ve azimle kazanılan bu zafer, Türk milletinin asla boyun eğmeyeceğinin en büyük kanıtı oldu. Bugün, bu topraklarda özgürce yaşıyorsak, bunu Çanakkale’de can veren kahramanlara borçluyuz. İşte o kahramanlardan biri de Niğdeli Ali Çavuş’tur.

Anadolu’nun her köşesinden yüz binlerce vatan evladı, gözünü kırpmadan Çanakkale’ye koşmuştu. Kimi evini, ailesini, kimi nişanlısını geride bırakmıştı. Hepsinin tek bir amacı vardı: Vatan toprağına düşman postalı değdirmemek. Niğde’nin küçük bir köyünde doğan Ali Çavuş da daha yirmili yaşlarının başında, eline silahını alarak cepheye gidenler arasındaydı. Cesareti ve liderliğiyle kısa sürede çavuş rütbesine yükseldi ve 57. Alay’ın bir neferi olarak Conkbayırı’nda savaştı.

Mustafa Kemal’in, "Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum" dediği o tarihi anda, Ali Çavuş da siperdeydi. Yanındaki arkadaşları bir bir şehit düşerken, o ve birkaç yiğit asker, vatan toprağını terk etmemek için son nefeslerine kadar direndiler. Cephanesi biten askerler süngüyle savaştı. Ali Çavuş, elinde kalan son mermiyi ateşledikten sonra süngüsünü takıp düşmana atılan kahramanlardan biriydi. Göğüs göğüse mücadelede yaralandı ama geri çekilmedi.

Ali Çavuş’un kahramanlıkları sadece Conkbayırı ile sınırlı değildi. O, Çanakkale Savaşı’nın en önemli anlarından birine de tanıklık eden isimlerden biriydi. Seyit Onbaşı’nın 276 kiloluk top mermisini sırtlayarak namluya sürdüğü o unutulmaz anda, hemen arkasında duran kişi Niğdeli Ali Çavuş’tu. 2. Ağır Topçu Tugayı’na bağlı olarak Mecidiye Tabyası’nda görev yapıyordu. O gün, düşman gemileri Boğaz’a girdiğinde, Mecidiye Tabyası’na ağır bombardıman başladı. Siperler yıkılıyor, askerler şehit düşüyordu. Ali Çavuş, yıkıntılar arasından sağ kurtulanlardan biri oldu. Toprağa yarı gömülü halde bulduğu Seyit Onbaşı’yı kazıp çıkardı. O gün, Seyit Onbaşı’nın kaldırdığı top mermisi, İngiliz zırhlısı Ocean’a büyük hasar verdi ve savaşın seyrini değiştirdi.

Çanakkale’den sonra Ali Çavuş, Kafkas Cephesi’ne sevk edildi. Erzurum’un dondurucu soğuğunda, Sarıkamış’ta binlerce askerin donarak şehit düştüğüne tanıklık etti. Yıllarca cepheden cepheye koştu, işgal edilen topraklar için savaştı. İzmir’in kurtuluşunda da bulundu. Terhis edildiğinde, ona İzmir’de toprak teklif edildi. Ancak o, doğduğu topraklara, Niğde’ye dönmeyi tercih etti.

Savaşın izleri, yıllar geçse de silinmedi. Ali Çavuş, Niğde’ye döndüğünde, sadece bir savaş gazisi değil, yaşayan bir tarih tanığıydı. Çocuklarına, torunlarına ve köyünün gençlerine Çanakkale’yi, Sarıkamış’ı, vatan mücadelesini anlattı. Vatanın ne kadar kıymetli olduğunu, bağımsızlığın nasıl kazanıldığını her fırsatta dile getirdi. O belki tarihin büyük sayfalarına altın harflerle yazılmadı ama Niğde’nin ve Çanakkale’nin hafızasında bir efsane olarak kaldı.

Bugün bizler, Ali Çavuş gibi kahramanları anmakla kalmamalı, onların mirasını yaşatmalıyız. Çanakkale, sadece bir savaş alanı değil, milletimizin bağımsızlık ruhunun sembolüdür. Bu ruh, Conkbayırı’nda, Mecidiye Tabyası’nda, Anafartalar’da canını veren yiğitlerin ruhudur. Ve bizler, bu ruhu sonsuza kadar yaşatmalıyız.

Unutulmamalıdır ki, Çanakkale geçilmezse, vatan da bölünmez!

Yazının Devamı

Mavinin ve Yeşilin Susturulan Çığlığı

Bir zamanlar gökyüzü masmavi, ormanlar yemyeşildi. Denizler şeffaf bir ayna gibi gökyüzünü yansıtır, rüzgâr dalların arasında özgürce dolaşırdı. Ancak bugün, doğanın çığlığını duymamak için kulaklarımızı tıkamamız gerekiyor. Çünkü artık ne denizler eski berraklığında, ne gökyüzü özgürlüğün rengi kadar temiz, ne de ormanlar bir zamanlar bize verdiği huzuru taşıyor. Anadolu’nun bereketli toprakları, nehirleri, ovaları ve dağları, insan eliyle yok ediliyor.

Yeşilin ve mavinin hüküm sürdüğü bu dünya, insanoğlunun doymak bilmez iştahına yenik düşüyor. Ağaçlar kesiliyor, toprak betonun altına gömülüyor, denizler atıklara boğuluyor. Anadolu’nun engin bozkırları, verimli toprakları ve eşsiz doğası, kalkınma adı altında tahrip ediliyor. Tüm bunlar olurken, iktidarın ve sermayenin en büyük yalanı devreye giriyor: "Gelişiyoruz!" Gelişiyoruz ama nereye? Daha çok bina yaparak mı? Daha çok otoyol döşeyerek mi? Daha çok AVM açarak mı? Eğer gelişmek, doğanın yok oluşu üzerine inşa ediliyorsa, o gelişme insanlığın sonunu hazırlayan bir tuzaktan başka bir şey değildir.

Bugün ormanları yok eden projelere "milli yatırım" adı veriliyor. Denizleri kirleten santrallere "enerji hamlesi" deniliyor. Kentlerin nefes borularına beton döken inşaatlara "büyüme" etiketi yapıştırılıyor. Ancak doğa, bu yalanlara kanmıyor. Kuruyan nehirler, mevsimi şaşıran çiçekler, artan sıcaklıklar ve ekolojik dengesi bozulan şehirler, bize gerçeği fısıldıyor: "Yıkımın tam ortasındasınız!"

Anadolu’nun binlerce yıllık doğası, tarih boyunca nice medeniyeti besledi, büyüttü. Ancak bugün bu topraklar rant uğruna kurban ediliyor. Fırat ve Dicle’nin, Munzur’un sularının ticari çıkarlar için kurutulması, Kaz Dağları’nın talan edilmesi, Toroslar’ın bağrına hançer saplanması, Anadolu’nun nasıl yok edildiğinin en büyük göstergelerinden biri.

Muhalefetin, bu yıkıma karşı daha gür bir ses çıkarması gerekirken, çoğu zaman çıkar hesapları içinde suskun kalması da ayrı bir felaket. Oysa muhalif olmak sadece siyasi bir duruş değil, aynı zamanda doğayı savunmak, mavinin ve yeşilin hakkını korumaktır. Çünkü doğa da bugün baskı altında. Ormanların yok edilmesi, denizlerin kirletilmesi ve doğanın katledilmesi, en büyük muhalefeti gerektirir.

Küçük bir sahil kasabasında bile, bir sabah kalktığınızda sahilinizin betonla kaplandığını, gökyüzünüzün griye bulandığını görebilirsiniz. İstanbul'un son yeşil alanları, Karadeniz’in vadileri, Akdeniz’in kıyıları talan ediliyor. Artık mesele, sadece bir çevre sorunu değil; yaşama hakkı meselesi.

Muhalif bir bilinçle doğayı korumak, artık lüks değil, hayatta kalmak için zorunlu bir mücadeledir. Eğer gerçekten yaşanabilir bir gelecek istiyorsak, sadece siyasi iktidarlara değil, doğayı katleden sermaye düzenine karşı da muhalefet etmeliyiz. Çünkü yarın çocuklarımız sadece beton yığınları arasında değil, Anadolu’nun kaybolan doğasını hatırlayanların hüznüyle büyümesin.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans