(Çağlar TUNCER-KÖŞE YAZISI)
Eskiden Anneler Günü sabahları bir başka olurdu. Mahallemizin sokaklarında çocuklar, ellerinde rengârenk çiçeklerle annelerine koştururdu. Pastanelerde anneler için alınacak küçük pastalar seçilir, kartpostalların içine titreyen ellerle sevgi sözcükleri yazılırdı. O gün, dünya biraz daha yavaş döner, insanların yüzlerinde bir tebessüm olurdu.
Ama şimdi... Şimdi içimize çöken bir sessizlikle, bir buruklukla karşılıyoruz Anneler Günü’nü. Kadınların her gün şiddet gördüğü, sokak ortasında, evinin mutfağında, iş yerinde katledildiği bir ülkede hangi çiçek, hangi kutlama içimize sinebilir ki?
Her gün yeni bir kadın cinayeti haberi düşüyor ekranlarımıza. Bir annenin, bir eşin, bir kız çocuğunun daha umutları, hayalleri yarım kalıyor. Kadınlar, evlerinde, iş yerlerinde, sokaklarında, hayatın her alanında mücadele ederken; biz onlara sadece bir gün ayırıp, süslü cümlelerle, yapay hediyelerle gönüllerini alabileceğimizi sanıyoruz. Bu, anneliğin kutsallığını da, kadınların emeğini de hiçe saymaktan başka bir şey değil.
Yine de, bir yandan içimizde öfke büyürken, bir yandan da özlediğimiz o eski Anneler Günü sabahlarını hatırlıyoruz. Sobanın üstünde kaynayan çayın kokusu, annemizin sıcacık sesiyle 'Hadi uyan' deyişi, okul müsamerelerinde titreyen ellerle okunan şiirler... Bunlar belki de bize insan olduğumuzu, sevmenin, şefkatin, merhametin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor.
Belki de tam da bu yüzden annelerimize, kadınlarımıza, yaşama olan borcumuz büyüyor. Ve biz her şeye rağmen, bu buruklukla, bu içimize sinmeyen suni kutlamalarla değil; annelerimizin yüreğini anlayarak, kadınların kıymetini bilerek, hayatın her alanında onlara hak ettikleri değeri vererek Anneler Günü'nü kutlamalıyız.
Çünkü annelik bir güne sığmaz. Annelik bir hayat boyu süren sabırdır, sevgidir, omuz vermektir.
Ve biz, bu güzel yüreklerin hakkını veremediğimiz için içimizde bir kırıkla fısıldıyoruz bugün:
Annelerimizin, kadınlarımızın, kız çocuklarımızın önünde saygıyla eğiliyoruz...
Yıl 2025. Bugün 19 Mayıs. Gençliğe armağan edilmiş bir bayramın yıl dönümündeyiz. Yüz yılın üzerinden geçmiş, bir asra yaklaşan bir gelenek. Bugün gençler için resmi tatil, sosyal medyada #19Mayıs etiketiyle atılan mesajlar, bazı stadyumlarda gösteriler ve birkaç devlet büyüğünün yaptığı klasik kutlama açıklamalarıyla geçiyor. Ama içim rahat değil. Gözüm Atatürk’ün o hitabesine takılıyor yine, her 19 Mayıs’ta olduğu gibi:
> “Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen… Vazifeye atılmak için içinde bulunacağın imkân ve şeraiti düşünmeyeceksin…”
Bu sözleri 1927’de söylemişti Mustafa Kemal. Gençliğe, yani geleceğe. O günün Türkiye’si işgalden çıkmış, küllerinden doğmuştu. Gençliğe “istikbalin teminatı sensin” diyordu. Bugün dönüp baktığımızda ise şu soruyu kendime soruyorum: Bugünün gençliği, kendisine emanet edilen o istiklalin ve cumhuriyetin farkında mı? Ve daha da önemlisi, buna sahip çıkacak cesarette mi?
Türkiye'nin 2025’inde gençler mutsuz. Bunu biz değil, istatistikler söylüyor. Geleceğe dair umutları körelmiş, diplomayla işsizlik arasına sıkışmış bir kuşak. Üniversite okuyanı da, meslek öğreneni de aynı çıkmazda: Torpilsiz işe girilemiyor, liyakat kelimesi artık sözlüklerde nostaljik bir kavram.
Ülkede ifade özgürlüğü daralmış, fikir beyan eden gençler ya dışlanıyor, ya yaftalanıyor, ya da sessiz kalmaya zorlanıyor. Yurt dışına gitmek bir hayal olmaktan çıkmış, adeta bir “zorunluluk” halini almış durumda. Gençler ülkesini terk etmek istiyor; çünkü kendi vatanında özgürce yaşayamıyor, hayal kuramıyor, güvende hissetmiyor.
19 Mayıs, yalnızca bir spor bayramı değildir. Bu tarih, Samsun’a çıkan bir liderin başlattığı özgürlük yürüyüşünün adıdır. Ve Atatürk bu günü “Gençliğe” armağan ederek, aslında bir uyarı ve görev vermiştir. Sadece bayrak sallayıp marş okumak değil, cumhuriyetin değerlerini özümsemek, korumak ve gerektiğinde yeniden inşa edebilmek sorumluluğu verilmiştir.
Bugün ne yazık ki birçok genç, bu misyonun farkında değil. Belki de en acısı, bazı yöneticilerin de bu bilinçten yoksun olmasıdır. Atatürk’ün “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet” dediği iç tehlikeler bugün hâlâ güncelliğini koruyor. Ülkeyi yönetenlerin kimi zaman şahsi çıkarlarını milletin menfaatinin önüne koyduğu; eğitim sisteminin çağ dışı kaldığı; gençlerin kendi ülkesinde yabancılaştığı bir düzende yaşıyoruz.
Ancak hâlâ umut var.
Çünkü Atatürk bir de şöyle der:
> “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Bu topraklarda hâlâ susmayan, sorgulayan, araştıran, direnen, üretmeye çalışan gençler var. O kudretin farkında olanlar var. O yüzden 19 Mayıs, bir “nostalji günü” değil, bir yeniden hatırlama ve yeniden başlama günüdür.
Gençlik, sadece yaşla ölçülen bir kavram değildir. Cesaret, inanç ve adanmışlıkla ilgilidir. Eğer bugün bir genç, bu ülkenin geleceğine dair dert ediniyorsa, işte o gerçek Atatürk gençliğidir.
Bugün 19 Mayıs. Sahi sen neredesin Türk gençliği?..
Yazının DevamıBazen bir insanla tanışmazsınız... Onu fark edersiniz. Bir kalabalığın içinde değil, kalbinizin kıyısında durur. Ne bir tesadüf, ne de planlanmış bir buluşma... Belki bir sabah Dede Stüdyo’da başlar ilk konuşmanız, belki bir akşamüstü Niğde’nin taş sokaklarında, bir selamla tanışır yollarınız. İşte öyle biri Sinem Aksoy Gökgöz.
Bankacı. Yazar. Kişisel Gelişim Uzmanı. Koç. Ama en çok da “bir kalbe huzur verirsen, o sana dünyaları vermez mi?” diyen bir yürek
Bir gün, zaman Nisan 2025 'te bir gece, üçüncü yazımın son cümlesini bitirirken Emre Aydın'ın kelimelerinde kaybolmuştum. Kalemi masaya bıraktığımda, bir şeylerin içimde hâlâ devam ettiğini hissettim. “Evini aydınlığa kesecek yolların hikâyesi” olarak tarif ettiğim o yazı, aslında bir geçişti. Işığa açılan bir kapıydı. Ama o kapının ardında başka bir ışık vardı; başka bir dinginlik, başka bir içtenlik…
Ve o içtenliğin adıydı: Sinem Aksoy Gökgöz.... O gece kaleme üçüncü yazımın içselliğini bitirdiğim an kaleme aldığım hikaye o an başladı..ve kaleme dökmeye başladığım yazının hikayesi bugün son buldu..
Tanışma Anı::: 2 Aralık saat 10;38
Yer: Sosyal Medya instagram
Bu köşedeki dördüncü adımımda, ilk kez bir kadın biyografisini yazmanın heyecanını yaşıyorum. Üstelik sadece bir kadını değil; bir duruşu, bir hissi, bir çağrıyı yazıyorum.
Niğde’de yaşayan bir kadın olarak, Sinem Hanım kendine ait bir evren kurmuş gibi. Bu evrenin içinde geçmişin tortuları, bugünün sadeliği ve yarının umudu var.
Sinem Aksoy Gökgöz ile tanışmak, insanı kendinle yüzleştiren bir şey. Çünkü o, aynalara bakmayı bilen biri. Hem mecaz anlamda hem de gerçek anlamda.
Kaleme aldığı kitabı “Aynadaki Diğer Yüzün” bunu fazlasıyla kanıtlıyor zaten. Öyle yüzeysel bir kişisel gelişim anlatısı değil onunki. Daha çok, “içine dönen bir çocuğun yıllar sonra kendini affetmesi” gibi.
Bir kadının hem geçmişini, hem ruhunu, hem de hayata olan duruşunu sessiz ama güçlü bir sesle anlatması gibi…
Onunla ilgili yazarken Adana’yı anmadan olmaz. Çünkü geldiği şehir, getirdiği yürekle bağlantılı. Adana’nın kavurucu sıcağında pişmiş bir sabır, bir direnç, bir içtenlik taşıyor.
Ama geldiği şehir kadar, Niğde’ye kattığı değer de apayrı bir konu. Onu tanıyan herkes, onun Niğde’de farkındalık yarattığını bilir.
Kimi zaman sosyal medyada verdiği mesajlarla, kimi zaman bir atölyede çocuklara anlattığı sevgiyle, kimi zaman bir cümlesiyle hayatlara dokunur.
Bu köşe yazım, Niğde Anadolu Haber’de biyografi köşemin dördüncü yazısı.
İlkinde bu yolculuğun neye niyet ettiğini yazmıştım.
İkincisi, çocukluk gülüşlerinde saklı kalmış bir palyaçonun içsel fırtınalarını anlatıyordu.
Üçüncüsü, Emre Aydın şarkılarını fon yapan karanlıktan aydınlığa bir geçişti.
Ve şimdi… Sinem Aksoy Gökgöz, o aydınlığın içinden doğan sessiz bir yıldız gibi düşüyor bu sayfalara.
Onun sesi yüksek değil, ama sözü derindir.
Çünkü o, insanlara “iyi kalmayı” hatırlatıyor. “Doğal kalmayı”, “kendin olmayı”, “olduğun gibi sevilmeyi” fısıldıyor.
Kalabalıkların arasında kaybolmuş nice ruh için, sosyal medyanın gürültüsüne rağmen bir dinginlik sunuyor.
İşte bu yüzden onun biyografisini yazmak benim için yalnızca bir görev değil; bir içsel teşekkürdür.
Gümüşler Kütüphanesi’nde yaptığı bir etkinlik gitmesem de kalemimle habere döküldü.. Hâlâ aklımda Gümüşler Kütüphanesi.. Niye mi Çünkü ben Eskigümüşlüyüm Dedelerimden...
Etkinlik haberini ise Sinem Aksoy Gökgöz'ün sözlerinden ilham alarak yazmıştım...
“İnsanın aynaya bakabilmesi için önce içinin dağınıklığını toplaması gerekir.”
Bu, bir öğretinin değil; yaşanmış bir hayatın cümlesiydi.
Belki de onun aynadaki diğer yüzü, bizim kendimize uzun süredir söyleyemediğimiz şeylerin sesi…
Ve şimdi buradan seslenmek istiyorum:
Ey Niğde’nin göğsünde umutla yürüyen kadınlar, gençler, çocuklar…
Bu sayfalarda Sinem Aksoy Gökgöz’ün hikâyesiyle tanışın.
Çünkü bu bir başarı hikâyesi değil, bir farkındalık çağrısı.
İnsanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi hatırlatan bir hikâye:
İyi kalabilmek.
Ve eğer bir kusurum olduysa, onu anlatırken eksik ya da fazla bir kelimeye yer verdiysem, affola.
Ama her zaman sevgiyle…
Ve gökyüzü gibi sonsuz…
Yazının DevamıHayatın bazı dönemleri vardır, müzikle hatırlarsın. Bir şarkı başlar ve sen, yıllar önce bıraktığın bir anının içine düşersin. Hafızana değil, ruhuna kazınmıştır. İşte benim için bu şarkılar, bu anlar hep Emre Aydın’la kesişti. Ve bu kesişmeler asla tesadüf değildi.
Sene 2000. Yer İzmir Bornova Küçükpark. Gençliğin tam ortasında, hayatın bütün heyecanı üzerimizdeyken, müziğin gücüyle yeniden ve yeniden şekillendiğimiz bir dönem. O zamanlar Bornova’da BERI Bar vardı. Herkesin yolu bir kez de olsa oraya düşerdi. Sahnesi samimiydi, kalabalığın içindeki yalnızlık bile orada daha anlamlı olurdu. Ve işte o sahnede ilk kez Emre Aydın’ı dinledim. Henüz 6. Cadde dönemiydi. Emre sahnede öyle bir şey yapıyordu ki, sadece şarkı söylemiyordu; bizi, her birimizi anlatıyordu. O gece, onun sesine karışan sessizliğimle ilk defa tanıştım. İçimde bir şeyler değişmişti.
Sonra hayat, beni İzmir'den aldı ve Kıbrıs'a savurdu. Bir başka ada, bir başka yalnızlık, bir başka keşif... Üniversite hayatım Girne Amerikan Üniversitesi’nde geçti. Arkadaşlıklar, başarılar, mücadeleler… Her şeyin çok hızlı yaşandığı ama bir o kadar da derin izler bıraktığı yıllardı. Ve yıl 2008. Mezuniyet gecesi… Yer Jasmine Court Otel. Sahneye kim çıktı dersiniz? Yine Emre Aydın. O an anladım ki bazı sesler, bazı insanlar sadece kulağınıza değil, kaderinize de işleniyor. İzmir’de başlayan o bağ, Kıbrıs’ta yeniden kuruldu.
Yıllar geçti. Herkes kendi yolunu çizerken, ben de hayatın beni götürdüğü yerlerde kendi ayak izlerimi bırakmaya devam ettim. Ve bu defa rotam Antalya oldu. Konyaaltı’nda, Mimoza Evleri’nde bir hayat kurarken içimde hala İzmir’in telaşı, Kıbrıs’ın sessizliği vardı. Yıl 2020. Pandeminin gölgesinde, içe dönük zamanlar yaşıyorduk. İnsan kendine en çok o zaman dönüyor ya… İşte yine Emre Aydın vardı yanımda. Bu kez “Soğuk Odalar” çalıyordu kulaklarımda. O şarkının sözleri, hayatımın sessizliğine tercümandı. Her dizesinde bir hatıram, her notasında bir suskunluğum vardı.
"Soğuk Odalar", Gülden Mutlu'nun kaleminden çıkmış, Emre Aydın’ın sesiyle hayat bulmuştu. Ama o hayat bir şekilde benimkine de dokunmuştu. Belki de bu yüzden bu şarkı, sıradan bir hit değil; geçmişimle aramdaki duygusal bir köprüydü. Emre Aydın'ın müziği, hayatımın dönüm noktalarında hep bir pusula oldu. Ne zaman kaybolsam, bir şarkısı bana yol gösterdi. Ne zaman yalnız kalsam, o sesi içimde yankılandı.
İşin garibi, tüm bu kesişmeler “tesadüf” gibi görünse de, zamanla anladım ki aslında değilmiş. Her bir an, her bir karşılaşma, hayatın bana yazdığı özel bir senaryonun sahneleriydi. Emre Aydın’ın şarkıları, bu senaryonun arka fonuydu. Sadece bir sanatçının müziği değildi benim için; geçmişimin, yaşanmışlıklarımın, hatalarımın ve pişmanlıklarımın melodisiydi.
Bugün dönüp baktığımda, İzmir’den Kıbrıs’a, Kıbrıs’tan Antalya’ya uzanan bu hayat yolculuğumda, bazı isimlerin izini silmek mümkün değil. Ve o izlerden en derini, Emre Aydın’ın sesiyle kazındı içime. Onun sayesinde kendimi anladım, duygularımı tanıdım, hatta bazı geceler ağlamaktan çekinmedim.
Ve şimdi bu köşe yazısını kaleme alırken, kulaklarımda yine bir Emre Aydın şarkısı çalıyor. Belki “Bu Kez Anladım”, belki “Kim Dokunduysa Sana”, belki de yine “Soğuk Odalar”... Her ne olursa olsun, ben hâlâ o sesin izinden gitmeye devam ediyorum. Çünkü bazı sesler vardır, insanın ruhuna bir kere dokundu mu, bir daha asla çıkmaz.
19 Yaşında Hayata Tutunan Bir Gencin Hikayesi
Ve ilk para kazanmanın verdiği mutluluğu bir palyaço kıyafetinin ardında yaşadınız mı hiç? Ben yaşadım. Evet, bu bir hikâye… İzmir’de, 1999 yılında başlayan ve rengârenk bir gülümsemenin ardında kocaman bir yalnızlığı, umudu ve azmi barındıran bir hikâye.
Henüz 19 yaşındaydım. Anadolu'nun yürek yakan sessizliğinden Ege'nin kalabalık sokaklarına uzanmıştım. Kimsesizliğin ne olduğunu bilen, çocukluğunda gülücüklerini para etmeye çalışan bir çocuktum ben. Ama o yıl, içimdeki çocuğu ilk kez sahneye çıkardım. Evet, palyaço oldum. Hem de kocaman bir palyaço ordusunun kurucusu olarak.
İzmir’de sokaklar kalabalıktı, ama kalpler... İşte onlar hâlâ yalnızdı. O kalplere dokunmak için yüzüme boya sürdüm, kocaman ayakkabılar giydim, saçlarımı rengârenk yaptım. Her çocuk kahkahasında kendimi yeniden buldum. Çünkü onlar güldükçe, ben de geçmişimin acılarını biraz daha gömüyordum içime.
Daha yolun başında, ne hayattan ne de geleceğimden emin değildim. Ama bir şey biliyordum; insanlar mutlu olmayı unutmuştu. Ben unutmadım. Unutamadım. Çünkü içimde hâlâ gülmek isteyen bir çocuk vardı. Belki de o çocuğun hayata tutunma şekliydi bu. Sahte burunlar, büyük gülüşler, rengârenk balonlar...
Palyaçoluk benim için sadece bir iş değildi. İlk paramı kazandığım o gün, mutluluğun da satın alınabileceğine inanmıştım. Ama sonra anladım ki; asıl olan, verdiğin mutluluğun değeri. O yüzden İzmir’in parklarında, anaokullarında, doğum günlerinde çocuklarla birlikte gülüp oynarken ben sadece para kazanmıyordum. Hayata meydan okuyordum. Hem de 19 yaşında.
İzmir’de kurduğum palyaço ordusu, yalnızca çocukları eğlendirmek için değildi. O ordu, umudun ordusuydu. Anadolu’dan çıkıp gelen bir gencin hayal kurabileceğini, inandığında başarabileceğini, gülüşlerin hayat kurtarabileceğini gösteren bir ordu.
Ve ben... O çocuğu asla kaybetmedim içimde. Her şarkıda oynayan, her gözyaşını gülüşe dönüştüren bir çocuk kaldım. Çünkü ben mutluluğu gösteren ama içinde burukluğu saklayan bir palyaçoydum. Sadece kendim için değil, herkes için...
Bazen insanlar beni sahnede gördüğünde ne kadar enerjik, ne kadar hayat dolu olduğumu söylediler. Oysa bilselerdi, her gösterinin ardından kuliste nasıl sessizce çöktüğümü… Her kahkahanın ardından gelen içsel fırtınaları… Ama işte, bazen en güzel gülüşleri, en derin acılar doğurur. Ve en güzel şarkılar, en sessiz haykırışlardan çıkar.
İşte bu yüzden bu hikâye sadece bir işin, bir mesleğin hikâyesi değil. Bu, Anadolu'dan gelip İzmir'de bir gencin hayalleriyle savaşmasının; yüzünü boyayıp duygularını gizlemesinin; kendini unutturup başkalarını güldürmesinin hikâyesi...
Evet, ben bir palyaçoydum. Ama aynı zamanda bir umut işçisiydim. Gönüllere dokunmanın, çocukların gözlerine yeniden ışık katmanın, ailelerin bir gün olsun dertlerini unutmasının ne demek olduğunu 19 yaşımda öğrendim.
Ve şimdi dönüp baktığımda o renkli kostümün içinde, en sade halimi görüyorum. Maskelerin ardında saklanmış bir hayat değil bu, maskeyle kendini bulan bir hayat. Çocuklar beni güldü sandı, oysa ben onları hayata güldürdüm.
Her insanın içinde bir çocuk vardır, kimi onu saklar, kimi kaybeder. Ama ben onu korudum. Çünkü o çocuk benim hayalimdi, gücümü veren yoldaşımdı. Ve o çocuk sayesinde ben, 19 yaşında hayata tutundum.
Bugün geriye dönüp baktığımda, bir palyaço olarak başladığım o yolculukta, yüzlerce değil binlerce yüreğe dokunduğumu biliyorum. Ve evet, ilk paramı palyaçolukla kazandım. Ama asıl kazancım, sevgiyle dolu o küçük kalplerdi.
Hayat bir yolculuk…
Bazen eski bir şarkıda, bazen tozlu bir fotoğrafta, bazen de bir bakışta saklı duran izlerle hatırlarız onu. Kimimiz iz bırakır geçeriz, kimimiz içimize işleriz ve kalıcı oluruz. Şimdi, bu izleri satırlara dökme zamanı…
Ve artık…
Bu köşe biyografilerle buluşacak.
Ben de artık biyografilerimle sizlerle olacağım.
Anadolu Haber Gazetesinde başlattığım bu özel köşe; sadece hayatların değil, anıların, başarıların, hüzünlerin ve ilham veren duruşların da bir vitrini olacak. Kalemime dokunan her hikâye, belki sizin kalbinize de dokunur diye…
Geçmişten bugüne, gelecekten geçmişe uzanacağım. Yaşanmışlıklarımdan süzülenleri, hafızamda yer etmiş kişileri, bana bir şeyler öğretmiş, hayatıma anlam katmış insanları anlatacağım. Onların hikâyelerinde belki kendimizi bulacağız.
Niğde’den başlayacak bu yolculuk…
Oradan Türkiye’ye, Türkiye’den tüm dünyaya uzanacak.
Kimi zaman bir köyde doğmuş bir efsanenin izini süreceğiz, kimi zaman bir metropolün kalabalığında kaybolmuş bir değeri gün yüzüne çıkaracağız. Tüm dünyaya açılan bir pencere olacak bu köşe… Sanattan bilime, spordan kültüre, magazinden teknolojiye, nostaljiden geleceğe uzanacak bir anlatı diliyle…
Çünkü bu köşe;
bir biyografi köşesinden fazlası…
Bir zaman yolculuğu, bir gönül köprüsü, bir vefa durağı…
Biyografilerle hatırlayacağız, bazen unuttuğumuzu sandığımız duyguları.
Satır aralarında bir anne kokusu, bir eski dost selamı, bir çocukluk hayali saklı olacak.
Bu köşede artık biyografilerle sizlerle olacağım.
Ve her hafta, iz bırakan bir hayat hikâyesiyle buluşacağız.
Bazen çok tanınmış bir isim olacak karşınızda, bazen ise hiç tanımadığınız ama tanıdık gelen bir hayat…
Ben yazacağım, siz okuyacaksınız…
Ve biz, bu hikâyelerle birbirimize daha çok yaklaşacağız.
Sevgiyle, saygıyla, tutkuyla…
Yazının Devamı