yandex
Çağlar Tuncer | Tüm Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    39,5835
    %0,06
  • EURO
    45,9953
    %0,14
  • G. Altın
    4.240,67
    %0,25
  • Ç. Altın
    6.791,55
    %0,00
  • BIST
    9.419
    0
  • BITCOIN
    106,548.035
    0.1
  • ETHEREUM
    2,453.765
    -0.33
  • DOLAR
    39,5835
    %0,06
  • EURO
    45,9953
    %0,14
  • G. Altın
    4.240,67
    %0,25
  • Ç. Altın
    6.791,55
    %0,00
  • BIST
    9.419
    0
  • BITCOIN
    106,548.035
    0.1
  • ETHEREUM
    2,453.765
    -0.33

“Ey Türk Gençliği, Neredesin?”

Yıl 2025. Bugün 19 Mayıs. Gençliğe armağan edilmiş bir bayramın yıl dönümündeyiz. Yüz yılın üzerinden geçmiş, bir asra yaklaşan bir gelenek. Bugün gençler için resmi tatil, sosyal medyada #19Mayıs etiketiyle atılan mesajlar, bazı stadyumlarda gösteriler ve birkaç devlet büyüğünün yaptığı klasik kutlama açıklamalarıyla geçiyor. Ama içim rahat değil. Gözüm Atatürk’ün o hitabesine takılıyor yine, her 19 Mayıs’ta olduğu gibi:

> “Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen… Vazifeye atılmak için içinde bulunacağın imkân ve şeraiti düşünmeyeceksin…”

Bu sözleri 1927’de söylemişti Mustafa Kemal. Gençliğe, yani geleceğe. O günün Türkiye’si işgalden çıkmış, küllerinden doğmuştu. Gençliğe “istikbalin teminatı sensin” diyordu. Bugün dönüp baktığımızda ise şu soruyu kendime soruyorum: Bugünün gençliği, kendisine emanet edilen o istiklalin ve cumhuriyetin farkında mı? Ve daha da önemlisi, buna sahip çıkacak cesarette mi?

Türkiye'nin 2025’inde gençler mutsuz. Bunu biz değil, istatistikler söylüyor. Geleceğe dair umutları körelmiş, diplomayla işsizlik arasına sıkışmış bir kuşak. Üniversite okuyanı da, meslek öğreneni de aynı çıkmazda: Torpilsiz işe girilemiyor, liyakat kelimesi artık sözlüklerde nostaljik bir kavram.

Ülkede ifade özgürlüğü daralmış, fikir beyan eden gençler ya dışlanıyor, ya yaftalanıyor, ya da sessiz kalmaya zorlanıyor. Yurt dışına gitmek bir hayal olmaktan çıkmış, adeta bir “zorunluluk” halini almış durumda. Gençler ülkesini terk etmek istiyor; çünkü kendi vatanında özgürce yaşayamıyor, hayal kuramıyor, güvende hissetmiyor.

19 Mayıs, yalnızca bir spor bayramı değildir. Bu tarih, Samsun’a çıkan bir liderin başlattığı özgürlük yürüyüşünün adıdır. Ve Atatürk bu günü “Gençliğe” armağan ederek, aslında bir uyarı ve görev vermiştir. Sadece bayrak sallayıp marş okumak değil, cumhuriyetin değerlerini özümsemek, korumak ve gerektiğinde yeniden inşa edebilmek sorumluluğu verilmiştir.

Bugün ne yazık ki birçok genç, bu misyonun farkında değil. Belki de en acısı, bazı yöneticilerin de bu bilinçten yoksun olmasıdır. Atatürk’ün “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet” dediği iç tehlikeler bugün hâlâ güncelliğini koruyor. Ülkeyi yönetenlerin kimi zaman şahsi çıkarlarını milletin menfaatinin önüne koyduğu; eğitim sisteminin çağ dışı kaldığı; gençlerin kendi ülkesinde yabancılaştığı bir düzende yaşıyoruz.

Ancak hâlâ umut var.

Çünkü Atatürk bir de şöyle der:

> “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

Bu topraklarda hâlâ susmayan, sorgulayan, araştıran, direnen, üretmeye çalışan gençler var. O kudretin farkında olanlar var. O yüzden 19 Mayıs, bir “nostalji günü” değil, bir yeniden hatırlama ve yeniden başlama günüdür.

Gençlik, sadece yaşla ölçülen bir kavram değildir. Cesaret, inanç ve adanmışlıkla ilgilidir. Eğer bugün bir genç, bu ülkenin geleceğine dair dert ediniyorsa, işte o gerçek Atatürk gençliğidir.

Bugün 19 Mayıs. Sahi sen neredesin Türk gençliği?..

Yazının Devamı

Anneler Günü ve İçimize Sinen Sessizlik

(Çağlar TUNCER-KÖŞE YAZISI)

Eskiden Anneler Günü sabahları bir başka olurdu. Mahallemizin sokaklarında çocuklar, ellerinde rengârenk çiçeklerle annelerine koştururdu. Pastanelerde anneler için alınacak küçük pastalar seçilir, kartpostalların içine titreyen ellerle sevgi sözcükleri yazılırdı. O gün, dünya biraz daha yavaş döner, insanların yüzlerinde bir tebessüm olurdu.

Ama şimdi... Şimdi içimize çöken bir sessizlikle, bir buruklukla karşılıyoruz Anneler Günü’nü. Kadınların her gün şiddet gördüğü, sokak ortasında, evinin mutfağında, iş yerinde katledildiği bir ülkede hangi çiçek, hangi kutlama içimize sinebilir ki? 

Her gün yeni bir kadın cinayeti haberi düşüyor ekranlarımıza. Bir annenin, bir eşin, bir kız çocuğunun daha umutları, hayalleri yarım kalıyor. Kadınlar, evlerinde, iş yerlerinde, sokaklarında, hayatın her alanında mücadele ederken; biz onlara sadece bir gün ayırıp, süslü cümlelerle, yapay hediyelerle gönüllerini alabileceğimizi sanıyoruz. Bu, anneliğin kutsallığını da, kadınların emeğini de hiçe saymaktan başka bir şey değil.

Yine de, bir yandan içimizde öfke büyürken, bir yandan da özlediğimiz o eski Anneler Günü sabahlarını hatırlıyoruz. Sobanın üstünde kaynayan çayın kokusu, annemizin sıcacık sesiyle 'Hadi uyan' deyişi, okul müsamerelerinde titreyen ellerle okunan şiirler... Bunlar belki de bize insan olduğumuzu, sevmenin, şefkatin, merhametin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor.

Belki de tam da bu yüzden annelerimize, kadınlarımıza, yaşama olan borcumuz büyüyor. Ve biz her şeye rağmen, bu buruklukla, bu içimize sinmeyen suni kutlamalarla değil; annelerimizin yüreğini anlayarak, kadınların kıymetini bilerek, hayatın her alanında onlara hak ettikleri değeri vererek Anneler Günü'nü kutlamalıyız.

Çünkü annelik bir güne sığmaz. Annelik bir hayat boyu süren sabırdır, sevgidir, omuz vermektir.

Ve biz, bu güzel yüreklerin hakkını veremediğimiz için içimizde bir kırıkla fısıldıyoruz bugün:

Annelerimizin, kadınlarımızın, kız çocuklarımızın önünde saygıyla eğiliyoruz...

Yazının Devamı

"Bir Sen Var Senden İçeri" “Biyografinin Kalbinden": Dördüncü Işık Bir Kadının İçsel Gözbebeği: Sinem Aksoy Gökgöz Hikayesi

Bazen bir insanla tanışmazsınız... Onu fark edersiniz. Bir kalabalığın içinde değil, kalbinizin kıyısında durur. Ne bir tesadüf, ne de planlanmış bir buluşma... Belki bir sabah Dede Stüdyo’da başlar ilk konuşmanız, belki bir akşamüstü Niğde’nin taş sokaklarında, bir selamla tanışır yollarınız. İşte öyle biri Sinem Aksoy Gökgöz.

Bankacı. Yazar. Kişisel Gelişim Uzmanı. Koç. Ama en çok da “bir kalbe huzur verirsen, o sana dünyaları vermez mi?” diyen bir yürek

Bir gün, zaman Nisan 2025 'te bir gece, üçüncü yazımın son cümlesini bitirirken Emre Aydın'ın kelimelerinde kaybolmuştum. Kalemi masaya bıraktığımda, bir şeylerin içimde hâlâ devam ettiğini hissettim. “Evini aydınlığa kesecek yolların hikâyesi” olarak tarif ettiğim o yazı, aslında bir geçişti. Işığa açılan bir kapıydı. Ama o kapının ardında başka bir ışık vardı; başka bir dinginlik, başka bir içtenlik…

Ve o içtenliğin adıydı: Sinem Aksoy Gökgöz.... O gece kaleme üçüncü yazımın içselliğini bitirdiğim an kaleme aldığım hikaye o an başladı..ve kaleme dökmeye başladığım  yazının hikayesi bugün son buldu.. 

Tanışma Anı::: 2 Aralık saat 10;38 

Yer: Sosyal Medya instagram

Bu köşedeki dördüncü adımımda, ilk kez bir kadın biyografisini yazmanın heyecanını yaşıyorum. Üstelik sadece bir kadını değil; bir duruşu, bir hissi, bir çağrıyı yazıyorum.

Niğde’de yaşayan bir kadın olarak, Sinem Hanım kendine ait bir evren kurmuş gibi. Bu evrenin içinde geçmişin tortuları, bugünün sadeliği ve yarının umudu var.

Sinem Aksoy Gökgöz ile tanışmak, insanı kendinle yüzleştiren bir şey. Çünkü o, aynalara bakmayı bilen biri. Hem mecaz anlamda hem de gerçek anlamda.

Kaleme aldığı kitabı “Aynadaki Diğer Yüzün” bunu fazlasıyla kanıtlıyor zaten. Öyle yüzeysel bir kişisel gelişim anlatısı değil onunki. Daha çok, “içine dönen bir çocuğun yıllar sonra kendini affetmesi” gibi.

Bir kadının hem geçmişini, hem ruhunu, hem de hayata olan duruşunu sessiz ama güçlü bir sesle anlatması gibi…

Onunla ilgili yazarken Adana’yı anmadan olmaz. Çünkü geldiği şehir, getirdiği yürekle bağlantılı. Adana’nın kavurucu sıcağında pişmiş bir sabır, bir direnç, bir içtenlik taşıyor.

Ama geldiği şehir kadar, Niğde’ye kattığı değer de apayrı bir konu. Onu tanıyan herkes, onun Niğde’de farkındalık yarattığını bilir.

Kimi zaman sosyal medyada verdiği mesajlarla, kimi zaman bir atölyede çocuklara anlattığı sevgiyle, kimi zaman bir cümlesiyle hayatlara dokunur.


Bu köşe yazım, Niğde Anadolu Haber’de biyografi köşemin dördüncü yazısı.

İlkinde bu yolculuğun neye niyet ettiğini yazmıştım.

İkincisi, çocukluk gülüşlerinde saklı kalmış bir palyaçonun içsel fırtınalarını anlatıyordu.

Üçüncüsü, Emre Aydın şarkılarını fon yapan karanlıktan aydınlığa bir geçişti.

Ve şimdi… Sinem Aksoy Gökgöz, o aydınlığın içinden doğan sessiz bir yıldız gibi düşüyor bu sayfalara.

Onun sesi yüksek değil, ama sözü derindir.

Çünkü o, insanlara “iyi kalmayı” hatırlatıyor. “Doğal kalmayı”, “kendin olmayı”, “olduğun gibi sevilmeyi” fısıldıyor.

Kalabalıkların arasında kaybolmuş nice ruh için, sosyal medyanın gürültüsüne rağmen bir dinginlik sunuyor.

İşte bu yüzden onun biyografisini yazmak benim için yalnızca bir görev değil; bir içsel teşekkürdür.

Gümüşler Kütüphanesi’nde yaptığı bir etkinlik gitmesem de kalemimle habere döküldü.. Hâlâ aklımda Gümüşler Kütüphanesi.. Niye mi Çünkü ben Eskigümüşlüyüm Dedelerimden... 


Etkinlik haberini ise Sinem Aksoy Gökgöz'ün sözlerinden ilham alarak yazmıştım... 

“İnsanın aynaya bakabilmesi için önce içinin dağınıklığını toplaması gerekir.”

Bu, bir öğretinin değil; yaşanmış bir hayatın cümlesiydi.

Belki de onun aynadaki diğer yüzü, bizim kendimize uzun süredir söyleyemediğimiz şeylerin sesi…


Ve şimdi buradan seslenmek istiyorum:

Ey Niğde’nin göğsünde umutla yürüyen kadınlar, gençler, çocuklar…

Bu sayfalarda Sinem Aksoy Gökgöz’ün hikâyesiyle tanışın.

Çünkü bu bir başarı hikâyesi değil, bir farkındalık çağrısı.

İnsanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi hatırlatan bir hikâye:

İyi kalabilmek.


Ve eğer bir kusurum olduysa, onu anlatırken eksik ya da fazla bir kelimeye yer verdiysem, affola.

Ama her zaman sevgiyle…

Ve gökyüzü gibi sonsuz…

Yazının Devamı

Bir Tesadüf Değil: Emre Aydın'ın Şarkılarıyla Kesişen Hayatım

Hayatın bazı dönemleri vardır, müzikle hatırlarsın. Bir şarkı başlar ve sen, yıllar önce bıraktığın bir anının içine düşersin. Hafızana değil, ruhuna kazınmıştır. İşte benim için bu şarkılar, bu anlar hep Emre Aydın’la kesişti. Ve bu kesişmeler asla tesadüf değildi.

Sene 2000. Yer İzmir Bornova Küçükpark. Gençliğin tam ortasında, hayatın bütün heyecanı üzerimizdeyken, müziğin gücüyle yeniden ve yeniden şekillendiğimiz bir dönem. O zamanlar Bornova’da BERI Bar vardı. Herkesin yolu bir kez de olsa oraya düşerdi. Sahnesi samimiydi, kalabalığın içindeki yalnızlık bile orada daha anlamlı olurdu. Ve işte o sahnede ilk kez Emre Aydın’ı dinledim. Henüz 6. Cadde dönemiydi. Emre sahnede öyle bir şey yapıyordu ki, sadece şarkı söylemiyordu; bizi, her birimizi anlatıyordu. O gece, onun sesine karışan sessizliğimle ilk defa tanıştım. İçimde bir şeyler değişmişti.

Sonra hayat, beni İzmir'den aldı ve Kıbrıs'a savurdu. Bir başka ada, bir başka yalnızlık, bir başka keşif... Üniversite hayatım Girne Amerikan Üniversitesi’nde geçti. Arkadaşlıklar, başarılar, mücadeleler… Her şeyin çok hızlı yaşandığı ama bir o kadar da derin izler bıraktığı yıllardı. Ve yıl 2008. Mezuniyet gecesi… Yer Jasmine Court Otel. Sahneye kim çıktı dersiniz? Yine Emre Aydın. O an anladım ki bazı sesler, bazı insanlar sadece kulağınıza değil, kaderinize de işleniyor. İzmir’de başlayan o bağ, Kıbrıs’ta yeniden kuruldu.

Yıllar geçti. Herkes kendi yolunu çizerken, ben de hayatın beni götürdüğü yerlerde kendi ayak izlerimi bırakmaya devam ettim. Ve bu defa rotam Antalya oldu. Konyaaltı’nda, Mimoza Evleri’nde bir hayat kurarken içimde hala İzmir’in telaşı, Kıbrıs’ın sessizliği vardı. Yıl 2020. Pandeminin gölgesinde, içe dönük zamanlar yaşıyorduk. İnsan kendine en çok o zaman dönüyor ya… İşte yine Emre Aydın vardı yanımda. Bu kez “Soğuk Odalar” çalıyordu kulaklarımda. O şarkının sözleri, hayatımın sessizliğine tercümandı. Her dizesinde bir hatıram, her notasında bir suskunluğum vardı.

"Soğuk Odalar", Gülden Mutlu'nun kaleminden çıkmış, Emre Aydın’ın sesiyle hayat bulmuştu. Ama o hayat bir şekilde benimkine de dokunmuştu. Belki de bu yüzden bu şarkı, sıradan bir hit değil; geçmişimle aramdaki duygusal bir köprüydü. Emre Aydın'ın müziği, hayatımın dönüm noktalarında hep bir pusula oldu. Ne zaman kaybolsam, bir şarkısı bana yol gösterdi. Ne zaman yalnız kalsam, o sesi içimde yankılandı.

İşin garibi, tüm bu kesişmeler “tesadüf” gibi görünse de, zamanla anladım ki aslında değilmiş. Her bir an, her bir karşılaşma, hayatın bana yazdığı özel bir senaryonun sahneleriydi. Emre Aydın’ın şarkıları, bu senaryonun arka fonuydu. Sadece bir sanatçının müziği değildi benim için; geçmişimin, yaşanmışlıklarımın, hatalarımın ve pişmanlıklarımın melodisiydi.

Bugün dönüp baktığımda, İzmir’den Kıbrıs’a, Kıbrıs’tan Antalya’ya uzanan bu hayat yolculuğumda, bazı isimlerin izini silmek mümkün değil. Ve o izlerden en derini, Emre Aydın’ın sesiyle kazındı içime. Onun sayesinde kendimi anladım, duygularımı tanıdım, hatta bazı geceler ağlamaktan çekinmedim.

Ve şimdi bu köşe yazısını kaleme alırken, kulaklarımda yine bir Emre Aydın şarkısı çalıyor. Belki “Bu Kez Anladım”, belki “Kim Dokunduysa Sana”, belki de yine “Soğuk Odalar”... Her ne olursa olsun, ben hâlâ o sesin izinden gitmeye devam ediyorum. Çünkü bazı sesler vardır, insanın ruhuna bir kere dokundu mu, bir daha asla çıkmaz.




Yazının Devamı

Bir Palyaçonun Kalbinden Geçenler

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠19 Yaşında Hayata Tutunan Bir Gencin Hikayesi
Ve ilk para kazanmanın verdiği mutluluğu bir palyaço kıyafetinin ardında yaşadınız mı hiç? Ben yaşadım. Evet, bu bir hikâye… İzmir’de, 1999 yılında başlayan ve rengârenk bir gülümsemenin ardında kocaman bir yalnızlığı, umudu ve azmi barındıran bir hikâye.
Henüz 19 yaşındaydım. Anadolu'nun yürek yakan sessizliğinden Ege'nin kalabalık sokaklarına uzanmıştım. Kimsesizliğin ne olduğunu bilen, çocukluğunda gülücüklerini para etmeye çalışan bir çocuktum ben. Ama o yıl, içimdeki çocuğu ilk kez sahneye çıkardım. Evet, palyaço oldum. Hem de kocaman bir palyaço ordusunun kurucusu olarak.
İzmir’de sokaklar kalabalıktı, ama kalpler... İşte onlar hâlâ yalnızdı. O kalplere dokunmak için yüzüme boya sürdüm, kocaman ayakkabılar giydim, saçlarımı rengârenk yaptım. Her çocuk kahkahasında kendimi yeniden buldum. Çünkü onlar güldükçe, ben de geçmişimin acılarını biraz daha gömüyordum içime.
Daha yolun başında, ne hayattan ne de geleceğimden emin değildim. Ama bir şey biliyordum; insanlar mutlu olmayı unutmuştu. Ben unutmadım. Unutamadım. Çünkü içimde hâlâ gülmek isteyen bir çocuk vardı. Belki de o çocuğun hayata tutunma şekliydi bu. Sahte burunlar, büyük gülüşler, rengârenk balonlar...
Palyaçoluk benim için sadece bir iş değildi. İlk paramı kazandığım o gün, mutluluğun da satın alınabileceğine inanmıştım. Ama sonra anladım ki; asıl olan, verdiğin mutluluğun değeri. O yüzden İzmir’in parklarında, anaokullarında, doğum günlerinde çocuklarla birlikte gülüp oynarken ben sadece para kazanmıyordum. Hayata meydan okuyordum. Hem de 19 yaşında.
İzmir’de kurduğum palyaço ordusu, yalnızca çocukları eğlendirmek için değildi. O ordu, umudun ordusuydu. Anadolu’dan çıkıp gelen bir gencin hayal kurabileceğini, inandığında başarabileceğini, gülüşlerin hayat kurtarabileceğini gösteren bir ordu.
Ve ben... O çocuğu asla kaybetmedim içimde. Her şarkıda oynayan, her gözyaşını gülüşe dönüştüren bir çocuk kaldım. Çünkü ben mutluluğu gösteren ama içinde burukluğu saklayan bir palyaçoydum. Sadece kendim için değil, herkes için...
Bazen insanlar beni sahnede gördüğünde ne kadar enerjik, ne kadar hayat dolu olduğumu söylediler. Oysa bilselerdi, her gösterinin ardından kuliste nasıl sessizce çöktüğümü… Her kahkahanın ardından gelen içsel fırtınaları… Ama işte, bazen en güzel gülüşleri, en derin acılar doğurur. Ve en güzel şarkılar, en sessiz haykırışlardan çıkar.
İşte bu yüzden bu hikâye sadece bir işin, bir mesleğin hikâyesi değil. Bu, Anadolu'dan gelip İzmir'de bir gencin hayalleriyle savaşmasının; yüzünü boyayıp duygularını gizlemesinin; kendini unutturup başkalarını güldürmesinin hikâyesi...
Evet, ben bir palyaçoydum. Ama aynı zamanda bir umut işçisiydim. Gönüllere dokunmanın, çocukların gözlerine yeniden ışık katmanın, ailelerin bir gün olsun dertlerini unutmasının ne demek olduğunu 19 yaşımda öğrendim.
Ve şimdi dönüp baktığımda o renkli kostümün içinde, en sade halimi görüyorum. Maskelerin ardında saklanmış bir hayat değil bu, maskeyle kendini bulan bir hayat. Çocuklar beni güldü sandı, oysa ben onları hayata güldürdüm.
Her insanın içinde bir çocuk vardır, kimi onu saklar, kimi kaybeder. Ama ben onu korudum. Çünkü o çocuk benim hayalimdi, gücümü veren yoldaşımdı. Ve o çocuk sayesinde ben, 19 yaşında hayata tutundum.
Bugün geriye dönüp baktığımda, bir palyaço olarak başladığım o yolculukta, yüzlerce değil binlerce yüreğe dokunduğumu biliyorum. Ve evet, ilk paramı palyaçolukla kazandım. Ama asıl kazancım, sevgiyle dolu o küçük kalplerdi.

Yazının Devamı

Köşeme Hoş Geldiniz: Biyografilerle Var Olmak…

Hayat bir yolculuk…

Bazen eski bir şarkıda, bazen tozlu bir fotoğrafta, bazen de bir bakışta saklı duran izlerle hatırlarız onu. Kimimiz iz bırakır geçeriz, kimimiz içimize işleriz ve kalıcı oluruz. Şimdi, bu izleri satırlara dökme zamanı…

Ve artık…

Bu köşe biyografilerle buluşacak.

Ben de artık biyografilerimle sizlerle olacağım.

Anadolu Haber Gazetesinde başlattığım bu özel köşe; sadece hayatların değil, anıların, başarıların, hüzünlerin ve ilham veren duruşların da bir vitrini olacak. Kalemime dokunan her hikâye, belki sizin kalbinize de dokunur diye…

Geçmişten bugüne, gelecekten geçmişe uzanacağım. Yaşanmışlıklarımdan süzülenleri, hafızamda yer etmiş kişileri, bana bir şeyler öğretmiş, hayatıma anlam katmış insanları anlatacağım. Onların hikâyelerinde belki kendimizi bulacağız.

Niğde’den başlayacak bu yolculuk…

Oradan Türkiye’ye, Türkiye’den tüm dünyaya uzanacak.

Kimi zaman bir köyde doğmuş bir efsanenin izini süreceğiz, kimi zaman bir metropolün kalabalığında kaybolmuş bir değeri gün yüzüne çıkaracağız. Tüm dünyaya açılan bir pencere olacak bu köşe… Sanattan bilime, spordan kültüre, magazinden teknolojiye, nostaljiden geleceğe uzanacak bir anlatı diliyle…

Çünkü bu köşe;

bir biyografi köşesinden fazlası…

Bir zaman yolculuğu, bir gönül köprüsü, bir vefa durağı…

Biyografilerle hatırlayacağız, bazen unuttuğumuzu sandığımız duyguları.

Satır aralarında bir anne kokusu, bir eski dost selamı, bir çocukluk hayali saklı olacak.

Bu köşede artık biyografilerle sizlerle olacağım.

Ve her hafta, iz bırakan bir hayat hikâyesiyle buluşacağız.

Bazen çok tanınmış bir isim olacak karşınızda, bazen ise hiç tanımadığınız ama tanıdık gelen bir hayat…

Ben yazacağım, siz okuyacaksınız…

Ve biz, bu hikâyelerle birbirimize daha çok yaklaşacağız.


Sevgiyle, saygıyla, tutkuyla…

Yazının Devamı

102.YILDA NİĞDE'DEN ANKARA'YA GERÇEKLER NE KADAR ULAŞIYOR?

Cumhuriyetin 102 yıllık tarihi, Türkiye'nin toplumsal ve politik evrimini yansıtan, inişli çıkışlı bir yolculuk olmuştur. Bu yazı, hem gurur duyduğumuz kazanımları hem de karşılaştığımız zorlukları bir arada ele alarak, Cumhuriyetin gerçek potansiyelini ortaya koyma gerekliliğini vurgulamaktadır.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki reformlar, özellikle laik eğitim ve hukuk alanındaki yenilikler, ülkenin modernleşme çabalarını simgeliyor. Ancak, bu süreç, çoğunlukla tek partili bir yapının baskıcı atmosferiyle şekillenmiş ve farklı seslerin duyulması sınırlı kalmıştır. Demokratikleşme yönünde atılan adımlar, özellikle çok partili hayata geçiş, heyecan verici bir gelişme olsa da, siyasi istikrarsızlıklar ve askeri müdahalelerle gölgelendi.

1980’ler ve sonrasında Türkiye, küreselleşme rüzgârlarından etkilenerek ekonomik kalkınma fırsatları yaratmaya çalıştı. Ancak, bu dönemde de toplumsal sorunlar ve iç çatışmalar, ülkenin kalkınma potansiyelini sınırladı. Kürt sorunu gibi yapısal meselelerin çözülememesi, Türkiye’nin büyüme yolunda karşılaştığı önemli engellerden biriydi.

2000’li yıllarda, ekonomik reformlar ve siyasi istikrar umut verici bir dönemi işaret etse de, son yıllarda yaşanan kutuplaşmalar, basın özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü konularında yaşanan gerilemeler, Cumhuriyetin temelleri üzerine ciddi soru işaretleri oluşturdu. Demokrasi ve özgürlüklerin tehdit altında olması, ülkenin geleceği için bir kırılma noktasını işaret ediyor.

Teknolojik gelişmeler, özellikle yapay zeka gibi alanlarda Türkiye’nin küresel dönüşümdeki rolünü güçlendirebilir. Ancak bu ilerlemenin demokratik değerlerle uyumlu şekilde mi yoksa otoriter eğilimleri besleyecek biçimde mi şekilleneceği, önemli bir soru olarak kalıyor. Toplumsal adalet ve eşitlik, bu değişim süreçlerinde göz ardı edilmemelidir.

Bugün, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunlar – işsizlik, eğitimdeki eşitsizlikler, çevresel sorunlar – her ne kadar yüzeydeki popüler gündemlerden uzak kalmış gibi görünse de, bunlar ulusun geleceğini belirleyecek temel meselelerdir. Bu sorunlara duyarsız kalmamak, hem Cumhuriyetin hem de demokrasinin güçlü bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için önemlidir.

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin 102 yıllık geçmişi, sayısız zafer ve dersle şekillenmiş bir hikayedir. Geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemek için, muhalif sesleri susturmak yerine dinlemeli, farklı görüşleri bir arada yaşatmalı ve hukukun üstünlüğünü her koşulda korumalıyız. Ancak bu şekilde Cumhuriyetin gerçek potansiyelini ortaya çıkarabiliriz. Niğde'nin sakinliğinde yankılanan bu ses, tüm Türkiye için önemlidir.

Yazının Devamı

Boykot: Halkın Gücü mü, Algı Oyunu mu?

Son günlerde ülke gündemini sarsan boykot çağrıları, halkın tüketim gücüyle siyaseti ve ekonomiyi şekillendirme çabası olarak karşımıza çıkıyor. Ancak burada kritik bir soru var: Bu boykotlar gerçekten bir sonuç doğuruyor mu, yoksa yalnızca tepkisel bir boşalma olarak mı kalıyor? Daha da önemlisi, siyasi iktidarlar ya da muhalefet bu boykotları halkın öfkesini yönlendirmek için mi kullanıyor?

Öncelikle, bir boykotun başarılı olması için geniş bir katılım, kararlılık ve alternatif çözümler gereklidir. Türkiye'de ise genellikle duygusal reflekslerle iktidar ve muhalefet tarafından başlatılan boykotlar kısa sürede etkisini kaybediyor. Halk, ekonomik krizin içinde hayatta kalmaya çalışırken, gerçek sorunların üstü boykot kampanyalarıyla örtülüyor. Her gün temel ihtiyaçlarına bile erişmekte zorlanan vatandaş, sosyal medyada pompalanan duygusal çağrılarla yönlendirilip gerçekte kimlerin sorumlu olduğunu sorgulamaktan uzaklaştırılıyor.

Kimi boykotlar yanlış hedefleri vuruyor. Ülkemizde faaliyet gösteren yabancı menşeli firmaların büyük bir kısmı, burada üretim yaparak binlerce kişiye istihdam sağlıyor. Bu firmaların zarar görmesi, aslında yerli işçilerin ve tedarikçilerin de zarar görmesi anlamına geliyor. Ayrıca, boykot çağrıları bazen öylesine popülist ve denetimsiz bir şekilde yapılıyor ki, insanlar gerçekten neyi neden boykot ettiğini bile anlamıyor. Bir süre sonra aynı ürünü tekrar alıp kullanmaya devam eden tüketiciler, eylemin ciddiyetini gölgeliyor. Ama belki de tam da istenen budur: Halkın dikkati gerçek sorundan saptırılarak, kontrol edilebilir bir öfke kanalı yaratmak.

Öte yandan, bazı boykotlar ise oldukça haklı gerekçelere dayanıyor. Örneğin, tüketici haklarını ihlal eden, etik dışı üretim süreçleri kullanan veya açıkça toplumsal değerlere zarar veren firmalara karşı yapılan bilinçli boykotlar, hem farkındalık yaratıyor hem de uzun vadede bu firmaları politikalarını gözden geçirmeye zorluyor. Ancak mesele şu ki, boykotları yalnızca vatandaşlar mı yapıyor? Devletin, siyasi iktidarın ya da muhalefetin zaman zaman ekonomik yaptırımlarla veya siyasi nedenlerle belirli kesimleri ekonomik olarak cezalandırdığı unutulmamalıdır.

Boykotun tek başına yeterli olup olmadığı da sorgulanmalı. Türkiye’de tüketicilerin gücü, organize edilmeden ve süreklilik sağlanmadan, bir markayı ya da ürünü köşeye sıkıştırmaya yetmiyor. Halkın ekonomik durumunun kötüye gittiği bir dönemde, boykot edilen ürünlerin yerine konulacak alternatiflerin olup olmaması da önemli bir soru işareti. Eğer temel ihtiyaçlara yönelik bir boykot yapılıyorsa ve tüketicilerin alternatif ürünlere ulaşımı zor veya daha pahalıysa, boykot kısa sürede etkisini yitiriyor. Bunun yanı sıra, devletin kendi yanlış ekonomik politikaları sonucunda doğan zamlar ve krizler, boykot söylemiyle maskeleniyor.

Daha geniş bir açıdan bakarsak, boykotun asıl sebebi hükümetin, muhalefetin ve büyük sermaye gruplarının tüketicilere dayattığı ekonomik sistemdir. Halkın alım gücü düşerken, vergiler artarken, zam üstüne zam gelirken boykot ne kadar anlamlı olabilir? Market raflarında her gün değişen fiyatlarla mücadele etmeye çalışan vatandaş için bir ürünü boykot etmek, yerini daha pahalı bir alternatife bırakıyorsa, bu ne kadar sürdürülebilir? Asıl sorgulanması gereken, halkın neden bu kadar pahalı ürünlere mahkûm edildiğidir. Üretim yerine ithalatı teşvik eden ekonomik politikalar, sanayinin çöküşü, tarımın bitirilmesi gibi büyük sorunlar dururken, boykot yalnızca bir göz boyamadan ibaret kalıyor.

Türkiye’de iktidar, halkın ekonomik sıkıntılarını unutturmak için zaman zaman boykotları da bir araç olarak kullanıyor. Bir kesime yönlendirilen öfke, aslında sorunun kaynağı olan ekonomik politikaları tartışmaktan uzaklaştırıyor. Kendi kendine yeten bir ülke iken bugün ithalata bağımlı hale gelmemizin, tarımda ve sanayide gerilememizin sorumlusu kimdir? Büyük şirketleri suçlamak kolaydır ama devletin ekonomik politikalarını göz ardı ederek yapılan boykotlar, asıl meseleleri çözmez. Siyasi iktidar, dış güçler söylemiyle her krizden kendini aklamaya çalışırken, halkı suni düşmanlara yönlendirerek asıl sorumluluğu üstlenmemeye devam ediyor.

Bunun yerine, daha bilinçli bir tüketim modeli benimsenmesi gerekiyor. Sadece anlık tepki vermek yerine, uzun vadeli bir strateji geliştirilmelidir. Yerli ve etik üreticiler desteklenmeli, tüketiciler bilinçlendirilerek boykotun yalnızca duygusal değil, mantıklı bir temele dayanması sağlanmalıdır. Aynı zamanda, boykot edilen firmalara alternatif çözümler sunulmalı ve hukuki yollarla baskı oluşturulmalıdır.

Boykot bir güçtür, ancak bilinçli kullanıldığında etkili olur. Aksi takdirde, öfkemizi kısa süreli bir eyleme dönüştürüp sonra kaldığımız yerden devam etmekten öteye geçemeyiz. Eğer gerçekten bir değişim istiyorsak, sadece boykot çağrıları yapmak değil, bilinçli tüketim alışkanlıkları geliştirmek, yerli üretimi teşvik etmek ve devletin ekonomik politikalarını sorgulamak zorundayız. Ancak bu şekilde, tüketici olarak gerçek anlamda bir değişim yaratabiliriz ve iktidar ile muhalefetin bizi istediği yöne çekmesine engel olabiliriz.

Yazının Devamı

Ah, Eski Bayramlar!

Bayram sabahları… Daha gün doğmadan uyanılırdı. Çocukların gözleri pırıl pırıl, evin büyükleri hafif bir telaş içinde olurdu. Şimdiki gibi "Bugün bayram mıydı?" diye sormazdık birbirimize. Çünkü bayram, sadece takvimde işaretli bir gün değildi; kokusuyla, heyecanıyla, ritüelleriyle hayatın ta kendisiydi.

Eskiden bayramlar, şimdiki gibi sosyal medyada kutlanmazdı. Telefon mesajlarıyla geçiştirilmez, WhatsApp gruplarına birer emoji bırakılıp geçilmezdi. Bayramlar, kapı kapı gezerek, eller öperek, büyüklerin hayır duasını alarak yaşanırdı. Şimdi mi? Çoğu kişi için bayram, uzun bir tatil fırsatından ibaret. Kültürel kodlarımız, toplumsal hafızamız hızla erozyona uğruyor.

Bayramın en heyecanlı kısmı, elbette ki harçlıktı. Eskiler iyi bilir, harçlık verilirken büyükler, "Bu para bereketli olsun, bol kazanç getirsin" diye dua ederdi. Hele ki elimize sıkıştırılan o mis gibi kokan yeni paralar yok mu! Bankadan özellikle bayram için yeni basılmış paralar çektirilirdi. Şimdi çocuklara para versen "Mobil bankaya atar mısın?" diyecekler neredeyse!

Bayram sabahları yeni kıyafetlerimizi giyer, akrabalarımızla toplanırdık. O günün havası bir başkaydı. Annelerimiz birkaç gün önceden mutfağa kapanır, mis gibi kokular içinde baklavalar açılır, dolmalar dizilir, sarmalar sarılırdı. Bugün ise insanlar bayram sofrası yerine tatil beldelerinin açık büfelerinde zaman geçirmeyi tercih ediyor. Geleneksel tatlarımızı fast food kültürüyle değiştirdik, hız çağının kurbanı olduk.

Eski bayramlarda apartmanlarda herkes birbirini tanırdı. Kapılar çalınır, tabak içinde tatlılar götürülür, sonra aynı tabak içinde başka bir tatlı geri gelirdi. Şimdi apartmanda kapı komşumuzun kim olduğunu bile bilmeden yaşayıp gidiyoruz. Geleneksel bayram ziyaretleri artık bir "zahmet" gibi görülüyor. Bayramda kimse evinde bulunmuyor ki! Kimisi tatilde, kimisi AVM’lerde. Eskiden bayramda dükkanlar kapanırdı, şimdi ise bayram indirimleriyle alışveriş çılgınlığı yaşanıyor.

Eskiden bayram demek birliktelik demekti. Şimdi ise insanlar birbirinden kaçmak için bayramı bahane ediyor. "Şehir dışına çıkıyoruz" diyenler, aslında çoğu zaman ziyaret yükünden kaçıyor. Hani, "Büyüklerimizin elini öpelim" diye büyütüldük ya, şimdi büyükler çocuklarının elini öpmek için sıraya giriyor. Şehirleşme, modernleşme, bireyselleşme derken, bayramların da ruhu kayboldu.

Ama bir yandan da gerçekçi olmak gerek. Bayramlar eskisi gibi olamıyor çünkü dünya değişti. Hayat temposu, çalışma şartları, yaşam tarzları farklılaştı. Artık insanlar zamanın hızına ayak uydurmak için koşuşturuyor. Bir yandan nostalji yapıyoruz ama öte yandan eski bayramları yaşatmak için çaba da göstermiyoruz.

Bayramları tekrar eski sıcaklığına kavuşturmak mümkün mü? Belki birebir aynı şekilde değil, ama ruhunu yaşatabiliriz. Küçük adımlarla başlayabiliriz. Büyüklerimizi aramak yerine ziyaret edebiliriz. Çocuklara sadece harçlık vermek yerine, bayramın manevi değerini anlatabiliriz. Telefon mesajları yerine yüz yüze bayramlaşmaya gayret edebiliriz. Geleneksel tatlarımızı yapmaya, aile sofrasında toplanmaya özen gösterebiliriz.

Eskiden bayramlar nasıldı, biliyor musunuz? Televizyonlar sadece iki kanal yayın yaparken bile herkesin bildiği bir gerçek vardı: Bayram, birliktelikti. Şimdi ise binlerce kanal var, ama bayram ruhunu yaşatacak tek şey yine biziz.


Yazının Devamı

Gerçek mi, Algı mı?

Yazacaklarımdan Ben Sorumlu Değilim

Ülkemizde ve Niğde’de yaşananlardan dolayı yazacaklarımdan ben sorumlu değilim. Çünkü bu ülkede olup bitenleri, insanların neye nasıl tepki verdiğini, gerçek ile algının nasıl birbirine karıştığını sadece gözlemliyorum. Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: Gerçek, artık nesnel bir kavram olmaktan çıkmış, herkesin inanmayı seçtiği şeye dönüşmüş durumda. Eskiden bir olay yaşandığında “Göz var, izan var” derdik, şimdi ise herkes sadece kendi gördüğüne ve işine gelen tarafa inanıyor.

Niğde gibi küçük şehirlerde bu durum daha da belirgin. Burada herkes birbirini tanır, herkes birbirinin hayatına az çok vakıftır. Ama buna rağmen yanlış anlamalar, yanlış yorumlamalar ve yanlış yönlendirmeler hiç eksik olmaz. Biri yeni bir iş açar, hemen hakkında konuşulmaya başlanır. Eğer başarılı olursa, “Kesin arkasında birileri var” denir. Eğer başarısız olursa, “Zaten baştan belliydi” diye söylenir. Başarıyı sahiplenmek yerine kıskanmak, insanları desteklemek yerine baltalamak bizim kültürümüzün bir parçası haline gelmiş gibi. Sonra da “Niğde neden gelişmiyor?” diye sorarız. Gelişmemesinin sebebi, gelişime izin vermeyen insanların ta kendisidir.

Türkiye genelinde de benzer bir durum var. Mesela ekonomik kriz var mı? Kimine göre var, kimine göre yok. Marketlerde fiyatlar uçmuş ama AVM’ler dolup taşıyor. Bir kesim için hayat çok zor, bir kesim içinse her şey yolunda. Aynı gerçeklik içinde iki farklı dünya yaşanıyor. Kim haklı? Aslında ikisi de haklı, çünkü herkes kendi gerçeğini yaşıyor. İnsanların içinde bulundukları koşullar, onların dünyayı nasıl gördüğünü belirliyor. Ama sorun şu ki, kimse diğerinin gerçeğini görmek istemiyor.

Sosyal medya çağında bilgiye ulaşmak kolay ama gerçek bilgiye ulaşmak zor. Artık insanlar tartışmıyor, doğrudan birbirine saldırıyor. Bir konuda fikri olmayan bile birkaç saniyede yorum yapıp kendini uzman ilan edebiliyor. Bütün bunlar, toplumu daha da kutuplaştırıyor. İnsanlar sadece kendi görüşlerine uyan insanlarla iletişim kuruyor, farklı fikirlere tamamen kapanıyor. Oysa farklılıklar bir zenginliktir ama bizde farklılıklar bir savaş sebebi gibi görülüyor.

Siyaset de bu ortamdan nasibini alıyor. Niğde gibi küçük şehirlerde belediye başkanları değiştiğinde sanki şehir de baştan sona değişmek zorundaymış gibi hareket ediliyor. Önceki yönetimin yaptığı projeler gözden çıkarılıyor, her şey sil baştan yapılıyor. Süreklilik diye bir kavram yok. Aslında şehirler halkın ortak malıdır ama bizde yönetime kim gelirse kendi mührünü vurmak istiyor. Bu yüzden de kalıcı projeler üretmek yerine günü kurtaran işler yapılıyor.

Bütün bu trajedinin içinde bir de absürd bir komedi var. İnsanlar fiyatlardan şikâyet ediyor ama yine de lüks mekânlara gidip para harcamaktan vazgeçmiyor. Küçük şehirde bir şey pahalı gelince “Burada bu fiyat olur mu?” diye tepki veriliyor ama aynı şey İstanbul’da iki katına satılınca “Burası büyük şehir, normal” diyerek kabul ediliyor. Çelişkiler içinde yaşayıp bunları sorgulamamak bizim en büyük huyumuz.

Bütün bu kargaşadan çıkış var mı? Evet, ama önce birbirimizi anlamayı öğrenmemiz gerekiyor. Sadece kendi gerçeğimize değil, başkalarının yaşadıklarına da kulak vermeliyiz. İnsanları eleştirmek yerine çözüm üretmeliyiz. Başarıyı kıskanmak yerine desteklemeyi bilmeliyiz. Ve en önemlisi, biraz da mizahla yaklaşmalıyız. Çünkü hayat zaten yeterince trajik, bari biz onu komediyle dengeleyelim. Ne diyordu Aziz Nesin: “Bu ülkede yaşananlara ya güler geçersin ya da oturup ağlarsın.” Ben gülmeyi seçiyorum. Ya siz?

Yazının Devamı

Niğde’yi Sevmekle Başlar Herşey…

Niğde, hem tarihsel hem de kültürel olarak pek çok değeri barındıran bir şehir olmasına rağmen, uzun yıllar boyunca gölgede kalmış ve diğer illerin gerisinde kalmıştır. Çevre illerin daha hızlı gelişmesi, Niğde’nin gelişimini engelleyen faktörlerin başında gelmektedir. Yıllarca duyduğumuz "Niğde gelişmez", "Niğde'den bir şey olmaz" ya da "Niğde, ileriye gideceğine geriye giden bir şehir" gibi söylemler, şehrin üzerinde adeta bir örtü gibi durarak, potansiyelinin ortaya çıkmasına engel olmuştur. Bu karamsar bakış açısı, sadece fiziksel değil, manevi olarak da şehri etkileyerek bir tür tükenmişlik hissi yaratmıştır. Ancak bu algı, Niğde'nin gerçek potansiyelini göz ardı etmekten başka bir şey değildir.

Bugün, Niğde’nin yaşadığı tükenmişlik sadece ekonomik sorunlarıyla sınırlı değildir. Şehrin insanında da bu tükenmişlik hissedilmektedir. Niğde’ye katkı sağlamak isteyen, şehri sevip daha güzel yarınlar kurmayı hayal eden pek çok insan, karşılaştığı siyasi çekişmeler, dar bakış açıları ve küçük çıkar kavgaları nedeniyle engellenmiştir. Ne yazık ki, idealist bir şekilde yola çıkan bu kişiler, çoğu zaman yalnızca hayallerinin başlangıcında bile tıkanmış ve projeleri sekteye uğramıştır.

Niğde’de bir değişim rüzgârı estirmek için cesaretli adımlar atılmasının gerekliliği her geçen gün daha da belirginleşmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu değişim yalnızca yöneticilerin ya da siyasilerin değiştirilmesiyle sağlanamaz. Gerçek değişimin temeli, Niğde’ye duyulan sevgiden geçer. Şehir sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da kalkınmalıdır. Niğde’yi sevmek, onu sadece sözde değil, her adımda değer katma sorumluluğu olarak görmek demektir. Bu sevda, karamsar algıları yok edecek, şehri büyütüp geliştirecek olan tek güçtür.

Niğde’nin kaderi, sevgiyle ve kararlılıkla değiştirilebilir. Şehir, tarım, sanayi, eğitim, sağlık ve turizm gibi pek çok alanda hak ettiği yeri alabilir. Ancak bunun için ilk adımın atılması gerekmektedir. Niğde’nin geleceği, birlikte çizilecek bir yol haritasıyla şekillenecektir. Bu süreç, sadece yeni kadroların göreve gelmesiyle değil, aynı zamanda geçmişte atılan adımların üzerine yenilerinin eklenmesiyle mümkün olacaktır. Bu, bir bayrak yarışı gibidir; birbirini takip eden kadrolar, aynı hedefe odaklanarak şehri daha ileriye taşımalıdır.

Niğde, sadece bir şehir değil, aynı zamanda büyük bir potansiyelin temsilcisidir. Bu potansiyeli harekete geçirmek için, büyük şehirlerdeki başarı öykülerine bakmak yerine, kendi kimliğimizi ve gücümüzü fark etmeliyiz. Niğde’yi sevmek, ona katkı sağlamak için bir araya gelmek, projeler geliştirmek ve şehri hak ettiği yerlere taşımak, hep birlikte el birliğiyle yapılacak bir iş olmalıdır. Niğde’nin geleceği, buraya olan sevdamızla şekillenecek ve her şey, sevmekle başlayacaktır.

Sevgisiz bir şehri büyütmek, geliştirmek ve kalkındırmak mümkün değildir. Niğde’nin daha güzel bir yarına ulaşabilmesi için, eleştiriden çok çözüm üretmek, küçük çekişmelerden çok büyük hedefler koymak gerekmektedir. Niğde’nin geleceği, her Niğdeli’nin asli görevi olan bu sevda ile şekillenecektir. 

Yazının Devamı

DİPLOMA KRİZİ: BELGE Mİ, BİLGİ Mİ?

Son yıllarda diploma tartışmaları sık sık gündeme geliyor. Siyasette, iş dünyasında, akademide ve bürokraside diploma konusu sadece bireysel bir mesele olmaktan çıkıp toplumsal güven sorunu hâline geldi. Özellikle devlet kademelerinde görev alan kişilerin diplomalarının olup olmadığına dair şüpheler, insanların yönetime olan güvenini sarsıyor. Sahte diplomalar, eksik belgeler ve akademik geçmişi belirsiz kişilerin kritik görevlerde bulunması, liyakat sisteminin ciddi şekilde sorgulanmasına yol açıyor. Bir ülkenin en önemli makamlarında bulunan insanların eğitim geçmişi şüpheli hâle gelmişse, halkın bu sisteme güven duyması nasıl beklenebilir?

Diplomanın sadece bir kâğıt parçası olup olmadığı konusu da büyük bir tartışma yaratıyor. Türkiye’de birçok sektörde diploma sahibi olmak, yetkinlikten daha önemli bir kriter olarak görülüyor. Ancak önemli olan, bir kişinin elinde diplomasının olması değil, o diplomanın hakkını verecek bilgi ve beceriye sahip olup olmadığıdır. Bugün pek çok insan üniversitelerden mezun oluyor, fakat iş dünyasına girdiklerinde yetersizlikleri ortaya çıkıyor. Bunun sebebi, eğitim sisteminin öğrencileri bilgiyle donatmaktan çok, diploma vermeye odaklanmış olmasıdır. Üniversiteler, gerçek anlamda öğrenmeyi teşvik eden kurumlar olmaktan çıkıp, mezuniyet belgeleri dağıtan merkezler hâline geldiğinde, diplomalar anlamsızlaşır.

İş dünyasında da benzer bir sorun yaşanıyor. Özellikle özel sektörde, yetkinlikten çok diploma talep edilmesi, iş hayatında verimsizliğe yol açıyor. İşverenler, adayları değerlendirirken sadece diplomaya bakarak karar verdiğinde, gerçekten yetenekli kişiler yerine, yalnızca kağıt üzerinde yeterli görünen ama pratikte başarısız olacak bireyler işe alınıyor. Bu da şirketlerin, kurumların ve hatta devlet yönetimlerinin zayıflamasına neden oluyor. Sahte diplomalarla makam sahibi olanlar, ülkelerin geleceğini tehlikeye atıyor.

Günümüz dünyasında bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay. Artık önemli olan diplomaya sahip olmak değil, bilgiye sahip olmaktır. Dünyada pek çok başarılı insanın geleneksel eğitim sistemine uymadığı, hatta üniversiteyi yarıda bıraktığı biliniyor. Steve Jobs, Bill Gates, Elon Musk gibi isimler, kariyerlerini diplomalar üzerine değil, yetenekleri ve vizyonları üzerine inşa ettiler. Ancak bu, eğitimin gereksiz olduğu anlamına gelmiyor. Asıl sorun, eğitimin içeriğinin boşaltılması ve sadece diploma almak için bir araç hâline gelmesi. Eğitim, bireyin düşünen, sorgulayan ve üreten bir insan olmasını sağlamalıdır. Eğer bir kişi yalnızca diploma almak için okula gidiyor ve mezun olduktan sonra hiçbir şey üretmiyorsa, o diplomaya sahip olmanın ne anlamı var?

Bu noktada sistemin değişmesi gerekiyor. Eğitim kurumları, sadece diploma veren yerler olmaktan çıkıp gerçek bilgiye değer veren yapılar hâline gelmeli. İşe alımlarda sadece diplomaya değil, yetkinliklere de bakılmalı. Özellikle devlet kademelerinde görev alacak kişilerin akademik geçmişleri şeffaf bir şekilde halka sunulmalı ve bu konuda sıkı denetimler yapılmalı. Aksi takdirde, sahte diplomalarla elde edilen makamlar, ülkenin geleceğini tehlikeye atmaya devam edecek. Diplomalar değil, liyakat esas alınmalı. Eğer bunu başaramazsak, her geçen gün daha fazla "diploma krizi" ile karşı karşıya kalacağız.

Yazının Devamı

Niğde’den Çanakkale’ye: Bir Kahramanın Hikâyesi

Tarih sahnesinde bazı anlar vardır ki, bir milletin kaderini değiştirir. 18 Mart 1915, işte böyle bir gündü. Çanakkale’de sadece bir savaş değil, bir milletin bağımsızlık inancı, cesareti ve fedakârlığı destanlaştı. Dünyanın en güçlü donanmalarına ve ordularına karşı, inançla ve azimle kazanılan bu zafer, Türk milletinin asla boyun eğmeyeceğinin en büyük kanıtı oldu. Bugün, bu topraklarda özgürce yaşıyorsak, bunu Çanakkale’de can veren kahramanlara borçluyuz. İşte o kahramanlardan biri de Niğdeli Ali Çavuş’tur.

Anadolu’nun her köşesinden yüz binlerce vatan evladı, gözünü kırpmadan Çanakkale’ye koşmuştu. Kimi evini, ailesini, kimi nişanlısını geride bırakmıştı. Hepsinin tek bir amacı vardı: Vatan toprağına düşman postalı değdirmemek. Niğde’nin küçük bir köyünde doğan Ali Çavuş da daha yirmili yaşlarının başında, eline silahını alarak cepheye gidenler arasındaydı. Cesareti ve liderliğiyle kısa sürede çavuş rütbesine yükseldi ve 57. Alay’ın bir neferi olarak Conkbayırı’nda savaştı.

Mustafa Kemal’in, "Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum" dediği o tarihi anda, Ali Çavuş da siperdeydi. Yanındaki arkadaşları bir bir şehit düşerken, o ve birkaç yiğit asker, vatan toprağını terk etmemek için son nefeslerine kadar direndiler. Cephanesi biten askerler süngüyle savaştı. Ali Çavuş, elinde kalan son mermiyi ateşledikten sonra süngüsünü takıp düşmana atılan kahramanlardan biriydi. Göğüs göğüse mücadelede yaralandı ama geri çekilmedi.

Ali Çavuş’un kahramanlıkları sadece Conkbayırı ile sınırlı değildi. O, Çanakkale Savaşı’nın en önemli anlarından birine de tanıklık eden isimlerden biriydi. Seyit Onbaşı’nın 276 kiloluk top mermisini sırtlayarak namluya sürdüğü o unutulmaz anda, hemen arkasında duran kişi Niğdeli Ali Çavuş’tu. 2. Ağır Topçu Tugayı’na bağlı olarak Mecidiye Tabyası’nda görev yapıyordu. O gün, düşman gemileri Boğaz’a girdiğinde, Mecidiye Tabyası’na ağır bombardıman başladı. Siperler yıkılıyor, askerler şehit düşüyordu. Ali Çavuş, yıkıntılar arasından sağ kurtulanlardan biri oldu. Toprağa yarı gömülü halde bulduğu Seyit Onbaşı’yı kazıp çıkardı. O gün, Seyit Onbaşı’nın kaldırdığı top mermisi, İngiliz zırhlısı Ocean’a büyük hasar verdi ve savaşın seyrini değiştirdi.

Çanakkale’den sonra Ali Çavuş, Kafkas Cephesi’ne sevk edildi. Erzurum’un dondurucu soğuğunda, Sarıkamış’ta binlerce askerin donarak şehit düştüğüne tanıklık etti. Yıllarca cepheden cepheye koştu, işgal edilen topraklar için savaştı. İzmir’in kurtuluşunda da bulundu. Terhis edildiğinde, ona İzmir’de toprak teklif edildi. Ancak o, doğduğu topraklara, Niğde’ye dönmeyi tercih etti.

Savaşın izleri, yıllar geçse de silinmedi. Ali Çavuş, Niğde’ye döndüğünde, sadece bir savaş gazisi değil, yaşayan bir tarih tanığıydı. Çocuklarına, torunlarına ve köyünün gençlerine Çanakkale’yi, Sarıkamış’ı, vatan mücadelesini anlattı. Vatanın ne kadar kıymetli olduğunu, bağımsızlığın nasıl kazanıldığını her fırsatta dile getirdi. O belki tarihin büyük sayfalarına altın harflerle yazılmadı ama Niğde’nin ve Çanakkale’nin hafızasında bir efsane olarak kaldı.

Bugün bizler, Ali Çavuş gibi kahramanları anmakla kalmamalı, onların mirasını yaşatmalıyız. Çanakkale, sadece bir savaş alanı değil, milletimizin bağımsızlık ruhunun sembolüdür. Bu ruh, Conkbayırı’nda, Mecidiye Tabyası’nda, Anafartalar’da canını veren yiğitlerin ruhudur. Ve bizler, bu ruhu sonsuza kadar yaşatmalıyız.

Unutulmamalıdır ki, Çanakkale geçilmezse, vatan da bölünmez!

Yazının Devamı

Mavinin ve Yeşilin Susturulan Çığlığı

Bir zamanlar gökyüzü masmavi, ormanlar yemyeşildi. Denizler şeffaf bir ayna gibi gökyüzünü yansıtır, rüzgâr dalların arasında özgürce dolaşırdı. Ancak bugün, doğanın çığlığını duymamak için kulaklarımızı tıkamamız gerekiyor. Çünkü artık ne denizler eski berraklığında, ne gökyüzü özgürlüğün rengi kadar temiz, ne de ormanlar bir zamanlar bize verdiği huzuru taşıyor. Anadolu’nun bereketli toprakları, nehirleri, ovaları ve dağları, insan eliyle yok ediliyor.

Yeşilin ve mavinin hüküm sürdüğü bu dünya, insanoğlunun doymak bilmez iştahına yenik düşüyor. Ağaçlar kesiliyor, toprak betonun altına gömülüyor, denizler atıklara boğuluyor. Anadolu’nun engin bozkırları, verimli toprakları ve eşsiz doğası, kalkınma adı altında tahrip ediliyor. Tüm bunlar olurken, iktidarın ve sermayenin en büyük yalanı devreye giriyor: "Gelişiyoruz!" Gelişiyoruz ama nereye? Daha çok bina yaparak mı? Daha çok otoyol döşeyerek mi? Daha çok AVM açarak mı? Eğer gelişmek, doğanın yok oluşu üzerine inşa ediliyorsa, o gelişme insanlığın sonunu hazırlayan bir tuzaktan başka bir şey değildir.

Bugün ormanları yok eden projelere "milli yatırım" adı veriliyor. Denizleri kirleten santrallere "enerji hamlesi" deniliyor. Kentlerin nefes borularına beton döken inşaatlara "büyüme" etiketi yapıştırılıyor. Ancak doğa, bu yalanlara kanmıyor. Kuruyan nehirler, mevsimi şaşıran çiçekler, artan sıcaklıklar ve ekolojik dengesi bozulan şehirler, bize gerçeği fısıldıyor: "Yıkımın tam ortasındasınız!"

Anadolu’nun binlerce yıllık doğası, tarih boyunca nice medeniyeti besledi, büyüttü. Ancak bugün bu topraklar rant uğruna kurban ediliyor. Fırat ve Dicle’nin, Munzur’un sularının ticari çıkarlar için kurutulması, Kaz Dağları’nın talan edilmesi, Toroslar’ın bağrına hançer saplanması, Anadolu’nun nasıl yok edildiğinin en büyük göstergelerinden biri.

Muhalefetin, bu yıkıma karşı daha gür bir ses çıkarması gerekirken, çoğu zaman çıkar hesapları içinde suskun kalması da ayrı bir felaket. Oysa muhalif olmak sadece siyasi bir duruş değil, aynı zamanda doğayı savunmak, mavinin ve yeşilin hakkını korumaktır. Çünkü doğa da bugün baskı altında. Ormanların yok edilmesi, denizlerin kirletilmesi ve doğanın katledilmesi, en büyük muhalefeti gerektirir.

Küçük bir sahil kasabasında bile, bir sabah kalktığınızda sahilinizin betonla kaplandığını, gökyüzünüzün griye bulandığını görebilirsiniz. İstanbul'un son yeşil alanları, Karadeniz’in vadileri, Akdeniz’in kıyıları talan ediliyor. Artık mesele, sadece bir çevre sorunu değil; yaşama hakkı meselesi.

Muhalif bir bilinçle doğayı korumak, artık lüks değil, hayatta kalmak için zorunlu bir mücadeledir. Eğer gerçekten yaşanabilir bir gelecek istiyorsak, sadece siyasi iktidarlara değil, doğayı katleden sermaye düzenine karşı da muhalefet etmeliyiz. Çünkü yarın çocuklarımız sadece beton yığınları arasında değil, Anadolu’nun kaybolan doğasını hatırlayanların hüznüyle büyümesin.

Yazının Devamı

Sorumsuzluğun Gölgesinde Bir Hayat

Sorumsuzluk, sadece bir hata değil, bir karakter meselesidir. Bireysel olarak başladığı yerde durmaz; zamanla dalga dalga yayılır, toplumları, kurumları, hatta tüm dünyayı etkileyen bir felakete dönüşür. İnsanlık tarihi, küçük ihmallerin büyük trajedilere yol açtığı sayısız örnekle doludur. Savaşlar, ekonomik çöküşler, çevre felaketleri ve insani krizler… Hepsinin temelinde bir şekilde sorumsuzluk yatar.

Ama sorumsuzluk her zaman büyük bir olay olarak karşımıza çıkmaz. Günlük hayatta, sıradan görünen bir ihmalle başlar. Trafikte dikkatsizce araba kullanıp bir başkasının hayatını tehlikeye atan sürücü, bir hayvanı sorumsuzca sokağa terk eden kişi, hastalanmasına rağmen doktora gitmek yerine toplum içinde dolaşıp virüs yayan birey… Bunların her biri, başkalarının hayatına zarar veren küçük ama etkili bir sorumsuzluk örneğidir.

Bir ebeveyn çocuğunu yetiştirirken sorumluluklarını yerine getirmezse, o çocuk ileride toplum içinde başkalarına zarar verebilecek bir birey hâline gelir. Bir işveren çalışanlarını güvensiz koşullarda çalıştırdığında, yalnızca onların hayatlarını değil, aynı zamanda iş dünyasının güvenilirliğini de riske atar. Bir öğrenci, eğitimini ciddiye almazsa, gelecekteki mesleğinde niteliksiz bir çalışan olur ve yaptığı hatalar başka insanların yaşamlarını olumsuz etkiler.

Sorumsuzluk, sadece bireysel bir zafiyet değil, aynı zamanda bir kültürdür. Bir kişi sorumsuz davrandığında ve bunun bir sonucu olmadığı görüldüğünde, başkaları da aynı yolu izler. Kendi çöpünü yere atan birini gören başkaları, bunu normalleştirir. İşini düzgün yapmayan bir çalışanın ceza almadığını gören meslektaşları, onlar da gevşemeye başlar. Yönetimde, eğitimde, sağlıkta, her alanda küçük ihmaller birikir ve sonunda büyük bir güvensizlik ortamı yaratır.

Çevremize baktığımızda, sorumsuzluğun en fazla zarar verdiği alanlardan biri doğadır. İnsanlar yıllardır çevreye karşı umursamaz bir tavır içindeler. Fabrikalardan denizlere atılan atıklar, bilinçsizce kesilen ormanlar, umursamazca harcanan doğal kaynaklar… Tüm bunlar, gelecek nesillerin yaşayacağı dünyayı tehlikeye atan büyük sorumsuzluk örnekleridir.

Peki, sorumsuzluk nasıl önlenir? Bunun ilk adımı farkındalıktır. İnsanlar kendi davranışlarının sonuçlarını anlamadıkça, değişim mümkün olmaz. Küçük yaşlardan itibaren sorumluluk bilinci kazandırılan bireyler, gelecekte daha duyarlı ve bilinçli hareket eder. Eğitimin her aşamasında, sorumluluğun bir zorunluluk olduğu öğretilmelidir.

Ancak bireysel farkındalık tek başına yeterli değildir. Cezasızlık, sorumsuzluğu besleyen en büyük etkenlerden biridir. Bir kişi trafik kurallarını ihlal ettiğinde, çevreyi kirlettiğinde, iş yerinde ihmalkâr davrandığında bir bedel ödemediği sürece bu davranışlar devam eder. Bu yüzden sorumsuzluğun önüne geçmek için etkin denetim mekanizmaları ve caydırıcı cezalar da gereklidir.

Son olarak, en önemli adımlardan biri de toplumsal duyarlılığı artırmaktır. İnsanlar başkalarının sorumsuz davranışlarını görmezden gelmek yerine tepki göstermeli, yanlışları dile getirmelidir. Çevresindeki birinin hatasını uyarabilen bireyler, sorumluluk bilincini yaymada önemli bir rol oynar.

Sorumsuzluk, bireysel bir zaaf gibi görünse de, uzun vadede tüm insanlığı etkileyen bir tehdittir. Küçük hataların büyük trajedilere dönüşmesine izin vermemek için her bireyin kendi payına düşen sorumluluğu alması gerekir. Aksi hâlde, bugün başkalarının ihmali yüzünden yaşadığımız sıkıntılar, yarın bizim ihmallerimizle büyüyerek devam edecektir.

Yazının Devamı

Huzurun Arayışı: İçsel Bir Yolculuk


Huzur… Hayatın karmaşasında en çok aradığımız, fakat çoğu zaman bulmakta zorlandığımız bir kavram. Kimileri için huzur, sadece bir anlık kaçışken, kimileri için ise bir yaşam biçimidir. Ancak bu, görünenden çok daha derin bir arayışın parçasıdır. Huzur, yalnızca sessizlikte ya da gökyüzünde bulunan bir his değil; zaman zaman içsel bir savaşın sonunda varılan bir kazanım olabilir.

Huzur, pek çok insanın hayatındaki en büyük arzularından biridir. Ancak huzuru, dış dünyada aramak, ona ulaşma çabalarımızı çoğu zaman yanlış bir yola yönlendirebilir. Huzur, sadece sakin bir ortamda bulunmak ya da keyifli bir tatil yapmakla sağlanabilecek bir şey değildir. O, insanın içsel bir derinliğine inmesi, kendi düşünceleri, duyguları ve yaşam tarzı ile barışmasıdır. Gerçek huzur, içsel bir denge ve denetim kurabilmeyi gerektirir.

Günümüz dünyasında, her an hızla değişen bir yaşam temposu, bitmek bilmeyen sorumluluklar, sosyal medyanın yarattığı kaygılar, iş hayatının stresi derken, huzuru bulmak daha da zorlaşıyor. İnsanlar, genellikle huzuru, dış koşullarda arar. “Bir tatil yapmalıyım,” “yeni bir ev almalıyım,” “başka bir işe geçmeliyim” gibi düşünceler huzuru bulma arayışını pekiştirir. Ancak bu, huzurun yalnızca geçici bir biçimi olabilir. Asıl huzur, dışsal koşullar değişse de iç dünyamızdaki dengeyi kurabildiğimizde hissedilir.

Felsefi öğretmenler ve psikologlar, huzurun içsel bir süreç olduğunu vurgularlar. Birçok Batılı felsefi akım, huzuru bireyin kendisiyle barışmasında bulur. Kendimize dürüst olmak, zaaflarımızla yüzleşmek ve kendimizi kabul etmek, içsel huzurun başlangıcını oluşturur. Bu süreç kolay değildir. Kimi zaman geçmişin acıları, geleceğin belirsizlikleri ve şimdiki zamanın gürültüsü, huzurun önündeki en büyük engellerdir. Ancak bu engelleri aşmak, kendi iç dünyamızla barış yapmayı gerektirir. İçsel çatışmalarımızı çözmeden, huzuru bulmak neredeyse imkansızdır.

Birçok insan, huzuru ararkenfarkındalık ya da meditasyon gibi yöntemleri kullanır. Bu uygulamalar, bireyin şimdiki anı daha net algılamasına, zihinsel karmaşadan kurtulmasına ve içsel huzurunu bulmasına yardımcı olabilir. Ancak bu tekniklerin yalnızca birer araç olduğunu unutmamalıyız. Asıl huzur, kendimizle barıştığımızda ve içsel olarak dengeyi sağladığımızda ortaya çıkar.

Huzuru bulma yolculuğunda, sabır büyük bir rol oynar. Huzur, bir hedef değil, bir süreçtir. Her gün biraz daha fazlasını içselleştirerek, yaşamımızda huzuru adım adım yaratabiliriz. Geceyi, gündüzün karmaşasından önce bir parça huzur bırakacak şekilde geçirmek, bu sürecin en anlamlı başlangıçlarından biridir. Öyleyse huzuru bulma çabalarımızda, her adımda daha dengeli, daha sakin ve daha huzurlu bir yaşam arayışına girmeliyiz.

Huzur bir hedef değil, bir süreçtir. Hayatın karmaşasında, yaşadığımız anın farkına vararak ve içsel dengeyi sağlayarak huzuru inşa edebiliriz. Bu süreç, zaman alabilir ama her bir adım, huzura bir adım daha yaklaşmaktır. Yaşama bir parça huzur bırakmak, belki de bu yolculukta atılan ilk adımdır.

Yazının Devamı

ŞUBAT: KISA AMA DERİN ANLAMLARLA DOLU BİR AY

Şubat ayı, yılın en kısa ama en dikkat çekici aylarından biridir. Takvimde 28 gün olarak yer alsa da, dört yılda bir 29 gün sürerek kendini özel kılar. Kısa süresiyle diğer aylara kıyasla daha çabuk geçip gitse de, aslında barındırdığı olaylar, hissettirdiği duygular ve doğaya kattığı değişimler bakımından oldukça yoğun bir aydır.

Şubat, kışın en sert yüzünü gösterdiği ama baharın da yavaş yavaş hissettirmeye başladığı bir geçiş dönemidir. Kar, soğuk rüzgarlar ve dondurucu hava bazı günler etkisini artırırken, bazı günlerde ise güneş yüzünü gösterir ve doğanın uyanışına küçük ipuçları sunar. Şubat, tam anlamıyla bir geçiş ayıdır. Bir yanda kışın son günleri yaşanırken, diğer yanda bahara olan özlem giderek artar.

Bu ayın bir diğer önemli özelliği ise tarihte iz bırakan olaylara ev sahipliği yapmış olmasıdır. Türkiye için 28 Şubat 1997 süreci, demokrasinin dönüm noktalarından biri olmuş, uzun yıllar hafızalardan silinmeyen bir tarih olarak anılmıştır. Aynı şekilde, dünya genelinde de birçok siyasi, ekonomik ve toplumsal olay Şubat ayında yaşanmıştır. Bu nedenle Şubat, yalnızca mevsimsel bir geçiş dönemi olmanın ötesinde, toplumsal hafızada önemli bir yer tutar.

Bununla birlikte, Şubat ayı anma ve farkındalık günleriyle de dikkat çeker. 4 Şubat Dünya Kanser Günü, 13 Şubat Dünya Radyo Günü, 14 Şubat Sevgililer Günü ve 21 Şubat Uluslararası Anadil Günü gibi önemli tarihler, toplumsal farkındalığı artıran etkinliklerin düzenlendiği günlerdir. Bu özel günler, bazen bilinçlendirme çalışmalarıyla topluma katkı sağlarken, bazen de bireylerin duygusal dünyasında önemli izler bırakır.

Şubat ayı, insan psikolojisi üzerinde de etkili olan bir aydır. Kışın rehavetini üzerinden atamayan, soğuk hava nedeniyle eve kapanan insanlar için bu ay, zaman zaman karamsarlık ve durağanlık hissi yaratabilir. Özellikle uzun süren kış geceleri ve güneş ışığının azalması, mevsimsel depresyonu artırabilir. Ancak bu ay, aynı zamanda yeni kararlar almak, bahara hazırlık yapmak ve kendini yenilemek için de bir fırsattır. Kısa olması nedeniyle insanlar Şubat ayını daha çabuk geçmiş gibi hissederler. Fakat bu kısa süre içinde hayatlarına yeni bir yön vermek isteyenler için büyük fırsatlar sunar.

Şubat’ın belki de en çok konuşulan günü 14 Şubat Sevgililer Günü’dür. Kimileri için özel ve romantik anların yaşandığı bir gün olurken, kimileri için ticari bir fırsata dönüşmüş, abartılmış bir gelenektir. Ancak gerçek şu ki, bugün insanların sevdiklerine değer verdiğini hatırlatması açısından anlamlıdır. Sadece romantik ilişkiler değil, dostluk ve aile bağlarını da pekiştiren bir gün olarak değerlendirilmesi mümkündür.

Doğa açısından bakıldığında ise Şubat, bir dönüşüm sürecinin habercisidir. Ağaçlar tomurcuklanmaya başlar, kışın gri tonları yavaş yavaş canlı renklere dönüşür. Kışın sert havası hala hissedilse de, baharın ayak sesleri gelmeye başlar. Bu yüzden Şubat, aslında yeni bir başlangıcın ilk adımlarıdır.

Şubat kısa olmasına rağmen büyük anlamlar taşıyan bir aydır. Geçmişin izlerini, bugünün gerçeklerini ve geleceğe dair umutları içinde barındırır. Tarihte önemli olaylara sahne olmuş, psikolojimiz üzerinde etkili olmuş, romantizmi ve farkındalığı ön plana çıkarmış bir aydır.

Bu yılın Şubat’ı sizin için ne ifade ediyor? Geçmişin izlerini mi taşıyor, yoksa yeni bir başlangıcın habercisi mi?

Yazının Devamı

HASTA OLMAK: BİR TRAJEDİ VE GERÇEKLİK

İnsan hayatında değişmez gerçeklerden biri de hastalanmaktır. Doğduğumuz andan itibaren bağışıklık sistemimiz bizi korumaya çalışır, ancak zamanla hastalıklarla karşı karşıya kalırız. Sağlıklı olduğumuzda hastalık bize uzak bir kavram gibi gelir, fakat bir gün yatağa düştüğümüzde ya da ciddi bir sağlık problemiyle karşılaştığımızda, aslında ne kadar kırılgan olduğumuzu anlarız.

Hasta olmak, yalnızca fiziksel bir sorun değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyal etkileri olan bir durumdur. Bir insan hastalandığında sadece bedeni değil, ruhu da yıpranır. Günlük hayatında kendi işini görebilen, çalışan, üreten bir bireyken, bir anda yatağa mahkum olmak veya bir sağlık kuruluşunun kapısını aşındırmak, kişiye büyük bir çaresizlik hissi verebilir. Özellikle kronik hastalıklarla mücadele edenler için bu süreç, sadece fiziksel bir sıkıntıdan ibaret değildir. Sürekli ilaç kullanmak, hastane kontrollerine gitmek ve geleceğe dair endişeler taşımak, insanın ruhunu da yorabilir.

Hastalıklar sadece bireysel bir mesele değildir, aynı zamanda toplumu derinden etkileyen olaylardır. Örneğin, pandemi döneminde tüm dünya hasta olmanın bireysel bir sıkıntıdan öte, büyük bir toplumsal travmaya dönüşebileceğini deneyimledi. İnsanlar sadece kendileri için değil, sevdikleri için de endişelendi. Sağlık sistemleri zorlandı, ekonomi sarsıldı, insanların psikolojileri bozuldu. Hasta olmanın bireysel bir trajedi olduğu kadar, toplumsal bir kriz haline gelebileceği gerçeği de bu süreçte herkes tarafından görüldü.

Hasta olmak, ekonomik açıdan da ciddi sonuçlar doğurabilir. Maddi durumu iyi olmayan bir hasta için, tedavi masrafları ağır bir yük haline gelebilir. Özellikle özel hastanelerde sağlık hizmetlerinden yararlanmak, ilaç masraflarını karşılamak ya da uzun süren tedaviler için bütçe ayırmak, bazı insanlar için imkansız hale gelebilir. Sağlık hizmetlerine erişimdeki bu eşitsizlik, hasta olmanın trajedisini daha da derinleştirir.

Sağlığımızı korumak için aslında yapmamız gerekenler bellidir. Dengeli beslenmek, vücudumuzun ihtiyacı olan vitaminleri ve mineralleri almak, hazır gıdalardan uzak durmak hastalıklara karşı bizi koruyabilir. Düzenli egzersiz yapmak, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığımız için büyük önem taşır. Stres, birçok hastalığın temel nedenlerinden biridir ve onu kontrol altına almak, sağlıklı bir yaşam için gereklidir. Uyku düzenine dikkat etmek, bağışıklık sistemimizi güçlü tutmamıza yardımcı olur. Hijyen kurallarına uymak, özellikle bulaşıcı hastalıklardan korunmanın en etkili yollarından biridir. Bütün bunların yanı sıra, düzenli sağlık kontrolleri yaptırmak da erken teşhis açısından hayati önem taşır.

Ancak tüm önlemleri alsak bile bazen hastalanabiliriz. Böyle bir durumda, en önemli şey hastalığı hafife almamak ve belirtileri göz ardı etmemektir. Basit bir soğuk algınlığı bile zamanında tedavi edilmezse ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Doktor tavsiyelerine uymak, bilinçsiz ilaç kullanmamak ve kulaktan dolma bilgilerle kendi kendimize tedavi yöntemleri geliştirmemek gerekir. Günümüzde internet sayesinde birçok sağlık bilgisine kolayca ulaşabiliyoruz, ancak yanlış bilgilerin de hızla yayıldığını unutmamalıyız. “Doğal yollarla iyileşme” adı altında paylaşılan bazı yöntemler, bazen hastalığı hafifletmek yerine daha da kötüleştirebilir.

Hastalık, insan hayatının kaçınılmaz bir gerçeğidir. Önemli olan, hasta olmamak için bilinçli bir yaşam sürmek ve hasta olduğumuzda da doğru adımları atabilmektir. Sağlıklı olduğumuz zamanlarda bunun kıymetini bilmek, hayatımızı daha kaliteli hale getirmek için elimizden geleni yapmak zorundayız. Çünkü sağlık, kaybedildiğinde değeri anlaşılan en büyük hazinedir. Bugün sağlıklı olmamız, yarın da öyle olacağımızın garantisi değildir. Ancak kendimize iyi bakarak, hastalıklardan mümkün olduğunca uzak durabiliriz. Sağlıklı günlerde hastalığı unutmak kolaydır ama unutmamamız gereken en önemli şey, sağlığın en büyük zenginlik olduğudur.

Yazının Devamı

Uykusuz Her Sabah: Zaman, İnsan ve Unutulmayanlar

Saat 04:10, gecenin en derin, en sessiz saatlerinden biridir. Şehir uyurken uykusuz kalanların, düşünenlerin, dertlenenlerin saatidir. Bu saat bir anlamda yalnızlığın, geçmişe dalmanın ve sorgulamanın vaktidir.

Gece, şehrin sokaklarını terk ettiği, sessizliğin hüküm sürdüğü bir an. Kimileri çoktan uykunun derinliklerine dalmış, kimileri ise bir masa başında zamana karşı içini döküyor. Rakı bardaklarının tokuştuğu, sohbetlerin koyulaştığı, eski defterlerin yeniden açıldığı saatler… İnsan bazen kendini en çok bu anlarda bulur. Çünkü gece, gerçeği saklamaz, aksine yüzeye çıkarır.

O saatte Baban kim diye sorduklarında, "Ufuk çizgisinde ip atlayan adamdı" dersin belki. Baban, sadece bir insan değil, bir duruş, bir anı, bir mücadele olur. Hayata dair her anlamı içinde taşıyan, bazen bir pavyonda buz kovası içinde, bazen bir sofrada dostlarıyla dertleşen, bazen de yalnızlığın içinde bir sigara dumanına karışan bir siluet...

İnsan geçmişiyle yaşar. 1 Temmuz 1993… Bir otelin önünde, yarın yakılacaklarından habersiz ölüme gülümseyenler… Zaman ilerler, yıllar geçer ama bazı yaralar kapanmaz. Çünkü bazı acılar, sadece hatırlanmak için vardır. Onları unuttuğunda, bir yanın eksilir, bir tarafın kırılır. UnutMADIMAKlımda…

Tarih bazen bir fotoğraf karesinde saklıdır. 60’lar ve 70’ler… Bir meydanda, bir fabrikanın önünde, bir barikatta, bir sahnede, bir meyhanede… O yılların insanları, bugünün anlamını taşıyanlar oldu. Kimileri sokaklarda özgürlüğü haykırdı, kimileri bir rakı sofrasında dostluğu, kimileri ise pavyon masalarında aşkı aradı. Ama her biri, kendi yolunda iz bıraktı.

Hayatın içinde direniş de var, kabulleniş de. Bazen bir beyaz kedi gibi, dünyaya siyah çizgilerin arasından bakarsın. Bazen bir rakı bardağının buğusunda eski dostlarını görürsün. Bazen bir adamın merhametli bakışında kaybettiklerini hatırlarsın. Ve bazen, bir mezarlığın sessizliğinde zamanın nasıl geçtiğini anlarsın.

Bugün 11 Şubat Salı. Bir jübile öncesi antrenman gibi… Hayat, bize hep son düdüğe kadar oynayacağımızı hatırlatıyor. Yeni gün başlıyor ama bazı şeyler hiç değişmiyor.

Ve en büyük mücadele, insan kalabilmekte…

Yazının Devamı

Benim Gözümde Anıtkabir: Atatürk ve Cumhuriyet’in İzleri

Anıtkabir, bir milletin kalbinde ölümsüzleşmiş, Atatürk’ün izleriyle bezeli bir kutsal mekandır. Onu her ziyaret ettiğimde, içimde bir hüzün, bir gurur, bir bağlılık karışımı yükselir. Her bir köşesi, her bir heykeli, taşları ve duvarları bir milleti, bir halkı, bir ulusun kaderini değiştiren bir liderin izlerini taşır. Her ziyaretimde daha da derinleşen bir saygı duygusuyla, adımlarımı o yolda atarken sanki zamanın gerisinde bir yolculuğa çıkıyorum.

İlk adımı attığınızda, Aslanlı Yol’un üzerinde yürürken, sanki geçmişin gücü sizi sarar. O yolda yürürken bir yandan 1920’lerin zor yıllarını, Kurtuluş Savaşı’nın bitmeyen mücadelesini, bir ulusun bağımsızlık için verdiği destanı düşünürken; diğer yandan, o yolda siz de yalnızca birer birey değil, o büyük milletin bir parçası haline gelirsiniz. Anıtkabir sadece bir mezar değildir, burası bir halkın ruhunun yaşadığı, tarihinin derinliklerinden yükselen bir abide gibidir. Her adımda o anıların iç içe geçtiğini hissedersiniz.

Burası, Atatürk’ün sadece bir lider olarak anılmadığı; bir milletin yol göstericisi, bir halkın bağımsızlık ve özgürlük uğrunda verdiği mücadelenin simgesi olarak yüceltildiği bir mekandır. Onun ilkelerini, mücadelelerini, hatta her bir yaşamış olduğu zorlukla birlikte ortaya koyduğu mücadelesini daha yakından hissedersiniz. Burası, aynı zamanda bir milletin kalbinin attığı yerdir. Ne zaman Anıtkabir’e gitsem, her detayda, Atatürk’ün halka olan sonsuz güvenini, ülkenin her köşesinde bağımsızlık ve çağdaşlık uğruna yürütülen mücadelesiyle birleşmiş o derin mirasını hissederim.

Anıtkabir’de her köşe, bir halkın gücünü ve direncini simgeler. Mozoleye yaklaşırken birdenbire o büyüklüğü, o görkemi içinizde hissetmeye başlarsınız. Mozolenin önünde bir süre sessiz kalır, zamanın nasıl geçip gittiğini fark etmezsiniz. O an, sanki zaman durur, geçmişin, bugünün ve geleceğin birleştiği bir yerde, Atatürk’ün ruhu etrafınızı sarar. Bu an, sadece bir ziyaret değil, bir halkın tüm tarihini, zorluklarını, bağımsızlık mücadelesini hatırlamak için bir fırsattır.

Anıtkabir, Türk milletinin gücünü, bir araya geldiğinde ne denli büyük işler başarabileceğini anlatan bir simgedir. O görkemli yapıyı gördükçe, sadece Atatürk’ün değil, Cumhuriyetin değerlerinin, tüm milletin ortak bilincinin, her zaman ve her koşulda korunması gerektiğini bir kez daha hatırlarsınız. Atatürk’ün sadece Cumhuriyet’i kurması değil, aynı zamanda onun fikirleriyle, halkının yaşam biçimini modernize etmesi, bir ulusun çağdaşlaşma yolundaki cesaretini simgeler. Anıtkabir’i her ziyaret ettiğimde, Atatürk’ün o büyük dehasının sadece askeri zaferlerle değil, fikirsel zaferlerle de taçlandırıldığını ve bunun halkın tüm katmanlarına yayıldığını daha iyi anlayabilirim.

O yolda yürürken, taşların, mozaiklerin, heykellerin her biri ayrı bir anlam taşır. Anıtkabir sadece bir fiziksel yapı değildir; o, bir milletin duygusal bir haritasıdır. Anıtkabir’i ziyaret etmek, o büyük vizyonu bir kez daha kavramaktır. Atatürk’ün, tüm zorluklara rağmen, sadece bir ulusu değil, aynı zamanda onun değerlerini de bu topraklarda ölümsüzleştirdiğini hissetmek, bizlere bırakılan mirası daha yakından anlama fırsatıdır.

Atatürk’ün mozolesine yaklaştıkça, sadece bir liderin ebedi istirahat yerine değil, bir ulusun direncinin simgesine adım atıyorsunuz. Anıtkabir, bir halkın varoluş mücadelesinin, onun özgürlük ve bağımsızlık tutkusunun sembolüdür. Atatürk’ün anısına saygı gösterdiğimiz her an, sadece bir kişiye değil, bu topraklarda bu mirasa sahip çıkan her birimize bir saygıdır. O taşların arasında yürürken, Cumhuriyet’in getirdiği değerlerin ne kadar önemli olduğunu ve bunların korunduğu sürece milletimizin daha aydınlık bir geleceğe ulaşacağını hissediyorum.

Anıtkabir her zaman bana, yalnızca Atatürk’ün hatırasına değil, onun yolunda yürüyen bizlere de bir sorumluluk yükler. Burası, halkın egemenliğini, özgürlüğünü ve Atatürk’ün devrimlerinin yaşatılmasını simgeler. Her köşesinde Atatürk’ün idealleri, bizlere bırakılan büyük bir miras olarak karşımıza çıkar. Onun bizlere gösterdiği yolu takip etmek, bu yolda daha da ilerlemek bizim en önemli görevimizdir. Çünkü Anıtkabir, bir halkın geleceğe olan güveninin, barışa olan inancının ve Cumhuriyet’in gücünün somut bir ifadesidir.

Anıtkabir bir toprak parçası değil, bir ulusun kalbinin attığı, tarihinin gururla yazıldığı yerdir. Her gittiğimde, o anın büyüklüğünü, Atatürk’ün bize bıraktığı mirası yeniden içselleştiririm. Burada her şeyin bir amacı vardır; bu topraklar üzerinde özgür, bağımsız ve çağdaş bir ulus olarak var olma mücadelesinin anlamıdır. Atatürk’ün anısına her zaman sahip çıkmak, onun gösterdiği ışıkla yarının Türkiye’sini inşa etmektir. Anıtkabir, Atatürk’ün bizlere bıraktığı en değerli mirası, Cumhuriyet’in gücünü ve halkımızın azmini yaşatan bir abide olarak varlığını sürdürecektir.

Yazının Devamı

Niğde’nin Şeref Günü: 5 Şubat 1934

Tarih, sadece geçmişin izlerini taşımakla kalmaz; geleceğe de ışık tutar. İşte 5 Şubat 1934, Niğde için böylesine önemli bir tarih… Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği bir sözün, Niğde’nin tarihine altın harflerle yazıldığı gün.

O yıllarda Anadolu’nun her köşesinde, Cumhuriyet’in ışığı yanmaya başlamıştı. Büyük Önder, bir devlet adamı olmanın ötesinde, milletini karış karış gezen bir liderdi. Kayseri’de kendisini davet eden Niğdelilere verdiği sözü tutarak, 5 Şubat 1934 günü trenle Niğde’ye geldi. Ve Niğdeliler, kurtuluş mücadelesinin en çetin günlerinde olduğu gibi, o gün de Atatürk’ü büyük bir coşkuyla bağrına bastı.

Atatürk, Niğde’ye sadece bir devlet başkanı olarak değil, bu topraklara gönülden bağlı bir lider olarak geldi. "Benim Niğde’ye karşı alakam büyüktür. Niğde, milli zaferin kazanılmasında en büyük dayanaklarımızdan biriydi." diyerek, şehrin Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanlığını bizzat kendisi vurguladı. Çünkü Niğde, işgal görmemiş olsa da, bağımsızlık mücadelesinde en ön saflarda yer almış, Pozantı hattında destan yazan tümenleriyle adını tarihe kazımıştı.

O gün, Atatürk Niğde’de Halkevi’ni ziyaret etti, halkı dinledi, şehrin sorunlarıyla ilgilendi. Çiftehan kaplıcalarının geliştirilmesi gerektiğini bizzat not aldı. Zeybek oynadı, şehrin ileri gelenleriyle sohbet etti, Niğdelilerle omuz omuza oldu. Bu sadece bir ziyaret değildi; bu, Cumhuriyet’in Anadolu ile bir kez daha kucaklaşmasıydı.

Ne yazık ki Atatürk’ün önem verdiği birçok kurum gibi Halkevleri de zaman içinde içi boşaltılarak ortadan kaldırıldı. Oysa Atatürk’ün söylediği gibi, milletin kültürel gelişimi bu kurumlarla mümkün olabilirdi. Bugün, Niğde’de geçmişin izlerini takip ederken Halkevlerinin, o yıllardaki toplumsal kalkınmada ne denli önemli olduğunu bir kez daha görüyoruz.

Niğde, tarih boyunca nice savaşlarda şehitler vermiş, Balkanlar'dan Çanakkale’ye, Yemen’den Anadolu’nun dört bir yanına kahramanlarını göndermiş bir şehir. Ancak en büyük onuru, Cumhuriyet’in inşasında Atatürk’ün güvenini kazanmak oldu. 5 Şubat, işte bu yüzden Niğdeliler için bir şeref günüdür.

Bugün, Atatürk’ün Niğde’ye gelişinin 91. yılını kutlarken, bu toprakların Cumhuriyet’e olan bağlılığını, fedakârlığını ve sadakatini bir kez daha hatırlıyoruz. 5 Şubat 1934 sadece bir tarih değil, Niğde’nin Cumhuriyet’e mühür vurduğu bir gündür. Ve bu mühür, sonsuza dek silinmeyecek.

Ne mutlu Niğde’ye, ne mutlu Cumhuriyet’e, ne mutlu Atatürk’ü yüreğinde yaşatanlara!

Yazının Devamı

Hayalinizdeki Düğün Artık Daha Kolay

Evlilik, iki insanın hayatlarını birleştirdiği, büyük mutlulukların ve yeni başlangıçların yaşandığı özel bir süreçtir. Ancak düğün hazırlıkları, çiftler için çoğu zaman stresli ve karmaşık olabilir. Gelinlik ve damatlık seçiminden düğün organizasyonuna, çeyiz alışverişinden ev dekorasyonuna kadar birçok detayın eksiksiz olması gerekir. Üstelik sadece fiziksel hazırlıklar değil, evlilik öncesi psikolojik hazırlık da büyük önem taşır. İşte tam da bu noktada, Niğde’de ilk kez düzenlenecek olan Düğün Hazırlıkları Fuarı, çiftlerin düğün öncesi tüm ihtiyaçlarını tek bir çatı altında toplarken, evlilik yolunda sağlıklı bir başlangıç yapmalarına da destek olacak. 6-9 Şubat 2025 tarihlerinde Prenses Çırağan Balo ve Düğün Kompleksi'nde gerçekleşecek olan bu etkinlik, düğün sektörünün en önemli markalarını bir araya getirmekle kalmayacak, aynı zamanda aile danışmanları ve psikologların katılımıyla evliliğe dair bilinçlendiren panellere de ev sahipliği yapacak.

Bu fuar, evlilik hazırlıkları yapan çiftler için olduğu kadar, düğün sektöründe hizmet veren firmalar için de büyük bir fırsat sunuyor. Gelinlik moda evlerinden organizasyon şirketlerine, davetiye tasarımcılarından düğün salonlarına, çeyiz ve ev dekorasyonu firmalarına kadar her sektörden öncü markalar burada buluşacak. Düğün gününü unutulmaz kılmak için her detayı titizlikle planlayan çiftler, en şık takıları, mücevherleri, çiçekleri ve tamamlayıcı aksesuarları inceleme fırsatı bulacak.

Evlilik süreci sadece düğün günüyle sınırlı değildir; aynı zamanda yeni bir yuva kurma sürecini de kapsar. Bu yüzden fuarda, mobilya, ev tekstili, beyaz eşya, halı, mutfak ve banyo ekipmanları gibi birçok ürün yer alacak. Yeni ev kuracak çiftler, en kaliteli ürünleri en uygun fiyatlarla bulabilecek ve birçok firma özel fuar indirimleri sunacak.

Düğün günü, gelin ve damat için hayatlarının en özel anlarından biridir. Bu nedenle fuarda, kuaförlerden makyaj sanatçılarına, güzellik salonlarından cilt bakımı uzmanlarına kadar birçok sektör profesyoneli de yer alacak. Gelinler, düğün günlerinde ışıl ışıl bir görünüme kavuşmak için en iyi makyaj ve saç tasarım hizmetlerini yakından tanıma fırsatı bulacak. Ayrıca gelinlik ve damatlık seçimi kadar önemli olan ayakkabı, iç giyim ve aksesuar markaları da en yeni trendleri çiftlerle buluşturacak.

Evlilik öncesi ve sonrası dönemde çiftlerin yaşayabileceği sorunlara ışık tutacak paneller de bu fuarın en dikkat çeken bölümlerinden biri olacak. Düğün stresi nasıl yönetilir, evlilik öncesi psikolojik hazırlık nedir, sağlıklı bir evliliğin sırları nelerdir, ilişkide empati ve doğru iletişim nasıl sağlanır gibi konular, alanında uzman aile danışmanları, psikologlar ve ilişki uzmanları tarafından detaylı bir şekilde ele alınacak. Bu sayede çiftler sadece düğün hazırlıklarını tamamlamakla kalmayacak, aynı zamanda evliliğe bilinçli ve güçlü bir başlangıç yapma fırsatı yakalayacak.

Niğde’de ilk kez gerçeklşecek olan bu  organizasyonun arkasında, Seel Ajans bulunuyor. Ajansın kurucuları Serdar Güleş ve Elif Güleş, fuarın Niğde’ye sağlayacağı katkının büyük olacağını belirtiyor. Serdar Güleş, “Evlilik sürecinde çiftlerin tüm ihtiyaçlarını tek bir yerde karşılayabileceği bir fuar düzenlemek istedik. Niğde için büyük bir adım olacak bu organizasyon, düğün sektörünü ve evlilik hazırlıklarını yeni bir seviyeye taşıyacak” derken, Elif Güleş ise “Evlilik sadece düğün gününden ibaret değil. Biz, çiftlere hem düğün hazırlıklarında destek olacak hem de sağlıklı bir başlangıç yapmalarını sağlayacak bir ortam sunuyoruz” diyerek fuarın içeriğine dikkat çekiyor.

Ayrıca, bu özel organizasyonun basın iletişim danışmanlığını yürütüyor olmaktan dolayı çok mutluyum. Ayrıca, Niğde Anadolu Haber Gazetesi, fuarın iletişim ve medya sponsoru olarak etkinliğin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayacak. Niğde Anadolu Haber, fuarın tüm gelişmelerini yakından takip edecek ve okurlarına en güncel bilgileri sunacak. Bu büyük organizasyonun bir parçası olmak için siz de şimdiden yerinizi ayırtın.

Düğününüzü hayallerinizdeki gibi tasarlamak, düğün sektöründeki en iyi markalarla tanışmak, saç ve makyaj uzmanlarıyla düğün gününüzü en özel şekilde planlamak ve ilişkinizi güçlendirmek için bu fuarı kaçırmayın.

Yazının Devamı

İNSANLIK SINAVI: VEFA MI, NANKÖRLÜK MÜ?

İNSANLIK SINAVI: VEFA MI, NANKÖRLÜK MÜ?

MENFAAT VE ÇIKAR DÜNYASINDA VEFA HALA VAR MI?

Hayatta bazen en çok güvendiklerimizden, en yakınımızdan darbe yeriz. Zira insanı en çok tanıdıklarının ihanetleri yorar. İşte burada iki kavram çıkar karşımıza: vefa ve nankörlük. Bu iki kelime, yalnızca sözlük anlamıyla değil, insan ruhunun derinliklerinde de zıt kutuplarda yer alır. Birisi sadakat ve minnet duygusunu temsil ederken, diğeri bencilliğin, unutkanlığın ve vefasızlığın ta kendisidir. Peki, gerçekten vefalı insan ile nankör insan arasındaki fark nedir? Birlikte bu derin yolculuğa çıkmaya ne dersiniz.

Vefalı insan, kendisine yapılan iyilikleri, verilen emekleri ve gösterilen sevgiyi asla unutmaz. O, bir damla iyiliğin bile hakkını veren, hatırşinas bir gönüle sahiptir. Vefa, yalnızca dostluklarda değil, iş hayatında, aile ilişkilerinde ve hatta toplum içinde bile büyük bir değere sahiptir. Vefalı insan minnet duyar ve unutmaz, bir iyiliği asla göz ardı etmez. Küçük bir yardım bile olsa, bunu hatırlayıp karşılık vermeye çalışır. Sadakatlidir, dostluklarına, iş ilişkilerine ve ailesine bağlıdır, zorluk anında sırt çevirmez. Sözüne sadık kalır, verdiği sözleri yerine getirmek için çabalar, birine söz verdiğinde, ne pahasına olursa olsun yerine getirir. Geçmişi unutmaz, onu bugünlere getiren insanları hatırlar, onların yanında olmaya devam eder. Vefanın doğasında bir karşılık bekleme duygusu yoktur; bu yüzden vefalı insanlar her zaman çevrelerinde sevilen ve güvenilen bireyler olurlar.

Nankör insan ise yapılan iyilikleri unutan, kendisine verilen değeri hiçe sayan, menfaati bitince sırtını dönen kişidir. Bu tip insanlar, genellikle kısa vadeli düşünürler ve sadece kendi çıkarlarını ön planda tutarlar. Nankör insan iyiliği unutur, kendisine yapılan fedakarlıkları hatırlamaz ya da hatırlasa bile bunu önemsemez. Vefasızdır, zor zamanlarında yanında olan insanları, işleri yoluna girdiğinde unutur. Bencildir, önceliği her zaman kendisidir, başkalarının duygularını ve emeklerini umursamaz. Yüzüne güler, arkadan konuşur, gerçek dostluklara sahip değildir, ilişkilerini menfaati doğrultusunda şekillendirir. Nankörlük sadece bireysel ilişkilerde değil, toplumların tarihinde de büyük yıkımlara yol açmıştır. Bir devleti yükselten şey vefa ise, onu yıkan da nankörlük olmuştur. Büyük imparatorluklar, tarih boyunca vefalı yöneticiler sayesinde güçlenmiş, ancak nankör yöneticiler yüzünden çökmüştür.

Tarihte ve günlük hayatımızda bu iki kavramın çarpıcı örneklerine sıkça rastlarız. Bir düşünün, yıllarca sadakatle bir iş yerinde çalışan bir kişi, en ufak hatasında kapı önüne konulduğunda vefanın eksikliğini hissetmez mi? Ya da yıllarca dost bildiği biri, zor zamanında yüz çevirince insanın içi yanmaz mı? Öte yandan, Osmanlı padişahlarının eski vezirlerine duyduğu vefa, sadık dostların yıllarca süren dostlukları ya da bir öğrencinin, öğretmenine duyduğu minnet, vefanın en güzel örneklerindendir. Günümüzde iş dünyasında da vefa ve nankörlük kavramları sıkça karşımıza çıkar. Bir şirketin, yıllarca emek veren çalışanlarına karşı vefasızlık etmesi, iş etiğini zedeleyen bir durumdur. Tam tersi, çalışanına kıymet veren, onun emeğini takdir eden bir yönetici ise vefa sahibi olarak anılır.


Vefa, insanın ruhunu güzelleştiren, ilişkilerini sağlamlaştıran, toplumu ayakta tutan bir değerdir. Ancak günümüzde bu kavram giderek kayboluyor. Menfaatler ön plana çıkıyor, ilişkiler çıkar doğrultusunda şekilleniyor. Teknolojinin ilerlemesi, hızlı tüketim alışkanlıkları ve bireysel çıkarların öne çıkması, insanları vefadan uzaklaştırıyor. Bu noktada, hepimize düşen en büyük görev vefayı yeniden hatırlamak ve yaşatmak olmalıdır. Unutmayın, vefalı insan her zaman hatırlanır ve değer görür. Nankör insan ise er ya da geç yalnızlaşmaya mahkûmdur. İnsanlık, bir denge üzerine kuruludur ve bu dengeyi ayakta tutan şey vefadır. Toplum olarak daha güçlü ve güvenilir ilişkiler kurabilmek için vefayı içselleştirmeli, nankörlüğün zararlarını unutmamalıyız. Siz hangi tarafta olmak istersiniz? Sizce günümüzde vefa mı daha ağır basıyor, yoksa nankörlük mü? 



Yazının Devamı

İhmallerin Gölgesinde Yiten Hayatlar

Kış aylarının gözde tatil rotası Kartalkaya, geçtiğimiz gün tarifsiz bir trajediye sahne oldu. Grand Kartal Otel’de gece yarısı çıkan yangında 76 can, alevlerin arasında yok oldu. Hayatta kalanların gözyaşları ve geride kalan hikâyeler ise hepimizin yüreğini yaktı.

Bu olay, sadece bir yangın değil, aynı zamanda büyük bir ihmaller zincirinin acı sonucuydu. İster kabul edelim ister etmeyelim, ülkemizde yaşanan bu tür trajediler çoğu zaman kaderle açıklanır, sorumlulukların üzeri örtülür. Oysa ki ortada, alınmayan tedbirlerin, yapılmayan denetimlerin ve ertelenen görevlerin ağır faturası vardır.

Yangından kurtulanların anlattıkları, yaşanan çaresizliği gözler önüne seriyor. Çocukların çığlıkları, kaçışan insanların panik dolu halleri… Bu, bir doğa olayı değil; önlenebilir bir faciadır. Peki, neden önlenemedi? Yangın söndürme sistemleri çalışıyor muydu? Acil çıkış yolları güvenli miydi? O gece orada bulunan insanlar, bu soruların yanıtlarını bize hayatlarıyla ödedi.

Her felaket sonrası olduğu gibi, şimdi yine “Nasıl oldu?” ve “Neden önlenemedi?” diye soruyoruz. Ancak asıl soru şu olmalı: Biz bu soruları neden sadece felaketlerden sonra soruyoruz? Bu olayın ardından ders alacak mıyız, yoksa birkaç hafta içinde her şeyi unutup aynı ihmallerle yaşamaya devam mı edeceğiz?

Hayatını kaybedenlerin anısına duyduğumuz saygı, sadece onları rahmetle anmakla sınırlı olmamalı. Aynı acıların yaşanmaması için harekete geçmeliyiz. Çünkü her kayıp, ihmallerle dolu bir sistemin bizden kopardığı bir parçadır.

Kartalkaya’da yiten hayatlar, hepimize insan hayatının ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha hatırlattı. Ancak bu hatırlatma kalıcı olmalı. İnsan hayatını önceleyen sistemler kurmadıkça, denetimleri ciddiyetle yapmadıkça ve sorumluları hesap vermeye zorlamadıkça bu hikâyeler tekrar tekrar yazılmaya devam edecek.

Unutmayalım, felaketler kader değildir; ihmallerin bir sonucudur. Ve bu ihmaller, insanın vicdanında sonsuza dek kapanmayacak yaralar açar. Artık bu yaraları sarmak değil, yeni yaraların açılmasını önlemek için çalışmalıyız.

Kartalkaya’da kaybettiğimiz 76 canın hatırasına borcumuz budur. Geride kalanlara başsağlığı dilemekle yetinmeyelim; onların acılarını başka hayatlara taşımamak için üzerimize düşeni yapalım. Çünkü ihmalin bedeli, bir insan hayatı kadar ağırdır.

Yazının Devamı

Yapay Zeka mı, Yoksa Yatay Zeka mı?

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠Türkiye’de teknolojiye duyulan iştah büyüktür, hatta neredeyse doymak bilmez. “Yapay zekayla dünyayı değiştiriyoruz” iddialarıyla dolup taşan konferanslar, protokol konuşmaları, büyük umut vaat eden basın açıklamaları… Ama ne hikmetse, tüm bu “ilerleme” çabaları sonunda dönüp dolaşıp bir hayal kırıklığına, hatta bazen utanca dönüşüyor. Çünkü bizde yapay zeka, bir vizyon olmaktan çok bir vitrindir; işin özünü kaçırıp, gösterişle yetinmeyi seçenlerin ellerinde bir pazarlama aracına dönüşmüş durumdadır.
Bir yapay zeka uygulamasının peşine düşmek için önce şunu anlamamız gerekirdi: Yapay zeka öğrenir, analiz eder, geleceğe dair öngörüler sunar. Peki ya biz? Bizim “yatay zekamız” bu süreçleri geçip hemen çay demlemeye başlar. “Abi, bir tanıdık buluruz” anlayışıyla şekillenen yaklaşımımız, her sektörde ve her projede karşımıza çıkar. Teknoloji geliştirmek yerine, çözümü hep o tanıdıktan bekleriz. Algoritmalar mı dediniz? Bizde onun adı  “Bir arayalım bakalım kim ne yapabiliyor” diye çevrilir.
Türkiye’de dijital dönüşüm hikayeleri genellikle CEO’ların ve yetkililerin süslü laflarıyla başlar. Büyük bir lansman yapılır, şirket “geleceğin teknolojilerine yatırım yaptığını” ilan eder. Ama ertesi gün Instagram’da şirket çalışanlarının kahve keyfi paylaşımını görürsünüz: “Teknolojiyi bir de böyle sindiriyoruz!” Sorular sormaya başlarsınız. “Peki, yapay zekayı nasıl kullanıyorsunuz? Hangi veri setlerini analiz ediyorsunuz?” Gelen cevap genelde şu olur: “Şu an Excel’de bir şeyler deniyoruz. Ama ileride bakarız.” İşte bu kadar; geleceğe yatırım yapma hikayesi burada biter.
Bir diğer mesele, bürokrasinin yapay zeka girişimlerini boğmasıdır. Dünya, yapay zekayı trafiği yönetmekten hastalık teşhis etmeye kadar kullanırken, bizde yapay zeka hâlâ devlet dairelerinin kapısında “Beyefendi yanlış geldiniz, diğer binaya gidin,” diyen memur zihniyetine sıkışmış durumda. Gelişmiş ülkeler, karmaşık lojistik sorunlarını algoritmalarla çözüyor; biz ise hâlâ “Dolmuşçular emniyet şeridini kullansın, çözülür” mantığındayız.
Chatbot projeleri mi dediniz? Henüz o kadar ileri değiliz. Şimdilik vatandaşlar, devletle iletişim kurarken “dilekçe verdim ama dönüş olmadı” aşamasında takılı kalıyor. Gelişim hızımızı bu kadar yavaşlatan şey, teknolojiden çok, teknolojiyi anlamaya dair duyulan korkudur. Çünkü yenilik, sorumluluk gerektirir; biz ise sorumluluğu “Abi bir şekilde hallederiz” diyerek devretmeye bayılırız.
Yapay zeka, hatalarından ders çıkarmayı öğrenir. Buna makine öğrenimi deriz. Ancak bizim yatay zekamızın en büyük özelliği, hatalarını inatla tekrar etmesidir. İş yerinde daha verimli bir yöntem önerdiğinizde alacağınız cevap bellidir: “Kırk yıllık ustalık var burada, sen mi öğreteceksin?” İnovasyon, tecrübeye yenilir; değişim fikri, “Biz hep böyle yaparız” diyerek reddedilir.
Bu direnç, sadece bireysel seviyede değil, toplumsal seviyede de karşımıza çıkar. Eğitimde, sağlıkta, sanayide yapay zeka uygulamaları yerine geleneksel yöntemlerin inadı sürdürülür. Çünkü yeniliğe açık olmak, hataları kabul etmeyi ve sorumluluğu üstlenmeyi gerektirir. Biz ise bu konfor alanından çıkmak istemeyiz.
Yapay zeka konusunda bu kadar geride kalmamızın bir başka sebebi, kendimizi fazlasıyla ciddiye almamızdır. İleri teknoloji projeleri hakkında konuşurken büyük laflar eder, ama iş uygulamaya gelince gerçeklerle yüzleşmek istemeyiz. Ve işin ironik yanı, bu trajik durumun bizi asla rahatsız etmemesidir. Her başarısızlık, yeni bir bahaneyle geçiştirilir; her hata, “Zaten biz böyle iyiyiz” diye savunulur.
Belki de yapay zeka alanındaki en büyük başarımız, chatbotları yanlış anlamak olurdu. “Selam bacım, nasılsın?” diye mesaj atılan bir yapay zeka asistanı hayal edin. İşte biz, teknolojiyi böyle komik durumlara düşürebilen bir toplumuz.
Sonuç olarak, Türkiye’nin yapay zeka serüveni, trajik olduğu kadar utandırıcı bir tablo sunuyor. Gelişmek isteyen bir toplumun değişime bu kadar direnirken, aynı zamanda ileri teknolojiyi konuşmakta bu kadar hevesli olması bir paradoks yaratıyor. Biz, yapay zekayı vitrinde sergilerken yatay zekamızla o vitrini süpürmeye devam ediyoruz. Belki de en büyük sorunumuz şu: Gerçekle yüzleşmek yerine, masallarla kendimizi avutmayı seçiyoruz.
Trajik mi? Evet. Utandırıcı mı? Fazlasıyla. Ama belki de bizim en büyük başarımız, bu başarısızlığa bile gülerek bakabilmek. Çünkü bizde inovasyonun bir adı daha vardır: “Hallederiz abi”

Yazının Devamı

"SAVAŞIN GÖLGESİNDE İNSANLIK, BARIŞIN GÖLGESİNDE HAYATLAR”

Düşünün ki, bu sabah, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuk, uyanmadan önce açlıktan son nefesini verdi. Bir kadın, bir sınır kapısında beklerken umudunu kaybetti. Bir baba, savaşın paramparça ettiği bir şehrin enkazında ailesini arıyor. İnsanlığın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor, ama biz çoğu zaman sadece kendi gökyüzümüze bakıyoruz.

Her yeni gün dünyada savaşların, krizlerin ve trajedilerin yol açtığı sessiz çığlıklar yankılanıyor ve her gün yeni bir güne uyanamadan sabahlar olmuyor. Suriye’de harabeye dönen kentler, Ukrayna’nın bombalarla kararan gökyüzü, Yemen’in açlıkla mücadele eden çocukları, İsrail’in Gazze Saldırıları, Dünya ülkeleri arasındaki siber savaşlar ve daha niceleri. Bu trajediler, insanlığın ortak acıları ama bir o kadar da unuttuğu hikâyeleri. Her biri bir insanlık sınavı, her biri bir utanç vesikası.

Türkiye ise bu hikâyelerin bir kavşak noktası. Güney sınırlarımızın hemen ötesinde, savaşın harladığı ateş hâlâ yanıyor. Milyonlarca mülteci, umutla yeni bir hayat ararken, toplumun büyük bir kısmı kendi sıkıntılarıyla boğuşuyor. Bir yanda yükselen hayat pahalılığı, diğer yanda artan işsizlik... Sessizce büyüyen öfke, insanlığımızı sınıyor

Niğde’de ise dünya çok uzaktaymış gibi bir sessizlik hâkim sadece cep telefonu ekranlarından ve televizyondan bu süreçleri takip eden ve sessiz kalan bir kitle hakim. Fakat bu sessizlik, o çığlıkların burada yankılanmadığı anlamına gelmiyor. Göç eden ailelerin gözlerindeki korku, işsiz bir gencin sessiz isyanı, geçim derdindeki bir esnafın derin iç çekişi... Bunlar savaş değil belki, ama trajedinin bir başka yüzü olarak Niğde’de karşımıza çıkıyor.

Geleceğimizin yok olma tehlikesi olan İklim krizi ise herkesin göz ardı ettiği bir başka savaş. Su için verilen mücadeleler, tarım arazilerinin yok olması, artan kuraklık... Doğanın sessiz çığlıkları, insanlığın sonunu getirecek belki de. Ama kimse duymuyor.

Bugün insanlık bir yol ayrımında. Ya bu çığlıkları duyacağız ve birlikte bir gelecek kuracağız ya da bu yangında hepimiz yanacağız. Umut etmek yetmez, harekete geçmek zorundayız. Çünkü bu dünya bizim, bu sessiz çığlıklar ise hepimizin sorumluluğu.



Yazının Devamı

Çocuklarımız Kime Emanet?

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠Yeni bir yıl, yeni umutlar… Her yeni başlangıç, çocuklarımızın geleceğine dair hayaller kurmak için bir vesile. Ancak bu umut dolu hayallerin tam ortasında karşımıza çıkan bazı haberler, yüreğimizi burkuyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı ile imzaladığı protokol, eğitim sistemimizin politik ideolojilere nasıl teslim edildiğini açıkça ortaya koyuyor.
Bu protokole göre, Ülkü Ocakları, MEB’e bağlı okullarda kurs açabilecek, etkinlik düzenleyebilecek ve yaygın eğitim faaliyetleri gerçekleştirebilecek. İl Milli Eğitim Müdürlükleri ise bu süreci denetlemekle yükümlü olacak. Kısacası, çocuklarımızın eğitim aldığı kurumlar, bir ideolojik teşkilatın faaliyet alanına dönüştürülecek. Bu gelişme, eğitimin tarafsızlığı ve bilimselliği konusunda zaten var olan kaygıları derinleştiriyor.
Eğitimin en temel amacı, bireylere eleştirel düşünme becerileri kazandırmak, bilimsel ve sanatsal bir bakış açısı geliştirmelerine olanak tanımaktır. Ancak Türkiye’nin eğitim sistemi, yıllardır süregelen ideolojik müdahalelerle evrensel değerlerden uzaklaşmış durumda. Cemaatler, tarikatlar ve şimdi de siyasi teşkilatlar, eğitim alanında etkinlik göstermeye başladı. Bu durum, çocuklarımızın özgürce düşünebilme ve sorgulayabilme yetilerini köreltebilir; çünkü ideolojik bir bakış açısına dayalı eğitim, bireylerin düşünce ufkunu daraltır ve onları eleştirel birer birey olmaktan alıkoyar.
Eğitimde ideolojilere yer olmamalıdır. Hangi görüşe dayanırsa dayansın, eğitim politik bir alana çekildiğinde, bireylerin özgür iradeleri yok sayılır. Oysa çocuklarımızın birer birey olarak yetişmesi, gelecekte güçlü bir toplumun temellerini atmamızın yegâne yoludur.
Çocuklar, toplumu şekillendiren en saf unsurlardır. Onların henüz gelişim çağında bir ideolojiye yönlendirilmesi, sadece bireysel gelişimlerine değil, aynı zamanda toplumsal barışa da zarar verecektir. Farklı ideolojilerle büyüyen bireyler, kutuplaşmış bir toplumun temelini atar. Oysa çocuklarımızın, hangi görüşe sahip olursa olsun, hiçbir politik ideolojinin parçası haline getirilmemesi gerekir. Eğitim kurumlarının, bilimsel bilgi ve evrensel değerlerle donatılmış bir nesil yetiştirmesi temel hedef olmalıdır.
Bugün yaşananlar, çocuklarımızın tarafsız bir eğitim alması gerektiği konusundaki inancımızı bir kez daha hatırlatıyor. Ancak bu inanç, hayata geçirilmeyen politikalar ve ideolojik müdahalelerle sürekli zedeleniyor.
Protokolde, Ülkü Ocakları’nın faaliyetlerinin İl Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından denetleneceği belirtiliyor. Ancak daha önceki örneklerden biliyoruz ki bu tür denetimler genellikle formalite düzeyinde kalıyor. Gerçek anlamda bir denetim mekanizması kurulmadığı sürece, bu faaliyetlerin tarafsız ve bilimsel bir zeminde yürütüleceği konusunda güven duymamız mümkün değil.
Düzenlenecek etkinliklerin içeriği ne olacak? Çocuklarımıza ne tür bilgiler verilecek? Bu bilgiler hangi denetim süreçlerinden geçecek? Tüm bu soruların yanıtları hâlâ belirsizliğini koruyor. Eğitimde şeffaflık ve hesap verebilirlik sağlanmadan, bu tür adımlar çocuklarımızın geleceği için ciddi bir tehdit oluşturmaya devam edecek.
Türkiye’nin eğitim sistemi, yıllardır farklı ideolojik ve siyasi müdahalelere maruz kaldı. Cemaatler ve tarikatların eğitim alanındaki etkileri, geçmişte toplumun birçok kesiminde rahatsızlık yaratmıştı. Şimdi ise bir siyasi teşkilatın, eğitim politikalarının bir parçası haline getirilmesi, geleceğimizi daha da belirsiz bir noktaya taşıyor.

Eğitim, toplumun geleceğini inşa eden bir araçtır. Bu nedenle bilimsel, tarafsız ve evrensel bir anlayışla şekillendirilmelidir. Milli Eğitim Bakanlığı, protokollerle değil, nitelikli ve sürdürülebilir eğitim reformlarıyla gündeme gelmelidir. Çocuklarımızı kutuplaşmış bir geleceğe değil, birlik ve beraberlik içinde yaşayacakları bir dünyaya hazırlamalıyız.
Veliler, öğretmenler ve toplumun tüm kesimleri, bu konuda sorumluluk almalıdır. Çocuklarımızın ideolojik çatışmaların bir parçası yapılmaması için sesimizi yükseltmeliyiz. Çocuklarımızın geleceğini korumak, sadece bireysel bir sorumluluk değil, toplumsal bir görevdir. Eğitim politikaları, siyasi ve ideolojik kaygılardan arındırılmalı; bilim, sanat ve evrensel değerler üzerine inşa edilmelidir.
Unutmayalım, eğitim geleceğimizdir. Ve geleceğimizi ideolojilere teslim edemeyiz. Geleceğe umutla bakabilmek için çocuklarımızı, hak ettikleri nitelikli ve tarafsız eğitimle buluşturmalıyız. Ancak o zaman yeni yıllar, gerçek anlamda yeni umutlar getirebilir.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans