yandex
Çağlar Tuncer | Tüm Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    35,6248
    %0,05
  • EURO
    37,1201
    %-0,02
  • G. Altın
    3.147,56
    %0,23
  • Ç. Altın
    4.996,08
    %0,00
  • BIST
    10.009
    0
  • BITCOIN
    105,810.101
    0.08
  • ETHEREUM
    3,341.303
    0.49
  • DOLAR
    35,6248
    %0,05
  • EURO
    37,1201
    %-0,02
  • G. Altın
    3.147,56
    %0,23
  • Ç. Altın
    4.996,08
    %0,00
  • BIST
    10.009
    0
  • BITCOIN
    105,810.101
    0.08
  • ETHEREUM
    3,341.303
    0.49

Yapay Zeka mı, Yoksa Yatay Zeka mı?

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠Türkiye’de teknolojiye duyulan iştah büyüktür, hatta neredeyse doymak bilmez. “Yapay zekayla dünyayı değiştiriyoruz” iddialarıyla dolup taşan konferanslar, protokol konuşmaları, büyük umut vaat eden basın açıklamaları… Ama ne hikmetse, tüm bu “ilerleme” çabaları sonunda dönüp dolaşıp bir hayal kırıklığına, hatta bazen utanca dönüşüyor. Çünkü bizde yapay zeka, bir vizyon olmaktan çok bir vitrindir; işin özünü kaçırıp, gösterişle yetinmeyi seçenlerin ellerinde bir pazarlama aracına dönüşmüş durumdadır.
Bir yapay zeka uygulamasının peşine düşmek için önce şunu anlamamız gerekirdi: Yapay zeka öğrenir, analiz eder, geleceğe dair öngörüler sunar. Peki ya biz? Bizim “yatay zekamız” bu süreçleri geçip hemen çay demlemeye başlar. “Abi, bir tanıdık buluruz” anlayışıyla şekillenen yaklaşımımız, her sektörde ve her projede karşımıza çıkar. Teknoloji geliştirmek yerine, çözümü hep o tanıdıktan bekleriz. Algoritmalar mı dediniz? Bizde onun adı  “Bir arayalım bakalım kim ne yapabiliyor” diye çevrilir.
Türkiye’de dijital dönüşüm hikayeleri genellikle CEO’ların ve yetkililerin süslü laflarıyla başlar. Büyük bir lansman yapılır, şirket “geleceğin teknolojilerine yatırım yaptığını” ilan eder. Ama ertesi gün Instagram’da şirket çalışanlarının kahve keyfi paylaşımını görürsünüz: “Teknolojiyi bir de böyle sindiriyoruz!” Sorular sormaya başlarsınız. “Peki, yapay zekayı nasıl kullanıyorsunuz? Hangi veri setlerini analiz ediyorsunuz?” Gelen cevap genelde şu olur: “Şu an Excel’de bir şeyler deniyoruz. Ama ileride bakarız.” İşte bu kadar; geleceğe yatırım yapma hikayesi burada biter.
Bir diğer mesele, bürokrasinin yapay zeka girişimlerini boğmasıdır. Dünya, yapay zekayı trafiği yönetmekten hastalık teşhis etmeye kadar kullanırken, bizde yapay zeka hâlâ devlet dairelerinin kapısında “Beyefendi yanlış geldiniz, diğer binaya gidin,” diyen memur zihniyetine sıkışmış durumda. Gelişmiş ülkeler, karmaşık lojistik sorunlarını algoritmalarla çözüyor; biz ise hâlâ “Dolmuşçular emniyet şeridini kullansın, çözülür” mantığındayız.
Chatbot projeleri mi dediniz? Henüz o kadar ileri değiliz. Şimdilik vatandaşlar, devletle iletişim kurarken “dilekçe verdim ama dönüş olmadı” aşamasında takılı kalıyor. Gelişim hızımızı bu kadar yavaşlatan şey, teknolojiden çok, teknolojiyi anlamaya dair duyulan korkudur. Çünkü yenilik, sorumluluk gerektirir; biz ise sorumluluğu “Abi bir şekilde hallederiz” diyerek devretmeye bayılırız.
Yapay zeka, hatalarından ders çıkarmayı öğrenir. Buna makine öğrenimi deriz. Ancak bizim yatay zekamızın en büyük özelliği, hatalarını inatla tekrar etmesidir. İş yerinde daha verimli bir yöntem önerdiğinizde alacağınız cevap bellidir: “Kırk yıllık ustalık var burada, sen mi öğreteceksin?” İnovasyon, tecrübeye yenilir; değişim fikri, “Biz hep böyle yaparız” diyerek reddedilir.
Bu direnç, sadece bireysel seviyede değil, toplumsal seviyede de karşımıza çıkar. Eğitimde, sağlıkta, sanayide yapay zeka uygulamaları yerine geleneksel yöntemlerin inadı sürdürülür. Çünkü yeniliğe açık olmak, hataları kabul etmeyi ve sorumluluğu üstlenmeyi gerektirir. Biz ise bu konfor alanından çıkmak istemeyiz.
Yapay zeka konusunda bu kadar geride kalmamızın bir başka sebebi, kendimizi fazlasıyla ciddiye almamızdır. İleri teknoloji projeleri hakkında konuşurken büyük laflar eder, ama iş uygulamaya gelince gerçeklerle yüzleşmek istemeyiz. Ve işin ironik yanı, bu trajik durumun bizi asla rahatsız etmemesidir. Her başarısızlık, yeni bir bahaneyle geçiştirilir; her hata, “Zaten biz böyle iyiyiz” diye savunulur.
Belki de yapay zeka alanındaki en büyük başarımız, chatbotları yanlış anlamak olurdu. “Selam bacım, nasılsın?” diye mesaj atılan bir yapay zeka asistanı hayal edin. İşte biz, teknolojiyi böyle komik durumlara düşürebilen bir toplumuz.
Sonuç olarak, Türkiye’nin yapay zeka serüveni, trajik olduğu kadar utandırıcı bir tablo sunuyor. Gelişmek isteyen bir toplumun değişime bu kadar direnirken, aynı zamanda ileri teknolojiyi konuşmakta bu kadar hevesli olması bir paradoks yaratıyor. Biz, yapay zekayı vitrinde sergilerken yatay zekamızla o vitrini süpürmeye devam ediyoruz. Belki de en büyük sorunumuz şu: Gerçekle yüzleşmek yerine, masallarla kendimizi avutmayı seçiyoruz.
Trajik mi? Evet. Utandırıcı mı? Fazlasıyla. Ama belki de bizim en büyük başarımız, bu başarısızlığa bile gülerek bakabilmek. Çünkü bizde inovasyonun bir adı daha vardır: “Hallederiz abi”

Yazının Devamı

"SAVAŞIN GÖLGESİNDE İNSANLIK, BARIŞIN GÖLGESİNDE HAYATLAR”

Düşünün ki, bu sabah, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuk, uyanmadan önce açlıktan son nefesini verdi. Bir kadın, bir sınır kapısında beklerken umudunu kaybetti. Bir baba, savaşın paramparça ettiği bir şehrin enkazında ailesini arıyor. İnsanlığın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor, ama biz çoğu zaman sadece kendi gökyüzümüze bakıyoruz.

Her yeni gün dünyada savaşların, krizlerin ve trajedilerin yol açtığı sessiz çığlıklar yankılanıyor ve her gün yeni bir güne uyanamadan sabahlar olmuyor. Suriye’de harabeye dönen kentler, Ukrayna’nın bombalarla kararan gökyüzü, Yemen’in açlıkla mücadele eden çocukları, İsrail’in Gazze Saldırıları, Dünya ülkeleri arasındaki siber savaşlar ve daha niceleri. Bu trajediler, insanlığın ortak acıları ama bir o kadar da unuttuğu hikâyeleri. Her biri bir insanlık sınavı, her biri bir utanç vesikası.

Türkiye ise bu hikâyelerin bir kavşak noktası. Güney sınırlarımızın hemen ötesinde, savaşın harladığı ateş hâlâ yanıyor. Milyonlarca mülteci, umutla yeni bir hayat ararken, toplumun büyük bir kısmı kendi sıkıntılarıyla boğuşuyor. Bir yanda yükselen hayat pahalılığı, diğer yanda artan işsizlik... Sessizce büyüyen öfke, insanlığımızı sınıyor

Niğde’de ise dünya çok uzaktaymış gibi bir sessizlik hâkim sadece cep telefonu ekranlarından ve televizyondan bu süreçleri takip eden ve sessiz kalan bir kitle hakim. Fakat bu sessizlik, o çığlıkların burada yankılanmadığı anlamına gelmiyor. Göç eden ailelerin gözlerindeki korku, işsiz bir gencin sessiz isyanı, geçim derdindeki bir esnafın derin iç çekişi... Bunlar savaş değil belki, ama trajedinin bir başka yüzü olarak Niğde’de karşımıza çıkıyor.

Geleceğimizin yok olma tehlikesi olan İklim krizi ise herkesin göz ardı ettiği bir başka savaş. Su için verilen mücadeleler, tarım arazilerinin yok olması, artan kuraklık... Doğanın sessiz çığlıkları, insanlığın sonunu getirecek belki de. Ama kimse duymuyor.

Bugün insanlık bir yol ayrımında. Ya bu çığlıkları duyacağız ve birlikte bir gelecek kuracağız ya da bu yangında hepimiz yanacağız. Umut etmek yetmez, harekete geçmek zorundayız. Çünkü bu dünya bizim, bu sessiz çığlıklar ise hepimizin sorumluluğu.



Yazının Devamı

Çocuklarımız Kime Emanet?

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠Yeni bir yıl, yeni umutlar… Her yeni başlangıç, çocuklarımızın geleceğine dair hayaller kurmak için bir vesile. Ancak bu umut dolu hayallerin tam ortasında karşımıza çıkan bazı haberler, yüreğimizi burkuyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı ile imzaladığı protokol, eğitim sistemimizin politik ideolojilere nasıl teslim edildiğini açıkça ortaya koyuyor.
Bu protokole göre, Ülkü Ocakları, MEB’e bağlı okullarda kurs açabilecek, etkinlik düzenleyebilecek ve yaygın eğitim faaliyetleri gerçekleştirebilecek. İl Milli Eğitim Müdürlükleri ise bu süreci denetlemekle yükümlü olacak. Kısacası, çocuklarımızın eğitim aldığı kurumlar, bir ideolojik teşkilatın faaliyet alanına dönüştürülecek. Bu gelişme, eğitimin tarafsızlığı ve bilimselliği konusunda zaten var olan kaygıları derinleştiriyor.
Eğitimin en temel amacı, bireylere eleştirel düşünme becerileri kazandırmak, bilimsel ve sanatsal bir bakış açısı geliştirmelerine olanak tanımaktır. Ancak Türkiye’nin eğitim sistemi, yıllardır süregelen ideolojik müdahalelerle evrensel değerlerden uzaklaşmış durumda. Cemaatler, tarikatlar ve şimdi de siyasi teşkilatlar, eğitim alanında etkinlik göstermeye başladı. Bu durum, çocuklarımızın özgürce düşünebilme ve sorgulayabilme yetilerini köreltebilir; çünkü ideolojik bir bakış açısına dayalı eğitim, bireylerin düşünce ufkunu daraltır ve onları eleştirel birer birey olmaktan alıkoyar.
Eğitimde ideolojilere yer olmamalıdır. Hangi görüşe dayanırsa dayansın, eğitim politik bir alana çekildiğinde, bireylerin özgür iradeleri yok sayılır. Oysa çocuklarımızın birer birey olarak yetişmesi, gelecekte güçlü bir toplumun temellerini atmamızın yegâne yoludur.
Çocuklar, toplumu şekillendiren en saf unsurlardır. Onların henüz gelişim çağında bir ideolojiye yönlendirilmesi, sadece bireysel gelişimlerine değil, aynı zamanda toplumsal barışa da zarar verecektir. Farklı ideolojilerle büyüyen bireyler, kutuplaşmış bir toplumun temelini atar. Oysa çocuklarımızın, hangi görüşe sahip olursa olsun, hiçbir politik ideolojinin parçası haline getirilmemesi gerekir. Eğitim kurumlarının, bilimsel bilgi ve evrensel değerlerle donatılmış bir nesil yetiştirmesi temel hedef olmalıdır.
Bugün yaşananlar, çocuklarımızın tarafsız bir eğitim alması gerektiği konusundaki inancımızı bir kez daha hatırlatıyor. Ancak bu inanç, hayata geçirilmeyen politikalar ve ideolojik müdahalelerle sürekli zedeleniyor.
Protokolde, Ülkü Ocakları’nın faaliyetlerinin İl Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından denetleneceği belirtiliyor. Ancak daha önceki örneklerden biliyoruz ki bu tür denetimler genellikle formalite düzeyinde kalıyor. Gerçek anlamda bir denetim mekanizması kurulmadığı sürece, bu faaliyetlerin tarafsız ve bilimsel bir zeminde yürütüleceği konusunda güven duymamız mümkün değil.
Düzenlenecek etkinliklerin içeriği ne olacak? Çocuklarımıza ne tür bilgiler verilecek? Bu bilgiler hangi denetim süreçlerinden geçecek? Tüm bu soruların yanıtları hâlâ belirsizliğini koruyor. Eğitimde şeffaflık ve hesap verebilirlik sağlanmadan, bu tür adımlar çocuklarımızın geleceği için ciddi bir tehdit oluşturmaya devam edecek.
Türkiye’nin eğitim sistemi, yıllardır farklı ideolojik ve siyasi müdahalelere maruz kaldı. Cemaatler ve tarikatların eğitim alanındaki etkileri, geçmişte toplumun birçok kesiminde rahatsızlık yaratmıştı. Şimdi ise bir siyasi teşkilatın, eğitim politikalarının bir parçası haline getirilmesi, geleceğimizi daha da belirsiz bir noktaya taşıyor.

Eğitim, toplumun geleceğini inşa eden bir araçtır. Bu nedenle bilimsel, tarafsız ve evrensel bir anlayışla şekillendirilmelidir. Milli Eğitim Bakanlığı, protokollerle değil, nitelikli ve sürdürülebilir eğitim reformlarıyla gündeme gelmelidir. Çocuklarımızı kutuplaşmış bir geleceğe değil, birlik ve beraberlik içinde yaşayacakları bir dünyaya hazırlamalıyız.
Veliler, öğretmenler ve toplumun tüm kesimleri, bu konuda sorumluluk almalıdır. Çocuklarımızın ideolojik çatışmaların bir parçası yapılmaması için sesimizi yükseltmeliyiz. Çocuklarımızın geleceğini korumak, sadece bireysel bir sorumluluk değil, toplumsal bir görevdir. Eğitim politikaları, siyasi ve ideolojik kaygılardan arındırılmalı; bilim, sanat ve evrensel değerler üzerine inşa edilmelidir.
Unutmayalım, eğitim geleceğimizdir. Ve geleceğimizi ideolojilere teslim edemeyiz. Geleceğe umutla bakabilmek için çocuklarımızı, hak ettikleri nitelikli ve tarafsız eğitimle buluşturmalıyız. Ancak o zaman yeni yıllar, gerçek anlamda yeni umutlar getirebilir.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans