yandex
Bir Tesadüf Değil: Emre Aydın'ın Şarkılarıyla Kesişen Hayatım | Çağlar Tuncer | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    38,4964
    %0,04
  • EURO
    43,6388
    %-0,10
  • G. Altın
    4.017,62
    %-1,28
  • Ç. Altın
    6.629,81
    %0,00
  • BIST
    9.225
    -1.59
  • BITCOIN
    94,840.771
    0.19
  • ETHEREUM
    1,809.216
    0
  • DOLAR
    38,4964
    %0,04
  • EURO
    43,6388
    %-0,10
  • G. Altın
    4.017,62
    %-1,28
  • Ç. Altın
    6.629,81
    %0,00
  • BIST
    9.225
    -1.59
  • BITCOIN
    94,840.771
    0.19
  • ETHEREUM
    1,809.216
    0
Çağlar Tuncer

Bir Tesadüf Değil: Emre Aydın'ın Şarkılarıyla Kesişen Hayatım

: 28-04-2025

Hayatın bazı dönemleri vardır, müzikle hatırlarsın. Bir şarkı başlar ve sen, yıllar önce bıraktığın bir anının içine düşersin. Hafızana değil, ruhuna kazınmıştır. İşte benim için bu şarkılar, bu anlar hep Emre Aydın’la kesişti. Ve bu kesişmeler asla tesadüf değildi.

Sene 2000. Yer İzmir Bornova Küçükpark. Gençliğin tam ortasında, hayatın bütün heyecanı üzerimizdeyken, müziğin gücüyle yeniden ve yeniden şekillendiğimiz bir dönem. O zamanlar Bornova’da BERI Bar vardı. Herkesin yolu bir kez de olsa oraya düşerdi. Sahnesi samimiydi, kalabalığın içindeki yalnızlık bile orada daha anlamlı olurdu. Ve işte o sahnede ilk kez Emre Aydın’ı dinledim. Henüz 6. Cadde dönemiydi. Emre sahnede öyle bir şey yapıyordu ki, sadece şarkı söylemiyordu; bizi, her birimizi anlatıyordu. O gece, onun sesine karışan sessizliğimle ilk defa tanıştım. İçimde bir şeyler değişmişti.

Sonra hayat, beni İzmir'den aldı ve Kıbrıs'a savurdu. Bir başka ada, bir başka yalnızlık, bir başka keşif... Üniversite hayatım Girne Amerikan Üniversitesi’nde geçti. Arkadaşlıklar, başarılar, mücadeleler… Her şeyin çok hızlı yaşandığı ama bir o kadar da derin izler bıraktığı yıllardı. Ve yıl 2008. Mezuniyet gecesi… Yer Jasmine Court Otel. Sahneye kim çıktı dersiniz? Yine Emre Aydın. O an anladım ki bazı sesler, bazı insanlar sadece kulağınıza değil, kaderinize de işleniyor. İzmir’de başlayan o bağ, Kıbrıs’ta yeniden kuruldu.

Yıllar geçti. Herkes kendi yolunu çizerken, ben de hayatın beni götürdüğü yerlerde kendi ayak izlerimi bırakmaya devam ettim. Ve bu defa rotam Antalya oldu. Konyaaltı’nda, Mimoza Evleri’nde bir hayat kurarken içimde hala İzmir’in telaşı, Kıbrıs’ın sessizliği vardı. Yıl 2020. Pandeminin gölgesinde, içe dönük zamanlar yaşıyorduk. İnsan kendine en çok o zaman dönüyor ya… İşte yine Emre Aydın vardı yanımda. Bu kez “Soğuk Odalar” çalıyordu kulaklarımda. O şarkının sözleri, hayatımın sessizliğine tercümandı. Her dizesinde bir hatıram, her notasında bir suskunluğum vardı.

"Soğuk Odalar", Gülden Mutlu'nun kaleminden çıkmış, Emre Aydın’ın sesiyle hayat bulmuştu. Ama o hayat bir şekilde benimkine de dokunmuştu. Belki de bu yüzden bu şarkı, sıradan bir hit değil; geçmişimle aramdaki duygusal bir köprüydü. Emre Aydın'ın müziği, hayatımın dönüm noktalarında hep bir pusula oldu. Ne zaman kaybolsam, bir şarkısı bana yol gösterdi. Ne zaman yalnız kalsam, o sesi içimde yankılandı.

İşin garibi, tüm bu kesişmeler “tesadüf” gibi görünse de, zamanla anladım ki aslında değilmiş. Her bir an, her bir karşılaşma, hayatın bana yazdığı özel bir senaryonun sahneleriydi. Emre Aydın’ın şarkıları, bu senaryonun arka fonuydu. Sadece bir sanatçının müziği değildi benim için; geçmişimin, yaşanmışlıklarımın, hatalarımın ve pişmanlıklarımın melodisiydi.

Bugün dönüp baktığımda, İzmir’den Kıbrıs’a, Kıbrıs’tan Antalya’ya uzanan bu hayat yolculuğumda, bazı isimlerin izini silmek mümkün değil. Ve o izlerden en derini, Emre Aydın’ın sesiyle kazındı içime. Onun sayesinde kendimi anladım, duygularımı tanıdım, hatta bazı geceler ağlamaktan çekinmedim.

Ve şimdi bu köşe yazısını kaleme alırken, kulaklarımda yine bir Emre Aydın şarkısı çalıyor. Belki “Bu Kez Anladım”, belki “Kim Dokunduysa Sana”, belki de yine “Soğuk Odalar”... Her ne olursa olsun, ben hâlâ o sesin izinden gitmeye devam ediyorum. Çünkü bazı sesler vardır, insanın ruhuna bir kere dokundu mu, bir daha asla çıkmaz.





"Bir Sen Var Senden İçeri" “Biyografinin Kalbinden": Dördüncü Işık Bir Kadının İçsel Gözbebeği: Sinem Aksoy Gökgöz Hikayesi

Bazen bir insanla tanışmazsınız... Onu fark edersiniz. Bir kalabalığın içinde değil, kalbinizin kıyısında durur. Ne bir tesadüf, ne de planlanmış bir buluşma... Belki bir sabah Dede Stüdyo’da başlar ilk konuşmanız, belki bir akşamüstü Niğde’nin taş sokaklarında, bir selamla tanışır yollarınız. İşte öyle biri Sinem Aksoy Gökgöz.

Bankacı. Yazar. Kişisel Gelişim Uzmanı. Koç. Ama en çok da “bir kalbe huzur verirsen, o sana dünyaları vermez mi?” diyen bir yürek

Bir gün, zaman Nisan 2025 'te bir gece, üçüncü yazımın son cümlesini bitirirken Emre Aydın'ın kelimelerinde kaybolmuştum. Kalemi masaya bıraktığımda, bir şeylerin içimde hâlâ devam ettiğini hissettim. “Evini aydınlığa kesecek yolların hikâyesi” olarak tarif ettiğim o yazı, aslında bir geçişti. Işığa açılan bir kapıydı. Ama o kapının ardında başka bir ışık vardı; başka bir dinginlik, başka bir içtenlik…

Ve o içtenliğin adıydı: Sinem Aksoy Gökgöz.... O gece kaleme üçüncü yazımın içselliğini bitirdiğim an kaleme aldığım hikaye o an başladı..ve kaleme dökmeye başladığım  yazının hikayesi bugün son buldu.. 

Tanışma Anı::: 2 Aralık saat 10;38 

Yer: Sosyal Medya instagram

Bu köşedeki dördüncü adımımda, ilk kez bir kadın biyografisini yazmanın heyecanını yaşıyorum. Üstelik sadece bir kadını değil; bir duruşu, bir hissi, bir çağrıyı yazıyorum.

Niğde’de yaşayan bir kadın olarak, Sinem Hanım kendine ait bir evren kurmuş gibi. Bu evrenin içinde geçmişin tortuları, bugünün sadeliği ve yarının umudu var.

Sinem Aksoy Gökgöz ile tanışmak, insanı kendinle yüzleştiren bir şey. Çünkü o, aynalara bakmayı bilen biri. Hem mecaz anlamda hem de gerçek anlamda.

Kaleme aldığı kitabı “Aynadaki Diğer Yüzün” bunu fazlasıyla kanıtlıyor zaten. Öyle yüzeysel bir kişisel gelişim anlatısı değil onunki. Daha çok, “içine dönen bir çocuğun yıllar sonra kendini affetmesi” gibi.

Bir kadının hem geçmişini, hem ruhunu, hem de hayata olan duruşunu sessiz ama güçlü bir sesle anlatması gibi…

Onunla ilgili yazarken Adana’yı anmadan olmaz. Çünkü geldiği şehir, getirdiği yürekle bağlantılı. Adana’nın kavurucu sıcağında pişmiş bir sabır, bir direnç, bir içtenlik taşıyor.

Ama geldiği şehir kadar, Niğde’ye kattığı değer de apayrı bir konu. Onu tanıyan herkes, onun Niğde’de farkındalık yarattığını bilir.

Kimi zaman sosyal medyada verdiği mesajlarla, kimi zaman bir atölyede çocuklara anlattığı sevgiyle, kimi zaman bir cümlesiyle hayatlara dokunur.


Bu köşe yazım, Niğde Anadolu Haber’de biyografi köşemin dördüncü yazısı.

İlkinde bu yolculuğun neye niyet ettiğini yazmıştım.

İkincisi, çocukluk gülüşlerinde saklı kalmış bir palyaçonun içsel fırtınalarını anlatıyordu.

Üçüncüsü, Emre Aydın şarkılarını fon yapan karanlıktan aydınlığa bir geçişti.

Ve şimdi… Sinem Aksoy Gökgöz, o aydınlığın içinden doğan sessiz bir yıldız gibi düşüyor bu sayfalara.

Onun sesi yüksek değil, ama sözü derindir.

Çünkü o, insanlara “iyi kalmayı” hatırlatıyor. “Doğal kalmayı”, “kendin olmayı”, “olduğun gibi sevilmeyi” fısıldıyor.

Kalabalıkların arasında kaybolmuş nice ruh için, sosyal medyanın gürültüsüne rağmen bir dinginlik sunuyor.

İşte bu yüzden onun biyografisini yazmak benim için yalnızca bir görev değil; bir içsel teşekkürdür.

Gümüşler Kütüphanesi’nde yaptığı bir etkinlik gitmesem de kalemimle habere döküldü.. Hâlâ aklımda Gümüşler Kütüphanesi.. Niye mi Çünkü ben Eskigümüşlüyüm Dedelerimden... 


Etkinlik haberini ise Sinem Aksoy Gökgöz'ün sözlerinden ilham alarak yazmıştım... 

“İnsanın aynaya bakabilmesi için önce içinin dağınıklığını toplaması gerekir.”

Bu, bir öğretinin değil; yaşanmış bir hayatın cümlesiydi.

Belki de onun aynadaki diğer yüzü, bizim kendimize uzun süredir söyleyemediğimiz şeylerin sesi…


Ve şimdi buradan seslenmek istiyorum:

Ey Niğde’nin göğsünde umutla yürüyen kadınlar, gençler, çocuklar…

Bu sayfalarda Sinem Aksoy Gökgöz’ün hikâyesiyle tanışın.

Çünkü bu bir başarı hikâyesi değil, bir farkındalık çağrısı.

İnsanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi hatırlatan bir hikâye:

İyi kalabilmek.


Ve eğer bir kusurum olduysa, onu anlatırken eksik ya da fazla bir kelimeye yer verdiysem, affola.

Ama her zaman sevgiyle…

Ve gökyüzü gibi sonsuz…

Yazının Devamı

Bir Palyaçonun Kalbinden Geçenler

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠19 Yaşında Hayata Tutunan Bir Gencin Hikayesi
Ve ilk para kazanmanın verdiği mutluluğu bir palyaço kıyafetinin ardında yaşadınız mı hiç? Ben yaşadım. Evet, bu bir hikâye… İzmir’de, 1999 yılında başlayan ve rengârenk bir gülümsemenin ardında kocaman bir yalnızlığı, umudu ve azmi barındıran bir hikâye.
Henüz 19 yaşındaydım. Anadolu'nun yürek yakan sessizliğinden Ege'nin kalabalık sokaklarına uzanmıştım. Kimsesizliğin ne olduğunu bilen, çocukluğunda gülücüklerini para etmeye çalışan bir çocuktum ben. Ama o yıl, içimdeki çocuğu ilk kez sahneye çıkardım. Evet, palyaço oldum. Hem de kocaman bir palyaço ordusunun kurucusu olarak.
İzmir’de sokaklar kalabalıktı, ama kalpler... İşte onlar hâlâ yalnızdı. O kalplere dokunmak için yüzüme boya sürdüm, kocaman ayakkabılar giydim, saçlarımı rengârenk yaptım. Her çocuk kahkahasında kendimi yeniden buldum. Çünkü onlar güldükçe, ben de geçmişimin acılarını biraz daha gömüyordum içime.
Daha yolun başında, ne hayattan ne de geleceğimden emin değildim. Ama bir şey biliyordum; insanlar mutlu olmayı unutmuştu. Ben unutmadım. Unutamadım. Çünkü içimde hâlâ gülmek isteyen bir çocuk vardı. Belki de o çocuğun hayata tutunma şekliydi bu. Sahte burunlar, büyük gülüşler, rengârenk balonlar...
Palyaçoluk benim için sadece bir iş değildi. İlk paramı kazandığım o gün, mutluluğun da satın alınabileceğine inanmıştım. Ama sonra anladım ki; asıl olan, verdiğin mutluluğun değeri. O yüzden İzmir’in parklarında, anaokullarında, doğum günlerinde çocuklarla birlikte gülüp oynarken ben sadece para kazanmıyordum. Hayata meydan okuyordum. Hem de 19 yaşında.
İzmir’de kurduğum palyaço ordusu, yalnızca çocukları eğlendirmek için değildi. O ordu, umudun ordusuydu. Anadolu’dan çıkıp gelen bir gencin hayal kurabileceğini, inandığında başarabileceğini, gülüşlerin hayat kurtarabileceğini gösteren bir ordu.
Ve ben... O çocuğu asla kaybetmedim içimde. Her şarkıda oynayan, her gözyaşını gülüşe dönüştüren bir çocuk kaldım. Çünkü ben mutluluğu gösteren ama içinde burukluğu saklayan bir palyaçoydum. Sadece kendim için değil, herkes için...
Bazen insanlar beni sahnede gördüğünde ne kadar enerjik, ne kadar hayat dolu olduğumu söylediler. Oysa bilselerdi, her gösterinin ardından kuliste nasıl sessizce çöktüğümü… Her kahkahanın ardından gelen içsel fırtınaları… Ama işte, bazen en güzel gülüşleri, en derin acılar doğurur. Ve en güzel şarkılar, en sessiz haykırışlardan çıkar.
İşte bu yüzden bu hikâye sadece bir işin, bir mesleğin hikâyesi değil. Bu, Anadolu'dan gelip İzmir'de bir gencin hayalleriyle savaşmasının; yüzünü boyayıp duygularını gizlemesinin; kendini unutturup başkalarını güldürmesinin hikâyesi...
Evet, ben bir palyaçoydum. Ama aynı zamanda bir umut işçisiydim. Gönüllere dokunmanın, çocukların gözlerine yeniden ışık katmanın, ailelerin bir gün olsun dertlerini unutmasının ne demek olduğunu 19 yaşımda öğrendim.
Ve şimdi dönüp baktığımda o renkli kostümün içinde, en sade halimi görüyorum. Maskelerin ardında saklanmış bir hayat değil bu, maskeyle kendini bulan bir hayat. Çocuklar beni güldü sandı, oysa ben onları hayata güldürdüm.
Her insanın içinde bir çocuk vardır, kimi onu saklar, kimi kaybeder. Ama ben onu korudum. Çünkü o çocuk benim hayalimdi, gücümü veren yoldaşımdı. Ve o çocuk sayesinde ben, 19 yaşında hayata tutundum.
Bugün geriye dönüp baktığımda, bir palyaço olarak başladığım o yolculukta, yüzlerce değil binlerce yüreğe dokunduğumu biliyorum. Ve evet, ilk paramı palyaçolukla kazandım. Ama asıl kazancım, sevgiyle dolu o küçük kalplerdi.

Yazının Devamı

Köşeme Hoş Geldiniz: Biyografilerle Var Olmak…

Hayat bir yolculuk…

Bazen eski bir şarkıda, bazen tozlu bir fotoğrafta, bazen de bir bakışta saklı duran izlerle hatırlarız onu. Kimimiz iz bırakır geçeriz, kimimiz içimize işleriz ve kalıcı oluruz. Şimdi, bu izleri satırlara dökme zamanı…

Ve artık…

Bu köşe biyografilerle buluşacak.

Ben de artık biyografilerimle sizlerle olacağım.

Anadolu Haber Gazetesinde başlattığım bu özel köşe; sadece hayatların değil, anıların, başarıların, hüzünlerin ve ilham veren duruşların da bir vitrini olacak. Kalemime dokunan her hikâye, belki sizin kalbinize de dokunur diye…

Geçmişten bugüne, gelecekten geçmişe uzanacağım. Yaşanmışlıklarımdan süzülenleri, hafızamda yer etmiş kişileri, bana bir şeyler öğretmiş, hayatıma anlam katmış insanları anlatacağım. Onların hikâyelerinde belki kendimizi bulacağız.

Niğde’den başlayacak bu yolculuk…

Oradan Türkiye’ye, Türkiye’den tüm dünyaya uzanacak.

Kimi zaman bir köyde doğmuş bir efsanenin izini süreceğiz, kimi zaman bir metropolün kalabalığında kaybolmuş bir değeri gün yüzüne çıkaracağız. Tüm dünyaya açılan bir pencere olacak bu köşe… Sanattan bilime, spordan kültüre, magazinden teknolojiye, nostaljiden geleceğe uzanacak bir anlatı diliyle…

Çünkü bu köşe;

bir biyografi köşesinden fazlası…

Bir zaman yolculuğu, bir gönül köprüsü, bir vefa durağı…

Biyografilerle hatırlayacağız, bazen unuttuğumuzu sandığımız duyguları.

Satır aralarında bir anne kokusu, bir eski dost selamı, bir çocukluk hayali saklı olacak.

Bu köşede artık biyografilerle sizlerle olacağım.

Ve her hafta, iz bırakan bir hayat hikâyesiyle buluşacağız.

Bazen çok tanınmış bir isim olacak karşınızda, bazen ise hiç tanımadığınız ama tanıdık gelen bir hayat…

Ben yazacağım, siz okuyacaksınız…

Ve biz, bu hikâyelerle birbirimize daha çok yaklaşacağız.


Sevgiyle, saygıyla, tutkuyla…

Yazının Devamı

102.YILDA NİĞDE'DEN ANKARA'YA GERÇEKLER NE KADAR ULAŞIYOR?

Cumhuriyetin 102 yıllık tarihi, Türkiye'nin toplumsal ve politik evrimini yansıtan, inişli çıkışlı bir yolculuk olmuştur. Bu yazı, hem gurur duyduğumuz kazanımları hem de karşılaştığımız zorlukları bir arada ele alarak, Cumhuriyetin gerçek potansiyelini ortaya koyma gerekliliğini vurgulamaktadır.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki reformlar, özellikle laik eğitim ve hukuk alanındaki yenilikler, ülkenin modernleşme çabalarını simgeliyor. Ancak, bu süreç, çoğunlukla tek partili bir yapının baskıcı atmosferiyle şekillenmiş ve farklı seslerin duyulması sınırlı kalmıştır. Demokratikleşme yönünde atılan adımlar, özellikle çok partili hayata geçiş, heyecan verici bir gelişme olsa da, siyasi istikrarsızlıklar ve askeri müdahalelerle gölgelendi.

1980’ler ve sonrasında Türkiye, küreselleşme rüzgârlarından etkilenerek ekonomik kalkınma fırsatları yaratmaya çalıştı. Ancak, bu dönemde de toplumsal sorunlar ve iç çatışmalar, ülkenin kalkınma potansiyelini sınırladı. Kürt sorunu gibi yapısal meselelerin çözülememesi, Türkiye’nin büyüme yolunda karşılaştığı önemli engellerden biriydi.

2000’li yıllarda, ekonomik reformlar ve siyasi istikrar umut verici bir dönemi işaret etse de, son yıllarda yaşanan kutuplaşmalar, basın özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü konularında yaşanan gerilemeler, Cumhuriyetin temelleri üzerine ciddi soru işaretleri oluşturdu. Demokrasi ve özgürlüklerin tehdit altında olması, ülkenin geleceği için bir kırılma noktasını işaret ediyor.

Teknolojik gelişmeler, özellikle yapay zeka gibi alanlarda Türkiye’nin küresel dönüşümdeki rolünü güçlendirebilir. Ancak bu ilerlemenin demokratik değerlerle uyumlu şekilde mi yoksa otoriter eğilimleri besleyecek biçimde mi şekilleneceği, önemli bir soru olarak kalıyor. Toplumsal adalet ve eşitlik, bu değişim süreçlerinde göz ardı edilmemelidir.

Bugün, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunlar – işsizlik, eğitimdeki eşitsizlikler, çevresel sorunlar – her ne kadar yüzeydeki popüler gündemlerden uzak kalmış gibi görünse de, bunlar ulusun geleceğini belirleyecek temel meselelerdir. Bu sorunlara duyarsız kalmamak, hem Cumhuriyetin hem de demokrasinin güçlü bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için önemlidir.

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin 102 yıllık geçmişi, sayısız zafer ve dersle şekillenmiş bir hikayedir. Geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemek için, muhalif sesleri susturmak yerine dinlemeli, farklı görüşleri bir arada yaşatmalı ve hukukun üstünlüğünü her koşulda korumalıyız. Ancak bu şekilde Cumhuriyetin gerçek potansiyelini ortaya çıkarabiliriz. Niğde'nin sakinliğinde yankılanan bu ses, tüm Türkiye için önemlidir.

Yazının Devamı

Boykot: Halkın Gücü mü, Algı Oyunu mu?

Son günlerde ülke gündemini sarsan boykot çağrıları, halkın tüketim gücüyle siyaseti ve ekonomiyi şekillendirme çabası olarak karşımıza çıkıyor. Ancak burada kritik bir soru var: Bu boykotlar gerçekten bir sonuç doğuruyor mu, yoksa yalnızca tepkisel bir boşalma olarak mı kalıyor? Daha da önemlisi, siyasi iktidarlar ya da muhalefet bu boykotları halkın öfkesini yönlendirmek için mi kullanıyor?

Öncelikle, bir boykotun başarılı olması için geniş bir katılım, kararlılık ve alternatif çözümler gereklidir. Türkiye'de ise genellikle duygusal reflekslerle iktidar ve muhalefet tarafından başlatılan boykotlar kısa sürede etkisini kaybediyor. Halk, ekonomik krizin içinde hayatta kalmaya çalışırken, gerçek sorunların üstü boykot kampanyalarıyla örtülüyor. Her gün temel ihtiyaçlarına bile erişmekte zorlanan vatandaş, sosyal medyada pompalanan duygusal çağrılarla yönlendirilip gerçekte kimlerin sorumlu olduğunu sorgulamaktan uzaklaştırılıyor.

Kimi boykotlar yanlış hedefleri vuruyor. Ülkemizde faaliyet gösteren yabancı menşeli firmaların büyük bir kısmı, burada üretim yaparak binlerce kişiye istihdam sağlıyor. Bu firmaların zarar görmesi, aslında yerli işçilerin ve tedarikçilerin de zarar görmesi anlamına geliyor. Ayrıca, boykot çağrıları bazen öylesine popülist ve denetimsiz bir şekilde yapılıyor ki, insanlar gerçekten neyi neden boykot ettiğini bile anlamıyor. Bir süre sonra aynı ürünü tekrar alıp kullanmaya devam eden tüketiciler, eylemin ciddiyetini gölgeliyor. Ama belki de tam da istenen budur: Halkın dikkati gerçek sorundan saptırılarak, kontrol edilebilir bir öfke kanalı yaratmak.

Öte yandan, bazı boykotlar ise oldukça haklı gerekçelere dayanıyor. Örneğin, tüketici haklarını ihlal eden, etik dışı üretim süreçleri kullanan veya açıkça toplumsal değerlere zarar veren firmalara karşı yapılan bilinçli boykotlar, hem farkındalık yaratıyor hem de uzun vadede bu firmaları politikalarını gözden geçirmeye zorluyor. Ancak mesele şu ki, boykotları yalnızca vatandaşlar mı yapıyor? Devletin, siyasi iktidarın ya da muhalefetin zaman zaman ekonomik yaptırımlarla veya siyasi nedenlerle belirli kesimleri ekonomik olarak cezalandırdığı unutulmamalıdır.

Boykotun tek başına yeterli olup olmadığı da sorgulanmalı. Türkiye’de tüketicilerin gücü, organize edilmeden ve süreklilik sağlanmadan, bir markayı ya da ürünü köşeye sıkıştırmaya yetmiyor. Halkın ekonomik durumunun kötüye gittiği bir dönemde, boykot edilen ürünlerin yerine konulacak alternatiflerin olup olmaması da önemli bir soru işareti. Eğer temel ihtiyaçlara yönelik bir boykot yapılıyorsa ve tüketicilerin alternatif ürünlere ulaşımı zor veya daha pahalıysa, boykot kısa sürede etkisini yitiriyor. Bunun yanı sıra, devletin kendi yanlış ekonomik politikaları sonucunda doğan zamlar ve krizler, boykot söylemiyle maskeleniyor.

Daha geniş bir açıdan bakarsak, boykotun asıl sebebi hükümetin, muhalefetin ve büyük sermaye gruplarının tüketicilere dayattığı ekonomik sistemdir. Halkın alım gücü düşerken, vergiler artarken, zam üstüne zam gelirken boykot ne kadar anlamlı olabilir? Market raflarında her gün değişen fiyatlarla mücadele etmeye çalışan vatandaş için bir ürünü boykot etmek, yerini daha pahalı bir alternatife bırakıyorsa, bu ne kadar sürdürülebilir? Asıl sorgulanması gereken, halkın neden bu kadar pahalı ürünlere mahkûm edildiğidir. Üretim yerine ithalatı teşvik eden ekonomik politikalar, sanayinin çöküşü, tarımın bitirilmesi gibi büyük sorunlar dururken, boykot yalnızca bir göz boyamadan ibaret kalıyor.

Türkiye’de iktidar, halkın ekonomik sıkıntılarını unutturmak için zaman zaman boykotları da bir araç olarak kullanıyor. Bir kesime yönlendirilen öfke, aslında sorunun kaynağı olan ekonomik politikaları tartışmaktan uzaklaştırıyor. Kendi kendine yeten bir ülke iken bugün ithalata bağımlı hale gelmemizin, tarımda ve sanayide gerilememizin sorumlusu kimdir? Büyük şirketleri suçlamak kolaydır ama devletin ekonomik politikalarını göz ardı ederek yapılan boykotlar, asıl meseleleri çözmez. Siyasi iktidar, dış güçler söylemiyle her krizden kendini aklamaya çalışırken, halkı suni düşmanlara yönlendirerek asıl sorumluluğu üstlenmemeye devam ediyor.

Bunun yerine, daha bilinçli bir tüketim modeli benimsenmesi gerekiyor. Sadece anlık tepki vermek yerine, uzun vadeli bir strateji geliştirilmelidir. Yerli ve etik üreticiler desteklenmeli, tüketiciler bilinçlendirilerek boykotun yalnızca duygusal değil, mantıklı bir temele dayanması sağlanmalıdır. Aynı zamanda, boykot edilen firmalara alternatif çözümler sunulmalı ve hukuki yollarla baskı oluşturulmalıdır.

Boykot bir güçtür, ancak bilinçli kullanıldığında etkili olur. Aksi takdirde, öfkemizi kısa süreli bir eyleme dönüştürüp sonra kaldığımız yerden devam etmekten öteye geçemeyiz. Eğer gerçekten bir değişim istiyorsak, sadece boykot çağrıları yapmak değil, bilinçli tüketim alışkanlıkları geliştirmek, yerli üretimi teşvik etmek ve devletin ekonomik politikalarını sorgulamak zorundayız. Ancak bu şekilde, tüketici olarak gerçek anlamda bir değişim yaratabiliriz ve iktidar ile muhalefetin bizi istediği yöne çekmesine engel olabiliriz.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans