yandex
MEHMET EMİN ERİŞİRGİL | Sedat Çağlar | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    38,8135
    %-0,09
  • EURO
    44,1180
    %0,26
  • G. Altın
    4.172,95
    %0,74
  • Ç. Altın
    6.662,82
    %0,00
  • BIST
    9.494
    0
  • BITCOIN
    110,544.215
    0.62
  • ETHEREUM
    2,594.552
    0.81
  • DOLAR
    38,8135
    %-0,09
  • EURO
    44,1180
    %0,26
  • G. Altın
    4.172,95
    %0,74
  • Ç. Altın
    6.662,82
    %0,00
  • BIST
    9.494
    0
  • BITCOIN
    110,544.215
    0.62
  • ETHEREUM
    2,594.552
    0.81
Sedat Çağlar

MEHMET EMİN ERİŞİRGİL

: 18-03-2025

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠

(Mehmet Emin Erişirgil)

(1891 – 1965)

Mehmet Emin Erişirgil Niğdeli bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmiş ve yapmış olduğu çalışmalar ile ülkemizin ortak bir değeri olmuştur.  Osmanlının son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş yıllarında imkânsızlıklar ve yokluklar içerisinde başarıya ulaşılabilmenin kanıtı haline gelmiştir. Mehmet Emin Erişirgil devlet ve siyaset adamı olmasının yanı sıra felsefeci, eğitimci ve akademisyen kimliği olarak da önümüze çıkmaktadır.

            Mehmet Emin Erişirgil Niğdeli bir ailenin ferdi olarak İstanbul’da 1891 senesinde doğmuştur. Babasının adı Mustafa Dilaver Bey, annesinin ismi ise Hatice Nesibe’dir. Babası Niğde’de Tahrirat Kâtipliği (Kaymakamlık Yazı İşleri Memurluğu) ve Rüştiye Mektebi Muallimliği (Orta Öğretim Okulu Öğretmenliği) yaptıktan sonra İstanbul’a yerleşmiştir. İstanbul’a yerleştikten sonra Adliye Nezareti istintak dairesi kâtip ve mümeyyizliği (Soru Hâkimi Memurluğu) görevlerinde bulunmuştur. Mehmet Emin Erişirgil ilköğrenimini Beşiktaş Sıbyan Mektebinde görmüştür. Ortaöğrenimini ise Fatih Rüştiyesinde tamamlamıştır. Mercan İdadisinde ise lise tahsilini birincilik derecesiyle tamamlamıştır. Lise öğreniminden sonra Mülkiye’ye girerek derece ile mezun olmuştur. Mülkiye’den mezun olduktan sonra 1911 senesinde Orman ve Ziraat Nezareti Baytar Dairesinde, daire kâtibi olarak çalıştı. Bu kurumda Millî şairimiz İstiklal Marşının yazarı Mehmet Akif Ersoy ile birlikte çalışmıştır.

…1912’de felsefe ve psikoloji dersleri vermeye başladı. 1914’te İstanbul Sultanisi felsefe muallimliğine ek olarak Kabataş, Davutpaşa ve Vefa Sultanilerinde felsefe muallimliklerinde bulundu. Daha sonra Evkaf Nezâreti Kalem-i Mahsûs Mümeyyizliği’ne getirildi. 1915’te Kadıköy Numune Mektebi Müdürlüğü’ne terfi etti. Aynı yıl, Maarif Nazırı Şükrü Bey’in isteği ile Darülfünun’a felsefe müderris muavini (doçent) olarak geçti (Kaya 2010:137). 

1918’de felsefe tarihi müderrisliğine terfi etti. Felsefe kürsüsü başkanlığı ve Mütareke Döneminde Edebiyat Fakültesi müdürlüğü yaptı. 1919 Aralık ayında yapılan seçimlerle Niğde mebusu olarak 12 Ocak-18 Mart 1920 tarihlerinde faaliyet gösteren son Meclis-i Mebusan’a girdi. Meclisin kapanması üzerine Darülfünundaki görevine döndü. 1926’da Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığı’na getirildi. 1928’de kurulan ve Latin alfabesine geçişin alt yapısını hazırlamakla görevlendirilen Dil Encümeni’nde üye olarak çalıştı. Daha sonraki yıllarda Maarif Vekâleti Müsteşarlığı, İstanbul Maarif Müdürlüğü, Yüksek Muallim Mektebi Müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1936’da Mülkiye Mektebi Müdürü ve Sosyoloji, İktisadi Doktrinler Tarihi Profesörü oldu ve 1942’ye kadar bu görevde kaldı. Bu görevi sırasında 1939-1942’de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi dekan vekilliği görevini de yürüttü. 1942’de Zonguldak milletvekili olarak meclise girdi. 2. Hasan Saka kabinesinde Gümrük ve Tekel Bakanı, 1949’da Şemsettin Günaltay kabinesinde İçişleri Bakanı oldu  (https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/erisirgil-mehmet-emin).

Mehmet Emin Erişirgil memleketi olan Niğde’den milletvekili seçilerek 12 Ocak - 18 Mart 1920 tarihlerinde faaliyet gösteren son Osmanlı Devleti Meclisi olan Meclis-i Meb’ûsan’da görev aldı. Mehmet Emin Erişirgil ’in tarihe geçecek olan görevlerinin başında Yeni Türk Alfabesinin düzenlenmesi ile görevlendirilen beş kişiden biri olması gösterilecektir.

Mehmet Emin Erişirgil felsefe alanında, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e kadar uzanan süreçte gerek eserleri gerekse üstlendiği görevlerle önemli bir isim olmuştur. Siyasal ve entelektüel açıdan oldukça hareketli geçen bu dönemde Erişirgil’in felsefî yaklaşımında birtakım değişiklikler meydana geldiyse de genelde onun Türkiye’de bir felsefe kültürünün oluşması ve yaygınlaşması hususunda çaba gösterdiğini söylemek mümkündür. Bu doğrultuda verdiği derslerle, kitap ve makaleleriyle hem Türkçe bir felsefe literatürünün oluşmasına hem de Türkçe’nin felsefe dili olarak gelişimine önemli katkılarda bulunmuş, felsefenin bir “Cevaplar Bütünü” olmaktan ziyade ezelî-ebedî “Sorular Bütünü” olduğunu vurgulayıp bu sorularla uğraşmanın insan zihninin gelişmesi açısından gerekliliğini savunmuştur.

Bilimin çeşitli dallarındaki hızlı gelişmeler neticesinde ortaya çıkan pozitivist, materyalist, natüralist, evrimci, katı determinist yaklaşımların Osmanlı-Türk entelektüellerini de etkilemesine tepki olarak 1920’lerin ilk yıllarında “Dergâh” mecmuası etrafında gelişen Bergsonculuğun önde gelen savunucuları arasında yer alan Erişirgil bu tavrını ilerleyen yıllarda bir yandan Alman idealizmi (Fichte), diğer yandan William James ve John Dewey’in pragmatist felsefesiyle beslemiştir. Her şeyi pozitivist yöntemlerle açıklama çabalarına yönelttiği eleştirilerde Bergson felsefesinden yararlansa da Bergsoncu anlamda sezgiyi bir bilgi kaynağı olarak benimseme fikrine mesafeli durmuş, bu tavrı zaman içinde onu pragmatizme yaklaştırmıştır. Bu yaklaşımda yeni kurulan Cumhuriyet’in siyasal ve ideolojik ihtiyaçlarının başlıca etken olduğu görülür. Erişirgil’in “Millî Mecmua”daki yazılarında kendini gösteren ve yaklaşık iki yıl müdürlüğünü yaptığı “Hayat” mecmuasında tam anlamıyla somutlaşan pragmatist tavrı onu, bir yandan Cumhuriyet ideallerini benimsemiş genç bir nesil yetiştirme amacını bayraklaştırmaya, diğer yandan Nietzsche’nin etkisiyle -felsefe dâhil olmak üzere- bütün bilgi disiplinlerinin hayatla, pratikle iç içe ve onlar üzerinde etkili olması gerektiğini ısrarla savunmaya sevk etmiştir.

Eserleri:

Yeni Ma‘lûmât-ı Medeniyye ve Kānûniyye (İstanbul 1330; 2. baskı: Ma‘lûmât-ı Vataniyye, İstanbul 1341; 3. baskı: Ma‘lûmât-ı Vataniyye, İstanbul 1342); Devr-i İntibâh Felsefesi ve Feylesofları (İstanbul 1336); Târîh-i Felsefe Notları: Kurûn-ı Cedîde Felsefesinden Descartes ve Kartezyenler (İstanbul 1336); Wilhelm Leibniz (İstanbul 1337); Kant ve Felsefesi (İstanbul 1339); Yurt Bilgisi (İstanbul 1930); Sokrat (İstanbul 1931); Kant’tan Parçalar (İstanbul 1935); Filozofi (İstanbul 1935); Filozofiye Başlangıç (İstanbul 1936); Hukukun Muhtelif Cepheleri ve Hukuk İlmi (Ankara 1938); Felsefeye Başlangıç (Ankara 1944); Ekonomi Meslekleri: XVI. Yüzyıldan Zamanımıza Kadar (I, Ankara 1945); Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp (İstanbul 1951); Merak ve Dikkat (Ankara 1956); Mehmet Âkif: İslâmcı Bir Şairin Romanı (I-IV, Ankara 1956;); Neden Filozof Yok? (Ankara 1957); Türkçülük Devri, Milliyetçilik Devri, İnsanlık Devri (Ankara 1957); İhmal (Ankara 1958); Kadın-Erkek (İstanbul 1960).

Tercüme:

 Emile Boirac, Felsefe yâhud Hikmet-i Nazariyye: Birinci Kitap: İlm-i Ahvâl-i Rûh (İstanbul 1330); Henri Bergson, Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı: Birinci Kitap: Ahlâkın İki Kaynağı (İstanbul 1933; bu tercüme, Yeni Türk Mecmuası’nın Teşrînievvel 1932 tarihli ilk sayısından itibaren dergiyle birlikte forma halinde okuyuculara sunulmuştur).

Erişirgil’in ayrıca Sebîlürreşâd, Muallim Mecmuası, İctimâiyyat Mecmuası, Yeni Mecmua, Düşünce, Büyük Mecmua, Dârülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Dergâh, Millî Mecmua, Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, Anadolu Mecmuası, Mihrab, İctihad, İstanbul, İlk Terbiye ve Tedrisat Mecmuası, Hayat, Ülkü, Yeni Türk Mecmuası, Siyasi İlimler (Mülkiye) ve İş dergilerinde 200’e yakın makalesi yayımlanmıştır.

Bibliyografya

Hilmi Ziya Ülken, “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” (İstanbul 1966), İstanbul 1999, s. 375-376, 426-433.

Ali Çankaya, “Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler”, Ankara 1968-69, II, 863-865.

Osman Kafadar, “Türk Eğitim Sisteminde Pragmatik Yönelişler ve Mehmet Emin Erişirgil”, Türkiye I. Eğitim Felsefesi Kongresi Bildiriler-Müzakereler (ed. Halil Rahman Açar), Van 1995, s. 175-183.

Levent Bayraktar, “Mehmet Emin Erişirgil (1891-1965)”, Türkiye’de Sosyoloji: İsimler-Eserler” (haz. M. Çağatay Özdemir), Ankara 2008, I, 527-553.

“Cumhuriyet Dönemi Düşünce Hayatımızda Dergâh Mecmuası ya da Bergsonculuğun Yerli Yorumlanışı”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası, sy. 5, İstanbul 2008, s. 613-619.

a.mlf., “Darülfünun’da Bir Felsefe Hocası: Mehmet Emin Erişirgil”, Felsefe Dünyası, sy. 50, Ankara 2009, s. 64-80.

Necati Akder, “Mehmet Emin Erişirgil”, TK, III/29 (1965), s. 346-348.

Bülent Şen, “Mehmet Emin Erişirgil ve Türk Toplumunun Değişimi Üstüne Düşünceleri”, İÜ Sosyoloji Dergisi, 3. dizi, sy. 12, İstanbul 2006, s. 133-150.

M. Cüneyt Kaya, “Mehmet Emin Erişirgil: Bergsonculuktan Pragmatizme Bir Dârulfünûn Hocası”, Kutadgubilig, sy. 18, İstanbul 2010, s. 128-180.

Nuray Karaca, “Bilimin Rehberliğinde Değişimden Yana Olan Pozitivist Bir Düşünür: Mehmet Emin Erişirgil”, Folklor / Edebiyat, sy. 70, Ankara 2012, s. 145-164.

Erişirgil, M. Emin”, Felsefe Ansiklopedisi (ed. Ahmet Cevizci), Ankara 2007, V, 638-642. (https://islamansiklopedisi. org.tr/erisirgil-mehmet-emin)

Mehmet Emin Erişirgil 7 Şubat 1965 tarihinde Ankara’da vefat etmiştir. Cenazesi Cebeci Asrî Mezarlığı’na defnedilmiştir. Memleketi olan Niğde Şehir merkezinde bulunan Şahinali Mahallesinde ismi bir caddede yaşatılmaktadır.

HAFTAYA; MUALLİM HASAN ETHEM



YAŞAR KAPLAN



(Yaşar Kaplan)

(1952 – 2023)


Üstadın isminin önüne bir unvan koymak istesek; yazar, şair, editör, düşünür, fikir insanı, çevirmen ve daha birçok unvan koyabiliriz. Çünkü Yaşar Kaplan ömrünü inandığı değerlere adamış vatanını ve milletini çok seven bir Türkiye sevdalısıydı.


1952 senesinde Anadolu’nun bozkırında, Niğde’nin Kayırlı köyünde sade bir rençper ailenin evladı olarak dünyaya geldi. 1950’li yılların Türkiye’sinde, şehir merkezine uzak bir kırsalda ve imkânsızlıklar içerisinde dünyaya mâl olan bir fikir adamı olabilmek kolay bir şey değildir. Öğrenimine kendi köyündeki ilkokulda başladı. O dönemin imkânlarında şartları zorlayarak Ortaokulu ve liseyi Kayseri İmam Hatip Lisesinde tamamladı. Daha o dönemlerde gelecek vadeden zeki bir öğrenci olduğu belli olmuştur. Okuma ve yazma aşkı onu daha çok öğrenmeye itmiştir. 1970’li yılların ortalarına gelindiğinde Yaşar Kaplan üniversite öğrenimine başlayacaktır. O yıllarda Türkiye’de sağ-sol çatışmaları ve öğrenci olayları vardır. O dönemde üniversite öğrenimi yapmak oldukça zordur. Bir kesime tabii olacaksınız ve onların himayelerinde öğreniminize devam edeceksiniz. Öğrenci olaylarından dolayı her an başınız belaya gidebilir. Polisler tarafından gözaltına alınmanız an meselesidir. Öğrenciler ideolojileri için ve daha aydınlık bir Türkiye için eylemler yapmaktaydılar. Ancak eylemleri yapanların hemen hemen hepsi kırsaldan büyükşehirlere gelmiş Anadolu evlatlarıydı. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun dile getirdiği gibi meydanlarda hep Anadolu’nun yoklukla mücadele eden evlatları vardı. İşadamlarının, milletvekillerinin ve bürokratların çocukları hiç görülmedi o meydanlarda. Seksen askeri darbesiyle birlikte hapse girdiklerinde aynı koğuşta yatanlar gördüler ki sağcısı da solcusu da birbirlerine benziyordu. İki kesimin de tek derdi daha yaşanabilir bir Türkiye idi. Yıllar geçtikten sonra toz bulutları dağıldı ve ülkeyi karışıklığa sürüklemek isteyenler Anadolu’nun saf ve temiz evlatlarını birbirine kırdırmıştı. 


Yaşar Kaplan işte böyle bir dönemde üniversite tahsilini tamamladı. Tarihler 1979 yılını gösterdiğinde İngiliz Dili ve Edebiyatı ile Amerikan Dili ve Edebiyatı Tarih Bölümlerinde yükseköğrenimini tamamladı. Yaşar Kaplan öğrencilik yıllarında bir yandan da çalıştı. Sırasıyla Diyanet İşleri Başkanlığında, İller Bankasında, Türkiye Zirai Donatım Kurumunda ve Mila Haber Ajansında öğrenimi devam ederken çalıştı. Üniversite mezuniyeti ile birlikte Devlet Planlama Teşkilatında tercüman olarak görev yapmaya başladı. Daha üniversite öğrencisiyken kurduğu “Aylık” dergisinin 1988 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini sürdürdü. Yine aylık “Meydan” dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. 1985 yılında yayımladığı “Demokrasi Risalesi” isimli eserinden dolayı yargılandı ve üç yıla yakın bir süre cezaevinde kaldı. 1980 darbesiyle birlikte Türkiye’de düşünmek ve fikirlerini yazmak son derece tehlikeli bir şeydi. Düşündüğünüz için ve yazdığınız için başınız belaya gidebilir ve sonunda cezaevine atılabilirdiniz. Özellikle 28 Şubat süreci de böyle geçti. Yaşar Kaplan’da düşünmenin ve fikirlerini yazmanın bedelini hapis cezasına çarptırılarak ödedi. Hapis cezası bitince bir dönem “Akit” gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Yazıları ve fikirleri birçok gence ilham verdi. Birçok genç onu rol model alarak onun yolundan yürüdü. Takvimler 2001 yılını gösterdiğinde Yaşar Kaplan üzerinde baskılarda çoğalmaya başladı. Bu baskılar ve tekrar cezaevine girme ihtimalinden dolayı çok sevdiği vatanından ayrılarak Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. Almanya’da en çok sevdiği işi yapmaya devam etti. Onun en çok sevdiği iki şey vardı. Biri okumak diğeri ise yazmaktı. Çok iyi bir okuryazardı.

Yetmiş Bir yıllık ömrüne birçok eser sığdırdı. Bu eserler bedeni ölse de onu ölümsüz yaptı. İsmini yıllarca ve asırlarca yaşatacak eserler yazdı. 

Dönemeçler, Birinci Kitap, İkinci Kitap, Sıfırüç Depremleri ve Canhıraş isimlerinde 5 ayrı hikâye kaleme aldı. 

İzdüşüm, Demokrasi Risalesi, İran’a Nasıl Bakmalı, Mücahide Mektuplar, Açıl Susam Açıl, Bir Şenliktir İnkılap, Vatan Millet Sakarya Üstüne Düşülmüş Notlar, Devrim ve Terbiye, Kalem ve Kelepçe, Hz. Ali, Siyaset Bilinci, Günümüz Yezidiliği, Ademce ve Düşüncenin Temel Dinamikleri isimlerinde toplam 14 adet deneme ve inceleme kitabı yayınladı.

Giriş ve Çıkışlar (Anı), Yazışmalar (Mektup), : İdris'in İdris (Roman) gibi farklı eserlerde kaleme aldı.

Ayrıca Malcolm X (Alex Halley), İslâm Ekonomi Düşüncesi (M. N. Sıddıkî), Yarınki İslâm (Abdülkadir es-Sufi) gibi çeviri eserleri mevcuttur.

Yetmiş yaşına girdiğinde Pankreas Kanseri teşhisi kondu. Yaklaşık bir yıl kanser tedavisi gördü. Takvimler 7 Ocak 2023 gününü gösterdiğinde Almanya’nın Köln şehrinde bir hastanede 71 yaşında vefat etti. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere birçok devlet adamı cenazesinin Türkiye’ye getirilmesi için çalışma başlattı. Cenazesi Türkiye’ye getirilerek Ankara’da Hacı Bayram Veli Camiinde cenaze namazı kılındı. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından özel izin verilerek Taceddin Dergâhına defnedildi. Cenazesine birçok devlet adamı, yazar, şair ve düşünür katıldı.

Üstat,

Şimdi ardından diyoruz ki bir Yaşar Kaplan geçti bu dünyadan. Ömrün çile çekerek, verdiğin her nefesin bedelini ödeyerek geçti. İdeolojini ve fikirlerini, ciğerlerini dolduran bir nefes gibi içine çektin. Davanı hücrelerine kadar işleyerek yaşadın.

Türk-İslam davasının ismini dahi ağızlara alınamayan bir dönemde köşe yazıları yazmak, dergiler çıkarmak, kitaplar yayınlamak her baba yiğidin harcı olmayan şeylerdi. Ve bunları yapmak yürek isterdi. Bedel ödemenin ne olduğunu biz sizlerden öğrendik üstat. Aman başımıza bir iş gelir mi diye konuşmaktan korkanlar vardı. Bir de zincirleri kırarcasına gökyüzüne haykıran sizin gibi cesur yürekler vardı. Sizlerin elleri değil ayaklarınızın altı öpülür.

Şahittir mahkeme duvarları dava adamı olduğuna, şahittir soğuk hapishane duvarları fikirlerini yürekten yüreğe yaydığına. Şahittir mahpushanedeki karyola, sandalye ve masa korkunun ve vazgeçmenin sana göre olmadığına. O duvarlar daha nice acılara, ıstıraplara şahit oldu. Kapalı görüşlere, açık görüşlerdeki sevince ve heyecana, görüşler biterken hüzünlere şahit oldu. Ailesinden bihaber acaba nasıllar kaygısını yaşayanlara şahit oldu. Çocuklar mı hasta, geçiniyorlar mı, acaba başlarında bir dert mi var kaygılarını defalarca yaşadılar. Hep aynı mekânda, hep aynı insanları görmenin huzursuzluğunu yaşadılar.

Müslüman bir ülkede, Müslümanlığı yazarken, konuşurken ceza almanın ve gayrimüslim bir ülkede 20 yılı aşkın gurbette hayatını idame ettiren bir dava adamısınız. Kendi ülkesinde fikirlerini yazamayıp, gayrimüslim bir ülkede fikirlerini rahatça yazan bir fikir insanısınız. 

Sizler bu davanın meşalesini yaktığınızda çok az kişilerdiniz. İmkânlarınız kısıtlıydı. Yaptığınız her işin bedelini çok ağır ödüyordunuz ve bu sizi daha çok perçinliyordu. Yeri geldi insanlar sizlere selam vermekten dahi çekindiler. Başları belaya gider diye korktular. Buna rağmen sizler davanızın maneviyatını öyle özden yaşadınız ki toprağa atılmış tohum oldunuz, filizlendiniz ve sizler sayesinde değişti iklimler. Bugün ki iklimi siz değiştirdiniz. Bugün ki iklim ki artık mevsim bahar olmuş. Dün değil yazmaktan, konuşmaktan dahi korkanlar sıcak odalarında dava edebiyatı yapmıştırlar. Acaba siyasette veya bürokrasi de bir makam kaparız diye ballandıra ballandıra Türk-İslam medeniyetine methiyeler diziyorlar. Lakin sizler dün maneviyatınla özden savunduğunuz davanın neferliğini bu gün özünde davayı yaşamayan şeklen davacı görünenler doldurmuştur. Oysaki artık sayılarımızda fazla, sizler gibi bir avuç insan da değiliz. Fakat neden yok sizlerdeki öz bizde. Bizde sadece şekil var sizler gibi görünmeye çalışıyoruz ama görüntümüz size benzese de içimiz size benzemiyor. Görüntümüz farklı ruhumuz farklı bir hâl almıştır. Yoksa devrin insanları bizi güçlü gördüler de bizden yana mı oldular şimdi? Gerçek dava insanları ötekileştirildi de özden dava insanlarının yerini şekilciler mi aldı?

Ahirete intikal ederken ebedi istinatgâhınız Tacettin Dergâhı oldu. Cenaze namazınız Hacı Bayram Veli Camiinde kılındı. Artık sizler bu memleketin ortak değersiniz. Tacettin Dergâhında cansız bedeniniz yatsa da eserlerinizle ölümsüzleştiniz.


  


HAFTAYA, ZEYNEL ABİDİN ÖZMEN






Yazının Devamı

SÜLEYMAN FETHİ BEY

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠

(Süleyman Fethi Bey)

(1877 – 1919)

21 Mayıs 1919 tarihinden 9 Eylül 1922 tarihine kadar İzmir Yunan işgalinde kalmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı tarihinde İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi ve İzmir’in işgalden kurtulması savaşa damga vuran bir süreçtir. İzmir’in işgali sırasında birçok acı olaylar, trajediler ve dramlar yaşanmıştır. Bütün bu acı olayların yanı sıra Yüce Türk Milletinin neferleri kahramanlık destanları da yazmıştır.

Yunanistan İtalya’dan teslim aldığı Ege Denizindeki 12 Adayı elinde bulundurmanın güveni ile İzmir’i işgal etmek istemiştir. İngiltere’nin desteği ile böylelikle Küçük Asya olarak isimlendirdikleri Anadolu’ya tekrar sahip olabileceklerinin hayalini kurmuştur.

İşte bu kahramanlık destanı yazanlardan biri de Süleyman Fethi Bey’dir. Süleyman Fethi Bey de Ulu Türk Milletinin ataları gibi boyunduruk altında kalmayı reddetmiş ve bu kahramanlığının bedelini şehadet şerbeti içerek ödemiştir. Süleyman Fethi Bey’in kahramanlığı İzmir halkının kalbinde taht kurmuş ve üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen aziz hatırası hâlâ yaşatılmaktadır. Süleyman Fethi Bey kahramanlar diyarı Niğde’nin topraklarından çıkmış bir kahraman olarak Niğde’de aziz hatırası yaşatılmaktadır. Niğde’nin merkez ilçesine bağlı Yukarı Kayabaşı Mahallesinin ana caddesi sayılacak bir caddeye ismi verilmiştir. Ayrıca Aşağı Kayabaşı Mahallesinde bir ilkokula ve ortaokula Süleyman Fethi İlkokulu ve Süleyman Fethi Ortaokulu adıyla aziz hatırası yaşatılmaktadır. Albay Süleyman Fethi Bey’in kahramanlığını konu alan “Unutma” isminde bir sinema filmi çekilmiştir. Yine İzmir’in Konak ilçesinde Şehit Fethi Bey Caddesi ismi ile bir cadde bulunmaktadır.

…Acıbadem Mahallesi’nde bir sokak adı Şehit Fethi ismini taşımaktadır. İzmir’in, Narlıdere ilçesinde bulunan, Limanreis Mahallesi, Şehit Fethi Bey Sokağı, Konak ilçesinde bulunan, Akdeniz Mahallesi, Şehit Fethi Bey Caddesi, yine Konak ilçesinde Cumhuriyet Döneminde Dr. Hulusi Bey’ken değiştirilen Şehit Fethi Bey Bulvarı bunlardan bazılarıdır. İzmir’de, Süleyman Fethi Bey’in adının konulduğu okullar mevcuttur. İzmir/Karabağlar ilçesinin Sevgi Mahallesi, Eski İzmir Caddesinde Bozyaka Şehit Fethi Bey Anadolu Lisesi ve İzmir/Konak ilçesinin Etiler Mahallesinde Şehit Fethi Bey Ortaokulu bulunmaktadır ( Tuba KOCAL Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 9, 2022 Güz, e-ISSN: 2651-4605 sayfa 22,23).

Süleyman Fethi Bey’in ailesi Niğdelidir. Niğde’den İstanbul’a yerleşmiş olan ailesi ile birlikte çocukluğunu İstanbul’da geçirmiştir. Tahsilini de İstanbul’da tamamlamıştır. Süleyman Fethi Bey 1877 senesinde İstanbul’da doğmuştur. 

…İstanbul'da, Sirkeci'den Gülhane Parkı kapısına doğru gidilirken yolun sağa kıvrıldığı dönemeçte yer alan ve 1950'lerde yolun genişletilmesi için yıktırılan Salkımsöğüt Kadiri Tekkesinin 19. yüzyıl sonlarındaki şeyhi olan İzzî Efendi'nin oğlu olarak Üsküdar'daki evlerinde 1877 yılında doğmuştur. Ailesi Niğde kökenlidir. Askeri okula girmiş, başarılı bir öğrencilikten sonra 1896 yılında sınıfının onuncusu olarak Harp Okulu'nu bitirmiştir. 1899'da kurmay subay oldu. Askerlik göreviyle Hicaz'da bulundu ve isyancılarla çatışmalara katıldı. Üstün başarılar gösterdi ve yaralandı. 1912'de Harbiye Nezareti'nde müşavir yardımcılığına atandı. 1914'te albaylığa yükseltildi. I. Dünya Savaşı'nda da üstün başarılar ve fedakârlıklarından ötürü nişanlar, madalyalar kazandı. Ancak aldığı yaralar yüzünden hastalandı. 1916 yılında tedavi için Almanya'ya Wiesbaden Kaplıcalarına gönderildi. Süleyman Fethi Bey tedavisinden sonra Türkiye'ye döndüğünde Mütareke Dönemi başlamıştı. Dördüncü Kolordu'nun İzmir Askerlik Şubesi Başkanlığına atandı (https://tr.wikipedia.org.).

Süleyman Fethi Bey İzmir Askerlik Şubesi Başkanlığı görevini sürdürdüğü sıralarda İzmir’de eşi Fatma Latife Hanım ile birlikte yaşam sürmekteydiler. Daha önce katıldığı savaşlarda gösterdiği kahramanlıklardan dolayı vücudunun birçok yerinde rahatsızlıkları bulunmaktaydı. Ona rağmen kutsal mesleğini bırakmayarak askerlik görevini hakkıyla yerine getirmek istemekteydi. Yunan işgalinin başladığı günlerde 15 Mayıs sabahı eşi Fatma Latife Hanım dışarıya çıkmasını istememesine rağmen görevinin başına geçmek için evden çıktı.





İzmir Askerlik Şubesi Başkanlığındaki odasında çalışmaya başladı. Çok geçmeden Yunan askerileri tarafından rehin alındı. Kordon diye bilinen Pasaport’taki rıhtım boyunda esir alınan diğer Türk Subaylarının yanına getirildi. Denizde Yunan işgal gemileri görülmekteydi. Ayrıca İzmir’de yaşayan Rum asıllı insanlarda Yunan askerlerine coşku ile sevgi gösterileri yapmaktaydılar.

…Rumlar, İzmir’i Yunanistan toprağı haline getirme arzusuyla Şubat 1919’da Amerika’nın İstanbul Büyükelçiliğinde toplantı yaptılar. İzmir Metropoliti Hrisostomos, İzmir halkının Türk idaresini istemediğini ifade ederek Yunan işgalini destekleyici telkinlerde bulundu. Mart 1919’da yardım gönderme bahanesi ile İzmir’e Yunan Efzunları getirildi. Askerler, fazla dikkat çekmemek amacıyla askerî elbiselerini çıkararak, sivil kıyafetleriyle şehre dağıldılar. Gezintiden maksat, işgal ortamını hazırlamaktı. Yunan zırhlısının şehir sahilindeki gövde gösterisini gören Albay Süleyman Fethi Bey, durumu anlamıştı. Tehlike gelmiştir. İzmir bölgesi Ortodokslarının baş din adamı Metropolit Hrisostomos Yunanlara destek vermiştir, bölge Rumlarını Yunan ordusunu karşılamaya, Türklere saldırmaya hazırlamıştır. Süleyman Fethi Bey duruma kayıtsız kalmayıp, Yunanların gemilerine dönmelerini istedi. Bu durumun devam etmesi halinde sorunların olacağı ikazında bulundu. Tehlikeyi fark eden ve İstanbul’daki hükümeti uyaran ilk kişi Süleyman Fethi Bey’di. Süleyman Fethi Bey durumu Harbiye Nezareti’ne 13 Nisan’da bildirdi. 14 Nisan 1919 tarihli, 17. Kolordu Komutanlığı’na gönderilen yazıda Yunanların vatana tecavüzü karşısında muhalefet edilmesi emredilmiştir. Süleyman Fethi Bey’in bildirisine rağmen uyarılar tam dikkate alınmamıştı (Tuba KOCAL Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 9, 2022 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Sayfa 10,11).


….İzmir’de 15/16 Mayıs günlerinde Yunanlar, Türk halkının evlerini, dükkânlarını talan ederek, ırz-namus kirleterek, katliamlarda bulundular. Farklı kılık kıyafete tahammülleri yoktu. Türklerin başından fesleri çıkartılmıştır, ayaklar altında çiğnenmiştir, sokağa fesle çıkılamamıştır. Yalnız kutlama yapmak üzere Yunan bayraklarını taşıyanlarla şapka giyenlerin kurtulmaları sağlamıştı. Asırlarca Türklerin yönetiminde kıyafetlerini giyebilen, inançlarını serbestçe yaşayabilen Yunanlar, farklı bir kudurganlığın seline kapılmışlardı. Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan amiral ve generallerinden kurulu bir heyet, kadınların ırzına geçildiğini, “Zito Venizelos” diye bağırmayanların katledildiğini, çocuklara işkence yapıldığını tafsilâtı ile anlatmaktan geri durmadılar. Tavırları, büyütüp kolladıkları bir gücün vahşeti karşısında şaşkınlıktan öte idi. Yunan birlikleri, çocukları bile gerekçe göstermeden tutuklamışlardı. Tutuklananlar, 2500 kişiyi bulmuştu. Bunlar arasında 14 yaşından ufak çocuklar da vardı. İşgal çokça insanın katli ile sonuçlandı. Tam bir tespit söz konusu değildi. İlk günün ilk saatlerine ait verilen rakamlar ürpertici idi. Askerî rapora göre Yunanlar asker olarak iki ölü, altı yaralı; sivil olarak yirmi ölü, yirmi boğulma vakası, altmış yaralı vermişlerdi. Türklerde ise üç yüz ile dört yüz arasında yaralı ve ölü zayiat vardı. İlk 400 zayiat içinde Süleyman Fethi Bey de bulunmuştur. Bir Türk raporundan alınan bilgilere göre; halk, koyun gibi boğazlanmıştır. O kadar acı bir durumdu ki, Türkler bu kadar kin öfke besleyecek ne yapmışlardı, anlamak zordu. Efzunlar, insanları elini kolunu bağlayarak işkenceler edip defalarca süngülemişlerdi. Halk üzerindeki katliamlar iç göçü artırmış, Aydın’da 120 binden fazla muhacir toplanmıştı. Kıyıda zulmü gören, zulüm haberlerini alanlar iç bölgelere, dağlara çekilmişlerdi (Tuba KOCAL  Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 9, 2022 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Sayfa 13,14).


…Süleyman Fethi Bey, 15 Mayıs sabahı, Karantina semtindeki evinde görev yerine gitmek için hazırlanmıştı. Eşi Fatma Latife Hanım, şehirdeki kargaşadan dolayı endişelenerek Sarıkışla’ya gitmesini istemedi. Fatma Latife Hanım’ın endişesi yerindeydi. Ancak Süleyman Fethi Bey, Latife Hanım’a, “Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem başka ne zaman gideceğim?” diyerek Sarıkışla’ya gitmek üzere evden çıktı.

Süleyman Fethi Bey, işgal günü, Sarıkışla’daki 250 subay ve askere destek için onların yanlarında durmayı tercih etti. Bu askerler silahsızdı. İşgalcilerin saldırılarıyla karşı karşıya kalmışlardı. Nadir Paşa, elinde beyaz bayrak ve subaylarla birlikte kışladan çıkmıştı. Süleyman Fethi Bey, kışlanın içinde kalanlardandı. Yunan ordusu, Hükümet Konağına doğru yaklaştıkça, sesler artmaya başladı. Süleyman Fethi Bey ve arkadaşları, tüm savunma araçları toplanmış halde kışlada beklemişlerdir. Ellerinden gelen başka bir şey yoktu. Süleyman Fethi Bey, silahsız savunmasını düşmana teslim olmayarak yaptı. Kahraman gibi gösterilenler yanında Süleyman Fethi Bey, gerçek kahraman duruşu sergiledi (Tuba KOCAL  Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 9, 2022 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Sayfa: 16,17).


…İşgal günü Yunan ordusu, Sarıkışla ve Hükümet Konağı’nı hedef alarak iki kola ayrılmıştı. Bütün Türk subay ve askerleri, İzmir’in askerî garnizonu olan Sarıkışla’da toplanmıştı. Yunanlar, karşısına geldikleri zaman Sarıkışla’yı mermi yağmuruna tuttular. Ardından Sarıkışla’ya giren Yunan askerleri, Türk askerlerini şiddetle dışarıya çıkararak, “Yaşasın Venizelos” diye bağırmaya zorladılar. Silahsız Süleyman Fethi Bey, Sarıkışla’da Kur’an okumuştur. En tehlikeli anda sığınacak liman olarak Kur’an’ı bulmuştu. İlk işgal

denemesinde Yunanların girişimine karşı tavır aldığından dolayı yerli Rumlar, Yunan subaylarına Süleyman Fethi Bey’i gösterdiler. Odasına dolan Yunan askerleri okumakta olduğu Kur’an’ı alarak ayakları altında çiğnediler. Buna tahammül etmesi mümkün değildi. Kur’an’ı çiğneyen, Yunan subayına bir tokat attı. Hıncını alamadan ilk süngü omzuna saplandı. Sadece Kur’an değil, İncil’e imanı da Müslüman olmanın gereği gören silahsız Süleyman Fethi Bey’in karşısında işgalciler, kahraman kesilmişlerdi. Ona zorla “Zito Venizelos” (Yaşasın Venizelos) dedirtmeye çalıştılar. Bu cümleyi söylemeyen ve “Kato Venizelos” (Kahrolsun Venizelos) diyen Süleyman Fethi Bey, tekrar süngülendi. Üniformasını çıkarmasını istediler. Osmanlı padişahının giydirdiği üniforma ve rütbeyi ancak onun çıkarabileceğini söyleyerek istenileni yapmadı. Tekrar süngülediler. Kendi kanlar içinde, elbisesi perişan halde kışladan çıkartılıp halk arasında teşhir edilerek yürütüldü. Öğleye doğru Kordon üzerinde başı açık, üniforması sökülmüş, göğsü sekiz yerinden süngülenmiş vaziyette idi. O sıra İzmir’in Asker Alma Dairesi Başkanı (Ahz-ı Asker Heyeti Reisi) Albay Süleyman Fethi Bey, dönemin “Öğüt” gazetesinin “İzmir’de Neler Oldu” başlıklı ekindeki ifadeyle, bir alay canavar sürüsünün ortasında dipçikler altında yürütülmüştür. Yürürken de “Zito Venizelos” demesi istenmiştir, demedikçe süngülenmiştir. Son süngü darbesi ardından Süleyman Fethi Bey, al kanlar içinde yerde secdeye kapandı. Yunan ordusunu gemileriyle İzmir’e çıkaran devletlerden biri olan Amerikan askerlerinden bir grup, onu bir arabaya alarak hastaneye götürdü. Mezar taşında verilen bilgiye göre 22 süngü darbesi alan Süleyman Fethi Bey, onca yaraya rağmen kısa süreli de olsa yine hayata tutundu. Rum hastanesine götürülmüştü. Başında arkadaşı Süreyya İplikçi bulunmuştur.  Süleyman Fethi Bey, son demlerinde olduğunun farkındaydı. Arkadaşına, odadaki haçı ve Yunan bayrağını göstererek “Ben bunların arasında mı öleceğim?” diye sordu. Teessürü büyüktü. Arkadaşı Süreyya Bey, doktoru ile görüşerek, Yunan sembolleri olan her şeyi toplayıp başucuna Türk Bayrağını koydu. Böylece Süleyman Fethi Bey, son nefesini Ay-Yıldız’ı gördükten sonra teslim etti. Bedenindeki yaralardan daha ağır gelecek olan kalbindeki sızı belki biraz hafiflemişti (Tuba KOCAL Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 9, 2022 Güz, e-ISSN: 2651-4605 sayfa 19,20).



Resim

 (Süleyman Fethi Bey’in şehit olduğunda üzerinde olan üniforması)


…Süleyman Fethi Bey’in cenazesi, İzmir’de Emir Sultan Türbe ve Zaviyesinin haziresine gömüldü. Mezar taşında vefat tarihi, 23 Mayıs 1335/1919 olarak yazılıdır (Bk. EK 8). Mezar taşındaki bilgi ile İzmir’den olay günü ile ilgili yazılan 18.6.35/1919 tarihli ATASE Belgesindeki tarih aynı değildir. Belgede Süleyman Fethi Bey’in 25.05.1335’te vefat ettiği belirtilirken, mezar taşında bundan iki gün önce şehit düştüğü kaydedilmiştir. Osmanlı Türkçesi ile yazılı mezar taşında şu bilgiler bulunmaktadır: “Huve’l-Hayyü’l-Bâki Şehid-i muazzam Erkân-ı Harbiye Miralayı Süleyman Fethi Bey merhum ecille-i ricâl-i Kadiriyyeden Aydınoğlu Dergâh-ı şerifinde postnişin-i irşad Şeyh ‘İzzi Efendi Hazretlerinin nesl-i necibi Dördüncü Kolordu-yı Hümayun Ahz-ı Asker Heyeti Reisi iken Yunan İşgali esnasında İzmir’de şehid düşmüştür. Müşarünileyhin fezail-i zatiyesinde inzimam eden menkabe-i şehadeti seyyidü’l-vekayi’ ve nam-ı ‘alisi hâtıra-pira-yı civan ve pirdir. Lillahi te’ala Fâtiha fî 22 Şabanü’l-mu’azzam sene 1337 ve fî 23 Mayıs sene 1335”.

Süleyman Fethi Bey’in mezarı, birkaç defa yer değiştirir. 1981 yılında askeri idare tarafından şehitlikteki mezar taşlarıyla birlikte alınarak Agora Örenyeri’ne defnedilir. Daha sonra 2019 yılında Agora Örenyeri’nden alınarak Emir Sultan Türbesi ve Zaviyesine nakledilir. Emir Sultan Türbesi ve Zaviyesi, Türklerin 1317 yılında Kadifekale’yi almalarından günümüze kadar ulaşan bir tarihi mekândır. Hamam, türbe, dergâh, aşhaneden oluşan bir külliye durumundadır (Bk. EK 9, EK 10). Ağır yaralandıktan sonra, 17. Kolordu Askerlik Daire Başkanı Fethi Bey’in yerine bir albay atanır. Fakat bu şahıs, görevinde sebat etmez. Yalnız


odasının tahribat gördüğü, kasanın kırıldığı kayda girer. Başkanlık resmi mührü, ele geçirilen evrak Binbaşı Ahmet Bey’e teslim edilir (Tuba KOCAL Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 9, 2022 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Sayfa 20,21).







(Süleyman Fethi Bey’in Kabri)

(Fotoğraf Arşiv: Mustafa Eryaman)








KURTULUŞ SAVAŞI

Yunan çıkmış İzmir’e, İngiliz ise İstanbul’da

İtalyan’ı, Fransız’ı ne arasınız kutsal vatanımda

Kurtuluş, gözleri çakmak çakmak yanan bir subayda

Bir ateş yakar samsundan, ışıyacak tüm Anadolu’da.

***

Millet fukara yok elinde verecek bir şey orduya

Dedemin ninemin duası ile girildi bu kutsal savaşa

Çocuk yaşta gitti kuzular savaş meydanına

Kadını, ihtiyarı cephane taşıdı öküzle, at arabayla.

***

Anadolu’da bir meşale yandı Mustafa Kemal’in elinde

Kongreler, cemiyetler ile milletiyle birleşti aynı yerde

Can siper hane çarpışırken vatan haini ilan edildi bir de

İdam hükmü çıkardılar görüldüğü yerde infaz edilsin diye.

***

Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve nice şerefli komutan

Emret komutanım dediler, bir ağız emrine girdiler işte o an

Kuvayi Milliye ile dirilişe geçiyor bir millet ölesiye savaşan

İmandan büyük güç mü olur, inan Mehmet’im senin bu vatan.

***

İnönü, Sakarya derken nice savaşlar destana dönüştü

Başkomutanlık meydan savaşı yunanı denize döktü

Küllerinden doğmuş bir milleti gören sömürgeciler diz çöktü

İnanmış bir millet yenilemez, tüm dünya bunu gördü.

                                       (Çağlar:2022,116)





(Devlet Arşivleri: Albay Süleyman Fethi Bey’in ailesine maaş bağlanması)




HAFTAYA; ŞEHİT BİLİM İNSANI DOÇ.DR. ŞAHNUR YAPRAK


Yazının Devamı

ŞEHİT ALBAY NURİ PAMİR

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠

(Nuri Pamir)

(1901 – 1952)

 Nuri Pamir Niğde’nin yetiştirmiş olduğu ve ismini tarihe altın harflerle yazdıran kahramanlardan bir tanesidir. Niğde’ye kahramanlar diyarı diye hitap edilirken bu cümlenin boş bir söyleyiş olmadığını en iyi ispatlayan isimlerden biri olmuştur.

            Osmanlı Devletinin yıkılış dönemine girdiği savaşların ve kayıpların yaşandığı bir dönemde 1901 yılında Niğde ilinin Bor ilçesinde dünyaya geldi. Babası tabur imamı olarak görev yapan Bekir Sıtkı Efendi’dir. Annesi ise Cemile Hanımdır. Çocukluk yıllarından gençlik yıllarına geçerken I. Dünya Savaşının bütün olumsuz etkilerini bizzat yaşamıştır. Şerefli bir Türk askeri olmayı hedeflemiştir. İlköğrenimlerini tamamladıktan sonra Kuleli Askeri Lisesine girerek Şerefli bir Türk Subayı olmak için eğitim almaya başlamıştır. 19 yaşındayken 1920 senesinde arkadaşları ile birlikte eğitim gördükleri Kuleli Askeri Lisesinden kaçarak Millî Mücadelenin merkezi olan Ankara’ya gelmişlerdir. Ankara’da kurulan düzenli ordunun emrine girerek Anadolu’nun düşman işgalinden kurtulması için birçok cephede savaşmışlardır. Savaştıkları cepheler arasında Güney Cephesi, Eskişehir, Sakarya ve Afyon bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşının yaşandığı yıllarda canlarını hiçe sayarak imkânsızlıklar içerisinde büyük fedakârlıklarla cephelerde kahramanca çarpışmışlardır. Kurtuluş Savaşının bitmesi ile birlikte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin şerefli bir subayı olarak devletine ve vatanına hizmet etmeye başlamıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletine isyan eden ve devletine ihanet eden Kürt gruplar bulunmaktaydı. İhanet içerisinde bulunan bu Kürt çeteler yabancı devletlerin desteğini alarak isyan etmekteydiler. Bu isyanların sonucu olarak Kuva-yı Milliye sınırları içerisinde yer alan Musul’u ve Kerkük’ü kaybetmek zorunda kalmıştır. İstanbul’da bulunan 3. Kolordu Komutanlığına bağlı bir subay olarak görev yapmaktayken Doğu Anadolu Bölgesinde ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde çıkan isyanları bastırmak üzere görevlendirilmiştir. Yıllar süren bu isyanları bastırmak için bu bölgelerde kahramanca çarpışmıştır. İsyanların başarılı bir şekilde bastırılmasından sonra tekrar İstanbul’a dönmüştür. 1933 yılında başarılarının bir nişanesi olarak İstanbul Harp Okulu 5. Bölük Komutanı olarak atanmıştır. Daha sonra görev yaptığı İstanbul Harp Okulunun Ankara’ya taşınması ile birlikte Nuri Pamir de Ankara’ya taşınmıştır. Yaklaşık 5 yıl Ankara’da görevini sürdürdükten sonra Binbaşı rütbesine terfi etmiştir ve Adapazarı’na tayin olmuştur. 

1940 yılında ise Afgan Devleti'nin davetlisi olarak gittiği Kabil'de Afgan Harp Okulu'nda dört yıl hocalık yaptı. Afganistan'daki çalışmaları sonucu Afgan Devleti’nin büyük nişanlarından biri ile ödüllendirildi. Türkiye'ye dönüşünden sonra sırasıyla; Çankırı Atış Okulu Komutan Muavinliği, Yedek Subay Okulu Komutan Muavinliği ve Harp Okulu Alay Komutanlığı görevlerinde bulundu. Kore Savaşı'na katılan 241. Piyade Alayı'nın komutanı olarak 1951 yılında gittiği Kore'de sıcak savaş sırasında cephede 5 Haziran 1952 tarihinde şehit düştü Şehit Albay Nuri Pamir, gösterdiği kahramanlıklar ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki üstün çalışmalarından dolayı gerek yurt içinde ve gerek yurt dışında çeşitli madalyalarla taltif edilmiştir. Bunların başlıcaları arasında; İstiklal Madalyası, Türk Silahlı Kuvvetleri Liyakat Madalyası, Kore Savunma Bakanlığı Gümüş Yıldız Madalyası, Birleşmiş Hizmetler Üstün Hizmet Madalyası, Afgan Devleri Gümüş Nişanı yer almaktadır. Şehit Albay Nuri Pamir'in madalyaları, nişanları, şahsi eşyaları ve silahları, İstanbul’daki Askeri Müze’de korunmaktadır. Ankara'da Harp Okulu Müzesi’nde ve Bor'daki şehit Albay Nuri Pamir Lisesi'nde korunmaktadır. Ayrıca Ankara ve Çarşamba'da birer okul ve yine Ankara ve İskenderun'da birer caddeye ve İstanbul'da bir sokağa adı verilmiş olan Albay Nuri Pamir, şehit düştüğü Kore'de, Pusan‘da, Kore Harbi'nde şehit düşen Birleşmiş Milletler Askerleri için yapılan şehitlikte, yedi yüzü aşkın Türk şehidi arasında yatmaktadır (https://snpal.meb.k12.tr).


1950 yılında Kore’ye Tugay Komutan Yardımcı olarak tayin edildi. O zamanları, kızı Puna Pamir Endem şöyle anlattı:

Ben o zaman çok küçüktüm. Ama hatırlıyorum. O zamanlar Kore Savaşı ülkemizde ilgi çekiyordu. Basın da sürekli haber olarak bu konuya yer veriyordu. Babam, Kore’de 2 yıl kadar kaldı. Daha doğrusu dönüşüne çok az kala 1,5 ay kadar vardı, 5 Haziran’da cephede teftiş yaparken şehit düştü. Babam o güne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği en yüksek rütbeli şehit oldu. Hâlâ da Kore’deki en yüksek rütbeli şehit.”

Puna Pamir Endem babasının şehit düştüğünü öğrendikleri ilk anlar hakkında ise şunları söyledi:

“Babamın şehit olması sonrasında uzun süre ilgi devam etti. Bunda babamın asker olarak başarısının değil kişiliğinin de payının olduğunu düşünüyorum. Çünkü her zaman çok hatırşinas ve yumuşak bir insandı. Tabii ben de babamı hatırlıyorum. Ölüm gününü de çok iyi hatırlıyorum. O gün annem dışarıdaydı, 5 Haziran günüydü. Ben de 6 yaşıma yaklaşmıştım. Ama olay hâlâ hafızamda çok canlı. Annem eve girdi. Hatta başında bir şapkası vardı. Onu çıkardı koydu. Sonrasında hemen gitti akşam 19.00 haberleri için radyoyu açtı. Biz ilk haber olarak babamın ölümünü radyoda duyduk. Tabii bunu duyan eş dost herkes anında eve geldi. Uzun bir yas dönemiydi. Şehit ailesi olmak çok zor. Acıları hâlâ içimde yaşatıyorum.”


Nuri Pamir’in 1952 yılında Kore’de şehit olması Türkiye kamuoyunda olduğu kadar uluslararası alanda da geniş bir yer bulmuştur. Birleşmiş Milletler Atlantik Orduları Başkomutanı aileyi ziyarete gelmiştir, dönemin ABD Başkanı ise bir taziye mektubu göndermiştir.


Kore’de 316 gün: Nuri Pamir


 (Amerika Birleşik Devletleri Başkanının Şehit Nuri Pamir’in ailesine gönderdiği taziye mektubu)


Amerika Birleşik Devletleri Başkanının Şehit Nuri Pamir’in ailesine gönderdiği taziye mektubunun tercümesi:

“20 Temmuz 1942 tarihli Kongre Yasası ile yetkilendirilen Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, ölümünden sonra Liyakat Nişanı, Lejyoner Derecesi ile ödüllendirildi.

Albay Nuri PAMİR, TÜRK ORDUSU

Olağanüstü hizmetlerin yerine getirilmesinde olağanüstü övgüye değer davranış için:


Albay Nuri Pamir, Piyade, Türk Ordusu Birinci Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı üyesi 5 Eylül 1951’den 5 Haziran 1952’ye kadar Kore’deki askeri operasyonlar sırasında olağanüstü hizmet performansıyla olağanüstü övgüye değer davranışıyla öne çıktı. Türk Tugayı’nın 241. Piyade Alay Subayı, üstün liderlik ve mesleki yetenek sergiledi. Albay Pamir, yakın denetim, birliğinin en ileri unsurlarına sık sık ziyaretler ve ön hatlarda gözlem uçuşları sayesinde, Türk Tugayı’nın 25. Piyade Tümeni’ndeki hat savunması ve yerel saldırılar döneminde iyi bir lider anlayışı ve savaş etkinliği elde etti. 5 Eylül – 30 Kasım 1951 tarihleri arasında Kumhwa-Chorwon bölgesinde, 1 Aralık 1951’de birliğin yeniden düzenlenmesi üzerine Albay Pamir, Tugay Komutan Yardımcısı oldu. Birliklerin operasyonları üzerindeki teftişleri ve denetimi, Tugayda üstün savaş etkinliğinin sürdürülmesinde olağanüstü yardımda bulundu. Albay Pamir’in sergilediği liderlik, cesaret, enerji ve sağduyu, askerlik hizmetinin yüksek geleneklerini sürdürmekte ve kendisine ve Türk Ordusuna büyük itibar kazandırmaktadır.”.

İmza 

ABD Başkanı

Beyaz Saray


Pamir’in şehit düşmesinden sonra ailesine bir teklif gelir. Yetkililer naaşı Türkiye’ye getirmeyi teklif eder. Puna Pamir Endem o süreç şöyle anlattı:

“Kore’de yaklaşık 700 Türk askeri şehit oldu. Orada güzel bir Türk Şehitliği yapıldı. Yetkililerin babamın naaşını Türkiye’ye getirmelerini teklif etmelerine karşın annem ‘hayır’ cevabını verdi. Çünkü annemin babası da bir şehit. Bu yüzden “şehit düşen şehit düştüğü yerde kalır. Diğer askerlere haksızlık olur.” diye reddetti. Böylece babamın töreni Kore’de yapıldı.”

Nuri Pamir’in şehit düşmesi sonrasında pek çok okula, caddeye, sokağa ismi verildi. Bugün hâlâ birçok yerde Türkiye Cumhuriyeti’nin Kore’deki en yüksek rütbeli şehidi Albay Nuri Pamir’in ismi yaşatılmaya devam etmiştir (https://www.trthaber.com/haber/yasam/korede-316-gun-nuri-pamir-418224.html).

            

 (Şehit Albay Nuri Pamir’in Cenaze Merasimi)


Kore’de 316 gün: Nuri Pamir

 (Şehit Albay Nuri Pamir’in Cenaze Namazı Kılınmıştır)


Şehit Albay Nuri Pamir doğduğu ve çocukluk yıllarına geçirdiği Niğde ilinin Bor ilçesinde hâlâ saygı ve minnetle anılmaktadır. Bor ilçesinde ismi Bor Şehit Nuri Pamir Anadolu Lisesinde yaşatılmaktadır. Ayrıca Ankara Mamak Şehit Nuri Pamir Lisesi, Ankara Keçiören Nuri Pamir Caddesi, Ankara Türközü Şehit Nuri Pamir Lisesi, Çarşamba Şehit Nuri Pamir İlkokulu, Bor Şehit Albay Nuri Pamir Kışlasında ismi yaşatılmaktadır. “316 Gün Küçük Kartal’ın Kore Günlüğü Albay Nuri Pamir’in Kore Savaşı Günlüğü ve Mektupları” isimli bir kitabı kızı Puna Pamir ve Erhan Çiftçi ortaklaşa hazırlanmış ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Bu kitapta Nuri Pamir’in eşiyle yazıştığı mektuplar da bulunmaktadır. 

Kore Savaşı esnasında Türk askerleri bir Koreli kızı koruma altına almıştırlar ve ismini de “Ayla” koymuşturlar.15 ay boyunca Ayla'nın bakımını üstlenen Süleyman Astsubay'ın artık Türkiye'ye dönmesi gerekmektedir. Devamında üst düzey kişilerin de devreye girmesiyle Ayla,

Kore'deki Türk askerî misyonunca kurulmuş olan Ankara Okuluna başlar. Ayla'yı bırakıp gitmek istemeyen Süleyman Astsubay, onu Türkiye'ye götürmek için birçok yolu dener. Hatta Ayla'yı bir bavulun içine koyup kimselere fark ettirmeden götürmeye bile kalkışır, fakat bir türlü Güney Kore yasalarını aşıp Ayla'yı Türkiye'ye dönerken yanına alamaz. Ayla filmin başrollerini İsmail HacıoğluKim SeolÇetin TekindorLee Kyung-JinAli Atay ve Murat Yıldırım paylaşmaktadır (https://tr.wikipedia.org/wiki/Ayla_(film). 


Resim


(Ayla ve Şehit Albay Nuri Pamir birlikte)



(Devlet Arşivleri)


HAFTAYA; ÖMER HALİSDEMİR



Yazının Devamı

RATIPZADE MUSTAFA EFENDİ (MUSTAFA SOYLU)

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠

(Mustafa Soylu)

(1883 – 1920)

            Mustafa Soylu bir Millî Mücadele kahramanı olarak ismini ölümsüzleştirmiştir. I. Dünya Savaşı ile birlikte ülkemizin her yanı düşman işgaline uğradığında hiç düşünmeden vatan savunması için Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini yaptığı Millî Mücadele hareketinin yanında yer almıştır. 

            Mustafa Soylu 1883 yılında Niğde’de dünyaya gelmiştir. Babası Ratıp Efendi’dir. Annesi Zarife Hanım’dır.  Mustafa Soylu evli ve beş çocuk babasıdır. Ancak araştırmalarımızda eşinin ismine rastlayamadık. İlk ve orta öğrenimini memleketi olan Niğde’de tamamlamıştır. O dönemin şartlarında Niğde’de lise bulunmadığından dolayı lise tahsili için Konya’ya gitmiştir. Konya İdadisine başlamıştır. Ancak çeşitli sebeplerden öğrenim hayatına devam edememiştir ve lise eğitimini 1. sınıftan itibaren terk etmek zorunda kalmıştır. Memleketi Niğde’de “Nâfıa Kalemi” bugünkü adıyla Bayındırlık Bakanlığına bağlı memur olarak çalışmıştır. Bu görevden sonra Niğde Muhasebe Kalemi Başkâtipliği görevini yürütmüştür. “Maârif Dairesi”  bugünkü adıyla Millî Eğitim Müdürlüğünde Muhasebe ve Tahrirat Başkâtipliği görevinde çalışmıştır. Ayrıca Dârü'l Hilâfe Medresesi Öğretmeni olarak da bir dönem görev yapmıştır. Mustafa Soylu o dönemde iyi düzeyde Arapça ve Farsça bilmekteydi. Bu konularda da öğretmenlik yapmıştır. 

            Mustafa Soylu bu görevlerini yürütürken Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşından mağlup olarak çıkmıştır. Osmanlı I. Dünya Savaşı sonrasında galip gelen devletler olan İtilaf Devletleri ile Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamıştır. Mondros Ateşkes Antlaşmasında bulunan maddeler gereği Anadolu fiilen işgal edilmeye başlanmıştır. Ayrıca Osmanlı ordusu da dağıtılmıştır. Böyle bir dönemde Mustafa Kemal Atatürk tarafından gelen çağrıya kulak vererek Sivas’ta toplanacak olan Sivas Kongresine Niğde’yi temsilen Niğde Delegesi olarak katılmıştır.

O dönemde Yunanlılar, İzmir ve çevresini, İngilizler İstanbul başta olmak üzere Samsun Musul ve Urfa Çevresini, İtalyanlar, Konya ve çevresini, Fransızlar Adana ve Antep çevresini, Ermeniler ise Kars’ı işgal etmişlerdi. Fransızlar da Adana’dan sonra Pozantı’ya kadar işgali genişletmişlerdi. Artık Niğde’nin işgal edilmesi an meselesi olmasından dolayı Pozantı’da Fransızlara karşı mücadele etmeye başlamışlardır. Kahraman Niğde’miz vatanın kurtuluşu için açılmış olan bütün cephelere asker göndermiştir. Pozantı’nın düşman işgalinden kurtulması için verilen mücadeleye Niğdeli kahramanlar fiilen katılmışlardır. Mustafa Soylu vatanın bu durumda kurtulması için o dönem Niğde’de liderlik görevini üstlenenlerden biri olmuştur. Sivas Kongresi Delegeliğinden sonra kurulan Temsil Heyetinde Niğde’yi temsil etmeye devam etmiştir. Temsil heyetinden sonra Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde yine Niğde’yi temsilen görev almıştır. 

Mondros Ateşkes Antlaşması maddeleri gereği 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul fiilen işgal edilmiştir. İstanbul’un fiilen İngilizler tarafından işgal edilmesi demek saltanatın ve Osmanlı Mebuslar Meclisinin İngiliz kontrolüne girmesi demekti. İstanbul’un işgal edilmesi üzerinden çok geçmeden 11 Nisan 1920 tarihinde Osmanlı Mebuslar Meclisi kapatılmıştır. İstanbul’daki Osmanlı saltanatı işgal altında olduğu için ve orduları dağıtıldığı için zaten savaşacak durumda değildi. O zaman halk kaderi ile baş başa kalmış ve kurtulacaksa da kendi çabaları ile kurtulacaktı. İşte Temsil heyetinin başında Mustafa Kemal’in komuta ettiği düzenli ordu kurtuluş mücadelesini bu şartlarda vermeye başlamıştır. Dağıtılan ordulardaki askerleri toplayarak, gönüllü halktan asker toplayarak, Tekâlifi Milliye Emirleri ile bedeli daha sonra ödenmek üzere vatandaştan silah cephanelik, binek hayvan, giyim eşyası, yiyecek ve benzeri birçok eşya toplayarak, ordu savaşabilir duruma getirilmiştir (Manifesto, 2021, Bursa).

Millî Mücadelenin lideri olan Mustafa Kemal Atatürk Ankara’da millet meclisi kurulması için çalışmalara başlamıştır. Anadolu’da da her il de milletvekili seçimlerinin yapılması için gerekli talimatları vermiştir. İşte Niğde yapılan milletvekilliği seçimlerinde Niğde’yi temsilen seçilen Milletvekillerinden biri de Mustafa Soylu olmuştur.

…Mustafa Kemal'in 19 Mart 1920 tarihli genelgesine istinaden Niğde'de seçim yapılmaya başlandı. 6 Nisan 1920 tarihinde yapılan seçimler sonucu Niğde'den; Mustafa Hilmi Bey (Soydan), Vehbi Bey (Çorakçı), Zeynel Abidin Bey (Bayhan), Ratıpzade Mustafa Bey (Soylu) ve Ahmet Hakkı Paşa (Sütekin) milletvekili olarak seçilmişlerdir. Osmanlı Mebuslar Meclisi'nden intikal eden Ata Bey (Atay) ile birlikte Birinci Dönem Niğde Milletvekili sayısı altıya yükselmiştir. Bu milletvekillerinin tamamını Meclis'in Birinci Dönemi (23 Nisan 1920-16 Nisan 1923) tamamlayamamışlardır. Ratıpzade Mustafa Bey 26 Aralık 1920 tarihinde vefat etmiş; Zeynel Abidin Bey ise 11 Ekim 1920 tarihinde istifa etmiştir. Birinci Dönem Niğde Milletvekillerinden Ata Bey iki kez Dâhiliye Vekâleti Vekilliği görevini yürütmüştür. Vehbi Bey'in çalışmalarının sonucunda Aksaray Kazası 14 Ekim 1920 tarihinde Müstakil Liva'ya dönüştürülmüştür. Hakkı Paşa Amasya ve Elcezire (Cizre) İstiklal Dairesi kayıtlıdır. Birinci Dönem Niğde Milletvekillerinin tamamı mecliste Birinci Grupta yer almışlardır. Niğde milletvekilleri gerek kalmadan önce seçildikten sonra Millî Mücadele'nin yanında olmuşlar ve aktif olarak çalışmışlardır. Yeni Türk Devletinin temellerini atanan ve kuran Birinci Meclis Niğde'de altı milletvekili ile katılımda bulunmuştur. I. Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan barış mütarekesiyle vatanımız müttefikler tarafından işgal edilmeye başlandı. Türk milleti bu işgalleri toplantılarla, dernekler kurarak protesto etti. Niğde de işgallerden sonra örgütlenerek Millî Savaş'a katılmıştır. Niğde, ülke genelindeki cephelere asker göndererek, özellikle Adana ve Pozantı cephesinde savaşta aktif rol almıştır. İstanbul hükümetinin işgallere karşı zaaf göstermesi üzerine Anadolu toplumu Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Millî Savaş'a katıldı. Kurtuluşun milletin kararlılığı ve kararlılığıyla mümkün olacağını belirten Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya varır varmaz bu yolda harekâta başladı. 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgali ile Türkiye Büyük Millet Meclisi resmen çalışamaz hale gelmiş ve 11 Nisan 1920'de tamamen kapatılmıştır. Bunun üzerine Anadolu toplumu, Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle Ankara'da bir meclis açmak için harekete geçmiştir. Tamamen millet egemenliğine dayalıdır. Mustafa Kemal'in 19 Mart 1920 tarihli genelgesine istinaden Niğde'de seçim çalışmaları başlatılmıştır. 6 Nisan 1920'de yapılan seçimler sonucunda Mustafa Hilmi Bey (Soydan), Vehbi Bey (Çorakçı), Zeynel Abidin Bey (Bayhan), Ratıpzade Mustafa Bey (Soylu) ve Ahmet Hakkı Paşa (Sütekin) seçildi. Büyük Millet Meclisi'ne üye seçildiler. Ata (Atay) Bey'in Osmanlı Mebusan Meclisi'nden gelmesiyle Niğde Birinci Dönem Milletvekili sayısı altıya çıktı. Bu milletvekillerinin tamamı meclisin ilk dönemini (23 Nisan 1920 - 16 Nisan 1923) tamamlayamadı; Ratıpzade Mustafa Bey 26 Aralık 1920'de vefat etmiş, Zeynel Abidin Bey ise 11 Ekim 1920'de istifa etmiştir. Ata, İçişleri Bakanlığını iki kez temsil etti. Aksaray İlçesi, Vehbi Bey'in çabalarıyla 14 Ekim 1920'de bağımsız (liva/vilayet) oldu. Hakkı Paşa, Amasya ve Elcezire İstiklal Mahkemelerinde üye olarak görev yaptı. Birinci Dönem Niğde Milletvekillerinin tamamı, Mecliste Birinci Grup'ta yer aldı. Hepsi Millî Mücadele taraftarıydı ve seçilmeden önce de, seçildikten sonra da aktif olarak çalıştılar. Niğde, yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Birinci Meclis'e altı delegeyle katıldı (https://acikerisim.ohu.edu.tr).

Başından beri Millî Mücadeleye destek veren Niğde, Sivas Kongresi’ne de delegeler göndererek katılmıştır. Mustafa Soylu (öğretmen), Halit Hami (Mengi) (Tüccar Belediye Başkanı), Dellalzade Hacı Osman Efendi (Nevşehir) Sivas Kongresi’ne katılan Niğde delegeleridir. Ratıpzade Mustafa Bey ayrıca Sivas Kongresi’nde Heyeti Temsiliye’ye yeni eklenen altı üyeden biridir. Mustafa Kemal’in Sivas’ta toplayacağı kongreye Bor’dan da temsilci iştiraki istenince; Niğde’den Muhittin Efendizade Mustafa Bey ile her türlü meşakkate göğüs gererek Sivas’a gitmiş ve kongreye iştirak etmiştir (https://docplayer.biz.tr/6425751-Milli-mucadele-de-nigde.html).

Mustafa Soylu çok genç bir yaşta 37 yaşındayken vefat etmiştir. Millî Mücadele Döneminde sırasıyla Sivas Kongresi, Temsil Heyeti ve Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetinde yine Niğde’yi temsil etmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1. Dönem Niğde Milletvekili olarak Niğde’nin simge isimlerinden biri olmuştur.

HAFTAYA ; ŞEHİT ALBAY NURİ PAMİR



Yazının Devamı

MUALLİM HASAN ETHEM

⁠⁠⁠⁠⁠⁠⁠

(Muallim Hasan Ethem)

(1892 – 1915)

1915 ve 1916 yıllarında cereyan eden ve her anı ayrı bir kahramanlık hikâyesine dönüşen Çanakkale Savaşında iki yüz elli bin şehit verdik. İki yüz elli bin insanın iki yüz elli bin ayrı dünyası var demektir. Şehit Muallim Ethem’de bu şehitlerden bir tanesidir. Nesilden nesille kahramanlık hikâyesi dilden dile dolaşarak destanlaşacak Niğde’nin bağrına bastığı bir kahraman olarak ilelebet yaşayacaktır.

Çanakkale savaşında neler yaşandığını gelin şöyle bir kısaca hatırlayalım. Orada şehit düşen her askerin bir dünyası, bir hikâyesi vardı. Hepsinin annesi babası eşi ve çocukları vardı. Ve oraya bir teslimiyet ile gittiler. Geri dönmeyeceklerini bile bile öleceklerini bile bile savaştılar. İki şey onları motive etmiştir. Birincisi ölürsek şehit olacağız. İkincisi ise biz öleceğiz ama düşman memleketimize giremeyecek, düşman; anama eşime çocuklarıma ilişemeyecek. Biz öleceğiz ama onlar yaşayacak.  Onlar nasıl şehit oldu?  Hikâyelerini biliyor musunuz? Kimisinin üzerine bomba düştü vücudu paramparça oldu. Kimisi silah ile vuruldu. Günlerce yaralı bekledi kurtarılmak için ama yapayalnız acılar için de can verdi. Kimisi atılan bombalardan çıkan yangında yaralıyken kaçamadı ve yanarak can verdi. Sonra şehit cenazeleri toplanamadı yazın sıcağı ile cenazeleri bozuldu. Etrafta tahmin dahi edilemeyen cenaze kokuları yayıldı. Sadece askerler silah ile şehit olmadı. Askerler tifo, dizanteri ve benzeri birçok bulaşıcı hastalıktan da şehit oldular. Ama kaçmak teslim olmak akıllarının ucundan dahi geçmedi. Çünkü bu askerler tarihinden bu yana ataları hiçbir zaman boyunduruk altında kalmamış bir milletin kanını taşmışlardı. Elbiseleri yoktu çoğunun ayakkabısı da yoktu. Şehit olanların elbiselerini, ayakkabılarını ve silahlarını almışlardı geride kalanlar. Ve o iman ve inanç ile Çanakkale zaferi kazanıldı. Çanakkale de iki yüz elli bin şehit verdik. İki yüz elli bin can, iki yüz elli bin hikâye! Satırlar kolay yazmıştır ama yaşamak çok zor. Sıcaktan gelen bulaşıcı hastalıklardan kaç kişi şehit düştü? Soğuktan kaç kişi dondu? Bu zafer ile birlikte İngiltere de hükümet değişti. Rusya çöktü ve yeni bir devlet kuruldu. Bu bence bir çağın kapanışı bir çağın açılışıdır. Tarih böyle yazacaktır (Çağlar 2021:92,93,94).

İşte vatansız kalmanın kıyısına gelmiş bir millet Çanakkale’de bir zafer destanı yazdı. Şehit Muallim Ethem’de bu zafer destanını yazanlardan bir tanesidir. 

Şehit Muallim Ethem Niğde’nin Merkez ilçesine bağlı Hacıabdullah kasabasında dünyaya gelmiştir. Babasının çiftçilik yaptığı, annesinin ise sade bir ev hanımı olduğu anlaşılmaktadır.  Şehit Muallim Ethem’in annesine yazdığı mektupta dört kardeş oldukları görülmektedir. Ethem İstanbul’da üniversite öğrencisiyken birçok öğrenci gibi Çanakkale Savaşına katılmaya karar vermiştir ve eğitimini yarıda bırakarak cepheye koşmuştur. 

 “Şehit Muallim Ethem, Niğde’nin Hacı Abdullah (And-Ulus) köyünde 1308/1892 doğdu. Babasının adı Hasan, annesinin adı Zeynep…” İbrahim Ethem’in nüfus kayıt örneğinde böyle yazmıştır. Dindar ve vatansever bir çocuk olarak büyüdü ve en büyük ideali öğretmen olup vatanı için faydalı nesiller yetiştirmek idi. Hem öğretmen olarak hem de hukuk tahsilinde bulunmak istemiştir. Fakat aynı yıllar, dünya başka bir olaya şahitlik etmiştir. Ülkesinin özgürlüğü için hiç düşünmeden savaşa gitmeyi göze almıştı. İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisiyken aynı zamanda Beyazıt'taki Numune Mektebi'nde öğretmenlik yapan Hasan Ethem, 1915'te gönüllü olarak Çanakkale'ye askere giden bir yiğit. 25 yaşında yedek subay olarak askere giden Hasan Ethem, Yarbay Mustafa Kemal'in (Atatürk) komuta ettiği 57'nci Alay'da görevlendirildi. Hasan Ethem'in subay olan kardeşi Ahmet Halit de Çanakkale'de görevliydi. 19 Mayıs’ta sabaha karşı düşmana yapılan taarruzda kendi taburunun en önünde düşman siperlerine saldırırken bomba sırtında şehit olmuştur. İki ağabeyi de cepheden cepheye koşarken, Çanakkale Savaşı başladığında ağabeylerinden dolayı askerlikten muaf olmasına rağmen Muallim İbrahim Ethem gönüllü olarak cepheye koşmuştur. Çanakkale Savaşı’na gönüllü olarak katılarak büyük bir fedakârlık gösteren Muallim Ethem, 3. Kolordu, 57. Alay, 2. Tabur, 6.Bölük’teydi.” (https://www.borhaber.net/muallim-hasan-ethemin-hayati).

            Yukarıdaki yazıdan da anlaşılacağı üzere Şehit Muallim Ethem Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı 57. Alay’da savaştığı anlaşılmaktadır. Ayrıca aynı haneden kendisi gibi subay olan kardeşi Ahmet Halit’te Çanakkale’de görevlendirilmiştir. Bu bilgiler ışığında Muallim Ethem’in ailesinin ne denli vatanperver olduğunu da görebilmekteyiz. 

            Şehit Muallim Ethem’in annesine yazdığı mektup onu unutulmaz bir kahraman olarak tarih sahnesine çıkarmıştır. Çanakkale Savaşı’nda mermilerin havada çarpıştığı, sabahı görenin akşamı göremediği, akşamı görenin sabaha çıkamadığı, açlığın ve susuzluğun pençesinde var olma mücadelesinin verildiği, yaralıların cephe gerisine alınıp tedavi edilemediği bir ortamda annesine öyle bir mektup yazmıştır ki sanki cenneti tasvir etmiştir. Savaştan hiç bahsetmeden doğanın güzelliğinden imkânların bolluğundan ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadıklarından bahsetmiştir. Annesinin savaşın kötü şartlarını düşünüp üzülmesin diye ona adeta cennetten bir bahçenin betimlemesini yapmıştır.

            Şimdi Şehit Muallim Ethem’in annesine yazdığı mektubu:

“Valideciğim,

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi! Nasihatimiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşil bir ovada, ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının altında otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha güçlendirdin. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim, cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:

-Efendim çayınız, buyurunuz, içiniz dedi.

-Pekâlâ, dedim. Aldım baktım, sütlü çay…

-Mustafa bu sütü nereden aldın? Dedim.

-Efendim şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?

-Evet, dedim. Evet, ne kadar güzel.

-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.

Valideciğim, 10 paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.

Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.”

O güzel çayının koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

            “Ey benim Rabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahfeyle!” diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mesut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.

Anneciğim, oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir.

Dünyanın en güzel yerleri burasıymış. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?

Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım durmuştur, Allah razı olsun.”

Oğlun Hasan Ethem

4 Nisan 1331 (17 Nisan 1915)

25 Nisan 1915 tarihindeki kara çıkarmalarından bir hafta önce yazılan bu mektup Muallim Ethem’in annesine ulaşsa da kendisi ulaşamamıştır ve şehadet şerbetini içerek şehitlik mertebesine yükselmiştir. Dünya açısından Gelibolu Yarımadası’nın ehemmiyeti beş yüz binden fazla gencin bu küçücük toprak parçasında can vermesi. Yeryüzünde bu kadar gencin uğruna can verdiği, hayatlarından, analarından, yârlerinden vazgeçtiği başka bir toprak parçası var mıdır? (https://insanvehayat.com/muallimin-son-mektubu).

Bu mektup hakkında neler yazılmaz ki, ne şiirler, ne ağıtlar, ne türküler yazılmaz ki! Hasan Ethem Cenabı Hak sana cenneti mi gösterdi de bu mektupta cenneti anlattın? Yoksa anacığın üzülmesin diye o savaşın cenderesinde ananın yüreğini mi düşündün? Senden sonra gelen her nesilde senin ve senin gibi kahraman şehitlerimizin hakkı var. Sen ve seninle şehadet şerbeti içen şehitlerimiz bizlere hakkınızı helal ediniz. 

(Kaynak: Ömer Varol)

          (Niğde Hacıabdullah Kasabasında bulunan Muallim Hasan Ethem Heykeli)








ŞEHİT

Bir Anadolu bozkırında açmışsın bir yaban çiçeği gibi

Susuz topraklarda doğdun ve büyüyorsun diğerleri gibi

Ana kuzususun, baban için cansın ten de can gibi

Tırnağına zeval gelse ananın kalbi acır sancısı bıçak gibi.

***

Belki evin bir göz oda, uyursun kaç kişi bir döşekte

Abin eskitmeyecek ki giyeceksin sen de seneye

Babanın elinden tutarsın çalışmak için hevesle

Ellerin nasırlı, yüzünde güneş yanığı bakarsın sevgiyle.

***

Okul çağı derken bakmışsın delikanlı oldun

Hadi bir de mahallenin güzel kızına vuruldun

Zamanı geldi artık bekliyor seni peygamber ocağın

Kalbinde acısı gurbet mi yoksa ayrılık mı yandığın.

***

Anan nasıl etsin de göndersin seni

Avcuna kına yakar ama gönlüne sığmaz derdi

Öper elini yanağını doyamaz koklar tenini

Zaman durur sanki otobüs alıp götürürken seni.

***

Toprağı vatan yapan bayrak, kurban sana kınalı kuzu

Kanı akarken toprağa, şehadet şerbeti sunuldu

Bir toprak dama al yıldızlı bayrak asıldı

Titrerken dudakları babasının ağzından bir söz çıktı.

VATAN SAĞOLSUN

Toprak sabırsızlıkla bekler şehidini

Bilir çünkü cennet bahçesine dönüşeceğini

Bak şehit kanıyla bayrak aldı al rengini

Toprak parçası vatan diye aldı şerefini.


HAFTAYA; RATIPZADE MUSTAFA EFENDİ (MUSTAFA SOYLU)


Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans