(Mehmet Emin Erişirgil)
(1891 – 1965)
Mehmet Emin Erişirgil Niğdeli bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmiş ve yapmış olduğu çalışmalar ile ülkemizin ortak bir değeri olmuştur. Osmanlının son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş yıllarında imkânsızlıklar ve yokluklar içerisinde başarıya ulaşılabilmenin kanıtı haline gelmiştir. Mehmet Emin Erişirgil devlet ve siyaset adamı olmasının yanı sıra felsefeci, eğitimci ve akademisyen kimliği olarak da önümüze çıkmaktadır.
Mehmet Emin Erişirgil Niğdeli bir ailenin ferdi olarak İstanbul’da 1891 senesinde doğmuştur. Babasının adı Mustafa Dilaver Bey, annesinin ismi ise Hatice Nesibe’dir. Babası Niğde’de Tahrirat Kâtipliği (Kaymakamlık Yazı İşleri Memurluğu) ve Rüştiye Mektebi Muallimliği (Orta Öğretim Okulu Öğretmenliği) yaptıktan sonra İstanbul’a yerleşmiştir. İstanbul’a yerleştikten sonra Adliye Nezareti istintak dairesi kâtip ve mümeyyizliği (Soru Hâkimi Memurluğu) görevlerinde bulunmuştur. Mehmet Emin Erişirgil ilköğrenimini Beşiktaş Sıbyan Mektebinde görmüştür. Ortaöğrenimini ise Fatih Rüştiyesinde tamamlamıştır. Mercan İdadisinde ise lise tahsilini birincilik derecesiyle tamamlamıştır. Lise öğreniminden sonra Mülkiye’ye girerek derece ile mezun olmuştur. Mülkiye’den mezun olduktan sonra 1911 senesinde Orman ve Ziraat Nezareti Baytar Dairesinde, daire kâtibi olarak çalıştı. Bu kurumda Millî şairimiz İstiklal Marşının yazarı Mehmet Akif Ersoy ile birlikte çalışmıştır.
…1912’de felsefe ve psikoloji dersleri vermeye başladı. 1914’te İstanbul Sultanisi felsefe muallimliğine ek olarak Kabataş, Davutpaşa ve Vefa Sultanilerinde felsefe muallimliklerinde bulundu. Daha sonra Evkaf Nezâreti Kalem-i Mahsûs Mümeyyizliği’ne getirildi. 1915’te Kadıköy Numune Mektebi Müdürlüğü’ne terfi etti. Aynı yıl, Maarif Nazırı Şükrü Bey’in isteği ile Darülfünun’a felsefe müderris muavini (doçent) olarak geçti (Kaya 2010:137).
1918’de felsefe tarihi müderrisliğine terfi etti. Felsefe kürsüsü başkanlığı ve Mütareke Döneminde Edebiyat Fakültesi müdürlüğü yaptı. 1919 Aralık ayında yapılan seçimlerle Niğde mebusu olarak 12 Ocak-18 Mart 1920 tarihlerinde faaliyet gösteren son Meclis-i Mebusan’a girdi. Meclisin kapanması üzerine Darülfünundaki görevine döndü. 1926’da Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığı’na getirildi. 1928’de kurulan ve Latin alfabesine geçişin alt yapısını hazırlamakla görevlendirilen Dil Encümeni’nde üye olarak çalıştı. Daha sonraki yıllarda Maarif Vekâleti Müsteşarlığı, İstanbul Maarif Müdürlüğü, Yüksek Muallim Mektebi Müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1936’da Mülkiye Mektebi Müdürü ve Sosyoloji, İktisadi Doktrinler Tarihi Profesörü oldu ve 1942’ye kadar bu görevde kaldı. Bu görevi sırasında 1939-1942’de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi dekan vekilliği görevini de yürüttü. 1942’de Zonguldak milletvekili olarak meclise girdi. 2. Hasan Saka kabinesinde Gümrük ve Tekel Bakanı, 1949’da Şemsettin Günaltay kabinesinde İçişleri Bakanı oldu (https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/erisirgil-mehmet-emin).
Mehmet Emin Erişirgil memleketi olan Niğde’den milletvekili seçilerek 12 Ocak - 18 Mart 1920 tarihlerinde faaliyet gösteren son Osmanlı Devleti Meclisi olan Meclis-i Meb’ûsan’da görev aldı. Mehmet Emin Erişirgil ’in tarihe geçecek olan görevlerinin başında Yeni Türk Alfabesinin düzenlenmesi ile görevlendirilen beş kişiden biri olması gösterilecektir.
Mehmet Emin Erişirgil felsefe alanında, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e kadar uzanan süreçte gerek eserleri gerekse üstlendiği görevlerle önemli bir isim olmuştur. Siyasal ve entelektüel açıdan oldukça hareketli geçen bu dönemde Erişirgil’in felsefî yaklaşımında birtakım değişiklikler meydana geldiyse de genelde onun Türkiye’de bir felsefe kültürünün oluşması ve yaygınlaşması hususunda çaba gösterdiğini söylemek mümkündür. Bu doğrultuda verdiği derslerle, kitap ve makaleleriyle hem Türkçe bir felsefe literatürünün oluşmasına hem de Türkçe’nin felsefe dili olarak gelişimine önemli katkılarda bulunmuş, felsefenin bir “Cevaplar Bütünü” olmaktan ziyade ezelî-ebedî “Sorular Bütünü” olduğunu vurgulayıp bu sorularla uğraşmanın insan zihninin gelişmesi açısından gerekliliğini savunmuştur.
Bilimin çeşitli dallarındaki hızlı gelişmeler neticesinde ortaya çıkan pozitivist, materyalist, natüralist, evrimci, katı determinist yaklaşımların Osmanlı-Türk entelektüellerini de etkilemesine tepki olarak 1920’lerin ilk yıllarında “Dergâh” mecmuası etrafında gelişen Bergsonculuğun önde gelen savunucuları arasında yer alan Erişirgil bu tavrını ilerleyen yıllarda bir yandan Alman idealizmi (Fichte), diğer yandan William James ve John Dewey’in pragmatist felsefesiyle beslemiştir. Her şeyi pozitivist yöntemlerle açıklama çabalarına yönelttiği eleştirilerde Bergson felsefesinden yararlansa da Bergsoncu anlamda sezgiyi bir bilgi kaynağı olarak benimseme fikrine mesafeli durmuş, bu tavrı zaman içinde onu pragmatizme yaklaştırmıştır. Bu yaklaşımda yeni kurulan Cumhuriyet’in siyasal ve ideolojik ihtiyaçlarının başlıca etken olduğu görülür. Erişirgil’in “Millî Mecmua”daki yazılarında kendini gösteren ve yaklaşık iki yıl müdürlüğünü yaptığı “Hayat” mecmuasında tam anlamıyla somutlaşan pragmatist tavrı onu, bir yandan Cumhuriyet ideallerini benimsemiş genç bir nesil yetiştirme amacını bayraklaştırmaya, diğer yandan Nietzsche’nin etkisiyle -felsefe dâhil olmak üzere- bütün bilgi disiplinlerinin hayatla, pratikle iç içe ve onlar üzerinde etkili olması gerektiğini ısrarla savunmaya sevk etmiştir.
Eserleri:
Yeni Ma‘lûmât-ı Medeniyye ve Kānûniyye (İstanbul 1330; 2. baskı: Ma‘lûmât-ı Vataniyye, İstanbul 1341; 3. baskı: Ma‘lûmât-ı Vataniyye, İstanbul 1342); Devr-i İntibâh Felsefesi ve Feylesofları (İstanbul 1336); Târîh-i Felsefe Notları: Kurûn-ı Cedîde Felsefesinden Descartes ve Kartezyenler (İstanbul 1336); Wilhelm Leibniz (İstanbul 1337); Kant ve Felsefesi (İstanbul 1339); Yurt Bilgisi (İstanbul 1930); Sokrat (İstanbul 1931); Kant’tan Parçalar (İstanbul 1935); Filozofi (İstanbul 1935); Filozofiye Başlangıç (İstanbul 1936); Hukukun Muhtelif Cepheleri ve Hukuk İlmi (Ankara 1938); Felsefeye Başlangıç (Ankara 1944); Ekonomi Meslekleri: XVI. Yüzyıldan Zamanımıza Kadar (I, Ankara 1945); Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp (İstanbul 1951); Merak ve Dikkat (Ankara 1956); Mehmet Âkif: İslâmcı Bir Şairin Romanı (I-IV, Ankara 1956;); Neden Filozof Yok? (Ankara 1957); Türkçülük Devri, Milliyetçilik Devri, İnsanlık Devri (Ankara 1957); İhmal (Ankara 1958); Kadın-Erkek (İstanbul 1960).
Tercüme:
Emile Boirac, Felsefe yâhud Hikmet-i Nazariyye: Birinci Kitap: İlm-i Ahvâl-i Rûh (İstanbul 1330); Henri Bergson, Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı: Birinci Kitap: Ahlâkın İki Kaynağı (İstanbul 1933; bu tercüme, Yeni Türk Mecmuası’nın Teşrînievvel 1932 tarihli ilk sayısından itibaren dergiyle birlikte forma halinde okuyuculara sunulmuştur).
Erişirgil’in ayrıca Sebîlürreşâd, Muallim Mecmuası, İctimâiyyat Mecmuası, Yeni Mecmua, Düşünce, Büyük Mecmua, Dârülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Dergâh, Millî Mecmua, Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, Anadolu Mecmuası, Mihrab, İctihad, İstanbul, İlk Terbiye ve Tedrisat Mecmuası, Hayat, Ülkü, Yeni Türk Mecmuası, Siyasi İlimler (Mülkiye) ve İş dergilerinde 200’e yakın makalesi yayımlanmıştır.
Bibliyografya
Hilmi Ziya Ülken, “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” (İstanbul 1966), İstanbul 1999, s. 375-376, 426-433.
Ali Çankaya, “Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler”, Ankara 1968-69, II, 863-865.
Osman Kafadar, “Türk Eğitim Sisteminde Pragmatik Yönelişler ve Mehmet Emin Erişirgil”, Türkiye I. Eğitim Felsefesi Kongresi Bildiriler-Müzakereler (ed. Halil Rahman Açar), Van 1995, s. 175-183.
Levent Bayraktar, “Mehmet Emin Erişirgil (1891-1965)”, Türkiye’de Sosyoloji: İsimler-Eserler” (haz. M. Çağatay Özdemir), Ankara 2008, I, 527-553.
“Cumhuriyet Dönemi Düşünce Hayatımızda Dergâh Mecmuası ya da Bergsonculuğun Yerli Yorumlanışı”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası, sy. 5, İstanbul 2008, s. 613-619.
a.mlf., “Darülfünun’da Bir Felsefe Hocası: Mehmet Emin Erişirgil”, Felsefe Dünyası, sy. 50, Ankara 2009, s. 64-80.
Necati Akder, “Mehmet Emin Erişirgil”, TK, III/29 (1965), s. 346-348.
Bülent Şen, “Mehmet Emin Erişirgil ve Türk Toplumunun Değişimi Üstüne Düşünceleri”, İÜ Sosyoloji Dergisi, 3. dizi, sy. 12, İstanbul 2006, s. 133-150.
M. Cüneyt Kaya, “Mehmet Emin Erişirgil: Bergsonculuktan Pragmatizme Bir Dârulfünûn Hocası”, Kutadgubilig, sy. 18, İstanbul 2010, s. 128-180.
Nuray Karaca, “Bilimin Rehberliğinde Değişimden Yana Olan Pozitivist Bir Düşünür: Mehmet Emin Erişirgil”, Folklor / Edebiyat, sy. 70, Ankara 2012, s. 145-164.
“Erişirgil, M. Emin”, Felsefe Ansiklopedisi (ed. Ahmet Cevizci), Ankara 2007, V, 638-642. (https://islamansiklopedisi. org.tr/erisirgil-mehmet-emin)
Mehmet Emin Erişirgil 7 Şubat 1965 tarihinde Ankara’da vefat etmiştir. Cenazesi Cebeci Asrî Mezarlığı’na defnedilmiştir. Memleketi olan Niğde Şehir merkezinde bulunan Şahinali Mahallesinde ismi bir caddede yaşatılmaktadır.
HAFTAYA; MUALLİM HASAN ETHEM
(Hüseyin Avni Göktürk)
(1901 – 1983)
Hüseyin Avni Göktürk Niğde’nin yetiştirmiş olduğu tarihi bir değer olarak önümüze çıkmaktadır. Yeni kurulmuş genç Türkiye Cumhuriyetinin bir bürokratı, hukukçusu, yazarı, devlet ve siyaset adamı olarak tarihin yazdığı şahsiyetler arasına girebilme başarısını göstermiştir.
Hüseyin Avni Göktürk elde etmiş olduğumuz bilgilere göre 1901 yılında Niğde’de dünyaya gelmiştir. Araştırmalarımız neticesinde babası, annesi ve kardeşleri hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadık. Hüseyin Avni Göktürk’ün evli ve üç çocuk babası olduğunu bilmekteyiz. Dünyaya gelmiş olduğu dönem Osmanlı Devletinin yıkılış dönemine denk gelmesi onun zorlu ve çetin bir eğitim öğrenim mücadelesi içerisinde tahsilini sürdürdüğünü tahmin etmekteyiz. Çocukluk ve Gençlik yıllarında I. Dünya Savaşı’na, Kurutuluş Savaşı’na Osmanlı Devletinin çöküşüne ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasına şahitlik etmiştir. Bütün bu şahit olduğu olaylar kuşkusuz kişiliğinin ve karakterinin oluşmasında etkili olmuştur. Hüseyin Avni Göktürk’ün ilk ve orta öğrenimini doğduğu şehir olan Niğde’de tamamladığını düşünmekteyiz. Lise öğrenimini Konya Sultanisi (Lisesi)'nde, Konya Erkek Öğretmen Okulunda tamamlamıştır. Lise tahsilinden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandı. 1927 senesinde Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Mezun olduktan sonra 1928 yılında Türk Tarih Encümeni Kâtipliği ve Danıştay üye yardımcılığı gibi devlet görevlerinde çalıştı.1933 senesinde Cenevre Hukuk Fakültesinde yüksek lisansını tamamladı. Ardından 1934 yılında Berlin Hukuk Fakültesinde doktorasını yaptı. O dönemin şartlarında Avrupa’da yüksek lisansa ve doktora yapması yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne de büyük hizmetler vermesinin önünü açmıştır. Genç Türkiye’nin dünya ile uyum sağlamasında fayda sağlamıştır. Avrupa’da akademik hayatına devam edebilme gibi bir imkânı olmasına rağmen o ülkesine dönmeyi ve ülkesine hizmet etmeyi seçmiştir. Doktora öğrenimini tamamladıktan sonra Adalet Bakanlığında hâkimlik mesleğini icra etmiştir. Adalet Bakanlığında ayrıca Ceza İşleri Şubesi Müdür Yardımcılığı ve Ankara'da sulh hâkimliği görevlerinde de bulundu. Takvimler 1935 senesini gösterdiğinde doçentlik sınavını kazanarak üniversitede akademisyen olarak çalışmaya başladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Medeni Hukuk dalında doçent olarak çalışmaya başladı. Ankara Üniversitesine bağlı Siyasal Bilgiler Fakültesinde (Mülkiye) de hukuk dersleri verdi. 1941 yılında profesörlük unvanını almaya hak kazandı. 1946 senesine gelindiğinde Çalışma Bakanlığı Müsteşarı olarak atandı. Bu göreve atanması ile birlikte üniversitedeki görevine son verdi. Yaklaşık iki yıl Çalışma Bakanlığı Müsteşarlığı görevini yürüttü. 1950’li yıllarda Türkiye tek partili hayattan çok partili hayata geçmişti. Ayrıca iktidarda Cumhuriyet Halk Partisinden Demokrat Partiye geçmişti. 1954 yılında Türkiye’de yapılan genel seçimlerde memleketi olan Niğde’den Demokrat Parti Niğde Milletvekili adayı oldu. Milletvekilliği seçimlerini kazandı ve Demokrat Parti Niğde Milletvekili olarak TBMM’de görev aldı. Milletvekili olarak seçilmesinden bir yıl geçtikten sonra kurulan 3. Menderes Hükümetinde Adalet Bakanı oldu. Adalet Bakanlığı görevini yürütürken kısa bir süre İçişleri Bakanlığına da vekâlet etti. 1957 senesinde yapılan seçimlerde milletvekili olmadı. Meclise girmemesi ona devlet görevinde farklı bir kapı açtı ve 1957 yılında MAH Reisliği yani yeni adı ile Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı yaptı. 1958 yılına gelindiğinde Türkiye Sınai Kalkınma Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığına görevine getirildi. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi sonrasında yaklaşık yedi ay Yassıada’da tutuklu kaldı. Yapılan yargılama sonucunda berat ederek özgürlüğüne kavuştu. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinden sonra yeni anayasa hazırlanmış ve referandum ile kabul edilmiştir. Yeni Anayasaya göre Türkiye’de Senato da kurulmuştur. 1966 yılında yapılan genel seçimlerde Demokrat Partinin devamı olarak kurulan Adalet Partisinden Niğde Senatörü olarak seçilmiştir. 1966 senesinde başlayan Senatörlük görevi 1975 yılına kadar devam etmiştir.
Hüseyin Avni Göktürk 16 Temmuz 1983 senesinde 82 yaşındayken İzmir’de vefat etmiştir.
Hüseyin Avni Göktürk’ün yazmış olduğu ve yayımlanan eserleri ise şunlardır:
Annuaire interparlementaire: La Turquie (Paris, 1931), l'Extinction du pouvoir de representation et les effets qui en de-coulentJ Etüde de Droit Suisse (Doktora Tezi, Cenevre, 1934), İsviçre Borçlar Kanunu Şerhi (H. Oser'den çeviri, 1935), Türk Hukukunda Yazılı Şekil (1937), İlim Halinde Siyaset (Ankara, 1937), Miras Hukuku (İstanbul, 1937), Şahsın Hukuku (1942), Aile Hukuku (1943), Eski ve Yeni Mülkiyet Hukukumuzda Toprak Kanunu Kasarısı Ana Prensipleri Arasındaki Münasebetler (Ankara, 1945), Borçlar Hukuku (1. kısım, 1947; 2. kısım, 1951).
(Devlet Arşivleri Bugünkü karşılığı MİT Başkanlığına atanması)
(Devlet Arşivleri Bugünkü karşılığı MİT Başkanlığına atanması)
HAFTAYA, MEHMET EMİN ERİŞİRGİL
(Haydar Özalp)
(1924 – 1996)
Türk siyasi tarihine iz bırakmış bir şahsiyettir. Yalnız Niğde için değil Türkiye için önemli bir isim olmayı başarmıştır. Vefatının üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen saygın ve itibarlı bir kişilik olarak anılmaya devam etmektedir. Niğde halkına bir soru yöneltseniz, deseniz ki siyasette saygınlığını ve itibarını korumuş ve aynı zamanda hizmet ve eserleriyle anılan bir isim söyleyin. İlk akla gelen isimlerden biri Haydar Özalp olacaktır.
Haydar Özalp Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan tam bir yıl sonra 1924 tarihinde Niğde ilinin Bor ilçesinde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Nurettin, annesinin adı ise Mahiyedir. Haydar Özalp evli olup 4 çocuğu bulunmaktadır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin olanakları dâhilinde ilköğrenimini doğduğu ilçe olan Bor’da tamamlamıştır. O dönemlerde Bor ilçesinde ortaokul ve lise bulunmamaktaydı. Bu yüzden lise tahsilini Konya’da tamamlamıştır. Lise tahsilinin bitmesiyle birlikte üniversite sınavlarına girdi. Türkiye’nin en saygın üniversitelerinden olan Ankara Üniversitesi Ziraat Mühendisli bölümünü kazandı. 1946 senesinde başarı ile üniversite öğrenimini tamamladı. Üniversite tahsilinden sonra Zirai Mücadele Teknisyeni olarak devlet görevinde bulundu. Bu görevde Baş Teknisyenliğe kadar yükseldi. Babasının vefatı ile birlikte aile reisliği görevini üstlenerek kardeşlerine kol kanat gerdi. Bu dönemde Bor Gençlik Derneğinin kurucuları arasında yer aldı. Ayrıca Yeşil Bor Gazetesinin yayın hayatına başlamasında katkıda bulundu.
34 yaşına geldiğinde siyasete girmeye karar verdi. Bağımsız olarak Bor Belediye Başkanlığına aday oldu. 1958 yılında yapılan seçimlerde Bor Belediye Başkanı olarak seçildi ve böylelikle siyasi hayatı başlamış oldu. Bir dönem sonra Adnan Menderes’in genel başkanlığını yaptığı iktidar partisi olan Demokrat Parti’ye katıldı. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan 37 yıl geçtikten sonra 1960 senesinde ilk defa askeri darbe ile tanıştı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in yanı sıra bakanlar ve milletvekilleri tutuklandı. 1960 askeri darbesinde Demokrat Partiden Bor Belediye Başkanı olduğu için kısa bir süre Haydar Özalp’te tutuklu kaldı. 1961 yılına kadar siyasete ara verdikten sonra 1961 yılında yapılan genel seçimlerde delege seçimlerinde 1. sırada yer almasına rağmen Adalet Partisi tarafından 3. sıraya kondu. Milletvekili seçimi tercihli sistem olduğu için Haydar Özalp seçmenlerin büyük bir bölümünün oyunu alarak 1. sırada Niğde Milletvekili olarak seçildi ve Niğde’yi temsilen TBMM’de görev yapmaya başladı. Sırasıyla 12., 13., 14. ve 15. dönem milletvekili olarak Adalet Partisinden seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisinde Niğde’yi temsil etti. Nihat Erim’in Başbakanlığını yaptığı 33. Hükümette ve 34. Hükümette Gümrük ve Tekel Bakanı olarak kabinede yer aldı. Ferit Melen’in kurduğu ve Başbakanlığını yaptığı 35. Hükümette de Gümrük ve Tekel Bakanı olarak görev yaptı.
Haydar Özalp siyasi hayatında 1960 askeri darbesine ve 1971 askeri darbe muhtırasına şahit olduktan sonra 12 Eylül 1980 askeri darbesini de bizzat yaşadı. 1980 askeri darbesinden sonra tekrar demokrasiye dönüşü sağlayan 17. Dönemde Anavatan Partisinden Niğde Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Akabinde 18. Dönemde de Anavatan Partisinden Niğde Milletvekili olarak seçilerek TBMM’de Niğde’yi temsil etti. Bu dönemde Anavatan Partisinin en önemli kurmaylarından biri oldu. Anavatan Partisinde Grup Başkanvekilliği görevini yürüttü. Bu dönemde Cumhuriyet sonrası Türkiye ve Niğde siyasetine damga vurmuş Akın Gönen ve Doğan Baran gibi önemli şahsiyetlerle Niğde’nin kalkınması ve sorunlarına çözüm önerileri bulma noktasında birlikte çalıştılar.
(Haydar Özalp dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile birlikte)
Haydar Özalp Türk siyasi tarihine damga vuran Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisinde Milletvekilliği yaptı. Özellikle Bor ilçesinde ilkokul, ortaokul ve lise olmak üzere birçok yeni okulun açılmasında başrol oynadı. Niğde’nin ilçelerine devlet hastanesi açılmasının yanı sıra köy ve kasabalara sağlık ocağı açılmasını sağladı. Kemerhisar ve Bahçeli kasabalarında üretilen üzümlerin işletilmesi amacıyla Bor Şarap ve Meyve Suyu Fabrikasının açılmasında önemli rol oynadı. Yine Niğde’de meyve suyu fabrikasının açılmasında büyük etkisi oldu. Bor Şeker Fabrikasının açılması için büyük uğraşlar verdi. Niğde’nin köy ve kasabalarına içme suyu şebekesinin, elektriğin ve telefonun gitmesinde büyük rol oynadı. Niğde Organize Sanayi Bölgesinin kurulmasında ve bugünkü yerinde olmasında etkili oldu. Daha sayamayacağımız birçok eseri ve hizmeti Niğde’ye kazandırdı.
Haydar Özalp 1 Mart 1996 tarihinde Ankara’da vefat etti. Kabri Bor ilçe merkezinde bulunan kabristanda yer almaktadır. Bor şehir merkezinde ismini taşıyan bir cadde bulunmaktadır. Haydar Özalp 72 yıllık ömrünün yaklaşık 35 yılını siyasete ve Niğde’nin gelişimine adadı. Ömrünün yarısı siyasette mücadele ile geçti. Bu kadar uzun süre siyasette kalıp, onurunu, saygınlığını ve itibarını koruyarak sadece Niğde’de değil ülkemiz genelinde kendisinde sonra gelen siyasetçilere rol model oldu. Siyasette bulunduğu dönemde vermiş olduğu eserlerden Niğde halkı hâlâ faydalanmaktadır.
(Devlet Arşivleri)
HAFTAYA; HÜSEYİN AVNİ GÖKTÜRK
(Halil Nuri Yurdakul)
(1898 – 1970)
Millî Mücadele döneminde Niğde’den çıkan devlet adamları ve savaş kahramanları Niğdeli tüm hemşerilerine ilelebet yaşayacak bir şerefi miras bırakmışlardır. Bu devlet adamı ve kahramanlardan biri de şüphesiz Halil Nuri Yurdakul olmuştur. Yurdakul soyadını alırken de vatanına, bayrağına ve milletine kul olduğunu ifade ettiği için Yurdakul soyadını aldığını düşünmekteyiz.
Halil Nuri Bey 1898 yılında Niğde’nin Bor ilçesinde dünyaya gelmiştir. Niğde’nin Bor ilçesi bağrından birçok devlet ve edebiyat adamı yetiştirmiştir. Bu devlet adamlarından biri de Halil Nuri Bey’dir. Babasının adı Halil’dir. Babası Halil Nuri Bey’e kendi adını vermiştir. Annesinin adı Ayşe’dir. Halil Nuri Beyin babasının ve dedesinin sülalesi Mazlumoğulları olarak bilinirdi. Halil Bey Kolağası olarak görev yapmaktaydı. Halil Nuri Bey evli olup 3’ü erkek, 2’si kız olmak üzere 5 çocuk babasıdır. Halil Nuri Bey 28 Şubat 1970 tarihinde 72 yaşındayken vefat etmiştir. Kabri Bor Merkezde bulunan Bor şehir mezarlığındadır.
Halil Nuri Yurdakul 20 yaşına geldiğinde Harbiye’den mezun olarak askerlik mesleğine başlamıştır. Askerlik hayatının daha ilk yıllarında Millî Mücadeleye katılarak başarılı çalışmalara imza atmıştır.
(Bor Halil Nuri Bey Kütüphanesi. Halil Nuri Yurdakul’un üniforması)
… 1927 – 1933 yılları arasında Atatürk’ün koruma alayı kumandanı İsmail Hakkı Tekçe Paşanın ve Muhafız Alayının Genel sekreterliği görevini yürütmüştür. Bu görevi esnasında Atatürk ile birlikte birçok seyahate çıkmış ve onun korumasında görev alan koruma kıtalarına bizzat kumandanlık yapmıştır. Bundan sonra Niğde’de bulunan 41. Alay’a Yüzbaşı rütbesiyle tayin olmuştur. Bu dönemde özlemini duyduğu birçok hizmeti Niğde’ye getirmeyi başarmıştır(Mehmet Öncel Koç Niğde İl Kültür ve Turizm Müdürü).
… Kurtuluş harbi sonrası bu üç askere gösterdikleri kahramanlıktan dolayı TBMM’nin takdirnamesi verilmiş ve İstiklal Madalyaları ile de taltif edilmiştir. Bu üç kahramanın köylü kıyafetli resimleri Atatürk’ün emri ile İstanbul Askeri Müzesinde sergilenmektedir(Mehmet Öncel Koç Niğde İl Kültür ve Turizm Müdürü).
(Halil Nuri Bey Mehmet Akif Ersoy ile birlikte)
…Vatanın tehlikede olduğu o dönemde Millî Mücadele gizli teşkilatına girdi. Yakalanma tehlikesi karşısında maiyeti ile birlikte Anadolu’ya geçti.Yunan kuvvetleri 22 Haziran 1920 tarihinde Ayvalık-Aydın hattında genel bir taarruza geçmişti. Beş tümen kadar olan bu kuvvet karşısında direnebilmek çok güçtü. Nitekim kısa zamanda Bursa’yı ele geçirdiler. Millî güçler mahalli erattan meydana gelmiştir. Onlar da düşmanın zulmünden çoluk çocuğunu daha içerilere kaçırma telaşına düştüler. Bu bölgede henüz güvenilir kuvvetler yoktu. Gayret genç subaylara düşmüştür.
O tarihte XX. Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Cebesoy “Millî Mücadele Hatıraları” isimli kitabında şöyle yazmıştır:“Bozüyük’ten Bursa’ya kadar bölgeyi gözetleyecek gücümüz kalmamıştı. İlk icraat olarak Geyve’de bulunan 70. Alay’ın Karaköy’e getirilmesini ve Karaköy Boğazı’nın müdafaa vaziyetine konulmasını düşünmüştüm. 70. Alay gelinceye kadar, müdafaa mevziinin keşfi için erkân-ı harp binbaşısı Halis Bey’i oraya göndermiştim. Bu işler tamamlanıncaya kadar birkaç gün geçecekti. Bu esnada düşmanla nasıl temas edilecek ve hangi kuvvetle zaman kazanılacaktı? 70. Alay kumandanı Halit Bey, emir almak için Geyve’den yanıma gelmişti. Fakat Bursa’dan ilerleyecek düşmanla meşgul olmak onun işi değildi. Mutlakao saatte bir kuvvet bulmak lâzımdı. Bu sırada karargâhıma mülazım-ı sani (teğmen) Halil Nuri Efendi adında genç bir zabit müracaat ederek Bozüyük’ten toplayacağı 20-30 tüfekli ile Pazarcık’a gidebileceğini, oradaki Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Yetimoğlu’nun yardımını evvelce sağladığını söyledi. Halil Nuri Efendi, bir taraftan düşmanla temas edinceye kadar İnegöl istikametinde gideceğini diğer taraftan düşmanı Nazif Paşa mevkiinde oyalamak için de kâfi miktarda kuvvet toplayabileceğini ileri sürmüştür. Bu genç ve cesur zabiti Bozüyüklüler de sevmiştir. Muvafakat ettim. Derhal faaliyete geçti. Ufak bir müfreze yaptı. Eğer kâfi miktar silah bulmuş olsaydı müfrezenin mevcudu belki yüzü bulurdu. Halil Nuri Efendi aldığı emri tamimiyle ifa etti. Bir taraftan Nazif Paşa’daki müfrezesini Bozüyük ve Pazarcık’tan gelen müfrezelerle kuvvetlendirirken, diğer taraftan kendisi de İnegöl’e kadar ilerlemişti. Yunanlılar ’in İnegöl’ü işgal edecekleri güne kadar orada kalmıştı. Bundan sonra da Nazif Paşa’daki müfrezesinin başına geçti.” (http://www.kimkimdir.net.tr. ).
Halil Nuri’nin düşmanı durdurduğunu öğrenen ve umumi vaziyeti bildiren raporunu dikkatle dinleyen Mustafa Kemal Paşa, yaveri Muzaffer Kılıç Bey’e dönerek, “Çocuk bir sigara ver. Bu çocuk vaziyeti kurtardı.” demiş ve hemen Ankara’ya dönmüştür. Bu fedakârane hizmet meclis kürsüsünden de dile getirilmiştir.Harp tarihinde önemli yeri olan Halil Nuri, Sakarya’da yaralanmış ve savaştan sonra Harbiye’ye öğretmen olarak tayin edilmiştir. Bundan sonra muhtelif askeri görevleri sırasında çeşitli kültür hizmetleri ifa etmiştir.Tasavvurlarını gerçekleştirmek için 1932 senesi sonlarına doğru Niğde’de bulanan 41. Alay’a yüzbaşı rütbesi ile tayinini yaptırır. Talebelik yıllarından beri Bor’da bir kütüphane kurmayı düşünmekte idi. Uzun müddettir topladığı kitaplarını kamyonlarla Bor’a getirtir. Belediye Meclis Salonu’na 5000 ciltlik ilk kütüphaneyi açar. Bununla kalmaz Altunhisar, Çukurkuyu, Kemerhisar ve Ulukışla’da da okuma odaları tesis eder.Boş zamanlarında kar-kış demeden Bor’a koşar. Bir kaynaşma, bir uyanış sağlamak üzere konferanslar verdirir, spor kulübü, atış poligonu, arkeoloji müzesi, çocuk bahçesi ve köycülük bürosu kurar. Okullara trampetler temin eder. Haftada bir gün Millî oyunlar tertip eder. Bor gençlik marşı için yarışma açar. Birinci gelen Talat Gün’ ün şiiri bestelenir.Halil Nuri Yurdakul yalnız memleketine hizmet vermemiş, Erciş, Zincidere, Pozantı, Dörtyol’da da kitaplık, müze, yol açma, cami inşası gibi birçok işlere ön ayak olmuştur.1950 seçimlerinde Niğde Milletvekili olarak meclise girer. 1954 yılında Emekli Sandığı İdare Heyeti’ne getirilir(http://www.kimkimdir.net.tr. ).
(Atatürk’ün Kız Kardeşi Makbule Atadan ile Halil Nuri Yurdakul’un ailesiyle evlerinde.)
Atatürk ailesine çok yakın olan Halil Nuri Yurdakul Niğde Bor ilçesindeki evlerinde Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanımı birçok kez ağırlamıştır. Savaş sonrasında toplumda kültürel seviyenin yükseltilmesi ve beğeni kültürünün yaygınlaştırılması yönünde de ciddi çalışmalar yapmıştır. Kütüphaneler kurmuş, müze, yol yapımı, cami inşası gibi birçok işlerin yapımına öncülük etmiştir… Bugün Niğde’nin Bor ilçesinde kendi adıyla kurulmuş bir kütüphane mevcuttur. Ayrıca Niğde Ömer Halisdemir Üniversite Bor Kampüsüne onun adı verilmiştir. 1950 seçimlerinde Niğde Milletvekili olarak Meclise girmiştir. … “Askeri Vecizeler”, “Neferin Defteri”, “Selam”, “Bomba Eğitimi”, “Muharebe Araçlarından Güvercin” isimli eserleri vardır (Mehmet Öncel Koç Niğde İl Kültür ve Turizm Müdürü.).
(Halil Nuri Bey Atatürk ve İsmet İnönü ile birlikte bir gezide.)
Niğde İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Halil Nuri Yurdakul Kitabı, Editör Mehmet Öncel Koç. Niğde 2011)
(Niğde İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Halil Nuri Yurdakul Kitabı, Editör Mehmet Öncel Koç. Niğde 2011)
(Niğde İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Halil Nuri Yurdakul Kitabı, Editör Mehmet Öncel Koç. Niğde 2011)
(Devlet Arşivleri)
(Devlet Arşivleri)
(Devlet Arşivleri)
HAFTAYA HAYDAR ÖZALP
Niğdeli Ethem Onbaşı Balkan Savaşlarında şehit verdiğimiz binlerce Mehmetçikten bir tanesidir. Onu şehit olan diğer Mehmetçiklerden ayıran ise bir kahramanlık hikâyesidir. Kahramanlıklar hep rütbeli komutanlar arasından çıkmaz. Bazen tarihin yazdığı kahraman Ethem Onbaşı gibi bir er, bir onbaşı veyahut bir çavuş da olabilir. Çünkü kahramanlık rütbe işi değil yürek, iman ve vatanperverlik işidir.
Ethem Onbaşı 1309 yani 1892 yılında Niğde’de doğmuştur. Babasının adı Hasan, annesinin adı Şöhret’tir. Babası Kunduracı Hasan olarak bilinir ve mesleğinin kunduracı olduğu görülmektedir. Edinilen kaynaklara göre Niğde şehir merkezinde yaşamışlardır. Soyadı Kanunu çıktığında “Yıldız” soyadını almışlardır. Kardeşi var mı, varsa kaç kardeşi olduğu bilinmemektedir. Kıymetli annesini Ethem Onbaşı’yı şehit verdikten sonra kısa bir süre içinde eşi Kunduracı Hasan’ı da kaybetmiştir. Bu elim olaylar karşısında Şöhret Hanım ağıtlar yakmaya başlamıştır. Yaktığı ağıtların bazıları Türk Edebiyatına girmiş bulunmaktadır. Ethem Onbaşı’nın kahramanlık hikâyesi Niğde kamuoyunda da geniş bir yankı bulmuştur. Bugün Niğde Şehir Merkezinde Selçuk Mahallesinde bir caddeye Ethem Onbaşı’nın ismi verilmiştir. Ayrıca Kırklareli’nde Ethem Onbaşı’nın gösterdiği kahramanlığa atfen bir anıt yapılmıştır.
Niğdeli Ethem 1912 yılında Balkan Savaşı'na katılmak üzere 19 yaşında Niğde ilinden gelerek Kırklareli ilindeki birliğine katılmıştır. 1912 yılında Bomkaya - Yurttepe arasında saldırıya geçen 250 kişilik bir Bulgar taburuna karşı yanındaki üç arkadaşı ile birlikte Taş Tabya'daki makineli tüfek mevziisinden dört saat süreyle savaşmış, arkadaşları şehit olduktan sonra bir buçuk saat daha savaşmaya devam ederek şehit düşmüştür. (https://kirklarelienvanteri.gov.tr/nigdeli-sehit-ethem-onbasi-aniti-317)
Ethem Onbaşı I. Balkan Savaşı’nın cereyan ettiği 1912 yılında göstermiş olduğu kahramanlıkla savaşa damgasını vurmuştur. Sadece Mehmetçiğin ve yüce Türk Milletinin değil düşman askerlerinin de saygısını kazanmıştır. Şehit düştüğü Kırklareli ilinde bir kahraman olarak saygıyla yâd edilmektedir.
Kırklareli Taştabya’ya 250 kişilik Bulgar birlikleri şiddetli saldırılarına devam etmektedir. Saldırı sonucunda Osmanlı askerleri bozguna uğrayarak geri çekilmeye başlar. Çekilen Osmanlı askerlerinden geride Niğdeli Ethem Onbaşı ile birlikte dört asker siperlerinde kalmıştır. Bu dört askerin en kıdemlisi 20 yaşındaki Ethem Onbaşı’dır ve liderlik yapma görevini de kıdemi gereği ona düşmektedir. Bu kahraman dört asker teslim olmaktansa savaşarak şehadet şerbeti içmeyi tercih ederler ve savunmaya devam ederler. 250 Bulgar askerine karşı şehit olmaya ant içmiş kahraman dört Türk askeri saatlerce çarpışır. Zaman geçtikçe kahraman Mehmetçikler teker teker şehadet şerbetini içmektedir. Geride sadece Ethem Onbaşı kalmıştır. Ethem Onbaşı tek kişi de kalsa bulunduğu bölgeyi düşmana teslim etmemek için çarpışmaya devam etmektedir. Yalnız başına saatlerce savaşan Ethem Onbaşı sonunda düşman askerlerinin mermilerinin hedefiyle ağır yaralanır. Türk siperlerindeki silah sesleri kesilince ortalığa derin bir sessizlik çökmektedir. Bulgar askerleri tabyaya girdiklerinde ağır yaralı bir halde ve kıyafetleri akan kandan kıp kırmızı olmuş Ethem Onbaşı’yı bulurlar. Ethem Onbaşı, uzun boyuyla yere serilmiş ve elinde silahını bırakmamış bir şekilde yerde yatmaktadır. Bulgar birliklerinin komutanı Ethem Onbaşı’yı yaralı bir şekilde görünce Ethem Onbaşı’ya su vermeleri emrini verir. Bulgar askerinin uzattığı suyu eliyle iten Ethem Onbaşı düşmanın elinden su içmem der. Kendisinden geçerken su diye sayıklar. Bulgar askeri tekrar su uzatınca yine su içmeyi reddeder. Düşman askerleri Ethem Onbaşı’nın yaralarına pansuman yapmak ister ama Ethem Onbaşı düşman elinden gelecek her şeyi reddeder ve oracıkta şehadet şerbetini içer. Bütün bu cereyan eden olaylar karşısında Bulgar komutan Ethem Onbaşı’dan etkilenmiştir ve Ethem Onbaşı’nın künyesine bakmak ister. Künyesinde 1309 (1892) doğumlu Niğdeli Hasan oğlu Ethem yazmaktadır. Bulgar komutan Ethem Onbaşı’nın 20 yaşında olduğunu ve şehit düştüğünü anlamıştır.
Nazif Karaçam Ethem Onbaşı’yı anlattığı Gazete Trakya’da yayınlanan yazısında şunları aktarır: “…Aradan yıllar geçer ve 1944 yılında Kırklareli kökenli Hüseyin adında bir öğretmen folklor araştırması yaparken yolu Niğde’ye düşmüştür. Niğde’de kunduracılık yapan Hasan adında bir tanıdığı vardır. Ancak Kunduracı Hasan çoktan ölmüştür. Onun dul eşi Şöhret Hanımla görüşür ve kendinden 1912 yılında Kırklareli’nde Balkan Savaşında şehit düşen Niğdeli Ethem Onbaşı’ya ait şu ağıt türküyü dinler.”
“Bir mektup salsaydım Kırkkilise önüne
Varsa değse Ethem’in eline.
Ayrılığın acısını bilseydim,
Sarılırdım zülüflerinin teline.
Azrail geldi kapımıza dikildi.
Nice yiğit şehit oldu döküldü
Garip anaların boynu büküldü
Ethem’imin şanı geldi toprağa, iline.”
Aradan yine yıllar geçtikten sonra biz Balkan Savaşı araştırmalarını yaparken yolumuz Kırklareli’nde görev yapan Konyalı bir subayla Taştabya’ya düştü. “Burada niye Niğdeli Ethem Onbaşı’nın kahramanlığını hatırlatacak bir şey yok.” diye düşünerek, hikâyeyi Tümen Komutanı Tümgeneral Hasan Varımlı’ya anlattık. Bir süre sonra Taştabya’ya Niğde Ethem Onbaşı’nın kahramanlığını sembolize eden mütevazı bir anıt yapıldı. Taştabya askerler tarafından terkedildikten sonra bu anıtçık şimdi yerinde durmuştur mu durmamıştır mı bilmiyorum. (Nazif Karaçam Gazete Trakya 02.12.2014.)
(Fotoğraf: Ethem Onbaşı’nın Anıtı)
Ethem Onbaşı’nın muhterem annesi Şöhret Hanım hakkında ulaştığımız bilgiler ise şu şekildedir: Şöhret Yıldız, Niğde'de dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi bilinmeyen âşık, halk arasında "Deli Şöhret" veya "Şöhret Abla" olarak tanınır. Âşık, millî kahramanlarımızdan Ethem Onbaşı’nın annesidir. Kunduracı Hasan (Yıldız) Usta ile evlenen Şöhret Hanım, hem kocasını hem de oğlu Ethem’i kaybedince derin bir sessizliğe bürünür. İsmail Özmel, Şöhret Abla'nın o günlerdeki hâliyle ilgili şunları kaydeder: "Çocukluğumuzda, Kiğılı Camii avlusunda, dış cemaat yerinde yanında bastonu dayalı, siyah uzun mantolu, başı yazmalı, heybetli bir kadının oturduğunu ve namaz kıldığını görürdük. Saatlerce orada oturur bir sıkıntı alameti göstermezdi. Gözleri eskilere, ötelere takılmışçasına öyle sabit durur, muhakkak şehit oğlu Ethem’i görür gibi olurdu." (Özmel 2009: 245). Niğdeli Ethem 1912'de Balkan Savaşı'na katılmak üzere on dokuz yaşında Niğde'den gelerek Kırklareli'ndeki birliğine katılmıştır. 1912'de Bomkaya - Yurttepe arasında saldırıya geçen iki yüz elli kişilik bir Bulgar taburuna karşı yanındaki üç arkadaşıyla birlikte Taş Tabya'daki makineli tüfek mevziisinden dört saat süreyle savaşmış, arkadaşları şehit olduktan sonra bir buçuk saat daha savaşmaya devam ederek şehit düşmüştür (www.kirklarelienvanteri). Oğlu Ethem'in Balkan Harbinde Kırkkilise (Kırklareli) muharebesinde Bulgarlar tarafından şehit edildiğini öğrenince derin bir hüzne kapılır. Özmel, oğlunun şehit olması üzerine Şöhret Abla'nın durumuyla ilgili şu söyler: "Tanıyan yaşlılardan öğrendiğimize göre, çok çalışkan, konu komşu yardımına koşmaktan zevk alan bir kimseymiş. Oğlunun şehit olduğu haberini alınca hayata küsüp kendisini sessizliğe gömmüştür. Artık kendisini kaderin kollarına bırakmış, kalender bir hayatı sürdürmeye başlamıştır." (Özmel 2009: 245). Şöhret Yıldız'ın ne zaman, nerede vefat ettiği bilinmemektedir. (https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/deli-sohret-sohret-yildiz)
BAYRAK
Ey hilal sanma gökyüzünde bir simgesin
Sen İslam’ın yeryüzünde temsilindesin
Al bayrağın üstünde aksın, hep göklerdesin
Dalgalandığın toprağı vatana dönüştürensin.
***
Yıldız sanma ki hilalin önünde sade bir figürsün
Sen tarihten Türklüğün varlığını simgeleyensin
Albayrağ’ın yerde ve gökte ebedi nöbetindesin
Geçmişten geleceğe Türk adını yücelteceksin.
***
Hilale ve yıldıza al rengini kim verdi sanırsın
Toprağa düşen her kan, bayrağı al yapsın
Kan ile sulanan toprak vatan diye fışkırsın
Toprağa düşen şehit, orayı cennet yapmaktasın.
(Çağlar:2022,113)
HAFTAYA, HALİL NURİ YURDAKUL
(Ebu Bekir Hazım Tepeyran)
(1864 - 1947)
Osmanlı Devletinin yıkılış döneminde ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş döneminde önemli devlet görevlerinde bulunmuş bir devlet adamı olarak önümüze çıkmıştır. Devlet ve siyaset adamlığının yanı sıra yazmış olduğu kitaplar ile de Türk Edebiyatına damga vurmuş bir isimdir.
Ebu Bekir Hazım Tepeyran 1864 yılında Niğde şehir merkezine bağlı Yenice Mahallesinde Tepeviran olarak adlandırılan bir yerde dünyaya gelmiştir. Soyadı da Tepeviran olarak isimlendirilen yerleşim yerinden gelmektedir. Niğdeli Murat Paşa soyundan geldiği bilinmektedir. Babası Bekir Beyzade Hasan Efendi’dir. Annesi Muhsine Hanım’dır. Evli ve beş çocuğu bulunmaktadır. Oğlu Celal Hazım Tepeyran diplomatlık yapmıştır. Torunu ünlü yazar Oktay Akbal’dır. Dünyaya geldiğinde babası Niğde Tahrirat Müdürü olarak görev yapmaktaydı. Babasının çeşitli illerde görev yapması hasebiyle ilk ve orta öğrenimini Niğde dışında yapmıştır. Liseyi Niğde Rüştiyesinde tamamlayarak mezun olmuştur. Niğde Yenice Mahallesinde bulunan bir ilkokula ismi verilerek aziz hatırasının yaşatılması amaçlanmıştır.
Ebubekir Hazım Bey, 1863 yılında Osmanlı Devleti‘nin Konya Eyaleti‘ne bağlı Niğde Sancağı‘nın Yenice Mahallesinde dünyaya geldi. Babası Niğde‘nin köklü ailelerinden Niğdeli Murat Paşa sülalesinden Bekir Beyzade Hasan Efendi‘dir. Annesi ise Muhsine Hanım‘dır. Hazım Bey‘in büyük dedelerinden Murat Paşa 1661-1662 yıllarında Niğde‘de bir külliye yaptırmıştır. Külliye; cami, türbe, han, hamam ve çeşmeden oluşmaktadır. Murat Paşa 1654 yılında vefat etmiş ve yaptırdığı külliyeye defnedilmiştir. Oğulları ve torunları Ali, Abdurrahman, Ömer ve Osman Paşaların da mezarları onun külliyesinde yer almaktadır. (Demir 2024: 1).
Hazım Bey‘in üç kız kardeşi vardı ve babası Niğde Tahrirat Müdürlüğü‘nde memurdu. O, hatıralarında mahalle mektebine başlamasını anlatırken ailenin tek erkek çocuğu olduğu için anne ve babası tarafından aşırı şımartıldığını ve bu sebeple çok yaramaz olduğunu belirtir. İki erkek kardeşinin çok küçük yaşlarda vefat etmesi, üç kız kardeş arasında tek erkek çocuk olarak kalması ailesinin kendisini şımartmasının sebebidir. Bu durumdan rahatsız olan annesi ve babası onu, disipline edebilmek için beş yaşından önce mahalle mektebine göndermişlerdir.(Demir 2024:1)
Ebu Bekir Hazım Tepeyran’ı ilk keşfeden Konya Valisi Müşir Mehmet Sait Paşa olmuştur. Hazım Tepeyran’a birlikte çalışma teklifinde bulunmuştur. Hazım Tepeyran teklifi kabul ederek Konya’da göreve başlamıştır. Görevdeyken Konya’nın yerel gazetelerinde şiirleri ve yazıları yayımlanmıştır. Konya vilayetinden sonra İzmir ve Edirne vilayetlerinde de görev yapmıştır. Kastamonu’da bir dönem öğretmenlikte yapmıştır. II. Abdülhamit döneminde Jön Türklerden olduğu iddiası ile görevden uzaklaştırılmıştır. Haksız yere iftira atıldığı ortaya çıkınca kısa bir süre sonra Musul Valisi olarak atanmıştır. Böylece valilik hayatı başlamıştır. Musul Valiliğinden sonra sırasıyla; Şura-yı Devlet üyeliği, Manastır Valiliği, Bağdat Valiliği, Basra Valiliği, Sivas Valiliği, Ankara Valiliği, Hicaz Valiliği, Beyrut Valiliği, Halep Valiliği ve Bursa Valiliği görevlerinde bulunmuştur. Kısa bir süre İstanbul Belediye Başkanı olarak da atanmıştır. Bu dönemde en ünlü eserlerinden olan “Küçük Paşa” adlı romanını yazarak yayımlamıştır. Belirli bir dönem Şura-yı Devlet Mülkiye ve Maarif Dairesi Başkanlığı görevini de yürütmüştür.
Bursa Valiliği görevini yürütürken Ali Rıza Paşa Hükümetinin kurulması esnasında kendisine Dâhiliye Nazırlığı (İçişleri Bakanlığı) görevi teklif edilmiştir. Görevi kabul ederek Ali Rıza Paşa Hükümetinde Dâhiliye Nazırlığı yapmıştır. Bu hükümetten sonra kurulan Hulusi Salih Paşa Hükümetinde yine Dâhiliye Nazırlığı görevini sürdürmüştür. Hulusi Salih Paşa Hükümetinde görevini yürütürken Kuva-yı Milliye Hareketini asi olarak kabul etmesi ve ilan etmesi istendiğinde bu talebi reddetti ve Dâhiliye Nazırlığı görevinden istifa etti. Kuva-yı Milliye destekçisi olduğu suçlamasıyla idam cezasına çarptırıldı. Sultan Vahdettin İdam cezasını kürek ve hapis cezasına çevirdi. Yeni kurulan Tevfik Paşa hükümeti sayesinde mahkûmiyeti sona erdi ve özgürlüğüne kavuştu.
Özgürlüğüne kavuşması ile birlikte Anadolu’ya geçmenin ve Millî Mücadele Hareketine katılmanın yollarını aramaya başladı. Gizlice İstanbul’dan ayrılarak Ankara’ya ulaştı. Millî Mücadele hareketi içerisinde çalışmaya başladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün başında bulunduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetleri tarafından önce Sivas Valisi olarak atandı, sonrasında ise Trabzon Valisi olarak görev yaptı.
Ebu Bekir Hazım Tepeyran Türkiye Büyük Millet Meclisinin II. Döneminde Milletvekili seçilerek mecliste görev yaptı. 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanı için önerge veren milletvekilleri arasında yer alarak Niğde’ye tarihi bir gurur yaşattı. Tekrardan Türkiye Büyük Millet Meclisinde 6. ve 7. Dönem Niğde Milletvekili olarak görev yaptı.
Ebu Bekir Hazım Tepeyran devlet adamlığının Teşkilatı-ı Esasiye Kanunu‘nun düzenlenmesi ve Cumhuriyet meselesi o günlerde kamuoyunda tartışılmıştır. 5 Ekim‘de Mustafa Kemal Paşa başkanlığında istasyon binasında yapılan toplantıya vekiller heyeti ve mebuslardan bazıları katılmıştı. Toplantıda hazırlanan Kanun-ı Esasi Projesi okunmuştu ancak Hazım Bey izinli olması nedeniyle toplantıya katılmayanlar arasındaydı. Toplantıda proje ile herkes kendi fikrini söyledi ve nihayetinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu‘nu düzenleyecek yeni bir tasarı hazırlanmasına karar verildi. Bu sıralarda hükümet üyelerinin tek tek Meclis tarafından seçilme yöntemi bunalıma yol açmış Fethi Bey, 23 Ekim‘de istifa etmiş ve yeni hükümet de kurulamamıştı. Bunun üzerine Halk Fırkası Yönetim Kurulu Mustafa Kemal Paşa‘dan krizi çözmesini istedi, bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Meclis‘te meselenin ancak anayasadaki bazı maddelerin değiştirilmesiyle mümkün olduğunu söylediği bir konuşma yaptı. Tasarı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu‘nun 1.,2.,4.,10.,11. ve 12. maddelerinde değişiklik öngörmüştür.
Tasarının ayrıntıları Meclis‘te okunduktan sonra mebuslar arasında tartışmalar çıktı. Bu tartışmalarda söz alan Hazım Bey, teklif edilen değişikliğe yetkimiz var mıdır diye söze başlamıştır. Devamında bence yoktur demiştir ve bunun için bir kurucu meclis lazımdır diye eklemiştir. Ayrıca yetki varsa bile bunun partide olmayacağını, partide görüşüldükten sonra oturumda kimsenin söz söyleyemediğini, milletin varlığı ile ilgili yasaların açık oturumda serbestçe görüşülmesi ve her şeyden önce hükümet bunalımının giderilmesi gerektiğini belirtmiştir. Hazım Bey‘e cevap veren Yunus Nadi Bey, TBMM‘nin anayasa yapmaya yetkili olduğunu, Başkan Paşa‘dan hükümet bunalımı için yol göstermesini kendilerinin istediğini ve onun da bu öneriyi sunduğunu, önerilen biçimin eskiden beri var olduğunu ve bunu açıklayıp daha belirgin hale getireceklerini söylemişti. Bundan sonra değiştirilmesi istenilen maddeler tek tek tartışıldı.
Hazım Bey, Meclis Başkanlığına verdiği teklifte 11. maddenin daha sonra müzakere edilmek ve incelenmek üzere şimdilik ertelenmesini istedi ancak bu önerisi kabul edilmedi. Hazım Bey, dünyadaki cumhuriyetlerde böyle bir usul olmadığı ve Cumhurbaşkanının hem yasama hem de yürütmeye başkanlık edemeyeceğini düşünmüştür. Kendisi bu konuda yalnız olmadığını Mustafa Kemal Paşa‘nın “Kabul edenler ellerini kaldırsın” demesi üzerine kendisiyle beraber on mebusun da ellerini kaldırmadığını, hatta buna onay vermeyenler arasında Fethi Bey‘in de bulunduğunu ifade etmiştir. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa‘nın “İyi anlaşılmadı” diyerek tekrar sorması üzerine kendisi ve diğerlerinin kabul etmediklerini beyan ettiklerini belirtmiştir. Ayrıca Hazım Bey, Cumhurbaşkanına bu yetkiyi vermeyi kabul eden ve bunun bütün dünyada garip karşılanacağını çok iyi bildiklerini düşündüğü Ağaoğlu Ahmet Bey ve Yusuf Kemal Bey‘i eleştirmiştir. Buna ek olarak bu haklı ve iyi niyetli karşı çıkışının Mustafa Kemal Paşa‘nın kendisine gücenmesine bir başlangıç olduğunu ifade etmiştir. Hazım Bey‘in muhalefeti, bütün maddelerin önce tek tek sonra da bir bütün olarak kabul edilmesine engel teşkil etmedi. Netice itibariyle alkış sesleri arasında TBMM‘de 29 Ekim 1923‘te saat 20.30’da Cumhuriyet ilan edildi ve Mustafa Kemal Paşa da Cumhurbaşkanı seçildi (Demir 2024:151,152).
İstiklal Savaşı‘nın sonunda saltanat ve halifelik makamı ayrılmış ve 1 Kasım 1922‘de saltanat kaldırılmıştı. 18 Kasım 1922‘de Meclis tarafından Abdülmecid Efendi halife seçilmişti. Halife Abdülmecid Efendi bazı halifelik yandaşı hareketlerden de güç alarak kendisine hükümet tarafından verilen yetkinin dışına çıkmıştır ve yabancı devlet temsilciliklerine görevliler göndererek ilişki kurmaya çalışmıştır. Buna ek olarak Mecliste de halifelik lehinde bazı hareketler ortaya çıkmıştı. 5 Aralık 1923‘te Emir Ali ve Ağa Han‘ın Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa‘ya halifeliğin korunması ile ilgili mektuplarının onlara ulaşmadan İstanbul gazetelerinde yayınlanması gergin ortamı daha da arttırmıştı. Mustafa Kemal Paşa, Ocak 1924’te İzmir’e gitmişti. Orada iken Başvekil İsmet Paşa, Millî Savunma Bakanı Kazım Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile görüşerek halifeliğin kaldırılması fikrinde birleştiler. Urfa Mebusu Şeyh Saffet ve kırk bir mebusun verdiği önergeyle, on üç maddelik yasa tasarısı kabul edildi ve 3 Mart 1924‘te halifelik kaldırıldı.
Hazım Bey tartışmalar sırasında ikinci maddenin düzeltilerek halifenin, Osmanlı Hanedanının bütün erkek üyelerinin Türkiye Cumhuriyeti‘nde yaşamak hakkından sonsuza kadar mahrum kalma durumunun değiştirilmesini talep etmişti. Ona göre birinci madde kabul edilmekle asıl amaç gerçekleştirilmişti. Kadınlar ve damatlar hak iddia etmeyeceklerini kabul etmişler, bununla beraber suç da işlememişlerdi. Dolayısıyla vatandaşlık haklarından mahrum kalacakları bir neden yoktu. Ayrıca bu damatlar arasında ülkeye yararlı adamlar da vardı. Plevne kahramanı Osman Paşa’nın oğlu ve Arif Hikmet Paşa bunlardandı ancak ikinci maddenin değiştirilmesi ile ilgili teklifi reddedildi. Falih Rıfkı Bey, Hazım Bey‘in Damat Arif Hikmet Paşa’nın Padişah Vahdettin‘e idamdan kurtulması meselesi üzerinde durarak “Hazım Bey sonra İkinci Meclise mebus geldi. Cumhuriyetin ilanı kanunu konuşulduğu sırada, kürsüye çıktı, memleketten gönderilecek hanedan azalarından, damatların çıkarılmaması için birkaç söz söyledi: -Vay hanedancı… Vay mürteci… Sesleri arasında nutkunu tamamlayamadı. Nasıl bir borç ödemek istediğini yalnız ben bilirim.” demiştir. Neticede kanun kapsamında kadınların ve damatların da vatandaşlıktan çıkarılması kesinleşmişti.
Hilafetin kaldırılması için yapılan kanunda Hazım Bey bazı değişiklikler teklif etmiş ancak bu teklif kabul edilmemişti. Bu konuda 27 Aralık‘ta Mecliste yeni bir teklifte bulunarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkarılan Osmanlı Hanedanı‘nın sahip olduğu gayrimenkullerin satışı hakkındaki kanunun yedinci maddesinin düzeltilmesini talep etmişti. Bu teklif kendisinin de reisi olduğu Layiha Encümenine havale edilmişti. Konu 5 Ocak 1925‘te yeniden gündeme alındı. Hazım Bey yaptığı konuşmada Layiha Encümeninin teklifini neden reddettiğini anlayamadığını söylemiştir. Ona göre teklifinde hukuka ve kanunlara aykırı bir şey yoktur. Satılacak gayrimenkul malların içinde damatların kişisel Emlakları da vardı ve bu emlâk babalarından kalmıştı. Hâlbuki bu damatlardan bir kısmının eşleri uzun zaman önce vefat etmiş ve hatta çocukları da yoktu. Kanuna göre hanedana mensup bir kadın ve ona bağlı olarak kocası de gidecekti. Kadın ölmüş olursa, o adam başkasıyla evlenmiş ise yine gönderilmekteydi ve şimdi malı da satılmıştır. Hazım Bey, 10-20-30-40 yıl önce bir kadınla evlenmenin nasıl bir suç sayılabileceğini sorarak, bu bir suçsa bile aradan bu kadar zaman geçtiğini ve genel aflar çıkarıldığını, bundan da yararlanamazlarsa zaman aşımının var olduğunu belirtmiştir (Demir 2024:154,155).
Hazım Tepeyran devlet ve siyaset adamlığının yanında edebiyat dünyasında da saygınlık ve itibar görmüş bir edebiyat insanıdır. Fevkalade düzeyde yazar ve şairdir. Birçok kitabı edebiyatımıza kazandırmıştır.
Eserleri şunlardır: “EbubekirHâzımTepeyran-Hatıraları”, “Zalimane Bir İdam Hükmü”, “Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları”, “Eski Şeyler”, “Küçük Paşa”, “LesFleursDégénérés”, “Kar Çiçekleri”, “İdarî-İctimaîSanihat”. (https://tr.wikipedia.org/wiki/ n)
(Fotoğraf: Serveti-funun-414-sayi-s373)
83 yaşındayken 1947 yılında İstanbul’da vefat etti. Kabri Erenköy’de bulunan aile mezarlığında bulunmaktadır.
HAFTAYA, ETHEM ONBAŞI