Warning: Undefined array key "HTTP_ACCEPT_LANGUAGE" in /home/anadlhaber/domains/nigdeanadoluhaber.com.tr/public_html/section/header.php on line 8
Gürbüz Turgay | Tüm Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber - Niğde Haber

EFSANE RUMMENİGGE ve adalet

EFSANE RUMMENİGGE ve adalet

Bayern Münih’in yönetim kurulu başkanı, efsane futbolcu Rummenigge, 2013’te, kulüpler  birliği toplantısı için Katar’a gider.     

     Dönüşte, Münih havalimanına iner.

     “Gümrüğe beyan edeceğiniz mal var mı?” diye sorarlar.

   “Yok” der.

 Bizim havalimanındaki polisler gibi sırıta sırıta hatıra fotoğrafı çektirelim diyeceklerine, “bavulu aç” derler. 

     Çünkü orası Almanya… 

     Vay efendim ben Rummenigge’yim, efsaneyim filan, istersen cumhurbaşkanı ol, hikaye…

     “Bavulu aç!..” 

 İki tane Rolex saat çıkar bavuldan. 50’şer bin Euro’dan iki Rolex.

Kaçakçılıktan gözaltına alınır!

     “İçişleri bakanını arayayım da, gelsin benim önüme yatsın” diyemez.

     Demeye kalksa, biliyor ki tutuklanır.

     Augsburg gümrük dairesinin başvurusuyla, Landshut mahkemesinde yargılanır.

     “Adalet bakanını arayayım da, şu savcıya telefon etsin, baskı yapsın, beni kurtarsın” diyemez. Demeye kalksa, biliyor ki, bakanı da tutuklarlar!

     Deliller incelenir.

     140 gün hapis cezası verilir.

     İstersen paraya çevir, istersen gir içeri yat denir.

     “Parasını ödeyeyim” der.

    Hay hay derler, “kaç para maaş alıyorsun, günlük gelirin kaç paraya denk geliyor?” diye sorarlar. 

     Günlük gelirini 1785 Euro olarak beyan eder. 1785 Euro’yu 140’la çarparlar, 249 bin 990 Euro’yu geçirirler Rummenigge’ye!

     Saatler 100 bin Euro, ceza, 250 bin Euro.

     (Gelirin ne kadar yüksekse, cezan da o kadar yüksek oluyor. Hırsız zenginse, fakir hırsıza nazaran daha ağır bedel ödüyor. Alman sistemi, yolsuzlukta bile sosyal adaleti sağlıyor. Kaçırılan malın değeriyle ilgilenmiyor, kaçıranın malının mülkünün değerine göre ceza kesiyor. Mesela, günlük geliri iki katı olsaydı, aynı miktarda kaçakçılık için, 250 değil 500 bin Euro geçireceklerdi Rummenigge’ye.)

     Neyse, 250 bin Euro’yu öder.

     “Artık gidebilir miyim” diye izin ister.

     “Dur hele bakalım” derler, “sen bu saatleri kaç paraya satın aldın?” diye sorarlar. Faturayı göstermesini isterler.

     Eee, fatura yok.

     “Hediye edildi” der.

     Hani, bizim bakana “nedir bu sana gelen kutular?” diye sormuşlar, bizim bakan da “hediye çikolata geldi, hediye Türk geleneğidir” demiş ya… 

     Rummenigge de öyle demiş yani… 

     “Hediye Arap geleneğidir, şeyh cebime sokuşturdu” demiş.

     Gel gör ki, Almanya’da da bi gelenek var. 50 Euro’dan pahalı hediyeye yüzde 30 vergi ödemek zorundasın.

     Dolasıyla, bi 30 bin Euro da burdan geçirirler Rummenigge’ye!

     “Artık gidebilir miyim” diye izin ister.

     “Dur hele bakalım” derler.

     Almanya’da 90 günden fazla hapis cezası alırsan “sabıkalı” oluyorsun. Paraya çevirdim filan, nafile… İstersen Rıza Sarraf gibi altına çevir, gene olmuyor.

Sabıkanı “sıfırla” yamıyorsun.

     Sicil kaydına sabıkası işlenir.

     Saatler kendisine teslim edilir.

     “Buyrun, artık güle güle takın, iyi günlerde kullanın" denir.         Adalet bu mu dersiniz. Yoksa...

Yazının Devamı

O YAŞTA, KENDİNE GÜVEN

O YAŞTA, KENDİNE GÜVEN 

“Ya kurmay olmasaydın?” sorusuna, “Kesin güvenim vardı” diye cevap verir.

 Kendisi de kurmay olmak üzere Harp Akademisi’ne başlayan Ali Fuat ile aynı sırada oturur.  Arkadaşlarını da seçer. “ Giyinişi, yürüyüşü, konuşması ve her davranış ile Mustafa Kemal'e benzemeye çalışan ve o öğrendi diye dansa başlayan Arif Adana ( Ayıcı)  da aynı sırada oturmak istiyor, vallahi benden uysal arkadaş bulamazsınız” diye ısrar ediyordu.

“ Dur hele, sılaya gidip dönelim, kolay” cevabını veriyordu.  

“Mustafa Kemal, Harp Akademisi’nden ayrılmayarak atandıkları görevleri başına gitmek üzere hazırlanan yeni subay arkadaşlarıyla ve bilhassa Rumeli'ye gideceklerle ilgileniyor, onlarla uzun uzun konuşuyor, öğütlerde bulunuyordu. “Bize en uygun iklim Makedonya’dır” diyordu!

 Selanik'e gittiği zaman, bu genç subaylarla ilişki kuracak, hem kendilerinden yeni bilgiler alacak hem de öğütlerde bulunacaktı!  Okulda kurulacak gizli örgüt, ilk meyvelerini Makedonya’da verecekti. Rumeli'ye gidenler, üç yıl sonrası için bizlere bir ortam hazırlamış olacaklardı.”

 Artık bir görev verilmiş ve odaklanmıştır. Hedefi o günlerde netleşmiş, görev dağılımı yapar. Tesadüfen bu söyledikleri tek tek gerçekleşecektir! Tesadüf! 

 Harp Akademisi’nde öğretmeni olan Fevzi Bey, Çanakkale Savaşlarında Anafartalar Kolordusu kumandanı iken Liman Von Sanders Paşa tarafından verilen görevi kabul etmediği için kumandandan  düşürülerek emekliye sevk edilir, yerine Mustafa Kemal atanır.

 Yine bir tesadüf olur, Mustafa Kemal hocasının yapamadığı görevi hem kabul eder hem de başarır.

 BİR TESADÜF, GERİLLA NEDİR?

  • En sevdikleri öğretmen Trabzonlu Nuri Bey'dir. “ Babam İsmail Fazıl Paşa bir gün her ikimize “Nuri Bey’in derslerine ilgi gösterip kendisini dikkatle dinlerseniz çok şey kazanırsınız.  Mesleğinde güçlü ve geniş bir görüşe sahip, bilgili bir askerdir” diye öğüt vermişti. Ders vermekle yetinmiyor, çeşitli sorularımızı da yanıtlamaktan zevk duyuyordu. Yarbay Nuri Bey, bir gün gerilladan genişçe söz etti. “Gerilla nedir, ne değildir?” Uzun uzun durdu, açıklamada bulundu.  “Arkadaşlar,  gerilla olmak ne kadar güçse, onu bastırmak da o oranda güçtür.”  Arkadaşlar, kendisinden birkaç örnek vermesini istediler. Mustafa Kemal ise konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, o olayın ülkenin herhangi bir yerinde olmuş gibi açıklanmasının mümkün olup olmayacağını sordu. Bunun üzerine Nuri Bey: 
  • “ Öyle ise Boğaz’a ait haritamızı açın”  emrini verdi. Elindeki cetvelle Dudullu köyünü işaret etti: 

“ İsyanı bu köyde çıktı varsayın” 

“ İstanbul’daki yönetime karşı, yurdun Anadolu kesiminde ayaklanmalar başlamıştır”  Bu probleme karşı şu soruları ekler: 

“ Başkaldırmalar neden çıkmış olabilir? Ne kadar genişleyebilir?  Hükümet güçleri bu ayaklanmaları nasıl bastırabilir? “

 Mustafa Kemal ayağa kalkar; “ Neden Dudullu dediniz de başka bir yer göstermiyorsunuz?”  Nuri Bey: “ Tatbikat sorunlarında mümkün olduğu kadar gerçek durumları bulmaya çalışmak gerekir. Bir isyan ya içerde ya dışarıda olabilir. “

“ Ne demek istediğimi anladınız mı ? “ 

Onun ne demek istediğini anlar gibi olmuştuk. Fakat bunu orada açıklaması mümkün değildi.  Dersten sonra Mustafa Kemal,  Nuri Bey'in arkasından gitti. 

“ Efendim bu söylediğiniz gerilla gerçek olabilir,  değil mi?”

“ Olabilir, fakat artık bu kadarı yeterli” 


 Bu tesadüf müdür? Çünkü 17 yıl sonra bu gerçekleşecek, vahşi emperyalizme, bir millete zulüm uygulayan işgale karşı halkı harekete geçirecek ve başında da Mustafa Kemal olacak!  Sanki olacaklara bir bir hazırlanmaktadır.  Atatürk, Demokrat Diktatör kitabının Bulgar yazarı Paraşkev Paruşev sözlerini şöyle bağlar:  “Geleceğin önder askerinin düşüncelerini gerçekleştirebilmesi için, olgunlaşma yıllarının geçmesi, olayların gelişmesi gerekmektedir.  Ama bugünden sonra Mustafa Kemal'in her düşüncesi, her adımı, geleceğin kararlı davranışına yöneliktir.” 

UYKUSU 

Sabahları nöbetçi subay onu zor uyandırmaktadır.  Ona sorar: “ Sabahları neden geç uyanıyorsun?”

 “ Uyuyamıyorum işte!” der. Ancak ısrarlı soru karşısında,

“ Arkadaşlar, ben sizler gibi yatar yatmaz uyuyamıyorum.  Ben tan atana kadar gözümü kırpmıyorum” 

 Bu kaygıları, bu düşünceleri uykusuna şekil verir.  Bir hikmettir. Yoksa yaptığı her şeyin bir ömre sığması mümkün olabilir miydi? 

Fırsat buldukça dışarıda geziler yaparlardı. Bunlardan birini Büyükada’da geçirmeye karar verirler. Orada Ali Fuat'a Manastır Askeri Okulu’ndaki hayatını anlatır. Namık Kemal'den şiirler okur. Ali Fuat da kendi sevdiği şiirleri okumaktadır ona. Bir ara bakışlarını ateşe diken Mustafa Kemal: “ Fuat, eğer edebiyatla resimi, matematiğe bağlı olduğum gibi sevseydim, okulun duvarları arasına kapalı kalmaz, mehtaplı gecelerde okuldan kaçar, şiir yazmak için buralara gelirdim, sabahları da resim yapardım” 

Harp Okulu’nda dışarıdan dergi, kitap, gazete getirip okumak yasaktır. Bu tür gizlice getirilen yayınlardan, kitaplardan okuldan atılma tehlikesi vardır. Ona rağmen o günlerde arkadaşları ile sık sık toplanıyor, ateşli konuşmalar yapıyordu. 

 Sanki tarihçi, sanki edebiyatçı ve şair gibi…

“…Tarih göstermektedir ki, devrimler önce düşünce olarak belirir, sonra hakça benimsenir. Düne kadar bizim bir ilimiz olanlara bakınız… Söz gelimi,  Bulgaristan'ın bir İvan Vazo’vu var.  Bu ulusal ozan, şiirleri ile ulusunu özgürlük ve bağımsızlığa çağırıyordu. Ulusuna, tarihine aşık olan şair, kısa sürede halkça benimsendi. Şiirleri ezberlendi. Beş yüz yıl kendi tarihinden koparak Türklere ırgatlık eden Bulgarlar, bugünkü durumlarına onun gösterdiği yoldan ulaştılar… Sırpların da Filip Viçniç adlı, halkında ulusal duyguları uyandıran, onların içine bağımsızlık tohumlarını saçan, kör bir ozanları var.  Yunan ozanı Konstantin Pigas şiirleri ile Girit halkını kurtuluş savaşına çağırıyordu…  Macar ozanı Petöfi, bütün zorluklara rağmen halkını özgürlüğe çağırmaktan caymadı…  Şimdi Osmanlı İmparatorluğu’nun dayanaklarının neden daha hızlı bir biçimde sarsıldığını anlamaktayız. Ordumuzun başına yeteneksiz komutanlar atanmış. Abdülhamid'in ise, Avrupa politikasından haberi yok. Ayrıca maaş alamayan subaylar var. Orduda erler eğitilmiyor. Padişah ise sarayında yalnızca keyfini düşünüyor. Başında böyle bir hükümdarı olan devletin korunması güç…


KAYNAK : Op. Dr. Gürbüz TURGAY’ın “Neden Atatürk Hepimizin 1” isimli kitabından   



Yazının Devamı

SENİN AİLE TERBİYEN NOKSAN… 


  (Eski Niğde Valisi Hüseyin Ögütçen'den bir anı)

“Bizim üniversitede okuduğumuz 1940’lı yıllarda okul tatil olduktan sonra 15 gün askeri kamp vardı. Bize bir piyade tüfeği ile asker elbisesi verirlerdi.

1944 yılının haziran ayında Ankara, Söğütözü’nde Karabiberler Çiftliğinde kampa çıktık. O zaman Ankara, Saraçoğlu Mahallesi’nde biterdi.

Kamp komutanımız bir albay, yardımcısı ise Kurmay Binbaşı Sıtkı Ulay idi.

Kampa son gün son saatlerde katılmıştım. Benim gibi geç gelenleri ayrı bir çadırda toplamışlardı. On kişilik çadırda konservatuardan ve diğer fakültelerden öğrenciler vardı.

Yataklar dikim evlerindeki atölyelerde asker elbiselerinden artan kumaş kırpıntılarından yapılmıştı. Boyları 1,5 metre kadardı. Yatak içlerinde boş iplik makaraları, teller bile vardı.

Benim yatağımın yanında başka bir fakülteden upuzun boylu, ince yapılı bir arkadaş vardı. Dizden itibaren bacakları yatağın dışında kalıyordu.

İlk defa kaldığı böyle bir çadırda ve yatakta sabaha kadar uyuyamadığını sanıyorum. Zaten sonraki gün bu uzun boylu arkadaşımızı bizim çadırdan aldılar, yanımızdaki bir başka çadıra verdiler.

Bizim çadırımızda bir gece kalan uzun boylu arkadaşımız, bizim manganın yanındaki diğer bir manganın başında idi.

Çünkü manganın erleri boy sırasına göre dizilirdi. Fakat bu uzun boylu arkadaşımızın bulunduğu mangada şımarık bazı çocuklar vardı.

Manganın kıta çavuşu uzun boylu, yağız, doğulu bir delikanlı idi.

Mangaya doğu şivesi ile saka dün (sağa dön), sula dün (sola dön) komutu veriyordu.

Bir gün bu manganın çavuşu, mangasından biraz uzakta başka bir manganın kıta çavuşu olan hemşerisinin yanına gitmişti.

Mangadaki öğrenciler çavuşu taklit ederek doğu şivesi ile “saka dün, sula dün” diye yüksek sesle komut vermeye başladılar.

Manga ’da, çavuşu taklit etmeyen, doğru komut veren sadece bir kişi vardı.

O da Manga’nın başındaki uzun boylu arkadaşımızdı.

Taklit edilmesine üzülen kıta çavuşu geri döndüğünde manganın başında bulunan uzun boylu arkadaşımıza: ”Teessüf ederim. Senin aile terbiyen noksan” dedi.

Manga’nın başındaki uzun boylu arkadaşımız çavuşu taklit etmediği halde tam askerce bir selam verdi ve sesinin çıktığı kadar bağırarak: ”Özür dilerim. Bir daha yapmayacağım komutanım“ dedi.

Herkes hayret ve şaşkınlıkla bu durumu seyrediyordu. Kendisine “aile terbiyen noksan” denilen uzun boylu arkadaşımız, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü idi.

Bu durum karşısında herkesin ayıpladığı şımarık ve terbiyesiz öğrenciler bir daha kıta çavuşunu taklit etmeye cesaret edemediler.

Kampla ilgili diğer bir anım da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü ile ilgilidir.

Kampın açılışından birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü at üstünde kampı ziyarete geldiler.

Erdal İnönü kampın en uzun boylu öğrencisiydi.

Mevhibe İnönü uzaktan oğlunu asker elbisesi ile görünce heyecanlanmış, İsmet İnönü‘ye dönerek, “ Bak, Erdal orada” demişti.

İsmet İnönü başını çevirmeden “Onların hepsi Erdal” cevabını vermişti.

Beni de meslek hayatımda en çok etkileyen sözlerden biri, İsmet İnönü’nün “Onların hepsi Erdal” sözü olmuştur.

Kaymakamlık ve Valilik yaptığım yerlerde özellikle Hakkâri’de, bütün çocukları kendime, kendi çocuklarımdan daha yakın hissettiğimi belirtmek istiyorum.

Kampı ziyaretin akşamı -ne de olsa ana kalbi- Mevhibe İnönü oğluna iki kuştüyü yastık göndermiş. Erdal İnönü’nün “Kamp asker ocağı sayılır, herkes aynı koşullar altında yaşamaya alışmalıdır, bu yastıkları geri götürün” dediği duyuldu...

Görüldüğü üzere başbakan, oğluna çürük raporu almamış, yeri için de torpil kullanmamıştır…

…Arabası bozulur. Soğuk kış günü mesai bitiminde arkadaşına

- “ Evime bırakabilir misin” diye sorar. 

Yola çıkarlar, yolu tarif eder, “ Tamam, dur der” 

Arkadaşı şaşırır " ama burası Çankaya Köşkü " der... O kişi Fahri Korutürk'ün oğludur.

MEB Hasan Ali Yücel döneminde yurt dışına burslu öğrenci sınavı yapılır. Hasan Ali Yücel’in oğlu da katılır ve kazanır. Aile terbiyesi müsaade etmediği için hakkından feragat eder. Yerine arkadaşını gönderir. Biriktirdiği harçlığını da ona verir. Yurt dışına giden kişi beyin cerrahisinde yön veren efsane isim Prof. Dr. Gazi Yaşargil'dir.

BİR DÖNEMİN EĞİTİMİNE GÖRE AİLE TERBİYESİ EKSİK OLANLAR BUNLARDI.

O döneme ait, bu tür aile terbiyesi benzeri çok sayıda anı bulmak mümkündür. Çünkü yaşam tarzı, kültürün alışılmış parçasıdır. Koçlar, Sabancılar bu terbiye ile büyümüşlerdir. Ne demeli bilemem ama 

Ah eskiler. Ve eski Türkiye…







Yazının Devamı

HARP OKULU DÖNEMİ


13 Mart 1899'da İstanbul’daki Harp Okulu’na ( Harbiye ) katılmıştır.  Öğretimin ikinci ayında kendisini kabullendirir ve sınıf çavuşu seçilir.  Oradaki tanışmalarını Ali Fuat Cebesoy anlatır. 

 İkimiz kapıdan birlikte çıktık. Yan yana yürüyorduk. Fakat kolundaki üçü kırmızı ve bir sarı şeridi fark edince duraladım. Askerlikte kıdem ve rütbe esastı.

- Siz öne geçin çavuşum, ben sizi takip edeyim.

 Bu cevabımdan memnun oldu. O önde, beni arkada dâhiliyeden çıktık.

İşte,  Türk tarihine şan ve şeref veren aziz rahmetli arkadaşım Mustafa Kemal'i böyle tanımıştım.  Üzerinden altmış küsur yıl geçmiş olmasına rağmen o cuma akşamını hala ve bütün heyecanı ile hatırlarım. Mektebin esas koridorunu geçerken koluma girdi: 

- Önce yatakhaneye çıkalım, size yatacağınız yeri göstereyim. Sonra dershaneye gideriz, dedi.

 Mustafa Kemal:

- Dershanemiz karanlık, fakat bizim yüreklerimiz aydınlıktır, dedi.

- Hangi okuldan geldiğimi sordu. Moda'daki Fransız Sen Josef Lisesi’nde okuduğumu söyledim. Sustu.  Bir şey daha sormak istediğini, fakat tereddüt ettiğini anladım.

- Askeri bilgi derslerinden imtihan verdiniz mi?

-Hepsinden imtihana girdim. Yalnız geometri ve cebir gibi dersleri Sen Josef’te Fransızca okuduğum için bunlara ait soruların cevaplarını Fransızca vermek istediğimi söyledim. Heyet kabul etti. 

 Birden elimi sıktı:

- Çok iyi, çok iyi, birbirimize yardımcı olacağız. Merak ettiğim bazı Fransızca eserleri okumak için sık sık sözlüğe bakıyorum. Bundan sonra sizden faydalanmaya çalışacağım. Çavuş işaretinin üzerindeki sarı şerit dikkatime çekmişti. Neye işaret ettiğini sordum. Meğer Fransızca imtihanına girmiş, başarı kazanmış, ondan dolayı bu şeridi de ilave etmişler. O zamanlar Türk okullarında yabancı dil öğrenimi kolay değildi. Kendi kendisine çalıştığı ve büyük gayret sarf etti muhakkaktı. Toplam yedi yüz elli kişiyi bulan sınıfta kendisi gibi dil bilenlerin sayısının parmaklık sayılacak kadar az olduğunu söyledi…

-  Bu sırada “Fuat, Fuat” diye birisinin bağırdığını duydum. Başımı çevirdim, Mehmet Ali Ağabeyim bize doğru geliyordu. Kendisine sınıfımızın çavuşunu tanıttım. El sıkıştılar. Okulun üçüncü sınıfında olan ağabeyim “Mustafa Kemal Efendi’yi gıyaben tanıyorum” dedi. “Manastır’dan gelen arkadaşlar onu çok methettiler” 

-Harp Okulunun birinci sınıfında iken Ali Fethi Okyar ikinci, Enver üçüncü sınıftadır. Kazım Karabekir bir yıl, İsmet İnönü iki yıl sonra girecekler. İlk yıldan sonra kitaplara sarıldığını söyleyen Mustafa Kemal, “ Matematik merakım devam ediyordu. İkinci sınıfta askerlik derslerine merak sardım. Güzel söyleme ve yazma hevesim devam etti. Dinlenme zamanlarında kompozisyon çalışmaları yapıyorduk.  Saati ellerimize alıyor; bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim diye yarışma ve münakaşalar yapıyorduk”  diye anlatır.

- Kazım Zeyrek (Karabekir) ile de Ali Fuat tanıştırır.

 -Önce büyükannemin, sonra da babamın elini öptük. Babam:

 -Fuat'la kardeş gibi geçiniyormuşsunuz, memnun oldum. İnşallah meslek hayatında birbirinizden ayrılmazsınız, dedi.

 Arkadaşım mahcup bir gençti. Büyüklerin yanında mahcubiyeti daha da artardı. Yemekte biraz açıldı. O geniş kavrama kudreti ve keskin zekâsıyla bazı sorularına verdiği cevaplar, babamı bir an şaşırtmıştı. Babam:

- Seni çok sevdim oğlum. Kuzguncuk’taki evimize de beklerim, dedi.  Bana da:

- Seni de tebrik ederim. Böyle değerli ve iyi bir gençle arkadaşlık kurmuşsun. Okul sıralarında başlayan arkadaşlıklar kolay kolay sarsılmaz, dedi.

- İsmail Fazıl Paşa; gördüğü bu cevherde tanıdığı ve yaşadığı güzellikleri erken fark edenlerden olmuş, daha sonra Mustafa Kemal'in kurtuluş için çare aradığı günlerde “Mustafa Kemal Paşa, beni çağırdığı anda gelmez ve  emrine girmezsen namerdim” demiş ve 29 Temmuz 1919'da Ankara'ya gelmiş, ilk Milli Hükümetin Bayındırlık Bakanı olmuş ve makamında ölmüştür.

OSMAN NİZAMİ PAŞA VE ERKEN FARK EDİLİŞ, BİR TESADÜF 

Ali Fuat ( Cebesoy)  anlatır:

Kuzguncuk’a yeni yaptırdığımız binaya taşınmıştık. Birkaç hafta sonra babam: 

 “Mustafa Kemal Efendi'yi göreceğim, beklediğimi kendisine söyle ve al getir” dedi.  1902 yılı haziran ayı (21 yaş),  bir perşembe günü Mustafa Kemal ile beraber Kuzguncuk'a geldik. Mustafa Kemal akşam yemeğini bizde yiyecek, yemekten sonra İstanbul'a dönecekti. Akşam Fethi Okyar’la randevusu vardı. Eve gelince babamı evde bulduk. Elini öpen arkadaşımın;  O da yüzünden, gözünden öptü.

 “ Oğlum burası senin evin sayılır, niçin sık gelmiyor da davet bekliyorsun?” diye sitemde bulundu. Yemekten sonra ayrılması gerektiğini söyleyince: “Kesinlikle olmaz, yarın Fuat’la beraber dönersiniz.  Hem sizi çok değerli bir tuğgeneral ile tanıştıracağım. Kendisine senden birkaç defa söz etmiştim. İlgi gösterdi ve “Bu çocuğu ben de görmek isterim” dedi. “Yarın bize öğle yemeğine gelecek” 

Babam, daha sonra, arkadaşı Osman Nizami Paşa hakkında bilgi verdi. Paşa, ağırbaşlı, iyi öğrenim görmüş bir kurmay subaydı, kumandanlıktan çok kendisini bilime vermiş bir askerdi.  Almanca ve Fransızcayı ana dili gibi bilirdi, edebiyatlarını da iyice kavramıştı. İngilizceyi de yanlışsız konuşurdu. 

“Biraz olumsuz yaradılışlıdır!”  Babamın bununla neyi kastettiğini anlamadım. Yalnız kendisiyle serbestçe konuşmamızı önerdi. 

 Osman Nizami Paşa, Meşrutiyet yıllarında Berlin'de büyükelçilik, Balkan Savaşı'nda Bayındırlık Bakanlığı yapmıştır.  Ertesi gün öğleden önce Osman Nizami Paşa ile tanıştık. Daha doğrusu Mustafa Kemal tanıştı. Babamın bu eski arkadaşını ben birkaç defa görmüştüm. Konuşma “ülke geleceği”  üzerine devam ediyordu. Mustafa Kemal, Paşa’nın gelecek hakkındaki sözlerine hayretle ve irkilerek dinliyordu.  

-Paşa “İstibdat yönetimi bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı anlamda bir idare, ülkeyi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum…”dedi…

- “ Paşa Hazretleri, Batılı anlamdaki yönetimler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap olduğunda bugün iş başında olanlar, yerlerini korumaya kalkarlarsa, o zaman buyurduğunuzu kabul etmek gerekir.  Kuşaklar içerisinden her konuda güvenilir insanlar çıkacaktır.”

 Osman Nizami Paşa buna yanıt vermez. Sorular sorar, cevaplarını ilgi ve dikkatle dinler. Aynı gün akşam Harp Okulu’na dönmek zorunda olduğumuz için, General’in iznini almak üzere yanına gittiğimiz zaman şu sözleri söylemişti: “Mustafa Kemal Efendi oğlum, görüyorum ki İsmail Fazıl Paşa seni takdir etme konusunda yanılmamış. Şimdi ben de aynı düşüncedeyim. Sen, bizler gibi yalnız erkânı harp subayı olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin, ülkenin geleceği üzerinde etkili olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende ülkenin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri eşsiz kabiliyet ve zekâ belirtilerini görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum. “ 

 Aslında utangaç olan arkadaşım, bu övgü karşısında başını önüne eğdi. “Paşa Hazretleri, bana gereğinden fazla övgü gösterdiniz” diyerek teşekkür edip, Paşa’nın uzattığı eli öptü.” 

 Öğrenimine Harp Akademisi’nde devam eden Mustafa Kemal, zekâsı ve yetenekleriyle herkesin saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerinin yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye de meraklıydı. Harbiye ve Harp Akademisi'nde memleket meseleleri ve millet davası ile ilgilenmesi sebebiyle aydın ve inkılapçı bir subay olarak tanınmaktaydı. 

“Düşüncelerimizi, sayıları binleri bulan Harp Okulu öğrencilerine aşılamak için gizli bir örgüt kurmuş, el yazısı iki nüsha dergisi çıkarmıştık. Önderimiz Mustafa Kemal'di. Gelebilecek en büyük sorumluluk onun omuzlarında idi. ULUSLARI UYANDIRACAK OLANLAR, ANCAK DÜŞÜNCE ADAMLARIDIR diyordu. Bu amaçla daima her bulduğunu okuyor, okuduklarını yorumluyor ve vardığı sonuçları aktarıyordu. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit, felsefe,  tarih… Charles Darwin’den evrim kuramlarını. İçeriğine tepki duyduğu Fener Rum Patrikhanesi yayınlarını kaçırmıyordu. Arkadaşlarına, “ Bir kurmay subay mutlaka yabancı dil bilmelidir” diyordu. Tatillerde Selanik'e gittiğinde, bir Fransız okulunun yaz kurslarına katıldı. Harp Okulu öğrencilerine yasak olmasına rağmen Beyoğlu'nda sahibi Fransız olan bir pansiyon kiraladı. Orada hem yabancı dilini hem de yayınları takip ediyordu. Kendi arkadaşları içerisinde dış dünya ile ilgisini imkânlarını zorlayarak, gelebilecek tehlikeleri göze alarak, gizli yollardan dış dünya ile ilişki kurma cesareti gösteren tek kurmay adayıdır. 

Harp Okulunu 21 yaşında 10 Şubat 1902'de Piyade Teğmen olarak bitiren Mustafa Kemal, kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafını hemen annesine gönderdi ve Harp Akademisi’ne hak kazandı. 


KAYNAK : Op. Dr. Gürbüz TURGAY’ın “Neden Atatürk Hepimizin 1” isimli kitabından   


Yazının Devamı

SOYAĞACI

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin baba tarafı Kızıl lakabı ile bilinir. Kızıl, Oğuz (Kocacık) Yörüklerinden kaynaklanan kızıldır. Atatürk'teki sarışın ve yeşil- mavi gözlü oluş Türk boylarında, Oğuz boylarında çok görülen özelliktir.  Dedesi Hafız Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet Emin de sarışın mavi gözlüdür.  Konya Karaman yöresinde görülen özelliktir ve onlar da Kızıl Oğuz Yörüklerinden olduklarını söylerler. Rumeli'de Kızıl Oğuz Yörükleri, Kocacık Yörükleri olarak ifade edilir. Sarışın, mavi, yeşil göz Kuman Kıpçak Türklerinin de fiziki özelliğidir ve yoğun olarak Karadeniz Bölgesi'nde görülürler.  Kuman Türklerinden Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde de görülür ve onlardan bugün Atatürk'le aynı boydan olduklarını ifade edenler bulunmaktadır. Yıllar önce Selanik'e göçmüşlerdir. Ali Rıza Bey Selanik doğumludur. 

Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi'nin Makedonya'nın Debre, günümüz adı ile Yukarı Jupa Belediyesi'ne bağlı Kocacık Taşlı Mahalledeki evinin yerine Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA)  tarafından Atatürk Anı Evi yapılmıştır. O günlerde eğitim veren kişiler hafız olarak anılırdı. 

 Efendi kelimesi ise Osmanlı'da seyyid ve mevla kelimelerinin karşılığı olarak, tahsilli, saygıdeğer ve itibar sahibi kimseler için kullanılan kelimelerdir.  Bu kelime aileden kazanılmış değerdir ve bu nedenle yeni doğan çocuklar efendi olarak anılır, kızlar ise sultan… Ali Rıza Efendi'nin soyu ile ilgili araştırma yapan emekli İmam Mehmet Ali Öz her aşamasını isim ve belgelerle göstererek Ehl-i Beyt’e dayandırır.  Ve anne ile babasının bir seviyede akrabalıklarını gösterir.  Ali Rıza Efendi'nin babası Mevlevi Şeyhi Hacı Ahmet Efendi,  onun babası Mehmet Nurettin Efendi, onun babası Selanik Kocakasımpaşa Mahallesi İmamı Halveti Şeyhi Seyit Şeyh Ali Rıza Efendidir. Onun babası meşayıhtan Mevlevi Şeyhi Hacı Ahmet Efendidir. Onun babası da Selanik Mevlevihanesi postnişini Şeyh Hasan Efendi'dir.  Mehmet Ali Öz Hoca ayrıca hem Zübeyde Hanım'ın hem Atatürk'ün soyundan Mevlevi Kadiri ve Halveti şeyhlerinin varlığını da Osmanlı arşiv belgeleriyle ispatlamıştır.  Ayrıca Zübeyde Hanım'ın kardeşi Hasan Efendi'nin günümüzde yaşayan torunlarından ulaştığı bir kitapçığı, Abdülkadir Geylani Hazretleri ve Kadiri yolundan gelenler tarafından kullanılan “Evrad-ı Kadiriye” isimli bir dua kitabını da takdim etmiştir.  Yenikapı Mevlevihanesi’nin Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'ye kefil olduğu bir belgeye ulaşmıştır. Övücü bütün özellikleri sayan ifadelerle dolu bu belgede sonuç olarak ve önemlice “Ashab-ı malumat bilinen bir aileden geldiği” vurgulanır. 

Ali Rıza Efendi (1841-1886),1466 yılında Konya Karaman'dan önce Sarıgöl’e oradan da Langaza’ya yerleşen Sofuzade Feyzullah Efendi ve Ayşe Hanım’ın çocuğu olan Zübeyde Hanım’la evlenir. 

Vefatı ile cenazesi bugün Selanik'te Rotondo olarak bilinen Horatacı Süleyman Efendi (Sinan Paşa) Camisi'ne gömülür.  Sinan Paşa, XVI. yüzyılda yaşamış, III. Murat ve III. Mehmet dönemlerinde beş defa sadrazamlık yapmış,  Kahire’den Bursa'ya, Üsküp’e kadar Osmanlı topraklarının hemen her yerine vakıf, camii, medrese, han, hamam, kütüphane,  sebiller yaptırıp vakfetmiş kişidir. Onun vakıf eserine gömülmüş olması aileden gelen efendiliğindendir. 

Atatürk'ün günümüzde yaşayan akrabaları,  dedesinin kardeşi Kızıl Mehmet Emin Efendi’nin  torunlarından olan, Erbatur ve Söğütlügil aileleridir.  Hafız adları ile o günlerde eğitim veren kişi olduklarıdır. 

Sofuzade Feyzullah Efendi'nin babası İbrahim Ağa,  annesi Ematullah Hanım’dır. İbrahim Ağa'nın babası da Molla Hasan'dır.  Feyzullah Efendi'nin dedesi Nakibzade Seyyit Hacı Abdullah Hami’dir.  Nüfus kayıtlarında Zübeyde Hanım'ın dedelerinden Sofuzadelerden, Ahmet oğlu Sofuzade Mehmet Sadık Efendi ve çocukları Seyyid Hasan ve Seyyid Hüseyin olarak kayıtlıdır. 

 Bu konuda en önemli bilgi ve belgeler, emekli İmam Mehmet Ali Öz tarafından belgelenmiş ve ona kısmet olmuştur.  Onun kitaplarında Osmanlı kayıtları ile belgelediği bilgilere göre Nakipzadeler diye anılmaları, Osmanlı döneminde idam edilen 3 Şeyhülislamdan biri olan Rumeli Kazaskeri ve uzun yıllar Nakibüleşraflık makamına sahip olan Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi'den gelmektedir. Nakibüleşraflık makamı sadece peygamber soyundan gelenlere verilen makamdır. Bu nedenle Mevlana'nın hocası Şems-i Tebrizi soyundan geldiklerini belgelerle izah ve ispat etmektedir. Emekli bir imama nasip olması da düşündürücüdür.

 Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir.  Birinci eşinden Hüseyin ve Hatice,  ikinci eşinden Zehra ve Hasan,  üçüncü eşinden Ayşe doğmuştur. Zübeyde Hanım'ın evliliğine vesile olan Hüseyin dayısıdır. Kendisi hiç evlenmemiş, hayır işleriyle uğraşmıştır.

 Makbule Hanım'ın “Biz öksüz kaldığımızda imdadımıza yetişen derhal Selanik'e gelip annemi, Mustafa’yı beni ve Naciye ile dadımızı alarak çiftliğe götürdü”  dediği bu Hüseyin dayısıdır. Sofuzadelerden soyunun devam ettiği aileler Hasan dayısı tarafıdır. (Aldırma, Sümer soyadları ile ) (5) 

Sofuzade  Feyzullah Efendi'nin üçüncü eşi, yani Zübeyde Hanım'ın annesi Molla Emine Hanım idi. Bu nedenle kendisine de Molla Zübeyde denir. 

 Feyzullah Efendinin sülalesi Sofuzade ve Nakibzadeler olarak bilinir.  Sofuzadelerin kökü Akkoyunlu Beyi Cemaleddin İsfahani’ye kadar uzanır.  Sofuzadelerden Atatürk'ün 13. kuşaktan dedesi Hasan Can, Yavuz Sultan Selim'in musahibi idi. Mezarı Bursa Yeşil Türbe’de Osmanlı Devleti'nin kurucularından Mehmet Çelebi Han'la yan yanadır. Türk oğlu Türk’tür. 


Yazının Devamı

NEDEN ATATÜRK HEPİMİZİN 1 TARİHLE SOHBET-KURTULUŞ

SENİ ANLASAYDIK BU HALE GELMEZDİK 

İbrahim Candan


 Hep beraber Cumhuriyet’e ve Atatürk'e sarılalım, bir olalım.

 Onun yolundan gitmedikçe güzel günler gelmeyecektir. 


Vefakâr Anneme, fedakâr Babama 

Ve bütün gazi ve şehitlerimize ... 


Kurtuluşun acı günlerini yaşayan Yakup Kadri, o günlerdeki duygularını Ankara isimli eserinde en güzel şekilde aktarır: 

BEKLENEN ADAM 

Bizim gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti. Gözlerimizi bozgun havasını açtık.  Evlerde annelerimiz, babalarımız bize Moskof Seferi'nden, Balkan ayaklanmalarından, Arap isyanlarından, bu nedenle yabancı müdahalelerden tutuk bir dille bahseder dururlardı.  Kaybolmuş ülkelere, gidip dönmeyenlere, gözleri yaşlı nişanlılara dair yanık türküleri bizim ninnilerimizdi. Sonsuz bir trajedi olan Yemen kâbusu, evlerimizde hemen her günün alışılmış konuları idi. 

Erkek evlat sahiplerinin ve yetişkin delikanlıların kafasında askerden kurtulmak için mektep ve yüksek tahsil konu edilirdi… Büyüklerimiz bizim düşmanlarımızdan daima korku ve saygı ile bahsederlerdi.  Yabancı harp gemileri veya hükümdarları ülkemize ayak bastığında halkın coştuğu, heyecanlandığı durumlar olay olurdu. Çünkü kendisine ve kendi devletine güveni kalmayan halk, onları kendi geleceklerini kurtaracak gücün sembolü olarak görürlerdi…

On bir yaşında çocuktum.  Manisa Sultan Camisi önünde beş on kişilik panama şapkalı, kırmızı yüzlü yabancı bir grubun etrafına toplanan çocukları bastonları ile merhametsizce döverek kovalıyorlardı. O günlere göre tuhaf kıyafetli insanları görmek istiyorlardı. Ne hakla vuruyorlar isyanı ile gidip karakola haber vereyim dediğimde aldığım cevap “Karakol ecnebilere bir şey yapamaz oğul” oldu. Bu söz üzerine, sanki birden yaşıma on yıl daha katılmıştı. Üstüme gamlı bir ciddiyet çökmüştü ve milli gururum o andan beri kanamaya başlamıştı. O andan bu yana tam yirmi beş yıl, bu yaranın kanı, ölüm işkencesine mahkûm Çinlilerin tıraşlı tepesine akıtılan damlalar gibi tıp tıp yüreğimin üstüne damladı, damladı, damladı. 

Yirmi beş yıl… Bu bir gençliktir. Yirmi beş yıl… Bütün milli ve sosyal kıymetleri alt üst olmuş, bütün kaleleri zapt edilmiş, viran ve perişan bir ülkede, bir asırdan beri durmadan kovalanan, durmadan tekmelenen, içeriden dışarıdan sövüle sayıla itile takıla ve o yara, o milli gurur yarası bağrımızın içinde damla damla kanayarak yirmi beş yıl sürünmek, sürünmek…  Bir ömür…

 İşte bizim nesil dediğim bu kürek mahkûmları kafilesinin ortasından, ara sıra başımızı kaldırıp ufka bakardık: 

NEREDE SABAH  YILDIZI?

İçimizden bir ses daima “o hiç doğmayacak”  derdi. Konuştuğumuz tecrübeli adamlar da bunu söylerdi. Mektepler bir zekâ mezarı idi.  Bir gün sınıfta, dizimin üstünde Cezmi’yi  okurken yakalanınca demir pençe gibi bir el beni ensemden yakalayıp sokağa atmıştı. 

On altı yaşlarında olan bu olay üzerine kitap okuma hürriyetinin olduğunu duyduğum ülkelerden birine gittim. 

O yaşta, hürriyet sevdası uğruna yollara düşerdim. Orada her yaştan benim gibi insanlar vardı. Ayaklarında delik deşik ayakkabıları ile ne yaptıklarını bilmez, Fransızların Jön Türk dedikleri insanlar,  kapı kapı dolaşarak “hürriyet” dilenirlerdi. Lakin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır. Kendi toprağında bitecek buğday ekmeğini, kendi nimetlerini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu biçecek? 

O milli kahraman nerede idi? 

Bazen ümitlendikleri olur. Hareket Ordusu ile giren Mahmut Şevket Paşa, ümit veren şiirleri ile Ziya Gökalp, Aşiyan’da oturan Tevfik Fikret…

Trablusgarp'ın işgali, Balkan Harbi…

“Artık oturduğumuz bina, her taraftan çatırdamaya başlamıştı. Bütün memleketi, Vardar kıyılarından Boğaziçi yalılarına, Boğaziçi yalılarından en yüksek Anadolu yaylalarına kadar, baştan başa, korkunç bir panik havası kaplıyordu. Payitaht birkaç hafta içinde bir mahşer yerine dönmüştü. İstanbul sokakları yaralı, koleralı ve kaçak askerlerle dolar. Avrupa sevinç içinde idi. Yüz elli yıldır batının medeni insanlarının hayalleri olan şey gerçekleşiyordu. “ 

 Ümitsizliğini şöyle tarif eder:

“ Yeryüzünde her milletin hakları, hakikatleri, yurdu ve Tanrısı vardı. Yalnız Türk milleti haksız, hakikatsiz, yurtsuz ve Tanrısızdı. Gökten inecek Mesih'i bekliyorduk. Ve iki asır hasretiyle yandığımız milli kahraman hala bir türlü görünmüyordu. 

Türk ocağında, milliyet, Türk Milletini kurtaracak destani kahramanla, Türk kültürünü kuracak destan şairi olarak gördüğümüz Ahmet Vefik Paşa, Sarıkamış'ta ordusunu karlar içine gömerek İstanbul'a kaçan Enver Paşa'ya milli kahraman unvanı verince İttihat Terakki’ ye ve ona olan güvenimizi de yitirivermiştik. Bazı kişilerin aileleriyle birlikte Anadolu'ya kaçtıkları, hükümetin kıymetli hazine eşyalarını Konya'ya kaçırdığı, padişahın bile oraları kaçacağı, Adalar’la Kadıköy kıyılarına siperler kazıldı sözleri dolaşmaktadır.  Yetkililer “her şey muhtemeldir” derken, kaçıp gitmek isteyenlere “kalınız” diyen yoktur. Buna rağmen, yüreklerdeki bu acayip, bu delice emniyet nereden geliyor? Halk sanki, devletin bilmediği bir sırra ermiş gibidir. Halk emin ve içi rahattır! Halk bin bir tehlike ile dolu Marmara'nın ufuklarına bir yeni sabahın doğmasını bekler gibi bakıyor.

Neydi? Ona gaipten bir şey mi malum olmuştu?

Evet, halk; bizim bilmediğimiz bir sırra ermişti; evet, ona gaipten bir şey malum olmuştu. Çanakkale Savaşı halkın ağzında adeta bir İlyada Destanı olmayı başlamıştı. Genç bir kahraman, bir avuç süngülü askerle yerden, gökten, denizden kopan sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye atılıyor… Bu insan, ateşte yanmıyor, vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu. 

Kimdi bu acayip adam ? Nereden peydah olmuştu ?  Adını hiçbir gazete, hiçbir resmi tebliğde görmedik, okumadık. Fakat halk adını biliyordu! 

Kimi bir paşa kimi bir miralay olduğunu söylüyordu. Zaten rütbesinin ne önemi vardı? Böyle adama rütbe ne ilave edilebilirdi ? 


Yazının Devamı

NEDEN ATATÜRK HEPİMİZİN 1 Tarihle Sohbet – KURTULUŞ

Kalbim çok şey öğrendi ve yaşadı. Bu sayede bilgeliği, deliliği, akıllılığı öğrendim. Fakat anladım ki, bu da zor bir iş; çünkü bilgeliğin olduğu yerde fazla üzüntü var. Çok öğrenmek isteyen kişinin çok acı çekmesi gerek.  Hz. Süleyman 

Her güç şey zevklidir. 

Mustafa Kemal Atatürk 

Türk Ressamlar Cemiyeti resim sergisinde bir tablosunu izlediği İbrahim Çallı'ya sordu:

 "Bu Zeybek ne üzerinde oturuyor? “ Çallı cevap verdi:

 “Taş üzerinde ama taşın üzerinde atının çulu var. "Atatürk, şöyle devam etti:

"Değil bu zeybekler, bizzat biz bile başımızı çıplak taşa koyduk. Böyle bir çul bile bulamadık." 

Tesadüfen isimlerinde de de benzeri görülmemiş bir mucize vardır; Kurtuluşta kalpaklı "Mustafa Kemal” Kuruluşta melon şapkalı "Atatürk" vardır. Tam ismi Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tür! 

Okudukça bir sonraki kitabı okuma isteği ile 20 yılda onunla ilgili yaklaşık 800 kitap okudum. Her kitapta yeni bir şeyler gördüm, yeni bir kitabı heyecanla okudum. Hayatında pek çok tesadüflerin olduğunu ve bu tesadüflerin ülkeyi kurtarmak için bir araya geldiğini gördüm. Sanki ona biri yol göstermiş ve milletinin geleceğine yön veren tesadüfler... 

Milletini dili ile dini ile yazdığı kitapla bilimle tanıştırsın! Millet de hemen kabul etsin… MUCİZE ADAM! MİLLETİNE HEDİYE EDİLMİŞ İNSAN! Tesadüf diyebilir misiniz? 

Atilla İlhan: Ölümünden sonra düşünce ve değerlendirmeleri; maalesef kasıtlı olarak halkımızdan saklanmış, bir nevi yasaklanmış ve... Anlayışı ile hakikati ve hatırası yozlaştırılmış olan Atatürk'ü; yeniden ve gerçek özellikleri ile tanımamız gerektiği ortadadır. BU MİLLİ VE ÖNEMLİ İHTİYAÇTIR.

Atatürk'ün özel fotoğrafçısı olan Hasan Efendi'nin evi yanmış ve Atatürk'ün çekilen fotoğrafları evle birlikte kül olmuştur. Yine tesadüfen, 5 Eylül 1973 tarihinde İstanbul Film Arşivi’nin deposunda çıkan yangın sonunda Atatürk'ün tek olan fotoğrafları yanmıştır.

Prof. Dr. Ahmet Akgül Hoca’mızın "Bizim Atatürk" isimli kitabının önsözünde geçen yayınevine ait şu cümleyi kıymetli buldum: Okunması ve tanınmasına VATANİ VE VİCDANİYİ GÖREV SAYDIK! 

1938'den itibaren Atatürk yasağı getirilir. İlk anısına izin verilir, karga kovalaması ve sen Mustafa ben Mustafa… O’NU YOK ETME DÖNEMİ BAŞLAR. Devlet matbaalarında Hasan Ali Yücel'in “medeniyet Yunan'dan yayılmıştır” tezleri doğrultusunda tercüme ettiği Yunan klasikleri olan 100 temel eser basılıp okullara dağıtılır,  çocuklara ezberleterek okutulurken Nutuk 1950'ye kadar basılmaz.  Paralardan, altınlardan, okullardan, resmi dairelerden resimleri kaldırılan bir dönem. Kinle… 

 Yapılan yanlışlar ondan sonra, hem de O’nun adı kullanılarak; 100 yıl “O yapmış gibi”  anlatılır.

 1950'den sonra anıları olanlar yazmaya başlarlar. Kalabilen, yaşayabilenler, vicdan azabı çekerek, enteresandır yazdıkça hatırlarlar. O kadar az sayıdadır ki O’nu anladıkça yeni yeni kitaplar basılır. Esaslı araştırma kitapları 2000 yılından sonra yazılmaya başlar. Yazanlar çoğunlukla tarihçi değildir.  Tıp Profesörü Utkan Kocatürk,  Tıp Profesörü Oktay Kadayıfçı “Atatürk Gibi Beyefendi ve Şık Olmak” Mimar Metin Aydoğan "Ülkeye Adanmış Bir Yaşam”, "Atatürk ve Türk Devrimi”, Mühendis Yüksel Mert gibi çoğunluğu Atatürk'ün anlaşılmamasının üzüntüleri ile çok kıymetli eserlerini yazmışlardır. Eserleri ile özür dileyenler olur: "Ben Yüksel Mertoğlu Atatürk'ten Özür Diliyorum”, "Atatürk'ten Özür Diliyorum” Gürbüz Evren, Profesör Haydar Baş "Hoş Geldin Atatürk," ölümünü inceleyen Hüseyin Hakkı Nalçacı "Anıtkabir'in Gözyaşı”, Dr. Eren Ayçiçek'in "Mustafa Kemal Olmak “, Matematik Profesörü Dr. Ali Dönmez ’in "Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda Çektiği Zorluklar,  Dağ Başını Duman Almış”; "Atatürk Olmasaydı”, "Beklenen Adam”, "Atatürk Bugün Olsaydı”, "Bir Solukta Atatürk” eşsiz abide kitapları ile Cemal Kutay, "Fikirlerimizin Rehberi-Bir Ömre Bedel” eseri ile Erol Mütercimler,  "Güneşi Özledik”  Ruşen Eşref Ünaydın, "Affet Bizi Atam” Mehmet Tanrıverdi, "Beni Çok Ararsınız”  ve "Mustafa Kemal'den Geriye Kalanlar” Ziya Elitez ve  adlarını yazamadığım hepsine şükranlarımı iletmek istediğim onlarcası… Hepsi bir gün O’nu anlayamamanın üzüntüsü ile anlaşılması için yazılmış eserlerdir.

 "Akşam sekizde oturduk sabahın altısına kadar. Bana bir saat gibi geldi. Yani bir altı saat daha devam etseydi hiç yorgunluk hissetmeyecektim.”  Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak 

Bir deryayı, bir dehayı, bir filozofu anlatmak da zor, anlamak da zor…

“…Bunu, bugün sizlere, onu görmeyenlere, onu yaşamayanlara, fakat ruhlarında onun hararetini duyanlara ve için için onun hasretini çekenlere, ben nasıl canlandırabilirim? Bir kâinatı size ben nasıl anlatabilirim? Ben kendim bu sonsuzluk âleminin enginlerine ve derinliklerine ne kadar nüfus edebildim ki, bunu sizlere, bir fotoğraf objektifi gibi aksettirebileyim. 

Ya yanlış anladıklarım… Gerçek büyüklerin çok kere nasipleri yanlış anlaşılmak değil midir? Sokrates ve Muhammed, tarihin başka nadir simaları yanlış anlaşılmadılar mı? diyen Bir Kainatı Nasıl Anlatabilirim başlıklı yazısında Hasan Cemil Çambel “O’nun masasını Atina gençliğini etrafına toplayan Eflatun'un yarım yuvarlak mermer masasına, etrafına hekimleri toplayan Şarlman’ın uzun masasına, Sans-Souci Sarayı’nda Voltaire’le münakaşalar yapan Büyük Frederick’in yuvarlak masasına” benzetir. 

Eşi görülmemiş bir hayat cephe, savaş ve barış günleri…

 Aldığı her karar, yaptığı her savaş onun lehinde, tesadüfen onun istediği şekilde sonuçlansın. Bu kadar tesadüf düşündürücüdür…

Mustafa, Mustafa Kemal yapılır. O andan itibaren görevlendirilmiş gibidir. Kurtuluş ve kuruluşa hazırlanır. Harp Okulu’nda konuşma sanatını öğrenir, şiirden uzaklaşır, tarih sevgisi kazanır. 

19 Mayıs'a kadar yaşantısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olma yolunda staj gibidir. Bu yolda karşılaştığı tehlikelerden bir el sanki onu korur. Cephede korkmadan yürür. Kurşun saatini isabet eder, onlarca suikasttan tesadüfen ( ! ) kurtulur. Hayatı mucizelerle ve kalp gözü ile görme örnekleri ile dolar. Yolu açılır. Konuşup da yolunu çevirmediği, ikna etmediği kimse olmaz. Devrimleri yaparken de mucizeler devreye girer. Millet formatlanmış gibidir. Kıyafetleri ile yetmiş iki millet görünümlü halkı tek tip kıyafete dönüştürür. Hemen her şeyi halk da hemen kabullenir. 

Ve görev bitmiştir. Gerisine halkına bırakır. Ölüm bahanedir.

İngilizler 3.000 gencine sorar, en nefret ettiğiniz lider kimdir? Cevap Atatürk'tür. 100 YIL GEÇMİŞ, İngiliz genci unutmamıştır. Neden bizde düşman var anlaşılması güçtür. İngiliz henüz hayatta iken sömürgelerinde ayaklanma fişeği atan adamı "din düşmanı "ilan eder. Bu amaçla yerli, gönüllü grupları, fesli ajanlarını kullanırlar. Binbir yalanlarla kötülerler. 100 yıl, 1000 yıl dine kötülük yapanlar İslamiyet’i hurafelerden temizlemeye çalışmış adamı din düşmanı ilan eder...

Yazının Devamı

KİTAP OKUMA İLE BAŞLAYAN GÜZEL TESADÜFLER

 

                   İstanbul’a gelişimin ilk günleri idi. İşe de yeni başlamış, metrobüsü de korkuyla ve yeni  kullanmaya başlamıştım. Beylikdüzü ve sonrasında dolmuşa binip Mimar Sinan Devlet Hastanesi şantiyesine gidecektim. Bu 50 duraklı yolculuğumu kitap okuyarak değerlendirecektim. Metrobüse oturur oturmaz kitabımı açıyor, son durakta kapatıyor, dönüşte tekrar aynısını yapıyordum. Bazen o kadar dalıyorum ki şoförün kornası veya yolcuların fark etmediğimi anlayıp uyarıları ile iniyordum. Dönüş yolculuğumun ortalarında, yanıma oturan yolcu “Afedersiniz, bu sizinle üçüncü defa yan yana oturuşumuz. Dikkatimi çekti. Hem hızlı okuyor, hem de çiziyorsunuz…”.Çok şaşırdım, bu benim dördüncü yolculuğumdu! Sohbetimiz harika ilerleyince, duraklata inip sohbete devam ettik. Bitmek bilmiyordu. Sözleştik, daha sonra birkaç defa buluştuk, arkadaşlığımız hala devam ediyor. Beylikdüzü Belediyesinin bastırdığı kitap- Atatürk’ün Sivas’ ta 108 günü- tanıtımında, katılanlara imza karşılığı hediyesinden, bayağı çabaları ile özel izin ile ikinci bir kitap daha alıp bana hediye etti. Cumhuriyet bayramlarında da özellikle beni arar oldu… Makine mühendisi Mesrur Yazan… Sağol… Sanki birisi seninle tanışmamı istemişti. Yoksa dördüncüde, 17 milyon insanın yaşadığı şehirde… Nasıl bir tesadüftü…

          Aslında Cumhur Yavaş ile de öyle olmuştu. Fit Yapının Uzunçayır’daki şantiyesi. Haftada bir gün gidip, en az elli kişinin tansiyonu ölçülüyor, form dolduruyor, bu arada iş güvenliği uzmanı 15 m. aşağıdaki sahaya inip geri gelecek… Hemen kitap okuyorum…Böyle bir günde oda komşum genç Cumhur geldi. Nasıl oldu bilemem konu cumhuriyet tarihine giriverdi…Her hafta sohbetlere dönüştü…Çocuğun şartları çok kötü, yer kötü, maaş en az, evli, çocuklu. Bir gün sordum, öğrendim ve yeni iş ara, bağımlı kalma, iş bulursun dedim. ”Abi, iş arıyordum ama vaz geçtim. Çünkü her hafta sizin geleceğiniz günü heyecanla bekliyorum. Daha sonra inşallah ! “ Benim için ne büyük gururdu. Öğretmenler Günü’nde  beni arar. İşini değiştirdi… Mutlu. O da benim için sevgili arkadaşım, ağabeyi oldum. Boğazlıyan kaymakamının idamını konuşmuş, inşallah bir gün ziyaretine gitmeyi düşünüyorum demiştim. Unutmamış, mezarının Kadıköy’de olduğunu, yerini de bulup sevinçle beni aradı. Tesadüf bu ya !Hem de ölüm yıl dönümü imiş. Hemen çiçek yaptırmaya gittim. Çiçekçiye tarif ettim isteğimi. Her zaman aldığım çiçekçi idi ve şu kadarlık,şu paralık olsun der,çiçeğimi alıp giderken bu sefer farklı oluverdi.Ve konuşmak ,söylemek istememe rağmen ısrarlı oldu…Kime,bir ahbaba,ne için,vefa ziyareti,ne vefası,ölmüş adamın ziyareti,vs…ve sonunda “minnet ve vefa çiçeği olacak !” dedim. O zaman bu da benden olsun. İsmini sordum,hala gülerim:Gülcü ! Sağol Gülcü hanım…dedim, İkimizin de gözleri yaşarıverdi… vedalaştım.Hiç unutmam,o güzel roman kadınını,ondaki duygu ,vatan sevdası… Çiçeğimi alıp,mezarlıkta buluştuk.Mezarı başında konuşmamı yaptım .Bizi ilgi ile dinleyen mezarcıya da fotoğrafımızı çektirip mutluluğu yakaladık…

Kitap okuma ile başlayan tesadüfler anısı oluverdi…

Yazının Devamı

İMAR SAÇMALIKLARI VE UTANMAZLIKLARI

 

Deprem felaketleri yaşadık, defalarca. İstanbul Depreminden 20 gün sonra Niğde Müzesinde DEPREM FOTOĞRAF Sergisi açmıştım ve ilgilenmesi gereken bir kişi gezmemişti. Seçilerek çerçevelenmiş her fotoğrafın altında utanılması gereken, tekrar etmemesi için vurgulu sözler yazılı idi. Ders almadığımızı defalarca gördük, gördüm. Asfalt yolun ortasına kadar uzanan İSTİLACI bina ruhsatından, İstanbul’da heyelan olabilecek yere FORE KAZIKSIZ ve hiç TEMELSİZ çok katlı bina gördüm. Güneş girmeyen mesafede yapılmış en az otuz katlı onlarca binadan meydana gelmiş mahalle… İkinci bir deprem yaşadık, adını ASRIN FELAKETİ koyduğumuz acılar gömdüğümüz felaket.

HEPSİ MÜHENDİSLİK UTANCININ ESERİ FELAKETLER. Aynı şiddette Endonezya’daki depremde ölen üç kişi idi… Ruhsat makamında imzası ile hiç kimsenin ceza almadığı asrın felaketi…

Sen Katil misin başlıklı, bir profesörümüzün yazısını gazetemizde yayınlatmıştım. Bu yazı da bizlere ders olacak, o ülke insanlarına onlarca yıl güven ve mutluluk yaşatan, yine bir Türk profesörümüzün anısıdır.

OKUNASI BİR YAZI

“Uzun zamandır bir Amerika şehrinde yaşıyorum. (…)  Burası 70 bin nüfuslu küçük bir şehir. (…) Her tarafı yemyeşil, en işlek caddeler, en yoksul mahalleler bile. Evlerin çoğu iki katlı ve bahçeli. Şehrin dört yanı ormanla çevrili. (…) Nedir bu yeşilin sırrı diye hep düşünürdüm. Sonra bir olayla karşılaştım, yeşili kimin ve hangi usullerle koruduğunu öğrendim. Sizinle paylaşmak istiyorum.

Yıllar önce bir ev yaptırmak istedim. İnşaattan hiç anlamam, ama anlayan bir akrabam var. Aklımı çeldi, şehrin değerli bir yerinde güzel bir arsa var, alalım dedi. (…) Arsa dört tane bahçeli ev yapacak kadar geniş. Ancak şehir planında buraya bir ev yapılması uygun görülmüş. Bize belediyeye başvurun, belki iki eve müsaade ederler, dediler. Biz de başvurduk.

Belediye bize dedi ki: ‘Önce bütün komşularınıza iadeli taahhütlü bir mektup gönderecek ve bu arsaya iki ev yapmak istediğinizi bildireceksiniz, sonra komşulardan gelen cevaplarla birlikte filan gün tekrar bize gelin.'

Komşularımıza birer mektup gönderdik, şimdi gelen cevapları özetliyorum; bir komşu diyor ki; ‘-Evlerimizin önünden geçen yol dardır. Bu yoldan geyikler geçer. İki evin en az iki arabası olacağına göre dar yolun trafiği artacak. Geyikler tehlikeye düşecek.' İkinci komşumuz şöyle diyor; ‘-Biz çocuklarımızı her gün okula götürüp getiriyoruz, trafiğin çoğalmasını istemeyiz.'  Üçüncü komşu; ‘-Bu arsada iki büyük çam ağacı var. Bunlar kesilmemeli, sökülüp arsanın başka yanına dikilmeli.' Dördüncü komşu; ‘-İki ev yapılırsa evler anayola arsa içinden bir yolla bağlanacak. Bu yol asfalt veya beton olacak. O vakit bu yolun iki tarafındaki ufak ağaçların köküne su gitmeyecek ve kuruyacak.' Başka bir komşu; ‘-Evin planını görelim, bakalım bizim evlere yakışacak mı?' Bir başka komşumun derdi şu, önlü arkalı geniş bir bahçesi var ve etrafında çit yok. ‘-Bana komşu gelirse bahçesini çitle ayırmasın. Ne o bahçesini sınırlasın, ne ben. Böylece geniş yeşilliğimiz kaybolmamış olur.'

 CEVAPLARA ŞAŞTIK

Biz Türkiyeliyiz. Cevaplara şaşarak belediyeye gittik. Öyle ya, biz arsa alacağız, ev yaptıracağız, kime ne? Benim yaptıracağım eve neden bu kadar insan burnunu sokuyor? Bu nasıl demokrasi?

Oturup belediye ile konuştuk. Bütün istekleri yerine getirmeye söz verdik. Ancak geyikler için çözüm bulamadık. Çevredeki ormanlar gerçekten geyik cenneti. Bu güzel hayvanlar yem bulamazsa şehrin kenar mahallelerine inerler, bahçelerdeki elmaları, şeftalileri yerler. Biz bazen bu hayvanlar için bahçeye meyve filan atarız. Bu ürkek hayvanlar ilkin bizi görünce kaçıyorlardı. Sonra alıştılar, kulaklarını dikip sürmeli gözleri ile bizi tartıyorlar, zarar gelmeyeceğine inanırlarsa kaçmıyorlar. (…)

Komşuların mektuplarını gösterdikten sonra belediye bizden evin planını komşulara göndermemizi istedi. Gönderdik, planı belediye de inceledi. Planımız komşulardan olumsuz bir tepki almadı. (…)

Belediyenin karar vereceği gün projeyi savunmak bana düştü. Neler söylemedim? Bir göçmen kuş olduğumu, kentin bizi çok iyi karşıladığını, iki kızımın burada eğitildiğini, hiçbir kanunsuzluğa katılmadığımı, vergimi düzenli ödediğimi, bir eğitim kurumunda şehre hizmet verdiğimi filan anlattım. Dinleyenler ‘-Çok etkili oldu, karar olumlu çıkacak' dediler. Karar bildirildi. İlkin kentin kanun ve nizamlarına uyma gayretimiz için kibar bir şekilde teşekkür edildi. Sonra isteğimizin reddedildiği açıklandı. 

Sebep şuymuş: Bu bölgede bizimkine benzer çok arsa varmış, bize iki ev için müsaade verilirse, öbür arsa sahipleri de iki ev için başvururlarmış. Bize olur deyip onlara olmaz diyemezlermiş. Oralarda böyle geniş arsalara da ikişer ev yapılırsa şehrin yeşillikler içindeki görüntüsü bozulur, güzelliği gölgelenirmiş.

SEVİNDİRİCİ SONUÇ

Ben bu karara sevindim, üzülmedim. İşlerini bu kadar ciddiye aldıkları, şehrimizin üzerine böyle titredikleri için içim neşeyle doldu. Bir şehrin güzelliğini korumak ciddi bir işmiş. Neden güzel bir yerde yaşadığımı o gün anladım.

Sonra belediyenin başka marifetlerini daha öğrendim. Bahçede ağaç kesmek yasakmış. Ağaç yaşlı ise yerine yenisini dikmek koşulu ile kesebilirmişim. Bahçe çimenleri uzar da kestirmezsem, belediye birini gönderir kestirirmiş, parasını benden alırmış. (…)

 ALATURKALIK

Neyse akrabam olan inşaatçı belediyeye yeni bir ev planı sundu. Alaturkalık bu ya (kendini Türkiye'de zannedip) çatı katına planda olmayan (kaçak) bir oda kondurmuş. Ertesi gün belediye bu odayı yıkmadığı her gün için 2500 dolar ceza keseceğine dair bir ihbarname gönderdi. Akrabam o gece uyumadı ve odayı yıktı. (…)

Ben bu yazıyı niye yazdım? Umarım ki belediye başkanlarımızdan biri okur da belki bazı şeyler öğrenir, belki de örnek alır. Acaba çok mu iyimserim, ne dersiniz?

Indiana Üniversitesi'nden emekli Profesör İlhan Başgöz

Yazının Devamı

 TOPLUMSAL ZEKÂ ve ATATÜRK

 

   Toplumumuzda zekânın kullanılmasında, değerlendirilmesinde, yaygınca algı kıtlığı ve buna bağlı sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu nedenle zeka ile ilgili bilgilendirme yapma ihtiyacı hissettim. Zeka denilince, imrenilecek şekilde baktığımız üstün zekalıların ortak özelliklerinden bazılarını, faydalanabilmek ümidiyle bilmemiz gerekir. En önemlileri diyebileceklerimiz  % 99,3 geniş kelime hazneleri var, %99,3 mantığı çok kullanıyorlar, %97,9 çok meraklı, % 84 otoriteyi sorguluyor, %80,3 ise çok okuyorlar.

    Zeka, değişik tanımlamalar yapılmakla birlikte, kısaca “ bireyin karşılaştığı sorunları çözerken yetenek ve becerilerini kullanma düzeyi “şeklinde ifade edilir. Birey bu amaçla algılama, öğrenme, düşünme gibi birçok yetenek ve becerilerini birlikte kullanarak değerlendirir. Değişik sınıflandırmalar, isimlendirmeler yapılagelmiştir. Soyut Zeka: Pi Sayısı, Limit, Türev…  Gerçekte yoktur. Mekanik Zeka : araç gereç kullanımı, yapımı  vs…Sosyal Zeka : Toplumsal çevreye uyumu kullanma kabiliyeti en genel sınıflandırmalardır .Siyasiler bu özellikleri  ile  lider  olur, sivrilir, kabullenirler.Çoklu zeka,duyusal zeka,genel yetenek, özel akademik yetenek, liderlik yeteneği, yaratıcı veya üretici düşünce yeteneği gibi tanımlamalar da kullanılır.... 1912 yılında Alfred Binet ve Theodor Simon zeka üzerine ilk test geliştiren, bahseden kişilerdir. IQ ise ilk defa Alman psikolog Wilhelm Stern tarafından tanımlanmıştır. Genellikle “yaşamda tek bir yeteneğin öne çıkması” olarak algılanır. Her ne kadar bireyi, anne ve babayı, öğretmeni, okulunu ilgilendirse de bizi en çok ilgilendiren tarafı,  zekanın toplumsal gelir düzeyi ile ilgili olduğunun tespit edilmiş olmasıdır.  Bir önemli taraf da IQ, CQ, EQ gibi ifade edilen zekâların istenirse “artırılabilir “olmasıdır. Dünyanın zekânın önemini kavrayışı ise 1980’lere rastlar. Atatürk’ün 1936 yılında kültür tanımını yaparken “Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, ZEKAYI EĞİTMEKTİR” diyerek üstün dehasını bir kez daha göstermiş, önemini o yıllarda söylemiştir.1921 yılında ise “Bir ulusal eğitim programımızdan söz ederken, eski dönemin boş inançlarından ve yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı düşüncelerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen tüm etkilerden tümüyle uzak bir kültür kastediyorum. Çünkü ULUSAL DEHAMIZIN tam olarak GELİŞMESİ ancak böyle bir kültürle sağlanabilir.”

   IQ ile tanımlanan sınıflandırmada 0 - 25 geri, 76 - 90 sınır, 91 - 110 normal, 111 sonrasında üstün zeka olarak tanımlanıyor. Ülkelerin ortalama zeka puanları: Almanya 107, Hollanda 107, İsveç 106, Japonya 105, Kore 100 Finlandiya 99 Moldovya 95, İsrail 95, Arjantin 93, bunlardan sonra da İLK MÜSLÜMAN ÜLKE Türkiye, 90! Arabistan 84, Yemen, Umman, Suriye 83, Hindistan 82, Mısır 81.

 Dikkat edildiğinde temel kılavuzları bilim, akıl öncülüğünde olan ülkeler ön sıralardadır. Bu da gösteriyor ki 80 yıl önce rehberinin bilim, fen olduğunu söyleyen ,”benim söylediklerim bilim ve fenne karşı ise siz bilim ve fenni seçin” diyerek, dehası ve öngörüsü ile hedef gösteren Atatürk’ün sözünün ileri toplumların mihenk taşları olduğudur.

Standford – Binet zeka testi, 30 sorudan oluşur. Değerlendirmesinde yaşı da kullanır. Testinde kullanılan sorular sözcük bilgisi, mantık, akıl yürütme, matematiksel tanımlama şeklinde sorulardır. Dünyanın en zeki insanı diye bilinen William James Sidis’in IQ seviyesi ölçülmez seviyede kabul edilir ve tahminen de 250- 300 imiş. Vindergood adıyla andığı bir de dil geliştirmiştir. İlkokul birinci sınıfı bir günde, ikinci sınıfı birkaç günde, üçüncü sınıfı 3 ay, dördüncü sınıfı bir hafta, beşinci sınıfı 15 hafta, 6,7. sınıfları da beş  buçuk haftada bitirmiştir.11 yaşında Harward’a kabul edilmiş, aynı yıl profesörlere dört boyutlu objeler hakkında ders vermiş, yirmi yaşında da eylemlere katıldığı için tutuklanmıştır. Altı aylıkken alfabeyi çözmüş, 18 aylıkken New York Times okuru olmuş, 20 Dolar haftalıkla işe girmiş, “ umutları boşa çıkaran kişi  ” olarak tarif edilmiştir…

     Toplumun zeka yaşı diye yapılan bir çalışmada Türkiye’nin 3 yaşındaki çocuk seviyesinde olduğu  ifade edilmiştir. Dünya ortalaması ise 6 yaşında çocuk zekâ seviyesinde olduğu söylenir. Kitap okuma ,%80,3 oranıyla üstün zekalıların ortak özelliklerinden birisidir. Bir diğeri ise % 97,7 ile geniş kelime haznelerinin olduğuna göre bu konudaki sayısal verilere göz atalım. Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın  (BES) araştırmasında 

     -Türkiye’ de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. Sırada

     -Günde ortalama 5 saat televizyon izlerken, kitap okumaya yılda 6 saat vakit ayırıyor.

    -Japonya ‘da toplumun %14, Amerika’da % 12, İngiltere ve Fransa’da % 21 oranda düzenli kitap okurken, Türkiye’de ise ON BİNDE BİR !

     -7 milyon nüfuslu Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100.000 tirajla basılırken 70 milyon nüfuslu Türkiye ‘de 3000 tirajla basılmaktadır.

-  BM raporu ile dünya kitap okuma sıralamasında 86. sıradayız.

   -Bir Japon on  yılda ortalama 250 kitap okurken, İsviçreli 100, Türk insanı ise  sadece 1 kitap okumaktadır.. 

  -Türkiye’de okuma alışkanlığı olan 70 bin kişi bulunuyor.

Türkiye’de bir kişinin kitap okumaya ayırdığı zamanın Norveçli 300, Amerikalı 210 katı zaman ayırıyor. Dünya ortalamasının ise 1/3 oranında zaman ayırıyor.

    BM raporunda kitap için Norveçli 137 Dolar, Alman 122 Dolar ayırırken, dünya ortalaması 1,3 Dolardır. Türkiye’de kişi başı 0,45 Dolardır. Bir yılda basılan kitap sayısı ABD’de 72.000, Rusya’da 58.000, Fransa’da 27.000, Türkiye ‘de 7.000  kitap. En ürkütücü rakam ise Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235.  olmasıdır! En çok basılan kitaplar ise masal, fıkra, din içerikli kitaplardır!

    Aynı araştırmada okuyan, düşünen kişilerin “ hain ve zararlı kişi ilan edildiği toplum yaratıldı” sözlerinin kullanılması da önemlidir sanırım. Aslında zamanla, okumayan, siyasi veya cemiyet anlayışlı, bol sembollü, simgeli, lider tabulu toplum yaratılmıştır. İlki 1945’li yıllarda yapılan antlaşmalarla ile popüler kültür ön plana çıkarılmış olup, sistemin (BES ) parçası özellikli, eleştirel olmayan, mantık yorumlamayan gençlik hedeflenmiştir. Köy enstitülerinin kapatılma çalışmalarının başladığı ilk yıl yapılan ilk değişikliğin felsefe dersinin kaldırılması da düşündürücüdür…

   Bütün bu değerlendirmeler ışığında, BİR KİŞİNİN zekası ile uğraşmaktan öte, devletin bir de toplumun özelliklerini, ölçülerini arttırıcı yönlendirmeler yapılması gerekli ve acildir,90 YIL ÖNCE Atatürk’ün söylediği doğrultuda… Görülüyor ki toplumsal zeka değerleri toplumların ekonomik ve kalkınmasının her yönüyle temel ölçüsüdür. Bunun sosyal gerekliliğini her gün yaşamakta, her haberde, bolca karşılaşmaktayız.

       TOPLUMSAL ZEKA, mantık, algılama ve hür düşünme gücü üniversiteler tarafından incelenmeli, faydalanacak geri dönüşümler sağlamak için öneriler getirmelidirler. Bu, onların toplumsal önderlik görevi ile de bağdaşmaktadır. Üniversiteler tarafından bilimsel çevrelerce kabul edilebilen toplumsal zeka kriterleri belirlenmeli, toplumun zeka gelişimi her yıl bu kriterlerle tespit edilmeli, uzun vadede hedef seviye tespit edilmeli, toplumsal zekayı geliştirecek yollar, yöntemler teklif etmeliler. Bu görüş, siyasi partiler tarafından da dikkate alınmalıdır ki bu onlar için de güzel dönüşler sergileyecek, ülkemiz için de yeni bir ufkun temeli olacaktır. Bu yolla yapılan tekliflere sıcak bakacakları inancındayım.

  Hükümetlerin, Milli Eğitim Bakanlığının kurumsal görevi halini almalı, hedefleri arasına girmelidir. Büyük devletlerin bu konuda farklı çalışmaları olmuştur. Ayrıca ve bir o kadar önemli olan taraf ise üstün zekalılardan faydalanma oranımız belirlenmeli ,önündeki engeller kaldırılmalı,faydalanma yolları sağlanmalıdır.Özellikle de üretim gelirine dönüştürmenin yolları aranmalı,onlara hedeflerinde ciddi ve kurumsal destek verilmelidir.Bu amaçla önerim,üstün zekalılara kural farklılıkları uygulanabilmelidir.O okullardan mezun olanların veya bütün belirlenmiş üstün zekalıların  üniversitelere puansız girmelerinin sağlanması hayati önemdedir.Yarış stresinden ve çok önemli olan zaman kayıplarından kurtarılmalı,araştırmacı,yaratıcı özelliklerinden üniversitelerle birlikte faydalanma yolları açılmalıdır.Hemen hep var olan sanatsal özelliklerini geliştirme konusunda yardımcı olmalı,bu amaçla da o tür okullara da kayıtlarında ayrıcalık tanınmalıdır.

     Bireyleri özellikli hale getirip ,”en çok faydalanılanlar” olmaktan çıkarılmalıdır.  Üniversiteler, akademik çevreler bu konuya yoğunlaşmalı, araştırmalar yapmalı, sivil toplum kuruluşları ile birlikte siyasi oluşumlara önder olmalıdır. Hedefler gösterilmeli, yol haritaları sunmaları, önder olmaları gerekmekte, bunu hem de asli görevleri olarak kabullenmelidirler.

    Topluma bu değerleri katmada en büyük görev, Milli Eğitim Bakanlığı’na düşmektedir. Bunu amaç edinmeli ve bu konuda bir birim oluşturmalı, kitap aralarına sıkıştırılmış bilgilerle, üstün zekalıların bir özelliği olan “sorgulayıcı” neslin sorumluluğunu paylaşmalıdır. Kitap sevgisi oluşturmada hızla ve aktif program uygulamalı, teşvik edici yollar kullanmalıdır. Toplumsal zekanın değerlerini arttırıp, özellikle eksikliğini hissettiğimiz toplumsal algı   kıtlığından kurtulmasının yolları açılmalı, artık aşılmalıdır da. Bir kelime ile aklı kilitlenen, bireye tapan ,”Kullanılan vatandaş” olmaktan çıkarılmış, vatandaşlık bilinci ,hoşgörü ve sevgisi ile yoğrulmuş ,hedefi ve güveni olan birey ve toplum yaratmanın yolları aranmalı ,önleri açılmalıdır.ÖZLEMİMLE...

 

gurbuzturgay@gmail.com                                                                                  

 

 

   

Yazının Devamı

GAZZE VE İSTİKLAL SAVAŞI

 

         Yüzlerce yıl geçmiş olsa da katliamlar, bize medeni olarak tanıtılan milletlerin kültürleri ve geçim kaynakları olmuştur. Atatürk “bizi ilgilendirmez demeyin” diyerek uyarmıştır. Katliamlardan en çok zarar gören millet Türklerdir. İnsanlar önceleri eğitimsizlik, iletişimsizlik ve karakterleri ile ilgili olmak üzere unutmaya meyletmiştir. Bosna’da on binlerce çocuk kaçırılıp satılmış, organ mafyasına verilmiştir. Yüzbinler katledilmiş, yüzbinlerce kadın istismar edilmiştir. Karabağ Katliamı, sayısı az da olsa bu konuda unutkan olmayan ve ruh sağlıkları genetik olarak bozuk olan bir milletin zulmüdür. Kesilen, oyulan, deşilen… canlar. Son olarak Gazze’de; bu çağda, iletişimle herkesin görebildiği ,her tür teknolojik engellemelere rağmen katliam uygulanmasına ;ekonomik güçleri ,iç ve dış sömürü yöntemleri ellerinde olan vahşi batının geçmişte uyguladıkları yöntemler ve kültürleri olduğu için tepki göstermemişler, hatta cesaretlendirmişlerdir. Soykırımı bilimsel araştırma konusu yapmış Almanya’nın desteklediğini gördük, hatta 1,5 milyon Yahudi yaktığı fırınları gönderdiğini görürsek de şaşırmayız.

       Gazze! Yüzüncü gününde 25 000 insanın katledildiği BİLİNÇLİ VAHŞET. 37.gününde 260 000 konut, tüm okullar, hastaneler, mezarlar, meyve bahçeleri, tarlalar yakılmış, bombalanmış, dozerlerle sürülmüştür. Açlık, ölüm yöntemi olarak kullanılıyor; etinden, sütünden faydalanmamaları için hayvanların tamamına yakını katledilmiş, su kaynakları bombalanmış, dozerlerle kökleri kurutulmuştur. Burada uygulanan mezar yok etme yöntemi işgal günlerimizde her bölgede uygulanmıştır. Bu uluslararası sömürgeci kuralıdır:

CESET YOKSA SUÇ YOKTUR

Kurtuluş Savaşımızla benzerlik gösterir. Yakmalar, yerini daha pratik olan bombalamaya bırakmış, dozerler kullanılmıştır. Kurtuluş Savaşımızın unutulan maddi ve manevi zararı ürkütücüdür. Birkaç örnekle hatırlatmak isterim:

Alaşehir’i gezen yabancı heyet ve konsoloslar taze defin yapılmış birkaç mezar açtırırlar, katliamı görürler. Yıkıntılar arasında üzerlerinde yapışmış et, saç parçaları, kömürleşmiş kol ve kafatası görürler. Gazze ile uyumludur. Ceset yoksa suç yoktur. Kurşun kullanmadan katliam derler…

Manisa’da binaların %90,Turgutlu’da %70,Salihli’de %60 ını yok ederler. Salihli’de sadece 5 Eylül günü 100, Manisa merkezde 1000, Yalova çevresinde 5000 Türk yakılarak katledilir. Bu rakamlar, hızla çekilme telaşında fırsat bulup uyguladıkları, İngilizleri bile şaşırtan katliamlardır. Bu nedenle katliam için eğitimli ekipler kullanmışlardır. Yine çekilirken 134 000 at,64 000 eşek,265 000 inek,230 000 manda,8500 deve,821 000 keçi ve 1 700 000 koyun katledilmiştir. Hasat dönemine denk gelmiş, Afyon’un batısında tüm tarla ve evler yakılır, yıkılır. Tüm tarlalar, en az 200 000 ev yakılır ,yıkılır, McCarthy    Kurtuluş Savaşındaki kaybımızı 650 000 olarak gösterir.   

Bu şekilde kurtuluşa koşulurken, evsiz ve aç bir milyon Türk’ün ihtiyacını düşünen Mustafa Kemal ve arkadaşlarının tek umutları İzmir’i terk eden Rum, Ermenilerin ev, işyerleri ve depolarıdır. Ancak 13 Eylül sabahı BÜYÜK İZMİR YANGINI çıkarılır. Yangın öncesi İngilizlerin haberi vardır. Evler sigortalanır, sigortalı yerlerin haritası yayınlanır. Yangın sırasında İngiliz sancak gemisi İron Duke, bando ile konser verir. İzmir Yangınının suçu, alıştıkları üzere yine Türk’ün üzerine atılır. Günümüzde bile dile getirilir, Türkler yaktı. Yangını Ermenilerle birlikte yapmışlardır. Sonuçta, kurtuluşun sevincini yaşayamayan komutanlar AÇLIKLA SAVAŞA hazırlanırlar.

İşgal ve Kurtuluş günlerimiz hem Yunanlılar hem de Türk tarihinde BÜYÜK FELAKET olarak anılır.

Tüm katliamların son bulduğu bir dünya dileriz.

(Ölüm ve Sürgün, MİLLİ Mücadelede Eşme, Türk İstiklal Harbi)

Op. Dr. Gürbüz Turgay

 

Yazının Devamı

İYİ HÜKÜMDARIN ÖZELLİKLERİ

 

Seçimler yaklaştı.. Geçmişteki filozof, bilgin ve bilge kişilerin iyi devlet başkanı nasıl olmalı diyerek tarif ettikleri özellikleri vereceğim.

  Yusuf Has Hacib (1017-1077) Karahanlı Uygur Türklerindendir. Günümüz Türkçesi ile “Devlet Olma Bilgisi ya da Mutluluk Veren Bilgi” olan Kutadgu Bilig isimli eserini Doğu Karahanlı Hükümdarı Tabgaç Uluğ Buğra Kara Han’a atfen yazmıştır. Ona göre hükümdar aşağıdaki özelliklere sahip olmalıdır:

1- Bilge olmalı. 

2- Dürüst olmalı, doğruluktan ayrılmamalı ve adil olmalı 

3- Fazilet sahibi olmalı. 

4- Sözünde durmalı ve verdiği sözden dönmemeli. 

5- Yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi olmalı.   

6- Uyanık olmalı 

7- Aceleci değil, sabırlı olmalı, 

8- Zalim olmamalı ve kin gütmemeli. 

9- Merhametli ve şefkatli olmalı 

10- Yalancı olmamalı ve yalandan hoşlanmamalı.

11- Dili yumuşak (tatlı dilli) olmalı. 

12- Mağrur ve kibirli olmamalı. 

13- Harama el uzatmamalı. Dünya malına değer vermemeli, dünyaya aldanmamalı ve varlığının fani olduğunu unutmamalı. “Ey hükümdar, sen saray ve köşkler yaptırma, kara toprak altında senin evin hazırdır. Bu dünya çok eski, ihtiyar bir dünyadır. Bu haşin dünya çok hükümdarları görüp-geçirdi.”

Ünlü düşünür Eflâtun (m.ö.427 – 347) ‘’Filozof, aristokrat, mülkiyete değer vermez, özel hayâtına dikkat eden biri olmalı.’’ Aristo (m.ö.384-327), devlet başkanlarının ‘’Efendi, erdemli, eğitim yönünden seçkin’’  olmasını ister. Makyavel’(1469-1527) “akıllı, ihtiyatlı, tedbirli ve çok zekî’’ olmasını ister.

Kutadgu Bilig, Oğuz Kaan destânı, Bilge Tonyukuk, Orhun Kitâbeleri, Dede Korkut Hikâyeleri yanında bu konuda kitapları bulunan Prof. İbrâhim Kafesoğlu, Bahaeddin Ögel’, Aydın Taneri,Fuad Köprülü, İbn Faldan’a göre liderimizden şu özellikleri  arıyor ve bekliyormuşuz: ‘’Bilge olmalı, akıllı ve kültürlü olmalı, cesur ve kuvvetli olmalı, asil soydan gelmeli. Dürüst, fazîlet sâhibi olmalı, sözünde durmalı, cimri olmamalı, yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sâhibi olmalı. Aceleci değil, sabırlı olmalı. Zâlim olmamalı, siyâsettemâhir olmalı, temiz olmalı, tatlı dilli olmalı, kibirli olmamalı, tok gözlü olmalı, nefsine hâkim olmalı, harama el uzatmamalı.’’

Farabi (890-950) iyi bir devlet adamında şu özelliklerin hepsi değilse de çoğunun bulunmasını gerekli görür:

1.            Vücudu tam, organları sağlam olmalıdır.

2.            Kavrayışı yüksek olmalıdır.

3.            Hafızası güçlü olmalıdır.

4.            Uyanık, zeki olmalıdır.

5.            Güzel konuşmalıdır.

6.            Öğretme ve öğrenmeyi sevmelidir.

7.            Yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olmamalıdır.

8.            Doğruluk ve doğruları sevmelidir. Yalandan, yalancılardan uzak olmalıdır.

9.             Asil şeyleri sevmeli, dünya malına ihtiraslı olmamalıdır.

10.          Adaleti ve adilleri sevmeli, zulüm ve zalimlerden nefret etmelidir.

11.          Mutedil huylu olmalı, kendisinden adalet istenince inatçı olmamalıdır. Kötülük yapması istenince buna şiddetle karşı koymalıdır.

12.          Azimli ve iradeli olmalıdır.

Farabi bunlardan başka devlet adamının şu yeteneklere de sahip olması gerektiğini belirtir:

1.Bilgili olmalıdır.

2.Önceki yöneticilerin koyduğu kuralları bilmeli ve tanımalıdır.

3.Kanun koyarken akıl ve mantığını kullanmalıdır.

4.Koyduğu hükümler, ülke çıkarlarından kaynaklanmalıdır.

5. Koyduğu kuralları güzel bir dille halka anlatmalıdır.

6.Savaş sanatını bilmeli ve savaş için dayanıklı olmalıdır. 

Ebu Necip Sühreverdi (1097-1162)

  Ülke Yönetiminde İlke ve Esasları isimli eserinin önsözünde : “Devlet idaresinde bu kitapta yazdıklarımdan yararlanın. Eğer bunu yaparsanız İskender kadar cihangir olursunuz.”

“Dört şey devlet başkanından ayrı düşünülemez. sy.38” der ve şöyle sıralar:

1-Terbiye

2-Akıl

3-Adalet

4-Cesaret

 “İyi niyetle sağlam bir şekilde ayakta durması, memleketin huzur içinde devamı bu değerli özelliklere sahip olmakla mümkündür. Bu değerli hasletler on beş tanedir:

1.Adaletli olmak,

2.Akıllı olmak,

3-Cesur olmak,

4-Cömert olmak,

5-Yumuşak huylu olmak,

6-Vefalı olmak,

7-Doğru olmak,

8-Şefkatli, merhametli olmak,

9-            Affedici olmak,

10-Sabırlı olmak,

11-Şükredici olmak,

12-         Olgun davranmak,

13-Bilgili olmak,

14-Namuslu olmak,

15.          Vakar sahibi olmak.” 

Yukarıda birçok özellik ideal ölçülerdir. Gerçekte bunlarla uyumlu hükümdar bulundu mu? Tarihimize bakmak lazım, şimdi de dileyelim öyle olsun.

 

Yazının Devamı

BOŞA GİDEN DÖRTLÜ ANTLAŞMA

 

Ankara’da görev almış eski İtalyan elçilerinden Baron Popea  Aloisi’nin  anılarından alınmıştır. Mussolini ’nin  küçük dağları ben yarattım dediği günlerde, Habeşistan’ı aldığı, bizim Atatürk’ümüzün nasıl çalıştığını, Mussolini’ye üstünlüğünü nasıl sağladığını anlatır.

 12 Nisan –Mussolini  Dörtlü Antlaşma  üzerinde(Almanya, İtalya,İngiltere, Fransa) çok dikkatli duruyor. Küçük Antant Yugoslavya, Çekoslovakya, Romanya’dadır. Mussolini bu fikri sert bir makale ile karşıladı: ”Beşinci büyük devlet mi? Ne palavra !Küçük Antant devletleri el ele tutuşup yeşil çuha örtülü bir masanın üzerine çıkmışlar, büyük devlet olduk sanıyorlar!.”.Bu makale Yugoslavları, Çekleri ve Romenleri fena halde sinirlendirdi.

Bu sırada Türkiye’nin Romanya Büyükelçisi Vasıf Çınar İtalya Dışişleri Genel Sekreterini ziyaret ederek, Mussolini’nin  Dörtlü Antlaşma girişimi hakkında bilgi istiyor. Genel Sekreter bunu  rapor edince Mussolini alaylı alaylı gülüyor :

-“Dünya politikamızı Ankara’dan direktif alarak mı göreceğiz?”

7 Nisan –saat 11:50 de Tevfik Rüştü Aras beni görmeğe geldi. Ankara’nın Dörtlü Antlaşmaya karşı çıkmasının doğru olmadığını, olayın Ankara’ya herhalde yanlış yansımış olduğunu söyledim. Bana şu karşılığı verdi:

-“Bizi bir oldu  bitti karşısında bıraktığınız için, bize hiçbir bilgi vermediğiniz için biz de yalnız kendi yeteneklerimizle bu işi incelemeye mecbur olduk.”

21 Nisan-Türk Hükümetinin, Cannes’te  bulunan Romen Dışişleri Bakanı Titulesco’yu  telgrafla  Ankara’ya davet ettiğini haber aldık. Türk Hükümeti İtalya’nın Dörtlü bir antlaşma girişimine karşı Küçük Antantı destekleyeceğini üstü kapalı anlatıyor. Şu halde Türkiye bize karşı cephe almak üzere… Bütün bunlar, hiç şüphesiz ,Gazi’nin büyük devletler sırasında bulundurmak ve Türkiye’siz  hiçbir siyasi oluşuma olanak bırakmamak arzusundan  doğmaktadır.”

5 Mayıs-Cenevre’deyim. Fransız delegesi Masaigli’ye dedim ki:

-“Eğer Dörtlü antlaşmayı yapmazsam silahsızlanma konferansı bir adım dahi ileri gitmez. Elli üç devletle birlikte  bir hedefe ulaşmak kolay mı?”

6 Mayıs-Beneş’in (Çekoslavakya Dışişleri Bakanı) gelmeyeceği anlaşılıyor. Silahsızlanma Konferansında Tevfik Rüştü  ile Titulesku durmadan manevralar çeviriyorlar. Durum güçleşiyor.

7 Mayıs-Sabah on bir buçukta Tevfik Rüştü Aras’ı bizzat ziyaret ederek Mussolini adına kendisine şu teklifi yaptım: ”Ekselans ;bundan sonra İtalya ,bütün siyasi girişimlerini tam zamanında Türk Hükümetinin bilgisine arz edecektir.”

Türkiye Dışişleri Bakanı bildiriden memnun kaldığını söyledi. Bunun üzerine kendisine şu ricada bulundum: ”Hükümetimiz, herhangi bir biçim ve surette, büyük millet meclisinde Türkiye ve İtalya arasındaki ilişkilerin her zamandan daha iyi bir durumda bulunduğunu beyan edebilir mi?”…Tevfik Rüştü Aras uygun cevap verdi. Bunun üzerine ikinci bir arzumu bildirdim: Arnavutluk’taki elçini de Kral Zogo’ya  Türk-İtalyan ilişkilerinin iyi olduğuna dair bilgi lütfen telgraflar mısınız?.. Bundan amacımız Arnavutluk Kralının Roma’ya karşı manevralara girişmesini önlemekti. Tevfik Rüştü Aras buna da uygunluğunu belirtince hemen Roma’ya hareket ettim.(saat 12:50)”

Mussolinı’nin bu işe ne kadar kaygılı bir suretle önem verdiğini açıklamaya artık gerek var mı?

Niçin Zogu’ya haber verecek Türk elçisi? Çünkü Arnavutluk kralı da Ankara’ya bağlı.

Bizim büyük adam, Ankara’da oturuyor ama Adriyatik politikası avucunun içindedir.

Tevfik Rüştü’nün yanından çıkınca, Aloisi’nin soluğu hava alanına alışı bundan.

Dörtlü anlaşma suya düşmüştü. Çünkü büyük Atatürk, zamanında kendisinden izin alınmadığı için Mussolini’nin girişimine müsaade etmemişti ve onun devrinde onun istemediği şey…

Eh yapılmazdı be!

Kaynak : Atatürk Hepimizin / Op. Dr. Gürbüz TURGAY

 

Yazının Devamı

KAYBOLAN ŞEHRİM, KÜLTÜR VE AKIL

Op. Dr. Gürbüz TURGAY

Yıkılmayı bekleyen binalarını duydum. Ne kaldı ki bizden… evimi tarif ettiğim İmam Hatip, 23 Nisan Okulunun karşısındaki kasap, Tüylülerin Aile Pastanesi, Karakız’ın Büfesi, postanenin karşısındaki amele pazarı… buluşacağımız yeri söylerken kullandığımız Ahmet Pınarı, Sakarya Okulu; önce adı kaybolan Cumhuriyet Meydanı, adını aldığı Hükümet Meydanı ve son olarak da adı vilayete dönüşen Hükümet Binası, Halk Eğitim, düğünlerimizin yapıldığı Sungurbey Salonu, altında kitaplarını titizlikle seçip okuduğumuz güzelim kütüphanem…Bu yazıyı gönderince hüznü ile geri dönen sınıf arkadaşım   Av. Ferda Atak ekledi “…Koreli’nin kırtasiyesi ile Büyük Sinema, İstasyon Caddesinde Göncü’nün kumaş dükkanı, Mustafa Altuncu’nun dükkanı, tadını unutmadığım Helvacı Osman ! Düşününce burnumun direği sızlıyor” diyor ve ekliyor: Ne zaman bu kadar vakit geçti!

Tatile geldiğim memleketimi her gelişimde değişmiş, benden uzaklaşmış buluyor, insan arıyorum tanıdık, İş Bankası önündeki boyacı da yok…Hüzünle eve dönüyorum.

Aslında binalar taş yığıntısı değil, anlamak lazım. Binaların da bir duygusu var. İçinde oturulmadı mı küserler. Bize emanet olması gereken eski Rum evlerinde görmüyor muyuz o ruhu, o küsmüşlüğü. Sonunda kendileri yok oluverir.

“Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının topu” diye tanımlanan kültürün içinde şehir de vardır. İnsanla bütünleşir. Halbuki, OKU emrini ilke edinen anlayışla, milletvekili maaşlarının ödenemediği yıllarda yapılmış taş yığıntısı(!) düşünülen sanat eserleri kültürümüzün temel yapılarıdır. Yıkamazsınız, yıkılmamalıydı…Nitekim yıllar önce gazeteci kardeşim Hamza Tav’ın güzelim Haberci dergisinde İzmir’den yıllar sonra memleketine gelen bir arkadaşımın, 23 Nisan Okulu’nun değişmiş ismini görünce gözyaşlarını ve hüznünü anlatan yazısı yayınlanmıştı. Bina değil, ismi bile koparıyor kültüründen…

 Ve yıkılmayı bekleyen boşaltılmış binalar, Sakaryalar, İnönüler, Dumlupınarlar, Sanat Okulları…Az kaldı sanki, memleketim diye Sinop’a gitsem şaşırmayacağım !

Her köşeyi döndüğünüzde gördüğünüz o kırmızı zeminli, sokak isimlerinin kıymetini gurbete gidince anlarız, kültürdeki yerini… Bilen var mı İzmir’in işgali ile başlayan düşman çıkarmasının ilk şehidi olan Süleyman Fethi’yi, Balkan Felaketimizin son şehidi olan Ethem Onbaşı’yı bilen var mı? İzcilik, kızılay kolu, folklor yarışmalarını, elma   festivalleri, kiraz cumaları; Gelişim Dergisi… Bunlar KATILIMLI faaliyetlerdir: oynayanı, yazanı Niğde’nin içine alır…

Kaybolan sadece şehir değil, insanlarımızın da kaybettiği değerler var. İnsanımızın da kaybolduğu… Eskiden varlığını hissettiğimiz okuma alışkanlığı en çarpıcı olanıdır. Ortalama bir yılda okunan kitap sayısı YARIM! Okumayı “ okullarda okunan kitap” sanan, karşı tarafı cahillikle suçlayan, neredeyse SIFIR KİTAP OKUYAN, okumadıkça bilgeleşen; hiç kitap okumamış ve okuduğu ilk kitaptan sonra “gerek yokmuş” diyen ve okumadıkça etrafına rehber olup ilimler saçan, fetvalar veren OKUMUŞ CAHİLLER ÜLKESİNE dönmenin mutluluğunu yaşar olduk !.. Filozof, alim diye bildiğimiz kişiler geçmişte “aklınızı kullanmayın” telkininde bulunmuşlar. Sanki o günlere dönüverdik. ”Aklınızı kullanmayın, aklından ve zekasından faydalanacağınız alimlere teslim olun” derler. Günümüz şartları öyle yapıverdi. Oh ! O ne söylerse doğru kabul ediliverdi. Kültür KÜLT oldu. Herkes inandığı bir kişiye TAPARCASINA bağlanıverdi. Hep beraber akıllar, zekalar ,beyinler kör oluverdi. Çevrenize bakınca aklın da, zekanın da duvara asıldığını, mutlaka her gün elemli örneklerini görür olduk. Artık şaşırmaz da olduk… Biraz daha ileri giden kayıplarımız oldu, merak. O zaman Gebere Barajı’nın milattan önce yapıldığına inanır olduk! Sanki demek isterdim ,ama toplumsal zekamız da geriye dönüverdi…Kötü olan tarafı, kinle söylenenlere de farkında olmadan, hep birlikte katılınca toplum bir daha ikiye bölünüverdi....Eski filmlerin, Türkan Şorayların, İnek Şaban’ın ,hatta kötü rolleri ile kalbimize giren Erol Taşların  bizlere aşıladığı hoşgörüyü gören var mı? Komşuya yardımı değil,

komşuyu gören var mı?

Oysa, KÜLTÜR TOPLUMUN MAYASIDIR, BİRLEŞTİRİR…

Yıktıkça dağılır, okumadıkça parçalanırız!

YIKMADAN, YIKILMADAN, DAĞILMADAN  BİR ŞEYLER YAPMALIYIZ.

                                            Gürbüz Turgay 12.01.2023 Acıbadem İstanbul

 

Yazının Devamı

NİĞDELİ ŞEHİT VE GAZİLER-1 ETHEM ONBAŞI

NİĞDELİ ŞEHİT VE GAZİLER-1

ETHEM ONBAŞI 

 Günümüzde de on binlerce Anadolu evladı şehit düşmüş, gazi olmuş, aileleri acılara boğulmuş, ülke olarak da hüzünlenmiştik. Mekânları cennet olsun. Gazilerimize de bir kez daha şükranlarımızı sunarız. Geçmişte şehit ve gazi olmuş, isimlerini bütün Türkiye’nin bildiği, bazılarını cadde ismi olarak bildiğimiz Niğdeli gazi ve şehitlerimizden bir demet sunacağım.

Niğde’de bir cadde ismi olarak bilinir. Ne oradan geçen ne de orada oturan bilir, Ethem kim?.. 

Yirminci yüzyılın başları yoğun savaş yıllarıdır. Anadolu insanı her zaman olduğu gibi büyük acılar çekmiş, büyük kayıplar vermiştir. Belirsiz süre olan askerliğin 24 yıl sürdüğü de olmuştur. Gidenlerin üçte ikisinin savaşa katılmadan hastalıktan, açlıktan, hatta donarak da öldüğü görülmüştür. Anadolu erkeksiz kalmıştır. Bu savaşlardan birisi olan1912 Balkan Savaşı’nda Kırklareli’ni Mahmut Muhtar Paşa komutasındaki 3. Kolordu  savunacaktı, Osmanlı Genel Kurmayı böyle uygun bulmuştu. Mahmut Muhtar Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu olarak çok tanınıyordu. 3.Kolordu 30 bin kişilik bir kuvvetti. Bütün birlikler mevzilerine yerleşmişlerdi. Gerçi Ordunun seferberliği tamamlanmış değildi ama 30 bin kişilik bir kuvvet de az değildi. 21 Ekim’de Türk ve Bulgar ileri karakolları arasında çatışma çıktı. Daha sonra Bulgarlar Erikler ve Polos (YOĞUNTAŞ) üzerinden taarruza geçtiler. İlk aşamada Osmanlı Ordusu Birlikleri iyi bir savunma yapmışlardı. Polos, Erikler, Bedre (Kayalı), Karahamza ve Eriklice’yi savunan birliklerin komutanı Rıza Paşa bir kısım birliklere gece taarruzu emri verdi. Osmanlı ordusunda gece taarruzu ilk defa oluyordu. Gecenin karanlığında, soğuk bir havada, yöreyi bilmeyen birlikler ayrı kollardan düşman arıyorlardı. Ancak düşman yerine karşılarına karanlıkta yönlerini kaybetmiş birlikler çıktı ve çatışma başladı. Türk birliklerinin birbiriyle savaşması birden panik yarattı, bozguna sebep oldu. Asker ve siviller gecenin bir yarısında kaçarken, Bulgarlar da Polos, Bedre üzerinden Kırklareli’ne yürüyorlardı. Amaçları ilk aşamada Eriklice’deki TAŞ TABYA’yı ele geçirmekti.

Niğdeli Ethem Onbaşı 3 arkadaşı ile birlikte, 250 kişilik Bulgar Birliğine 2 saat karşı durdu ve Tabya’yı teslim etmedi. 

Ordu bozulmuş, halk panik içinde kaçarken Bulgarlar bilmiyordu ki, Taş Tabya çoktan boşalmış. Asker gün ağırırken Kolordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa’yı uyandırmıştı. Taş Tabya’ da sadece Niğdeli Ethem Onbaşı komutasındaki birkaç er kalmıştı.

 Arkadaşları şehit olmuş, Ethem Onbaşı ise ağır yaralanmıştır. İçeri giren Birlik Komutanı ”fesi yana yatmış, karayağız ve çocuk denecek bir çağda olan” bu yaralı Türk askerine, tercümanı yardımı ile “su” isteyip istemediğini sordu ve matarasını uzattı. Yaralı Ethem Onbaşı gözlerini açtıktan sonra karşısında düşman subayını ve kendisine uzatılan matarayı görünce birden irkilir ve biraz sonra can verir. Ancak düşman komutan bu kahraman askeri tanımak ister. Ve koynunda kana bulanmış künyesini çıkartarak tercümana okutur.

Türk tarihinde Büyük Felaket olarak anılan Balkan Savaşları bittikten sonra şehit olmuştur. O nedenle “Balkan Savaşlarının son şehitidir” dediğim kahraman askerin 1893 doğumlu Niğdeli Ethem olduğu anlaşılır. Ethem Onbaşı şehit olduğunda henüz 19 yaşındadır.

1944 yılında Kırklareli Ortaokulu Türkçe Öğretmeni Hüseyin Bey, Orta Anadolu yöresinde folklor araştırmaları yaparken, yolu Niğde’ye düşer ve orada daha önce tanıdığı kunduracı Hasan Yıldız’ın dul eşi Şöhret Yıldız Hanım’dan aşağıdaki ağıtı dinler.

 

Bir mektup salaydım Kırkkilise önüne
Varsa değse Etem’ imin eline
Ayrılığın acısını bilseydim
Sarılırdım zülüflerinin teline

Azrail geldi de kapımıza dikildi
Nice yiğit şehit oldu döküldü
Garip anaların boynu büküldü
Etem’ imin şanı geldi toprağına İl’ine

Niğde’de inceleyen kişiler, kitabında bahsedenler de vardır.Onlardan ve duyduklarımdan anlatabileceğim birkaç cümleyi aktarmak isterim. Genç yaşta dul kalan Şöhret Hanım,tek oğlu şehit düşünce meydanlarda ağıtlar okur.Ümmi şair olarak da tanınır.Bulunduğu ortamlarda hürmet görür.Bayramlarda valinin yanında oturtulur.Eski Niğde’nin Merkez Kahvehanesinde erkeklerle birlikte otururmuş…

İşte bu Ethem Onbaşı Balkan Savaşlarının son şehitidir.

Gerekli makamlara defalarca  o caddeye kim olduklarını belirten bir anıt veya plaket konmasını teklif etmiştim… Bu konudaki tekliflerimi anlayan ve  tek hassasiyet gösteren kişi rahmetli Murat Zeren olmuştu…

Kırklareli’nde “Niğdeli Şehit Ethem Onbaşı Efsanesi” olarak anılır.

Kırklareli’ndeki NİĞDELİ ŞEHİT ETHEM ONBAŞI ANITI

 

Yazının Devamı

PEKMEZ TOPRAĞI VE KANSER

Yıllar önce idi.Bir doktordan Niğde’de kanserin sık olduğunu duymam ile kanser etkenlerine ilgim arttı.Aynı yıllarda E 332 gibi E katkılı gıdalar ve kanserle ilgileri dile getirilmiş,kullandığımız ürünlerle eşleştirilmişti.O tür gıdalar Niğde’de evlere pek girmiyordu.O halde başka ürünler ve maddeler etkili olmalıydı.Hemen hepimizin evine giren,her sofrada bulunan,yöremize has ürünler olmalıydı.Beslenme ile ilgili ilk okuduğum kitap Çin Mucizesi idi ve en çok satan kitaplardan olmuştu.Daha sonra da okuduklarım sonucunda ürperten bilgilere ulaştım.Evet,istisnasız her eve giren,her sofrada bulunan,her gün hepimizin yediği çok hoşlandığımız gıdalar kanserojendi.Şokolmuştum.Ben de yiyor ,kesemiyordum.Tabii çok çok azalttım…Niğde’de de bölgesel kanser türleri tespit ettim.Mesela bir köyde sadece gırtlak kanseri…Bir profesörün sözleri ile içtikleri suya yorumlamıştım.Aynı yıllarda pekmez toprağının da yüksek oranda kanserojen asbest içerdiğini duymuş,araştırmıştım.Bir üniversitede bu konuda araştırma yapıldığını duymuş,getirtmiştim.Pekmez toprağı kanserojendi.İlgili kişilere konuyu araştırması için teklifte bulunmuştum.Pekmez toprağı kullanan ve kullanmayan köylerde kanser oranlarını hiç olmazsa bir on yıllık araştırmalarını,başka yollarla pekmez yapımı konusunda halkı bilgilendirmelerini söylemiştim.Mesela Tokat Zile pekmezi  margarin gibidir,sertolur.Ekmeğe sürülerek yenir,muhafazasında sorun çıkarmaz.O bölgede yumurta akıyla pekmez yapıldığını duymuştum,ilgililere bu bilgileri aktardım,tavsiyelerde bulundum.

Pekmez,hemen her evde bulunan ,gençliğimizde bardak bardak içirilen gıda kaynağımızdı.Enerjiverir,zekaya etkilidir ,hastalara destek verir denilirdi.Teneke teneke içen evler olurdu…İçinde pekmez toprağı vardı !

Meyve sularının kaynatılmasıyla Ph’sı 3-4 iken ,pekmez toprağı katılarak  taneciklerin ,tortuların dibe çökmesini sağlaması yanında  şıranın bazik ortamdan asidik ortama dönüşmesini,Ph ‘sının 6-6,5 olmasını sağlar.Bilinen o hoş tadını ve kıvamını verir.Raf ömrünü uzatır.Bu demektir ki,artık bu çağda temini çok kolay,son derece ucuz PH METRE’leri kullanmaya başlamamız bilimsel yoldur ve kullanmamız ve alışmamız gerekir.

Halk dilinde ak toprak,beyaztoprak,höllük,ceren toprağı   diye anılırken bir çok yörede  pekmez toprağı diye anılır.Hatırlarım,”Pekmezi pekmez yapan pekmez toprağıdır” sözü yöremizde kullanılırdı.Pekmeze kıvamını veren,bozulmamasını sağlayan katkı maddesidir.Bilimsel yönü ile pekmezin Ph’sınıayarlar.Bu toprak % 50-90 oranında kireç,kalsiyum karbonat içerirken yöresel olarak değişmek üzere ağır metaller içermektedir.Bunlar özellikle  şiddetli kanserojen olarak bilinen kurşun ve asbesttir.MTA Genel Müdürlüğünün bir yayınında yöremizde yaptıkları incelemede Niğde ( …. ) köyünden alınan toprakta asbest bulduklarını ifade etmişlerdir. 

Her pekmez toprağı asbest içermemekte,pekmeze katıldığında kanserojen olmadığı söylenmektedir.Ancak asbestin sadece tozunu bir kere bile teneffüsü  tehlikeli oranlarda kanserojendir.Eski inşaatların yıkımında maske takılması,uzak durulması bildirilir…

Yine de tedbirli olmak açısından başka yöntemler kullanılmalıdır.Yaygın olarak kullanılan yöntem yumurta akı,karbonat ve ekşi mayadır.

Gönül ister ki ,başta üniversitemiz ,Valilik,SağlıkMüdürlüğü,ÇevreSağlığı,Halk Eğitim birlikte araştırma yapar,bilgilendirir,eğitim verir…

Bütün bu yazıyı yazmama sebep olan şey,bulunduğum Ege yöresinin bir kasabasında reçel,salça yapışlarını anlatırlarken pekmezde kullandıkları katkı maddesi oldu.Heyecanlandım.Literatürdeyoktu,üstelikcinsi de fark etmiyormuş:

ODUN KÜLÜ !

 

Yazının Devamı

GIDA TERÖRİZMİ

Uluslararası manası ile emperyalistlerin dünyada uyguladıkları yöntemleri anlatır. İnsanları hasta eden,bu amaçla üretilen gıdalar,hibrid ürünler vs. ismini çok duyduğumuz trafik ölümlerinin binlerce misli ölümlere neden olan terör çeşididir. İlaç terörü gibi ülkeleri tehdit eden en büyük terör çeşididir.

     Uluslararası boyutu ile ülkemizi tehdit eden bu terör çeşitleri bilinmeli, tanınmalıdır. Ülkemizde aniden ortaya çıkan ilginç hastalıklar,aniden yaygınlaşan ve aniden katlanan hastalıklar.Artık tehdit cesur boyutlara çıkmış,reklamlarda çıkmaya başlamıştır.Tuhaftır her kanalda,her reklamın altında ,altyazı şeklinde verilen HER GÜN BEŞ PORSİYON MEYVE TÜKETİN sözü.Bu reklamı kim veriyor? Muz üreticileri midir bilinmiyor. Yeni milletvekillerimizden bu reklamı incelemelerini bekliyoruz. Artık bilinmektedir ki früktoz zararlı ve hastalıklara sebep olmaktadır…

      Bu tehlike ülkemizi şiddetle tehdit etmektedir ve ciddi boyutlardadır. Gelecekte  “var olma,yok olma” boyutlarına ulaşabileceği söylenmektedir.Gelişmeler de o yönde hızla ilerlemektedir.

    Ülkemiz sessizce bu tehdit altında yaşamaya devam ederken, bir de yerli gıda fırsatçıları türeyiverdi. YERLİ VE MİLLİ GIDA TERÖRİSTLERİ.

    Ekmek beş liradan altı buçuk liraya çıkabilir tartışılırken sekiz aydır simit on lira !  Geçen sene yolda aldığım üzerinde fiyatı yazmayan ekmeği aldığımda sonradan görüvermiş,kendime kızmıştım,80 lira idi.İstanbul’da normal ekmeği zor bulursunuz.Ekmekler,zeytinli,çavdarlı,tam buğday takma adları ile dilimi beş lira artık.Biliyorlar,fiyat serbest…Soy soyabildiğin kadar  politikası uyguluyorlar.Gözümüzün içine bakarak,utanmadan.Üzerlerinde fiyat yazmayan ekmekler…

    Ekmek bir tarafa gıda satan her yer , serbest gıda fiyatı uygulamaktadır.KAÇA SATARSAN ALIYORLAR prensibi uygulanıyor.Kiraz 129,99 ! Yanındaki zincir markette 59,99.Aynı anda ikisini de görebilirsiniz.

 Muz 69,99. Elma 35,99.Başka markette 15 veya 30 görürsünüz. Şaşırmayın. Yüzsüzlük zincir soyguncularda etiketlerde sadece rakam olarak değil,bizi aptal yerine koyan rakamlarla da görürsünüz aynı etikette:

                                               11,90.

                                             FIRSAT ÜRÜNLERİ.

                                            Carf kartınız varsa 6,90 !

       Kar etmeden satmayan bu ahlaksız marketler 1,90 kar etmeden tabii satmaz. Kartınız yoksa 5 lira fazla ödeyeceksiniz…

       Müslüman olmayan Avrupa ülkelerinde benzeri bir örneğini göremezsiniz. Devlet  izin vermez derler, esnafı da böyle şey yapmaz derler. Bu yerli ve milli gıda teröristleri için devletimiz bunu önleyeceğim dese de yüreğimiz en şiddetli ceza almalarını görmek istiyor artık.

Bu konuda özellikle sosyal medya kullanan gençler olmak üzere halk, sivil toplum örgütleri bilinçlenmeli, basın ve milletvekilleri öncü olmalı, yardım etmeli. Milletvekilleri mecliste çıkacak kanun için mücadele vermeli. Öyle onlar için bir ekmek parası gibi olan 239 316 liralık ceza değil,zincir mağaza sayısı,o ürünü sattığı ay ve enflasyonla çarpılarak hesap edilen MUTLAKA CAYDIRICI,KORKUTUCU,ÜRKÜTÜCÜ cezaların kanunlaşması için söz almalı,mücadele vermeliler.İkinci bir ürüne cesaret edememeliler.Halk da sevinmeli...

Bu milletin kanını emen zincir sülükler, parasını soyan ahlaksız teröristler, sömürücü salyangozlar artık ürkmeli, korkmalı. Millet alışverişe giderken SOYULACAĞINI DÜŞÜNMEMELİ, ÜRKMEMELİ,aynı pilin bir mağazada  20 hemen yanı başındaki mağazada 75 lira olduğunu görmemeli,duymamalı,inanmamalı.DEVLETİMİN VARLIĞINI YANINDA HİSSETMELİ.

TABİİ AFET GİBİ ACİL MÜDAHALE EDİLMELİ. Savaşta gibi SEFERBERLİK ilan edilmeli.

Birileri öncü olup birlikte HAYDİ demeliyiz.

İsterim ki milletvekillerimiz her iki olayın takipçileri olsunlar.

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya