Toplumumuzda zekânın kullanılmasında, değerlendirilmesinde, yaygınca algı kıtlığı ve buna bağlı sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu nedenle zeka ile ilgili bilgilendirme yapma ihtiyacı hissettim. Zeka denilince, imrenilecek şekilde baktığımız üstün zekalıların ortak özelliklerinden bazılarını, faydalanabilmek ümidiyle bilmemiz gerekir. En önemlileri diyebileceklerimiz % 99,3 geniş kelime hazneleri var, %99,3 mantığı çok kullanıyorlar, %97,9 çok meraklı, % 84 otoriteyi sorguluyor, %80,3 ise çok okuyorlar.
Zeka, değişik tanımlamalar yapılmakla birlikte, kısaca “ bireyin karşılaştığı sorunları çözerken yetenek ve becerilerini kullanma düzeyi “şeklinde ifade edilir. Birey bu amaçla algılama, öğrenme, düşünme gibi birçok yetenek ve becerilerini birlikte kullanarak değerlendirir. Değişik sınıflandırmalar, isimlendirmeler yapılagelmiştir. Soyut Zeka: Pi Sayısı, Limit, Türev… Gerçekte yoktur. Mekanik Zeka : araç gereç kullanımı, yapımı vs…Sosyal Zeka : Toplumsal çevreye uyumu kullanma kabiliyeti en genel sınıflandırmalardır .Siyasiler bu özellikleri ile lider olur, sivrilir, kabullenirler.Çoklu zeka,duyusal zeka,genel yetenek, özel akademik yetenek, liderlik yeteneği, yaratıcı veya üretici düşünce yeteneği gibi tanımlamalar da kullanılır.... 1912 yılında Alfred Binet ve Theodor Simon zeka üzerine ilk test geliştiren, bahseden kişilerdir. IQ ise ilk defa Alman psikolog Wilhelm Stern tarafından tanımlanmıştır. Genellikle “yaşamda tek bir yeteneğin öne çıkması” olarak algılanır. Her ne kadar bireyi, anne ve babayı, öğretmeni, okulunu ilgilendirse de bizi en çok ilgilendiren tarafı, zekanın toplumsal gelir düzeyi ile ilgili olduğunun tespit edilmiş olmasıdır. Bir önemli taraf da IQ, CQ, EQ gibi ifade edilen zekâların istenirse “artırılabilir “olmasıdır. Dünyanın zekânın önemini kavrayışı ise 1980’lere rastlar. Atatürk’ün 1936 yılında kültür tanımını yaparken “Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, ZEKAYI EĞİTMEKTİR” diyerek üstün dehasını bir kez daha göstermiş, önemini o yıllarda söylemiştir.1921 yılında ise “Bir ulusal eğitim programımızdan söz ederken, eski dönemin boş inançlarından ve yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı düşüncelerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen tüm etkilerden tümüyle uzak bir kültür kastediyorum. Çünkü ULUSAL DEHAMIZIN tam olarak GELİŞMESİ ancak böyle bir kültürle sağlanabilir.”
IQ ile tanımlanan sınıflandırmada 0 - 25 geri, 76 - 90 sınır, 91 - 110 normal, 111 sonrasında üstün zeka olarak tanımlanıyor. Ülkelerin ortalama zeka puanları: Almanya 107, Hollanda 107, İsveç 106, Japonya 105, Kore 100 Finlandiya 99 Moldovya 95, İsrail 95, Arjantin 93, bunlardan sonra da İLK MÜSLÜMAN ÜLKE Türkiye, 90! Arabistan 84, Yemen, Umman, Suriye 83, Hindistan 82, Mısır 81.
Dikkat edildiğinde temel kılavuzları bilim, akıl öncülüğünde olan ülkeler ön sıralardadır. Bu da gösteriyor ki 80 yıl önce rehberinin bilim, fen olduğunu söyleyen ,”benim söylediklerim bilim ve fenne karşı ise siz bilim ve fenni seçin” diyerek, dehası ve öngörüsü ile hedef gösteren Atatürk’ün sözünün ileri toplumların mihenk taşları olduğudur.
Standford – Binet zeka testi, 30 sorudan oluşur. Değerlendirmesinde yaşı da kullanır. Testinde kullanılan sorular sözcük bilgisi, mantık, akıl yürütme, matematiksel tanımlama şeklinde sorulardır. Dünyanın en zeki insanı diye bilinen William James Sidis’in IQ seviyesi ölçülmez seviyede kabul edilir ve tahminen de 250- 300 imiş. Vindergood adıyla andığı bir de dil geliştirmiştir. İlkokul birinci sınıfı bir günde, ikinci sınıfı birkaç günde, üçüncü sınıfı 3 ay, dördüncü sınıfı bir hafta, beşinci sınıfı 15 hafta, 6,7. sınıfları da beş buçuk haftada bitirmiştir.11 yaşında Harward’a kabul edilmiş, aynı yıl profesörlere dört boyutlu objeler hakkında ders vermiş, yirmi yaşında da eylemlere katıldığı için tutuklanmıştır. Altı aylıkken alfabeyi çözmüş, 18 aylıkken New York Times okuru olmuş, 20 Dolar haftalıkla işe girmiş, “ umutları boşa çıkaran kişi ” olarak tarif edilmiştir…
Toplumun zeka yaşı diye yapılan bir çalışmada Türkiye’nin 3 yaşındaki çocuk seviyesinde olduğu ifade edilmiştir. Dünya ortalaması ise 6 yaşında çocuk zekâ seviyesinde olduğu söylenir. Kitap okuma ,%80,3 oranıyla üstün zekalıların ortak özelliklerinden birisidir. Bir diğeri ise % 97,7 ile geniş kelime haznelerinin olduğuna göre bu konudaki sayısal verilere göz atalım. Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın (BES) araştırmasında
-Türkiye’ de ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. Sırada
-Günde ortalama 5 saat televizyon izlerken, kitap okumaya yılda 6 saat vakit ayırıyor.
-Japonya ‘da toplumun %14, Amerika’da % 12, İngiltere ve Fransa’da % 21 oranda düzenli kitap okurken, Türkiye’de ise ON BİNDE BİR !
-7 milyon nüfuslu Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100.000 tirajla basılırken 70 milyon nüfuslu Türkiye ‘de 3000 tirajla basılmaktadır.
- BM raporu ile dünya kitap okuma sıralamasında 86. sıradayız.
-Bir Japon on yılda ortalama 250 kitap okurken, İsviçreli 100, Türk insanı ise sadece 1 kitap okumaktadır..
-Türkiye’de okuma alışkanlığı olan 70 bin kişi bulunuyor.
Türkiye’de bir kişinin kitap okumaya ayırdığı zamanın Norveçli 300, Amerikalı 210 katı zaman ayırıyor. Dünya ortalamasının ise 1/3 oranında zaman ayırıyor.
BM raporunda kitap için Norveçli 137 Dolar, Alman 122 Dolar ayırırken, dünya ortalaması 1,3 Dolardır. Türkiye’de kişi başı 0,45 Dolardır. Bir yılda basılan kitap sayısı ABD’de 72.000, Rusya’da 58.000, Fransa’da 27.000, Türkiye ‘de 7.000 kitap. En ürkütücü rakam ise Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235. olmasıdır! En çok basılan kitaplar ise masal, fıkra, din içerikli kitaplardır!
Aynı araştırmada okuyan, düşünen kişilerin “ hain ve zararlı kişi ilan edildiği toplum yaratıldı” sözlerinin kullanılması da önemlidir sanırım. Aslında zamanla, okumayan, siyasi veya cemiyet anlayışlı, bol sembollü, simgeli, lider tabulu toplum yaratılmıştır. İlki 1945’li yıllarda yapılan antlaşmalarla ile popüler kültür ön plana çıkarılmış olup, sistemin (BES ) parçası özellikli, eleştirel olmayan, mantık yorumlamayan gençlik hedeflenmiştir. Köy enstitülerinin kapatılma çalışmalarının başladığı ilk yıl yapılan ilk değişikliğin felsefe dersinin kaldırılması da düşündürücüdür…
Bütün bu değerlendirmeler ışığında, BİR KİŞİNİN zekası ile uğraşmaktan öte, devletin bir de toplumun özelliklerini, ölçülerini arttırıcı yönlendirmeler yapılması gerekli ve acildir,90 YIL ÖNCE Atatürk’ün söylediği doğrultuda… Görülüyor ki toplumsal zeka değerleri toplumların ekonomik ve kalkınmasının her yönüyle temel ölçüsüdür. Bunun sosyal gerekliliğini her gün yaşamakta, her haberde, bolca karşılaşmaktayız.
TOPLUMSAL ZEKA, mantık, algılama ve hür düşünme gücü üniversiteler tarafından incelenmeli, faydalanacak geri dönüşümler sağlamak için öneriler getirmelidirler. Bu, onların toplumsal önderlik görevi ile de bağdaşmaktadır. Üniversiteler tarafından bilimsel çevrelerce kabul edilebilen toplumsal zeka kriterleri belirlenmeli, toplumun zeka gelişimi her yıl bu kriterlerle tespit edilmeli, uzun vadede hedef seviye tespit edilmeli, toplumsal zekayı geliştirecek yollar, yöntemler teklif etmeliler. Bu görüş, siyasi partiler tarafından da dikkate alınmalıdır ki bu onlar için de güzel dönüşler sergileyecek, ülkemiz için de yeni bir ufkun temeli olacaktır. Bu yolla yapılan tekliflere sıcak bakacakları inancındayım.
Hükümetlerin, Milli Eğitim Bakanlığının kurumsal görevi halini almalı, hedefleri arasına girmelidir. Büyük devletlerin bu konuda farklı çalışmaları olmuştur. Ayrıca ve bir o kadar önemli olan taraf ise üstün zekalılardan faydalanma oranımız belirlenmeli ,önündeki engeller kaldırılmalı,faydalanma yolları sağlanmalıdır.Özellikle de üretim gelirine dönüştürmenin yolları aranmalı,onlara hedeflerinde ciddi ve kurumsal destek verilmelidir.Bu amaçla önerim,üstün zekalılara kural farklılıkları uygulanabilmelidir.O okullardan mezun olanların veya bütün belirlenmiş üstün zekalıların üniversitelere puansız girmelerinin sağlanması hayati önemdedir.Yarış stresinden ve çok önemli olan zaman kayıplarından kurtarılmalı,araştırmacı,yaratıcı özelliklerinden üniversitelerle birlikte faydalanma yolları açılmalıdır.Hemen hep var olan sanatsal özelliklerini geliştirme konusunda yardımcı olmalı,bu amaçla da o tür okullara da kayıtlarında ayrıcalık tanınmalıdır.
Bireyleri özellikli hale getirip ,”en çok faydalanılanlar” olmaktan çıkarılmalıdır. Üniversiteler, akademik çevreler bu konuya yoğunlaşmalı, araştırmalar yapmalı, sivil toplum kuruluşları ile birlikte siyasi oluşumlara önder olmalıdır. Hedefler gösterilmeli, yol haritaları sunmaları, önder olmaları gerekmekte, bunu hem de asli görevleri olarak kabullenmelidirler.
Topluma bu değerleri katmada en büyük görev, Milli Eğitim Bakanlığı’na düşmektedir. Bunu amaç edinmeli ve bu konuda bir birim oluşturmalı, kitap aralarına sıkıştırılmış bilgilerle, üstün zekalıların bir özelliği olan “sorgulayıcı” neslin sorumluluğunu paylaşmalıdır. Kitap sevgisi oluşturmada hızla ve aktif program uygulamalı, teşvik edici yollar kullanmalıdır. Toplumsal zekanın değerlerini arttırıp, özellikle eksikliğini hissettiğimiz toplumsal algı kıtlığından kurtulmasının yolları açılmalı, artık aşılmalıdır da. Bir kelime ile aklı kilitlenen, bireye tapan ,”Kullanılan vatandaş” olmaktan çıkarılmış, vatandaşlık bilinci ,hoşgörü ve sevgisi ile yoğrulmuş ,hedefi ve güveni olan birey ve toplum yaratmanın yolları aranmalı ,önleri açılmalıdır.ÖZLEMİMLE...
gurbuzturgay@gmail.com
Günümüzde kullanılmayan kelimelerdir. Cümlelerle, örneklerle izah edilebilir. Kısa ve öz tanımları “aşırıya kaçma” dır. Dini manada yorumları, örnekleri farklı, sosyal durumlara göre tanımları örnekleri farklıdır. Çağımıza göre geriye dönük aşırılık veya çağda örneği olmayan aşırılıkları anlatır. Eski terazilerde düşünün, bir kefesi ifrat diğeri tefrit. Günümüzde uygulamada bir kefesinde din varsa diğerinde ahlak olduğu gibi! Her ikisi de günümüz toplumuna uymayan, tuhaf karşılanan duruşlardır… Bu nedenle toplumsal çatışmalar ve karışıklıklara sebep olabilmektedir…
Şehir içinde iş için çıktım. Trafik yoğun.2000’li yılların başında Türkiye’de ilk defa dile getirdiğim “Vitrindeki Türkçe fotoğraf sergili sunum" yapmış, o tarihten sonra hep vitrinlere ve tabelalara bakar olmuştum. Bu gün de öyle oldu, arabamla yavaş yavaş ilerlerken tabelaları, vitrinleri okumaya başladım. Londra’dasınız ve tabelalar, vitrin yazıları hep Türkçe! İnsan nasıl gurur duyar, İngilizler Türkleşmiş dersiniz. Bu caddede her şey, hepsi İngilizce, tek kelime Türkçe yok ve İstanbul’dayım. Tabelalarda ve vitrinlerdeki her yazı İngilizce. İçlerinde öyle kelimeler var ki içer girip mağazada çalışanlarına sorasım geliyor, eminim mağaza sahibi de manasını bilmiyor… Kaldırımlarda geçenler de giyinmemiş gibi, her tarafı fışkıran kıyafetler. Sinirlenerek dönerken düşünmeye başladım. Biraz dikkat edince başka tuhaflıklar da görmeye başladım. Milleti geri zekâlı, aşağılık görenlerle kendilerini İngiliz kolonisinde vatandaş sananların ülkesinde gibi bir şehir.
Aslında dikkat edersek hayatımızın her aşamasında bu çarpıklıklarla dolu değil mi? 55 yıl önce Verem Savaş Dispanserinde personelim olan, Dr. Yakup Ekici’nin kardeşi Ahmet bey, birlikte arabaları ile Almanya yolculuğu yaparlar. Durdukları iki ülkede Ahmet Bey fotoğraf makinesine bakar. Almanya’ya gelirler. Orada aynı makineyi görür, şaşırır: Üç ülkede de fiyatlar kuruşuna kadar aynıdır. Hâlbuki aynı yıl bizde komşu iki eczanede asprinler farklı fiyattadır. Pazarda 30 lira olan domates markethouselerde 190 999 lira ! Bir mağazada fiyat şaşırttı:39 999 lira olan televizyon Cartfour kartı olanlara 17 888 lira ! En güvenilir diye aldığım balı tanıyamadım. Peyniri katkısız, kırmızı boya katılmamış biber gören var mı? Kahverengi toz boyanın piyasada zor bulunduğunu ve fırıncıların aldığını duyunca şaşırmıştım. Temiz toplumlarda bu tür düşünce AKILLARDAN GEÇMEZ. Ahlakla din çatışması var gibi…
Çocukluğumuzu hatırlarım. İnsanlar birbirlerine güvenir, ürün alırken hile var mı diye düşünmez, müdür veya genel müdür, belediye başkanı, imar müdürü dediler mi çok itibarlı, öğretmen en bilgili… Ortak özellikleri hep güven verirlerdi. Saygın kişilerdi. Çalmış, çırpmıştır, asla ve asla akıllardan geçmez, itibarlı kişilerdi… Kıyafetler de tek milletin özellikleri vardı. Kıyafetler de tek tipti. Baş müftü de başpapaz da resmi kıyafetli idi. Valiler çocuklara makamlarını verir, karşısına otururdu. Adaleti anlatmaya gerek yok. Her meslekte mesleğine yakışmayan, kıyafetleri ile şaşırtan ve güven sarsan, itibarsız bir o kadar da bilgisiz diplomalılar doldu ki, o eskiden gördüğümüz çok saygın profesörlerin yerini fışkırırcasına feto kılıklı, arapça bilmeyen ilahiyat profesörleri aldı….Yıllar önce idi, sonsuzu yan yatmış sekiz diye tarif eden kişinin okulu bitirip matematik öğretmeni olduğunu, bölme işlem bilmeyen mühendisin memleketimde amir olduğunu, fizik bölümünü bilek gücü ile 12 yılda bitirebildiğini bildiğim kişinin üniversitemizde hoca olduğunu ,dörtten ikiyi çıkarmayı bilmeyen kişinin memleketimde hakim olduğunu; benim kulağımı dayayarak koyduğum teşhisi dört MR,iki ultrason,kan tahlilleri ile iki gün sonra teşhis edebilen üniversite proflarını görmek varmış. Fetocu olduğu için iki hastanede başhekim olanını, profesör olup dekan başhekim olduklarını gördüm. Kadın doğum uzmanının reçeteye leçete, icap nöbetine hicap dediklerini görmek kısmet oldu.20 yıl önce bir meslek lisesini bitirmiş gencecik kuzunun aniden elektronik bilgisayar mühendisi olduğunu ,marangozun tarih öğretmeni olup memleketimde gururla gezdiğini, MEB da yakalanan sahte öğretmene Niğde’de Yılın Öğretmeni ödülü verildiğini, vergi iadesi zarfında toplama işlemi yaptığında 136 olan birler basamağı için 36 yazıp elde var 1 mi yoksa 6 yazıp elde var 13 mü diyeceğim diyen ,ameliyat bilmeyen uzman cerrahları, tifo duymamış dahiliyecilerin memleketimin en itibarlı doktoru olduğunu…Bir şehrimizde 40 000 sahte diploma kağıdı bulunmuş şaşırmıştım. Belediye başkanları, genel müdürler, partiler… Şükürler olsun, hiç olmazsa onları görünce aklımızdan kötü şeyler geçmiyor. İmamlar mı diyorsunuz. Aaaa… Aşkolsun, onlar da çok vefalılar, her uygun durumda dualarından makamlarını veren, düzenli maaş aldırtan, vatanı kurtardığı söylenen kişiye dualarını eksik etmiyorlar. Namibya’da olduğu gibi altı makam arabalı, kırk yerden maaş alanlar, evlerinde kilolarca altın, valizlerle dolarlar, Londra’da, Atina’da daireler olanlar, dokunulmazlık ve nimetler fışkıranlar bizde yok şükürler olsun… Çok yoruluverdim. Neden, neden !
Kısa ve öz ne olabilir derken aklıma ilk gelen kültürle yoğrulmuş toplum. Güven, doğruluk, vatandaşlık bilinci, çalışkanlık ve ülkeyi yükseltmek hedefli fertler ve ülke! Beynin çalışması ve öğrenmeyi benimsemesi bol tekrarlarla olur. Okullardan hatırlarız, ne kadar tekrar edersek, en iyi öğrenir, en iyi uygular, en iyi not alırız. O halde güvenli bir ülke için, meclis dahil topluma bir ANT mı tekrarlatsak! Uyulan bir ant… Çalışkan, doğru, hedefi olan toplum yetiştirmek için bir ant… Ruh sağlığımız için, kardeş olmak için, okuduğunu anlayan diplomalar için, tek olmak için…Hatta kıyafetlerimizde bile,
İfrat ve tefrite kaçmadan!
Ya da eski elektrik anahtarı gibi kulağını çevirince her şey normale dönüverse!
Ne dersiniz?
Yazının DevamıGök kubbenin Osmanlı’nın üzerine çöktüğü günler. Tam dokuz cephede bol şehit vererek çarpışır. Topraklarını terk eder. O sırada bir zafer kazanılır. 30 000 İngiliz esir alınır. Millete bir moral gelir. Başka cephelerden de zafer beklenir ama nafile. Keşke bir film yapılsa düşüncem TRT tarafından gerçekleştirilir ve yıllar geçer…
Koronalı günlerde, Kayaardı’ndaki bağ evimizde komşumuzla Faruk Bey’le (Bilgin) bir kahve içimi sohbet ederken, konu I. Dünya Savaşı’ndan açıldı. ”Babam, çok geç evlenmiş, 35 yaşında” dedi;
devam etti ve sonunda “neler çekti bu millet, gençler bilmeli “ diyerek sözü bitirdi. “Ayla” filmi gibi,
filmlere konu olabilecek bir tesadüftü ve ben duymuştum. Bir hediye güzelliğinde sevinçle. Bu
güzelliğin unutulmasına gönlüm razı olamazdı. Oturdum, hemen yazdım ve paylaşmak istedim. Meğer
Faruk Bey’ in babası Emin Bey, I. Dünya Savaşı’na katılmış, esir düşmüş. Savaş başlayacak gibi
hissedilince, babası genç Emin Bey’i İstanbul’a, medresede okuyarak “ askerlikten kurtulabilmesi “
için İstanbul’a gönderir. Oraya gittiğinde veterinerlik okulunun yatılı öğrenci aldığını duyar, oraya
kayıt yaptırır. Okulunun ikinci senesinde, savaş başlar “tamam, siz baytar (veteriner) oldunuz !
“diyerek cepheye, Kut-ül Amare’ ye gönderirler.
Yola çıkmadan Beyoğlu’nda bir kahvehaneye yolu düşer. Cepheye gideceğini öğrenen yaşlıca adam “ gel senin bir falına bakayım “ der. Titreyerek terler içinde kalır ve ” Evladım, sen yedi deniz ötesine gideceksin, muhtelif badirelerden sonra nihayet seni tekrar döndürdüm ”der. Heyecan içinde oradan ayrılır ve yola koyulur. Dokuz cephede savaşan ordunun hali çok kötüdür. Bu süre içinde birliğin erzakları da bitmiştir. Öyle ki, veteriner olan Emin Bey’e albay da dahil olmak üzere komutanları “hasta raporu ver, şu atı keselim “ derler. Bu arada bir gün ,bir İngiliz uçağı düşer . Çıkardıkları subayı tedavi ederler. Kut-ül Amare savaşı 30 bin İngiliz, komutanları ile birlikte esir alınarak zaferle sonuçlanınca, esir subaylara esir muamelesi yapılmaz.
Her subaya bir İngiliz subayı emanet edilir. Emin Bey’e de bir İngiliz subayı verirler. Zaman
içinde iyi bir arkadaşlıkları oluşur. Ancak İngiliz saldırıları sonunda tehlikeli hal alır, kendisinin esir
olacağını düşünen Emin Bey, kaçmasını sağlar ve yaşayıp yaşayamayacağından şüphesi olduğunu,
cebindeki o güne göre yüklü miktar parasını “Mümkün olursa bunu Niğde’deki aileme gönder” sözleri
ile rica ederek ona teslim eder. Ve düşündüğü gerçekleşir, Türk ordusu yenilmiş, Emin Bey de esir
düşmüştür. Beyoğlu’nda Fala bakan ihtiyar adamın dediği gibi, o günlerin ifadesi ile denizaşırı olan
Hindistan’da Bombay esir kampına gönderilir. Subaylar ve erler ayrı kamplardadır. Aklında kalan küçük bir ayrıntıyı da ilave eder: İngilizler esirlere subay maaşı öderler. Kampta İngiliz’in ezeli huyu olan,ayrılıkçı siyaseti burada da başlar. Her Cuma hutbesinde, imam efendi İngilizler’in isteği
doğrultusunda söylemlerde bulunur. Sonunda subaylarda tepkiler oluşur ve bir cuma namazı sonrası
imamın üzerine çullanırlar. İmam tesadüf eseri Emin Bey’in elleri arasında ölür.
Bunun üzerine arkadaşları ,nasıl olsa kendisinin de öldürüleceğini, öyleyse İngiliz askerlerinden birinin üzerine atılmasını ve bir kurşunla ölümünün daha kolay olacağını tavsiye etseler de bu panik esnasında Emin Bey kendisini Bombay sokaklarında bulur. Üzerindeki kıyafet nedeniyle sığınacak bir yer ararken bir mescit görür, girer. Cuma, ikindi, yatsı namazları biter, Emin Bey hala oradadır. Durumu fark eden Hintli Müslümanlar görünmemesi için tahtırevan ile bir eve götürürler. Bir yıl geçer. Evlerde arama yapan İngiliz polisi Emin Bey’i bulur. Görünüşü ile Hintlilere benzemeyen Emin Bey’i tutuklarlar. Nereden kaçtığı sorusu üzerine başka yerdeki er kampını söyler. Bundan sonra er kampı hayatı başlar. Subay olduğunu bilen Türk askerleri, adetleri gereği saygılı davranırlar. ”Yemeğin iyi tarafını buna verdiklerini ,kendisi otururken herkesin ayağa kalktığını” fark eden İngiliz askerleri ,durumu üstlerine bildirirler. Hemen komutanın odasına getirirler. Odaya girince Emin Bey “şok” olur!
Karşısındaki komutan, o arkadaşı olan İngiliz subayıdır ! Komutan belli etmez, “ alın götürün !” der.
Aradan 10 -15 gün geçer. Komutan Emin Bey’i çağırır. Bu kadar zamanda neden kendisine yakın
davranmadığını mahcup vaziyette izah eder. İngiltere’ye gidecek gemi beklediğini ve o gemide
kömürcülük görevi ayarladığını söyler. Bu arada Niğde’ye göndermek üzere kendisine verdiği Osmanlı
parasını muhafaza ettiğini, imkan olup gönderemediğini anlatarak kendisine teslim eder. Ancak gemi
İskenderiye’ye gelince inmesini, elindeki Osmanlı parasının kendisini ele verebileceğini söyleyerek
yüklü miktar da İngiliz parası verir. Bu arada Kurtuluş Savaşı başlamıştır.
Emin Bey savaşa katılmak için, kara ulaşımının zorluğu nedeniyle Niğde’ye uğramadan Ankara’ya gitmeye karar verir. O zaman için çok zor olan yorucu bir yolculukla Ankara’ya ulaşır. Subay olduğunu ispatlayamaz. İki şahit bulur ve Kurtuluş Savaşımıza veteriner asteğmen olarak katılır...
Kurtuluş Savaşımızın zaferle son bulduğu sevinçli günlerden sonra, terhis olarak evine döner.
Görenler sevinç değil şaşkınlık içindedir. Çünkü :
Öldü diye onun “ helvası “ dağıtılmıştır!
O günlerin yazılmayan, ”keşke yazsalardı “ diyerek üzüntümüzü dile getirdiğimiz fedakâr
kahramanlarımızın çok küçük bir anısını “geçmişten, sanki cımbızla bularak kurtarmanın sevinci ile
paylaştım. Bir gün film olması ümidiyle, O kahramanlarımızı sevgi ve şükranla anıyoruz.
Dr. Gürbüz Turgay
Yazının Devamı“ Dinle politika yapmaya örnek olarak 93 Harbine girişi gösterilir” Bütün akıllı kimseler bu harbe karşı idi. Yenileceğimize şüphe yoktu. Yalnız şeriatçılar ve taassup adamları Rusya’ya meydan okumakta idiler. Bütün camilerde savaş namazı kılınmakta idi. Sonunda Bulgaristan bizimken Ruslar Yeşilköy’e geldiler! Berlin Kongre’sinde İngilizlerin ve dostların yardımı ile paçayı zor kurtardık.
“ Sağlık Komisyonunda frengi aşısı meselesini konuşuyorduk. Konya Milletvekili Hoca Ömer Vehbi Efendi, ‘ Bulaşma ancak Allah’ın izniyle olabilir. Doktorların söyledikleri gibi temaslarıyla Allah’ın izni olmadıkça bulaşmaz’ dedi. Bunun üzerine, “Ben seni bir frengili ile temasa geçireyim de bakalım sen Allah’ın izni ile yakalanır mısın, yakalanmaz mısın?”
Kuluçka makinesi haram
Aşı haramdır. ( Frenk icadı ve o hayvandan yapılmış…)
Kuran Türkçe olmaz
Vali Mithat Paşa Selanik’te ıslahhane açar. Müslüman ile Hristiyan çocukları aynı sırada oturamaz diye ayaklanılır. Okul kapatılır, Mithat Paşa görevden alınır.
Arkadaşlar, yüzyıllardır sürüp gelen zihniyetleri, adetleri ve gelenekleri kökünden çıkarıp atabilmek itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir. Güç bir meseledir. Örnek: Ben kendimden bahsettim. Benim rahmetli anam beni terbiye ederken bana derdi ki, “ Padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var” Herhalde büyük bir şey, manevi, gökten inmiş bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine malik olan insan ne olacaktı? Dehşet veren bir şey!
Başka dinden olanlar, gönüllü yazılarak Osmanlı vatanı için devlete başvuruyorlar. “Kâfirlerin harp etmesi caiz değildir. Onlar, Müslümanlarla bir arada harp ederlerse Allah’ın gazabına uğrarız. Hristiyanlar Halife ordusuna hizmet edemezler. Onlara düşen şey haraç ve cizye vermektir. Hâlbuki anayasaya göre onlar da Osmanlıdır…”
Horoz melek gördüğünde öter ve hemen Allah’tan dilek dileyiniz
Eşek şeytan görmedikçe anırmaz ve anırırsa hemen Allah’ı anınız
Yemeğe sinek düşerse, sineği yemeğe batırarak çıkarın; çünkü sineğin bir kanadında hastalık, diğer kanadında şifa vardır!
Yetmiş dertten kurtulmanın yolu yemeğe tuz koymaktır!
Yemek sağ elle yenmelidir; çünkü şeytan sol elle yer!
Meyveler mutlaka 1-3-5-7 gibi tek rakamla yenmelidir!
Esnemek şeytan işi, hapşırmak Allah işidir!
Kanuni Sultan Süleyman’ın rüşvetçiliğiyle meşhur sadrazamı Rüstem Paşa,
Mısır Valisi olabilmek için tüm devlet katını rüşvete boğan Mahmut Paşa,
İran Serdarı Mustafa Paşa ordugâhında bütün alt görevleri satıyordu.
Yahudi Banker Hirsch’ten rüşvet alan Nafia Nazırı Garabet Artin Davut Paşa,
Sadrazamlığı 50 bin altına satın alan Topal Recep Paşa,
Huzuruna gelen davacıdan birkaç bin akçe alıp lehine karar veren; ancak davalı kendine daha fazla rüşvet verirse bu kez onun lehine hüküm veren Lazkiye Kadısı Mehmet,
Taraftarlardan rüşvet almadan dava görmeyen Yenişehir Naibi Bekir,
Kimi makamları rüşvet karşılığı satan Şeyhülislam Mehmet Ataullah Efendi,
Her yıl gemi inşa ettirmek için devlet kasasından ödenek alıp, görevde kaldığı 25 yıl boyunca bir tek gemi yaptırmayan ve 3 milyon sterlin değerindeki bir servete sahip olan Bahriye Nazırı Hasan Paşa
Zimmetine geçirdiği 7 milyon 500 bin dolar ile ABD’de yatırım yapan Sultan 2. Abdülhamit’in akıl hocası Arap İzzet Paşa.
“ Selim Sabit Efendi, Maarif-İ Umumiye tarafından 1857 yılında Paris’e gönderildiğinde 27 yaşında bir öğretmendir. Türk ailelerinin çocukları için açılan Mekteb-i Osmani’de ders veren Selim Sabit Efendi, Fransızca, matematik ve fen bilimleri alanında da eğitim alır. Paris’ten dönen Selim Sabit Efendi, Süleymaniye’de bir ilkokulda öğretmen olarak görevlendirilir. Sınıfta, kara tahta, sıra ve harita kullanır. Kara cüppeli softalar bu yeniliklere kızar. Yenilikçi Padişah tarafından ‘Yenilikleri hayranlıkla izliyorum, ancak taassubu da dikkate alarak yavaş yavaş yapsın’ sözü ile uyarılır. 2. Abdülhamid döneminin gazabına uğramış aydınlardan biridir. Yazmış olduğu Osmanlı Tarihi adlı kitabında padişahın tahttan indirilişinin karşılığı olan ‘ hal ‘ kelimesini kullandığı için öğretmenliğine son verilir… işsiz kaldığı için yokluk içinde çok sevdiği Sarıyer’deki evinde gözlerini dünyaya kapayan Selim Sabit Efendi”
Aydınlanma tarihimizin ilk pedagoglarından Selim Sabit Efendi, erkek çocukların mutlaka kadın öğretmenler tarafından eğitilmesini savunur. Kadının eğitiminin erkeğe nazaran daha sabır ve şefkat dolu olduğunu ileri süren bu aydın insan, kadının çalışma hayatına katılmasının da öncülerindendir.
Dr. Gürbüz TURGAY’ın “ Neden Atatürk Hepimizin 1 “ isimli kitabından alınmıştır.
Nüfus teskerelerindeki “Hamid” adları benim küçüklüğümde Hâmid’e değişti. Nasıl ki Reşad veliahdın da adı olduğu için kardeşiminkinin sonradan Neşet’e çevrildiğini biliyorum. Semtimizden birisinin veliaht Reşad Efendi’ye mürekkep sattığı için uzaklara sürülmüş olduğunu fısıltılardan sezmiştim.
Eski Türkiye’de “Cumhuriyet” sözü “şapka” sözü kadar kötü ve korkulu idi. Yobaz lügatindeki manası ile “ gâvurluk” mahiyetinde idi.
Cumhuriyete değin Anadolu köylüsü, Cuma namazını köyünde kılamıyordu. Çünkü Ehli Sünnet imamlarına göre Cuma namazı köylerde kılınmaz, çarşı ve pazarı olan kasabalarda kılınabilirdi. Kural bu olduğundan zavallı Anadolu köylüsü Cuma namazını kılabilmek için işini ve köyünü terk ederek kasabaya inmek zorunda kalıyordu. Bu zorunluluğa uymayanlar ise devlet tarafından cezalandırılıyordu.
Doktor muayenesi haram
Diş taktıran cünüp, kasket giyen kâfir
Çalgılı düğün günah
Davul zurna şeytan işi
El almak ve vermek hadiseleri tarikatlar ile ilgili bir adaptır. Şöyle ki: bir havalide tarikatın bir kolunu temsil eden bir şeyh veya efendi olur. Bu zata katılıp takip etmek ondan ve tarikatın feyizlerinden istifade etmek isteyenler olabilir.
Bu kişiler şeyhin elini tutup hem tarikat alma hem de günahlarından tövbe istiğfar etme ve bir daha günah işlememeye niyet etme anlamında bir manevi bağ teşkil eder. Bu durumda şeyhin kuvvet ve dirayeti ne kadarsa, kendi müritlerine tasarruf eder. Mürit de “ Şeyhim beni nezaret ve takip ediyor” diye şeyhinden çekindiği için günah işlememeye azami dikkat eder.
TÖVBE ALMAK
Buna göre bir tövbenin makbul olabilmesi için günahı terk etmek, günah işlediğine pişman olmak, günahı bir daha işlememeye azmedip söz vermek, eğer işlenen günah kul haklarıyla ilgili ise bu durumda hak sahibi ile helalleşmek, Allah’tan af dilemek gerekir. Tövbe alma ritüelinden sonra boy abdesti alınır. Göz kapatılarak, ölümümüzü düşünme, hayal etme törenidir.
RABITA
Sonraki günden itibaren her gün en az beş bin kez “ Allah’ı kalpten düşünüp zikrederek ders yapılıyor” Akşam namazından sonra göz kapalı vaziyette şeyhin yüzü hatıra getirilerek “ rabıta” denen tören yapılır. Gelişme olursa şeyhin alnından senin alnına mavi bir nur akarmış. Genellikle yatsı namazından sonra da toplulukla birlikte yine göz kapalı “ hatme” yapılır. Halka şeklinde herkesin dizi birbirine değerek halka yapılır. Hatma’de tüm tarikat büyüklerinin isimleri sayılarak dua edilir. En son bir dua ve Fatiha okunarak sonlanır.
DEVİR VE GÜNAH AFFI
Ölünün ıskat ( Günahlarının affı ) için vasiyet ettiği mal veya geride bıraktığı malın üçte biri, üzerinde olan namaz ve oruç borçlarını ödemeye kâfi gelmiyorsa bu takdirde devir usulüne başvurulur.
Hesaplamalarda her namaz borcuna 1 lira gibi bir bedel eklenebilir. Bu hesaplamayı bir örnek ile açıklarsak çok daha iyi anlaşılacaktır.
Örneğin bir kişi 70 yaşında vefat etmiş olsun. Kişinin sorumlu olduğu ibadet borç yılı 12 yaş baz alınarak 70-12 işlemi uygulanır. Bu işlem sonucunda 58 yıllık bir borç ortaya çıkmaktadır. Günde 5 vakit namaz borcu ayda 150 namaz borcu ile çarpılmaktadır. Bir yılda 12 ay olduğu için 150x12 işlemi uygulanır. Bu işlem sonucunda 1800 adet namaz vefat eden kişinin bir yıldaki borcu olarak kabul edilir. 1800 rakamı daha önce hesaplanan 58 yıllık borç ile çarpılır. 1800x58 işlemi sonucunda ortaya bir yılda 104.400 namaz borcu çıkmaktadır.
TELKİN
Telkin, kabre konan ölüye sorgu meleklerine vereceği cevabı öğretmek veya anımsatmak için yani bir çeşit kopya verme demektir. Telkin, ölmek üzere olan kişiye kelime-i tevhidi; definden sonra ise kabri başında ölüye iman esaslarını hatırlatmaya denir.
Fes kutsaldır, fesi çıkarıp atmak mukeddesata yapılan hakaret sayılır. Bu manayı bilen Mahmut Esat Bozkurt, ŞAPKA DEVRİMİNİ ŞU SÖZLERLE anlatır. “ Şapka giymek bu milletin hesabına bir Musul fethinden üstündür”
Dr. Gürbüz TURGAY’ın “ Neden Atatürk Hepimizin 1 “ isimli kitabından alınmıştır.
Cumhuriyete değin Anadolu köylüsü, cuma namazını köyünde kılamıyordu. Çünkü Ehl-i Sünnet imamlarına göre, cuma namazı köylerde kılınamaz, çarşı ve pazarı olan kasabalarda kılınabilirdi. Kural bu olduğundan zavallı Anadolu köylüsü cuma namazını kılabilmek için, işini ve köyünü terk ederek kasabaya inmek zorunda kalıyordu.
Doktor muayenesi haram
Diş taktıran cünüp, kasket giyen kâfir
Çalgılı düğün günah
Davul, zurna şeytan işi
Fes kutsaldır, fesi çıkarıp atmak, mukaddesata yapılan hakaret sayılır. Bu manayı bilen Mahmut Esat Bozkurt, ŞAPKA DEVRİMİNİ ŞU SÖZLERLE anlatır. "Şapka giymek, bu milletin hesabına bir Musul fethinden üstündür."
Sarıkla kılınan iki rekât namaz sarıksız kılınan yirmi beş namaza bedeldir.
Sarıkla kılınan bir cuma, sarıksız kılınan yedi cumaya bedeldir.
Sarıkla kılınan iki rekât namaz, sarıksız kılınan yetmiş rekâta bedeldir.
Sarıkla kılınan bir namaz, öteki namazlara on bin sevap farkla üstün gelir.
Allah'ın, Cuma günleri cami kapılarında görevlendirilmiş birtakım melekleri vardır ki bunlar beyaz sarıklı kişiler için Allah'tan af dilerler.
"Hocalar, halkı direnmeye teşvik ettiler. Arnavutluk'ta, Bosna'da. Bağdat'ta isyanlar başladı. Hatta İstanbul'da bile ayaklanmalar oldu. O kadar ileri gidildi ki, caddelerde görülen Sultan, halk tarafından taşlandı. Anlatılanlara göre, bir gün, İkinci Mahmut, İstanbul’u Galata'ya bağlayan köprüyü atla geçerken halk tarafından çok saygı gören ve Saçlı Şeyh diye bilinen bir derviş hemen atının dizginini yakalamış ve ona, "Gavur padişah! Alçaklığa karnın hâlâ doymadı mı? Bu günahının hesabını Allah senden soracak. Müslümanlığı yıkıyorsun. Peygamberin lanetini hepimizin üzerine çekiyorsun!” diye saldırdı. Sultan, "Bu deli galiba" dedi. Ama derviş öfke içinde ona şöyle cevap verdi: "Deli ha! Hayır, ben deli falan değilim. Deli olan, senin gibi gâvur padişah ile alçak yardımcılarındır. Allah benim dilimle sana sesleniyor. Ona uymaktan ve gerçeği söylemekten başka bir şey yapmıyorum. O, beni şehitlik mertebesine ermekle ödüllendirecek"
Dervişin dileği yerine geldi: "Götürüldü ve boynu vuruldu."
Buna rağmen, İkinci Mahmut çizdiği yolda cesaretle yürümekten çekinmedi. Kavuğu kaldırdı ve fesi getirdi... Hatta o zamanlarda "Fransız başlığı" diye başlamıştı.
Başlangıçta kötü görülen fes, bir süre sonra gerçek bir prestij aracı oldu. Moda ona yavaş yavaş benimsenen bir görünüş vermekteydi.
Üç kişiden fazla fotoğraf çektirmek yasak
Tablo, fotoğraf, resim haramdır
Tatil yapmak haramdır
1908 Meşrutiyetine kadar İstanbul'da elektrik yasaktı.
Heykel yasaktı, onun yerine vilayet merkezlerine saat kuleleri yapıldı.
Ordunun tüfekleri daima boş, komutanlarının çoğu alaylı idi, yani okuma yazma bilmezlerdi. Büyük şehirlerde kışla önlerinde takunyalı subaylar görülürdü. Liselerde edebiyat okunmazdı. Avrupa gazeteleri yasaktı. Şairler hakkında yazı yazmak yasaktı. İstanbul sokakları eli bıçaklı semt kabadayıları ve haraççıları ile Anadolu ve Rumeli dağları eşkıya ve çetelerle dolu idi.
Rüşvet yağın gelir kaynağıdır. Kıbrıs İngilizlerin eline geçtiğinde, polisleri toplamışlar, "maaşlarınızı artırdık, bundan sonra rüşvet almayacaksınız” demişler. Dairelerde parasız iş yaptırmak imkânsızdır.
Abdülhamid döneminde otomobil, elektrik ve telefon da yasaktı. Tek denizaltımız, padişahın vehmine dokunduğu için Haliç'te karaya çekilmişti. Donanma gemilerinin kamaralarında şemsiye ile oturulduğunu işitirdik.
Ramazanda su bulundurmak yasak
Atatürk döneminde aşar vergisi kaldırılınca:
Din vergisi olan aşarı kaldırdılar, tarlanın bereketi kaçtı, diye tutturdular.
Fotoğraf çektiren cehennemlik