Warning: Undefined array key "HTTP_ACCEPT_LANGUAGE" in /home/anadlhaber/domains/nigdeanadoluhaber.com.tr/public_html/section/header.php on line 8
SOYAĞACI | Gürbüz Turgay | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber - Niğde Haber
Gürbüz Turgay

SOYAĞACI

: 11-03-2024

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin baba tarafı Kızıl lakabı ile bilinir. Kızıl, Oğuz (Kocacık) Yörüklerinden kaynaklanan kızıldır. Atatürk'teki sarışın ve yeşil- mavi gözlü oluş Türk boylarında, Oğuz boylarında çok görülen özelliktir.  Dedesi Hafız Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet Emin de sarışın mavi gözlüdür.  Konya Karaman yöresinde görülen özelliktir ve onlar da Kızıl Oğuz Yörüklerinden olduklarını söylerler. Rumeli'de Kızıl Oğuz Yörükleri, Kocacık Yörükleri olarak ifade edilir. Sarışın, mavi, yeşil göz Kuman Kıpçak Türklerinin de fiziki özelliğidir ve yoğun olarak Karadeniz Bölgesi'nde görülürler.  Kuman Türklerinden Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde de görülür ve onlardan bugün Atatürk'le aynı boydan olduklarını ifade edenler bulunmaktadır. Yıllar önce Selanik'e göçmüşlerdir. Ali Rıza Bey Selanik doğumludur. 

Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi'nin Makedonya'nın Debre, günümüz adı ile Yukarı Jupa Belediyesi'ne bağlı Kocacık Taşlı Mahalledeki evinin yerine Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA)  tarafından Atatürk Anı Evi yapılmıştır. O günlerde eğitim veren kişiler hafız olarak anılırdı. 

 Efendi kelimesi ise Osmanlı'da seyyid ve mevla kelimelerinin karşılığı olarak, tahsilli, saygıdeğer ve itibar sahibi kimseler için kullanılan kelimelerdir.  Bu kelime aileden kazanılmış değerdir ve bu nedenle yeni doğan çocuklar efendi olarak anılır, kızlar ise sultan… Ali Rıza Efendi'nin soyu ile ilgili araştırma yapan emekli İmam Mehmet Ali Öz her aşamasını isim ve belgelerle göstererek Ehl-i Beyt’e dayandırır.  Ve anne ile babasının bir seviyede akrabalıklarını gösterir.  Ali Rıza Efendi'nin babası Mevlevi Şeyhi Hacı Ahmet Efendi,  onun babası Mehmet Nurettin Efendi, onun babası Selanik Kocakasımpaşa Mahallesi İmamı Halveti Şeyhi Seyit Şeyh Ali Rıza Efendidir. Onun babası meşayıhtan Mevlevi Şeyhi Hacı Ahmet Efendidir. Onun babası da Selanik Mevlevihanesi postnişini Şeyh Hasan Efendi'dir.  Mehmet Ali Öz Hoca ayrıca hem Zübeyde Hanım'ın hem Atatürk'ün soyundan Mevlevi Kadiri ve Halveti şeyhlerinin varlığını da Osmanlı arşiv belgeleriyle ispatlamıştır.  Ayrıca Zübeyde Hanım'ın kardeşi Hasan Efendi'nin günümüzde yaşayan torunlarından ulaştığı bir kitapçığı, Abdülkadir Geylani Hazretleri ve Kadiri yolundan gelenler tarafından kullanılan “Evrad-ı Kadiriye” isimli bir dua kitabını da takdim etmiştir.  Yenikapı Mevlevihanesi’nin Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'ye kefil olduğu bir belgeye ulaşmıştır. Övücü bütün özellikleri sayan ifadelerle dolu bu belgede sonuç olarak ve önemlice “Ashab-ı malumat bilinen bir aileden geldiği” vurgulanır. 

Ali Rıza Efendi (1841-1886),1466 yılında Konya Karaman'dan önce Sarıgöl’e oradan da Langaza’ya yerleşen Sofuzade Feyzullah Efendi ve Ayşe Hanım’ın çocuğu olan Zübeyde Hanım’la evlenir. 

Vefatı ile cenazesi bugün Selanik'te Rotondo olarak bilinen Horatacı Süleyman Efendi (Sinan Paşa) Camisi'ne gömülür.  Sinan Paşa, XVI. yüzyılda yaşamış, III. Murat ve III. Mehmet dönemlerinde beş defa sadrazamlık yapmış,  Kahire’den Bursa'ya, Üsküp’e kadar Osmanlı topraklarının hemen her yerine vakıf, camii, medrese, han, hamam, kütüphane,  sebiller yaptırıp vakfetmiş kişidir. Onun vakıf eserine gömülmüş olması aileden gelen efendiliğindendir. 

Atatürk'ün günümüzde yaşayan akrabaları,  dedesinin kardeşi Kızıl Mehmet Emin Efendi’nin  torunlarından olan, Erbatur ve Söğütlügil aileleridir.  Hafız adları ile o günlerde eğitim veren kişi olduklarıdır. 

Sofuzade Feyzullah Efendi'nin babası İbrahim Ağa,  annesi Ematullah Hanım’dır. İbrahim Ağa'nın babası da Molla Hasan'dır.  Feyzullah Efendi'nin dedesi Nakibzade Seyyit Hacı Abdullah Hami’dir.  Nüfus kayıtlarında Zübeyde Hanım'ın dedelerinden Sofuzadelerden, Ahmet oğlu Sofuzade Mehmet Sadık Efendi ve çocukları Seyyid Hasan ve Seyyid Hüseyin olarak kayıtlıdır. 

 Bu konuda en önemli bilgi ve belgeler, emekli İmam Mehmet Ali Öz tarafından belgelenmiş ve ona kısmet olmuştur.  Onun kitaplarında Osmanlı kayıtları ile belgelediği bilgilere göre Nakipzadeler diye anılmaları, Osmanlı döneminde idam edilen 3 Şeyhülislamdan biri olan Rumeli Kazaskeri ve uzun yıllar Nakibüleşraflık makamına sahip olan Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi'den gelmektedir. Nakibüleşraflık makamı sadece peygamber soyundan gelenlere verilen makamdır. Bu nedenle Mevlana'nın hocası Şems-i Tebrizi soyundan geldiklerini belgelerle izah ve ispat etmektedir. Emekli bir imama nasip olması da düşündürücüdür.

 Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir.  Birinci eşinden Hüseyin ve Hatice,  ikinci eşinden Zehra ve Hasan,  üçüncü eşinden Ayşe doğmuştur. Zübeyde Hanım'ın evliliğine vesile olan Hüseyin dayısıdır. Kendisi hiç evlenmemiş, hayır işleriyle uğraşmıştır.

 Makbule Hanım'ın “Biz öksüz kaldığımızda imdadımıza yetişen derhal Selanik'e gelip annemi, Mustafa’yı beni ve Naciye ile dadımızı alarak çiftliğe götürdü”  dediği bu Hüseyin dayısıdır. Sofuzadelerden soyunun devam ettiği aileler Hasan dayısı tarafıdır. (Aldırma, Sümer soyadları ile ) (5) 

Sofuzade  Feyzullah Efendi'nin üçüncü eşi, yani Zübeyde Hanım'ın annesi Molla Emine Hanım idi. Bu nedenle kendisine de Molla Zübeyde denir. 

 Feyzullah Efendinin sülalesi Sofuzade ve Nakibzadeler olarak bilinir.  Sofuzadelerin kökü Akkoyunlu Beyi Cemaleddin İsfahani’ye kadar uzanır.  Sofuzadelerden Atatürk'ün 13. kuşaktan dedesi Hasan Can, Yavuz Sultan Selim'in musahibi idi. Mezarı Bursa Yeşil Türbe’de Osmanlı Devleti'nin kurucularından Mehmet Çelebi Han'la yan yanadır. Türk oğlu Türk’tür. 



O YAŞTA, KENDİNE GÜVEN

O YAŞTA, KENDİNE GÜVEN 

“Ya kurmay olmasaydın?” sorusuna, “Kesin güvenim vardı” diye cevap verir.

 Kendisi de kurmay olmak üzere Harp Akademisi’ne başlayan Ali Fuat ile aynı sırada oturur.  Arkadaşlarını da seçer. “ Giyinişi, yürüyüşü, konuşması ve her davranış ile Mustafa Kemal'e benzemeye çalışan ve o öğrendi diye dansa başlayan Arif Adana ( Ayıcı)  da aynı sırada oturmak istiyor, vallahi benden uysal arkadaş bulamazsınız” diye ısrar ediyordu.

“ Dur hele, sılaya gidip dönelim, kolay” cevabını veriyordu.  

“Mustafa Kemal, Harp Akademisi’nden ayrılmayarak atandıkları görevleri başına gitmek üzere hazırlanan yeni subay arkadaşlarıyla ve bilhassa Rumeli'ye gideceklerle ilgileniyor, onlarla uzun uzun konuşuyor, öğütlerde bulunuyordu. “Bize en uygun iklim Makedonya’dır” diyordu!

 Selanik'e gittiği zaman, bu genç subaylarla ilişki kuracak, hem kendilerinden yeni bilgiler alacak hem de öğütlerde bulunacaktı!  Okulda kurulacak gizli örgüt, ilk meyvelerini Makedonya’da verecekti. Rumeli'ye gidenler, üç yıl sonrası için bizlere bir ortam hazırlamış olacaklardı.”

 Artık bir görev verilmiş ve odaklanmıştır. Hedefi o günlerde netleşmiş, görev dağılımı yapar. Tesadüfen bu söyledikleri tek tek gerçekleşecektir! Tesadüf! 

 Harp Akademisi’nde öğretmeni olan Fevzi Bey, Çanakkale Savaşlarında Anafartalar Kolordusu kumandanı iken Liman Von Sanders Paşa tarafından verilen görevi kabul etmediği için kumandandan  düşürülerek emekliye sevk edilir, yerine Mustafa Kemal atanır.

 Yine bir tesadüf olur, Mustafa Kemal hocasının yapamadığı görevi hem kabul eder hem de başarır.

 BİR TESADÜF, GERİLLA NEDİR?

  • En sevdikleri öğretmen Trabzonlu Nuri Bey'dir. “ Babam İsmail Fazıl Paşa bir gün her ikimize “Nuri Bey’in derslerine ilgi gösterip kendisini dikkatle dinlerseniz çok şey kazanırsınız.  Mesleğinde güçlü ve geniş bir görüşe sahip, bilgili bir askerdir” diye öğüt vermişti. Ders vermekle yetinmiyor, çeşitli sorularımızı da yanıtlamaktan zevk duyuyordu. Yarbay Nuri Bey, bir gün gerilladan genişçe söz etti. “Gerilla nedir, ne değildir?” Uzun uzun durdu, açıklamada bulundu.  “Arkadaşlar,  gerilla olmak ne kadar güçse, onu bastırmak da o oranda güçtür.”  Arkadaşlar, kendisinden birkaç örnek vermesini istediler. Mustafa Kemal ise konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, o olayın ülkenin herhangi bir yerinde olmuş gibi açıklanmasının mümkün olup olmayacağını sordu. Bunun üzerine Nuri Bey: 
  • “ Öyle ise Boğaz’a ait haritamızı açın”  emrini verdi. Elindeki cetvelle Dudullu köyünü işaret etti: 

“ İsyanı bu köyde çıktı varsayın” 

“ İstanbul’daki yönetime karşı, yurdun Anadolu kesiminde ayaklanmalar başlamıştır”  Bu probleme karşı şu soruları ekler: 

“ Başkaldırmalar neden çıkmış olabilir? Ne kadar genişleyebilir?  Hükümet güçleri bu ayaklanmaları nasıl bastırabilir? “

 Mustafa Kemal ayağa kalkar; “ Neden Dudullu dediniz de başka bir yer göstermiyorsunuz?”  Nuri Bey: “ Tatbikat sorunlarında mümkün olduğu kadar gerçek durumları bulmaya çalışmak gerekir. Bir isyan ya içerde ya dışarıda olabilir. “

“ Ne demek istediğimi anladınız mı ? “ 

Onun ne demek istediğini anlar gibi olmuştuk. Fakat bunu orada açıklaması mümkün değildi.  Dersten sonra Mustafa Kemal,  Nuri Bey'in arkasından gitti. 

“ Efendim bu söylediğiniz gerilla gerçek olabilir,  değil mi?”

“ Olabilir, fakat artık bu kadarı yeterli” 


 Bu tesadüf müdür? Çünkü 17 yıl sonra bu gerçekleşecek, vahşi emperyalizme, bir millete zulüm uygulayan işgale karşı halkı harekete geçirecek ve başında da Mustafa Kemal olacak!  Sanki olacaklara bir bir hazırlanmaktadır.  Atatürk, Demokrat Diktatör kitabının Bulgar yazarı Paraşkev Paruşev sözlerini şöyle bağlar:  “Geleceğin önder askerinin düşüncelerini gerçekleştirebilmesi için, olgunlaşma yıllarının geçmesi, olayların gelişmesi gerekmektedir.  Ama bugünden sonra Mustafa Kemal'in her düşüncesi, her adımı, geleceğin kararlı davranışına yöneliktir.” 

UYKUSU 

Sabahları nöbetçi subay onu zor uyandırmaktadır.  Ona sorar: “ Sabahları neden geç uyanıyorsun?”

 “ Uyuyamıyorum işte!” der. Ancak ısrarlı soru karşısında,

“ Arkadaşlar, ben sizler gibi yatar yatmaz uyuyamıyorum.  Ben tan atana kadar gözümü kırpmıyorum” 

 Bu kaygıları, bu düşünceleri uykusuna şekil verir.  Bir hikmettir. Yoksa yaptığı her şeyin bir ömre sığması mümkün olabilir miydi? 

Fırsat buldukça dışarıda geziler yaparlardı. Bunlardan birini Büyükada’da geçirmeye karar verirler. Orada Ali Fuat'a Manastır Askeri Okulu’ndaki hayatını anlatır. Namık Kemal'den şiirler okur. Ali Fuat da kendi sevdiği şiirleri okumaktadır ona. Bir ara bakışlarını ateşe diken Mustafa Kemal: “ Fuat, eğer edebiyatla resimi, matematiğe bağlı olduğum gibi sevseydim, okulun duvarları arasına kapalı kalmaz, mehtaplı gecelerde okuldan kaçar, şiir yazmak için buralara gelirdim, sabahları da resim yapardım” 

Harp Okulu’nda dışarıdan dergi, kitap, gazete getirip okumak yasaktır. Bu tür gizlice getirilen yayınlardan, kitaplardan okuldan atılma tehlikesi vardır. Ona rağmen o günlerde arkadaşları ile sık sık toplanıyor, ateşli konuşmalar yapıyordu. 

 Sanki tarihçi, sanki edebiyatçı ve şair gibi…

“…Tarih göstermektedir ki, devrimler önce düşünce olarak belirir, sonra hakça benimsenir. Düne kadar bizim bir ilimiz olanlara bakınız… Söz gelimi,  Bulgaristan'ın bir İvan Vazo’vu var.  Bu ulusal ozan, şiirleri ile ulusunu özgürlük ve bağımsızlığa çağırıyordu. Ulusuna, tarihine aşık olan şair, kısa sürede halkça benimsendi. Şiirleri ezberlendi. Beş yüz yıl kendi tarihinden koparak Türklere ırgatlık eden Bulgarlar, bugünkü durumlarına onun gösterdiği yoldan ulaştılar… Sırpların da Filip Viçniç adlı, halkında ulusal duyguları uyandıran, onların içine bağımsızlık tohumlarını saçan, kör bir ozanları var.  Yunan ozanı Konstantin Pigas şiirleri ile Girit halkını kurtuluş savaşına çağırıyordu…  Macar ozanı Petöfi, bütün zorluklara rağmen halkını özgürlüğe çağırmaktan caymadı…  Şimdi Osmanlı İmparatorluğu’nun dayanaklarının neden daha hızlı bir biçimde sarsıldığını anlamaktayız. Ordumuzun başına yeteneksiz komutanlar atanmış. Abdülhamid'in ise, Avrupa politikasından haberi yok. Ayrıca maaş alamayan subaylar var. Orduda erler eğitilmiyor. Padişah ise sarayında yalnızca keyfini düşünüyor. Başında böyle bir hükümdarı olan devletin korunması güç…


KAYNAK : Op. Dr. Gürbüz TURGAY’ın “Neden Atatürk Hepimizin 1” isimli kitabından   



Yazının Devamı

SENİN AİLE TERBİYEN NOKSAN… 


  (Eski Niğde Valisi Hüseyin Ögütçen'den bir anı)

“Bizim üniversitede okuduğumuz 1940’lı yıllarda okul tatil olduktan sonra 15 gün askeri kamp vardı. Bize bir piyade tüfeği ile asker elbisesi verirlerdi.

1944 yılının haziran ayında Ankara, Söğütözü’nde Karabiberler Çiftliğinde kampa çıktık. O zaman Ankara, Saraçoğlu Mahallesi’nde biterdi.

Kamp komutanımız bir albay, yardımcısı ise Kurmay Binbaşı Sıtkı Ulay idi.

Kampa son gün son saatlerde katılmıştım. Benim gibi geç gelenleri ayrı bir çadırda toplamışlardı. On kişilik çadırda konservatuardan ve diğer fakültelerden öğrenciler vardı.

Yataklar dikim evlerindeki atölyelerde asker elbiselerinden artan kumaş kırpıntılarından yapılmıştı. Boyları 1,5 metre kadardı. Yatak içlerinde boş iplik makaraları, teller bile vardı.

Benim yatağımın yanında başka bir fakülteden upuzun boylu, ince yapılı bir arkadaş vardı. Dizden itibaren bacakları yatağın dışında kalıyordu.

İlk defa kaldığı böyle bir çadırda ve yatakta sabaha kadar uyuyamadığını sanıyorum. Zaten sonraki gün bu uzun boylu arkadaşımızı bizim çadırdan aldılar, yanımızdaki bir başka çadıra verdiler.

Bizim çadırımızda bir gece kalan uzun boylu arkadaşımız, bizim manganın yanındaki diğer bir manganın başında idi.

Çünkü manganın erleri boy sırasına göre dizilirdi. Fakat bu uzun boylu arkadaşımızın bulunduğu mangada şımarık bazı çocuklar vardı.

Manganın kıta çavuşu uzun boylu, yağız, doğulu bir delikanlı idi.

Mangaya doğu şivesi ile saka dün (sağa dön), sula dün (sola dön) komutu veriyordu.

Bir gün bu manganın çavuşu, mangasından biraz uzakta başka bir manganın kıta çavuşu olan hemşerisinin yanına gitmişti.

Mangadaki öğrenciler çavuşu taklit ederek doğu şivesi ile “saka dün, sula dün” diye yüksek sesle komut vermeye başladılar.

Manga ’da, çavuşu taklit etmeyen, doğru komut veren sadece bir kişi vardı.

O da Manga’nın başındaki uzun boylu arkadaşımızdı.

Taklit edilmesine üzülen kıta çavuşu geri döndüğünde manganın başında bulunan uzun boylu arkadaşımıza: ”Teessüf ederim. Senin aile terbiyen noksan” dedi.

Manga’nın başındaki uzun boylu arkadaşımız çavuşu taklit etmediği halde tam askerce bir selam verdi ve sesinin çıktığı kadar bağırarak: ”Özür dilerim. Bir daha yapmayacağım komutanım“ dedi.

Herkes hayret ve şaşkınlıkla bu durumu seyrediyordu. Kendisine “aile terbiyen noksan” denilen uzun boylu arkadaşımız, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü idi.

Bu durum karşısında herkesin ayıpladığı şımarık ve terbiyesiz öğrenciler bir daha kıta çavuşunu taklit etmeye cesaret edemediler.

Kampla ilgili diğer bir anım da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü ile ilgilidir.

Kampın açılışından birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü at üstünde kampı ziyarete geldiler.

Erdal İnönü kampın en uzun boylu öğrencisiydi.

Mevhibe İnönü uzaktan oğlunu asker elbisesi ile görünce heyecanlanmış, İsmet İnönü‘ye dönerek, “ Bak, Erdal orada” demişti.

İsmet İnönü başını çevirmeden “Onların hepsi Erdal” cevabını vermişti.

Beni de meslek hayatımda en çok etkileyen sözlerden biri, İsmet İnönü’nün “Onların hepsi Erdal” sözü olmuştur.

Kaymakamlık ve Valilik yaptığım yerlerde özellikle Hakkâri’de, bütün çocukları kendime, kendi çocuklarımdan daha yakın hissettiğimi belirtmek istiyorum.

Kampı ziyaretin akşamı -ne de olsa ana kalbi- Mevhibe İnönü oğluna iki kuştüyü yastık göndermiş. Erdal İnönü’nün “Kamp asker ocağı sayılır, herkes aynı koşullar altında yaşamaya alışmalıdır, bu yastıkları geri götürün” dediği duyuldu...

Görüldüğü üzere başbakan, oğluna çürük raporu almamış, yeri için de torpil kullanmamıştır…

…Arabası bozulur. Soğuk kış günü mesai bitiminde arkadaşına

- “ Evime bırakabilir misin” diye sorar. 

Yola çıkarlar, yolu tarif eder, “ Tamam, dur der” 

Arkadaşı şaşırır " ama burası Çankaya Köşkü " der... O kişi Fahri Korutürk'ün oğludur.

MEB Hasan Ali Yücel döneminde yurt dışına burslu öğrenci sınavı yapılır. Hasan Ali Yücel’in oğlu da katılır ve kazanır. Aile terbiyesi müsaade etmediği için hakkından feragat eder. Yerine arkadaşını gönderir. Biriktirdiği harçlığını da ona verir. Yurt dışına giden kişi beyin cerrahisinde yön veren efsane isim Prof. Dr. Gazi Yaşargil'dir.

BİR DÖNEMİN EĞİTİMİNE GÖRE AİLE TERBİYESİ EKSİK OLANLAR BUNLARDI.

O döneme ait, bu tür aile terbiyesi benzeri çok sayıda anı bulmak mümkündür. Çünkü yaşam tarzı, kültürün alışılmış parçasıdır. Koçlar, Sabancılar bu terbiye ile büyümüşlerdir. Ne demeli bilemem ama 

Ah eskiler. Ve eski Türkiye…







Yazının Devamı

HARP OKULU DÖNEMİ


13 Mart 1899'da İstanbul’daki Harp Okulu’na ( Harbiye ) katılmıştır.  Öğretimin ikinci ayında kendisini kabullendirir ve sınıf çavuşu seçilir.  Oradaki tanışmalarını Ali Fuat Cebesoy anlatır. 

 İkimiz kapıdan birlikte çıktık. Yan yana yürüyorduk. Fakat kolundaki üçü kırmızı ve bir sarı şeridi fark edince duraladım. Askerlikte kıdem ve rütbe esastı.

- Siz öne geçin çavuşum, ben sizi takip edeyim.

 Bu cevabımdan memnun oldu. O önde, beni arkada dâhiliyeden çıktık.

İşte,  Türk tarihine şan ve şeref veren aziz rahmetli arkadaşım Mustafa Kemal'i böyle tanımıştım.  Üzerinden altmış küsur yıl geçmiş olmasına rağmen o cuma akşamını hala ve bütün heyecanı ile hatırlarım. Mektebin esas koridorunu geçerken koluma girdi: 

- Önce yatakhaneye çıkalım, size yatacağınız yeri göstereyim. Sonra dershaneye gideriz, dedi.

 Mustafa Kemal:

- Dershanemiz karanlık, fakat bizim yüreklerimiz aydınlıktır, dedi.

- Hangi okuldan geldiğimi sordu. Moda'daki Fransız Sen Josef Lisesi’nde okuduğumu söyledim. Sustu.  Bir şey daha sormak istediğini, fakat tereddüt ettiğini anladım.

- Askeri bilgi derslerinden imtihan verdiniz mi?

-Hepsinden imtihana girdim. Yalnız geometri ve cebir gibi dersleri Sen Josef’te Fransızca okuduğum için bunlara ait soruların cevaplarını Fransızca vermek istediğimi söyledim. Heyet kabul etti. 

 Birden elimi sıktı:

- Çok iyi, çok iyi, birbirimize yardımcı olacağız. Merak ettiğim bazı Fransızca eserleri okumak için sık sık sözlüğe bakıyorum. Bundan sonra sizden faydalanmaya çalışacağım. Çavuş işaretinin üzerindeki sarı şerit dikkatime çekmişti. Neye işaret ettiğini sordum. Meğer Fransızca imtihanına girmiş, başarı kazanmış, ondan dolayı bu şeridi de ilave etmişler. O zamanlar Türk okullarında yabancı dil öğrenimi kolay değildi. Kendi kendisine çalıştığı ve büyük gayret sarf etti muhakkaktı. Toplam yedi yüz elli kişiyi bulan sınıfta kendisi gibi dil bilenlerin sayısının parmaklık sayılacak kadar az olduğunu söyledi…

-  Bu sırada “Fuat, Fuat” diye birisinin bağırdığını duydum. Başımı çevirdim, Mehmet Ali Ağabeyim bize doğru geliyordu. Kendisine sınıfımızın çavuşunu tanıttım. El sıkıştılar. Okulun üçüncü sınıfında olan ağabeyim “Mustafa Kemal Efendi’yi gıyaben tanıyorum” dedi. “Manastır’dan gelen arkadaşlar onu çok methettiler” 

-Harp Okulunun birinci sınıfında iken Ali Fethi Okyar ikinci, Enver üçüncü sınıftadır. Kazım Karabekir bir yıl, İsmet İnönü iki yıl sonra girecekler. İlk yıldan sonra kitaplara sarıldığını söyleyen Mustafa Kemal, “ Matematik merakım devam ediyordu. İkinci sınıfta askerlik derslerine merak sardım. Güzel söyleme ve yazma hevesim devam etti. Dinlenme zamanlarında kompozisyon çalışmaları yapıyorduk.  Saati ellerimize alıyor; bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim diye yarışma ve münakaşalar yapıyorduk”  diye anlatır.

- Kazım Zeyrek (Karabekir) ile de Ali Fuat tanıştırır.

 -Önce büyükannemin, sonra da babamın elini öptük. Babam:

 -Fuat'la kardeş gibi geçiniyormuşsunuz, memnun oldum. İnşallah meslek hayatında birbirinizden ayrılmazsınız, dedi.

 Arkadaşım mahcup bir gençti. Büyüklerin yanında mahcubiyeti daha da artardı. Yemekte biraz açıldı. O geniş kavrama kudreti ve keskin zekâsıyla bazı sorularına verdiği cevaplar, babamı bir an şaşırtmıştı. Babam:

- Seni çok sevdim oğlum. Kuzguncuk’taki evimize de beklerim, dedi.  Bana da:

- Seni de tebrik ederim. Böyle değerli ve iyi bir gençle arkadaşlık kurmuşsun. Okul sıralarında başlayan arkadaşlıklar kolay kolay sarsılmaz, dedi.

- İsmail Fazıl Paşa; gördüğü bu cevherde tanıdığı ve yaşadığı güzellikleri erken fark edenlerden olmuş, daha sonra Mustafa Kemal'in kurtuluş için çare aradığı günlerde “Mustafa Kemal Paşa, beni çağırdığı anda gelmez ve  emrine girmezsen namerdim” demiş ve 29 Temmuz 1919'da Ankara'ya gelmiş, ilk Milli Hükümetin Bayındırlık Bakanı olmuş ve makamında ölmüştür.

OSMAN NİZAMİ PAŞA VE ERKEN FARK EDİLİŞ, BİR TESADÜF 

Ali Fuat ( Cebesoy)  anlatır:

Kuzguncuk’a yeni yaptırdığımız binaya taşınmıştık. Birkaç hafta sonra babam: 

 “Mustafa Kemal Efendi'yi göreceğim, beklediğimi kendisine söyle ve al getir” dedi.  1902 yılı haziran ayı (21 yaş),  bir perşembe günü Mustafa Kemal ile beraber Kuzguncuk'a geldik. Mustafa Kemal akşam yemeğini bizde yiyecek, yemekten sonra İstanbul'a dönecekti. Akşam Fethi Okyar’la randevusu vardı. Eve gelince babamı evde bulduk. Elini öpen arkadaşımın;  O da yüzünden, gözünden öptü.

 “ Oğlum burası senin evin sayılır, niçin sık gelmiyor da davet bekliyorsun?” diye sitemde bulundu. Yemekten sonra ayrılması gerektiğini söyleyince: “Kesinlikle olmaz, yarın Fuat’la beraber dönersiniz.  Hem sizi çok değerli bir tuğgeneral ile tanıştıracağım. Kendisine senden birkaç defa söz etmiştim. İlgi gösterdi ve “Bu çocuğu ben de görmek isterim” dedi. “Yarın bize öğle yemeğine gelecek” 

Babam, daha sonra, arkadaşı Osman Nizami Paşa hakkında bilgi verdi. Paşa, ağırbaşlı, iyi öğrenim görmüş bir kurmay subaydı, kumandanlıktan çok kendisini bilime vermiş bir askerdi.  Almanca ve Fransızcayı ana dili gibi bilirdi, edebiyatlarını da iyice kavramıştı. İngilizceyi de yanlışsız konuşurdu. 

“Biraz olumsuz yaradılışlıdır!”  Babamın bununla neyi kastettiğini anlamadım. Yalnız kendisiyle serbestçe konuşmamızı önerdi. 

 Osman Nizami Paşa, Meşrutiyet yıllarında Berlin'de büyükelçilik, Balkan Savaşı'nda Bayındırlık Bakanlığı yapmıştır.  Ertesi gün öğleden önce Osman Nizami Paşa ile tanıştık. Daha doğrusu Mustafa Kemal tanıştı. Babamın bu eski arkadaşını ben birkaç defa görmüştüm. Konuşma “ülke geleceği”  üzerine devam ediyordu. Mustafa Kemal, Paşa’nın gelecek hakkındaki sözlerine hayretle ve irkilerek dinliyordu.  

-Paşa “İstibdat yönetimi bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı anlamda bir idare, ülkeyi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum…”dedi…

- “ Paşa Hazretleri, Batılı anlamdaki yönetimler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap olduğunda bugün iş başında olanlar, yerlerini korumaya kalkarlarsa, o zaman buyurduğunuzu kabul etmek gerekir.  Kuşaklar içerisinden her konuda güvenilir insanlar çıkacaktır.”

 Osman Nizami Paşa buna yanıt vermez. Sorular sorar, cevaplarını ilgi ve dikkatle dinler. Aynı gün akşam Harp Okulu’na dönmek zorunda olduğumuz için, General’in iznini almak üzere yanına gittiğimiz zaman şu sözleri söylemişti: “Mustafa Kemal Efendi oğlum, görüyorum ki İsmail Fazıl Paşa seni takdir etme konusunda yanılmamış. Şimdi ben de aynı düşüncedeyim. Sen, bizler gibi yalnız erkânı harp subayı olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin, ülkenin geleceği üzerinde etkili olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende ülkenin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri eşsiz kabiliyet ve zekâ belirtilerini görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum. “ 

 Aslında utangaç olan arkadaşım, bu övgü karşısında başını önüne eğdi. “Paşa Hazretleri, bana gereğinden fazla övgü gösterdiniz” diyerek teşekkür edip, Paşa’nın uzattığı eli öptü.” 

 Öğrenimine Harp Akademisi’nde devam eden Mustafa Kemal, zekâsı ve yetenekleriyle herkesin saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerinin yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye de meraklıydı. Harbiye ve Harp Akademisi'nde memleket meseleleri ve millet davası ile ilgilenmesi sebebiyle aydın ve inkılapçı bir subay olarak tanınmaktaydı. 

“Düşüncelerimizi, sayıları binleri bulan Harp Okulu öğrencilerine aşılamak için gizli bir örgüt kurmuş, el yazısı iki nüsha dergisi çıkarmıştık. Önderimiz Mustafa Kemal'di. Gelebilecek en büyük sorumluluk onun omuzlarında idi. ULUSLARI UYANDIRACAK OLANLAR, ANCAK DÜŞÜNCE ADAMLARIDIR diyordu. Bu amaçla daima her bulduğunu okuyor, okuduklarını yorumluyor ve vardığı sonuçları aktarıyordu. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit, felsefe,  tarih… Charles Darwin’den evrim kuramlarını. İçeriğine tepki duyduğu Fener Rum Patrikhanesi yayınlarını kaçırmıyordu. Arkadaşlarına, “ Bir kurmay subay mutlaka yabancı dil bilmelidir” diyordu. Tatillerde Selanik'e gittiğinde, bir Fransız okulunun yaz kurslarına katıldı. Harp Okulu öğrencilerine yasak olmasına rağmen Beyoğlu'nda sahibi Fransız olan bir pansiyon kiraladı. Orada hem yabancı dilini hem de yayınları takip ediyordu. Kendi arkadaşları içerisinde dış dünya ile ilgisini imkânlarını zorlayarak, gelebilecek tehlikeleri göze alarak, gizli yollardan dış dünya ile ilişki kurma cesareti gösteren tek kurmay adayıdır. 

Harp Okulunu 21 yaşında 10 Şubat 1902'de Piyade Teğmen olarak bitiren Mustafa Kemal, kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafını hemen annesine gönderdi ve Harp Akademisi’ne hak kazandı. 


KAYNAK : Op. Dr. Gürbüz TURGAY’ın “Neden Atatürk Hepimizin 1” isimli kitabından   


Yazının Devamı

NEDEN ATATÜRK HEPİMİZİN 1 TARİHLE SOHBET-KURTULUŞ

SENİ ANLASAYDIK BU HALE GELMEZDİK 

İbrahim Candan


 Hep beraber Cumhuriyet’e ve Atatürk'e sarılalım, bir olalım.

 Onun yolundan gitmedikçe güzel günler gelmeyecektir. 


Vefakâr Anneme, fedakâr Babama 

Ve bütün gazi ve şehitlerimize ... 


Kurtuluşun acı günlerini yaşayan Yakup Kadri, o günlerdeki duygularını Ankara isimli eserinde en güzel şekilde aktarır: 

BEKLENEN ADAM 

Bizim gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti. Gözlerimizi bozgun havasını açtık.  Evlerde annelerimiz, babalarımız bize Moskof Seferi'nden, Balkan ayaklanmalarından, Arap isyanlarından, bu nedenle yabancı müdahalelerden tutuk bir dille bahseder dururlardı.  Kaybolmuş ülkelere, gidip dönmeyenlere, gözleri yaşlı nişanlılara dair yanık türküleri bizim ninnilerimizdi. Sonsuz bir trajedi olan Yemen kâbusu, evlerimizde hemen her günün alışılmış konuları idi. 

Erkek evlat sahiplerinin ve yetişkin delikanlıların kafasında askerden kurtulmak için mektep ve yüksek tahsil konu edilirdi… Büyüklerimiz bizim düşmanlarımızdan daima korku ve saygı ile bahsederlerdi.  Yabancı harp gemileri veya hükümdarları ülkemize ayak bastığında halkın coştuğu, heyecanlandığı durumlar olay olurdu. Çünkü kendisine ve kendi devletine güveni kalmayan halk, onları kendi geleceklerini kurtaracak gücün sembolü olarak görürlerdi…

On bir yaşında çocuktum.  Manisa Sultan Camisi önünde beş on kişilik panama şapkalı, kırmızı yüzlü yabancı bir grubun etrafına toplanan çocukları bastonları ile merhametsizce döverek kovalıyorlardı. O günlere göre tuhaf kıyafetli insanları görmek istiyorlardı. Ne hakla vuruyorlar isyanı ile gidip karakola haber vereyim dediğimde aldığım cevap “Karakol ecnebilere bir şey yapamaz oğul” oldu. Bu söz üzerine, sanki birden yaşıma on yıl daha katılmıştı. Üstüme gamlı bir ciddiyet çökmüştü ve milli gururum o andan beri kanamaya başlamıştı. O andan bu yana tam yirmi beş yıl, bu yaranın kanı, ölüm işkencesine mahkûm Çinlilerin tıraşlı tepesine akıtılan damlalar gibi tıp tıp yüreğimin üstüne damladı, damladı, damladı. 

Yirmi beş yıl… Bu bir gençliktir. Yirmi beş yıl… Bütün milli ve sosyal kıymetleri alt üst olmuş, bütün kaleleri zapt edilmiş, viran ve perişan bir ülkede, bir asırdan beri durmadan kovalanan, durmadan tekmelenen, içeriden dışarıdan sövüle sayıla itile takıla ve o yara, o milli gurur yarası bağrımızın içinde damla damla kanayarak yirmi beş yıl sürünmek, sürünmek…  Bir ömür…

 İşte bizim nesil dediğim bu kürek mahkûmları kafilesinin ortasından, ara sıra başımızı kaldırıp ufka bakardık: 

NEREDE SABAH  YILDIZI?

İçimizden bir ses daima “o hiç doğmayacak”  derdi. Konuştuğumuz tecrübeli adamlar da bunu söylerdi. Mektepler bir zekâ mezarı idi.  Bir gün sınıfta, dizimin üstünde Cezmi’yi  okurken yakalanınca demir pençe gibi bir el beni ensemden yakalayıp sokağa atmıştı. 

On altı yaşlarında olan bu olay üzerine kitap okuma hürriyetinin olduğunu duyduğum ülkelerden birine gittim. 

O yaşta, hürriyet sevdası uğruna yollara düşerdim. Orada her yaştan benim gibi insanlar vardı. Ayaklarında delik deşik ayakkabıları ile ne yaptıklarını bilmez, Fransızların Jön Türk dedikleri insanlar,  kapı kapı dolaşarak “hürriyet” dilenirlerdi. Lakin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır. Kendi toprağında bitecek buğday ekmeğini, kendi nimetlerini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu biçecek? 

O milli kahraman nerede idi? 

Bazen ümitlendikleri olur. Hareket Ordusu ile giren Mahmut Şevket Paşa, ümit veren şiirleri ile Ziya Gökalp, Aşiyan’da oturan Tevfik Fikret…

Trablusgarp'ın işgali, Balkan Harbi…

“Artık oturduğumuz bina, her taraftan çatırdamaya başlamıştı. Bütün memleketi, Vardar kıyılarından Boğaziçi yalılarına, Boğaziçi yalılarından en yüksek Anadolu yaylalarına kadar, baştan başa, korkunç bir panik havası kaplıyordu. Payitaht birkaç hafta içinde bir mahşer yerine dönmüştü. İstanbul sokakları yaralı, koleralı ve kaçak askerlerle dolar. Avrupa sevinç içinde idi. Yüz elli yıldır batının medeni insanlarının hayalleri olan şey gerçekleşiyordu. “ 

 Ümitsizliğini şöyle tarif eder:

“ Yeryüzünde her milletin hakları, hakikatleri, yurdu ve Tanrısı vardı. Yalnız Türk milleti haksız, hakikatsiz, yurtsuz ve Tanrısızdı. Gökten inecek Mesih'i bekliyorduk. Ve iki asır hasretiyle yandığımız milli kahraman hala bir türlü görünmüyordu. 

Türk ocağında, milliyet, Türk Milletini kurtaracak destani kahramanla, Türk kültürünü kuracak destan şairi olarak gördüğümüz Ahmet Vefik Paşa, Sarıkamış'ta ordusunu karlar içine gömerek İstanbul'a kaçan Enver Paşa'ya milli kahraman unvanı verince İttihat Terakki’ ye ve ona olan güvenimizi de yitirivermiştik. Bazı kişilerin aileleriyle birlikte Anadolu'ya kaçtıkları, hükümetin kıymetli hazine eşyalarını Konya'ya kaçırdığı, padişahın bile oraları kaçacağı, Adalar’la Kadıköy kıyılarına siperler kazıldı sözleri dolaşmaktadır.  Yetkililer “her şey muhtemeldir” derken, kaçıp gitmek isteyenlere “kalınız” diyen yoktur. Buna rağmen, yüreklerdeki bu acayip, bu delice emniyet nereden geliyor? Halk sanki, devletin bilmediği bir sırra ermiş gibidir. Halk emin ve içi rahattır! Halk bin bir tehlike ile dolu Marmara'nın ufuklarına bir yeni sabahın doğmasını bekler gibi bakıyor.

Neydi? Ona gaipten bir şey mi malum olmuştu?

Evet, halk; bizim bilmediğimiz bir sırra ermişti; evet, ona gaipten bir şey malum olmuştu. Çanakkale Savaşı halkın ağzında adeta bir İlyada Destanı olmayı başlamıştı. Genç bir kahraman, bir avuç süngülü askerle yerden, gökten, denizden kopan sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında durmadan ileriye atılıyor… Bu insan, ateşte yanmıyor, vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu. 

Kimdi bu acayip adam ? Nereden peydah olmuştu ?  Adını hiçbir gazete, hiçbir resmi tebliğde görmedik, okumadık. Fakat halk adını biliyordu! 

Kimi bir paşa kimi bir miralay olduğunu söylüyordu. Zaten rütbesinin ne önemi vardı? Böyle adama rütbe ne ilave edilebilirdi ? 


Yazının Devamı

NEDEN ATATÜRK HEPİMİZİN 1 Tarihle Sohbet – KURTULUŞ

Kalbim çok şey öğrendi ve yaşadı. Bu sayede bilgeliği, deliliği, akıllılığı öğrendim. Fakat anladım ki, bu da zor bir iş; çünkü bilgeliğin olduğu yerde fazla üzüntü var. Çok öğrenmek isteyen kişinin çok acı çekmesi gerek.  Hz. Süleyman 

Her güç şey zevklidir. 

Mustafa Kemal Atatürk 

Türk Ressamlar Cemiyeti resim sergisinde bir tablosunu izlediği İbrahim Çallı'ya sordu:

 "Bu Zeybek ne üzerinde oturuyor? “ Çallı cevap verdi:

 “Taş üzerinde ama taşın üzerinde atının çulu var. "Atatürk, şöyle devam etti:

"Değil bu zeybekler, bizzat biz bile başımızı çıplak taşa koyduk. Böyle bir çul bile bulamadık." 

Tesadüfen isimlerinde de de benzeri görülmemiş bir mucize vardır; Kurtuluşta kalpaklı "Mustafa Kemal” Kuruluşta melon şapkalı "Atatürk" vardır. Tam ismi Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tür! 

Okudukça bir sonraki kitabı okuma isteği ile 20 yılda onunla ilgili yaklaşık 800 kitap okudum. Her kitapta yeni bir şeyler gördüm, yeni bir kitabı heyecanla okudum. Hayatında pek çok tesadüflerin olduğunu ve bu tesadüflerin ülkeyi kurtarmak için bir araya geldiğini gördüm. Sanki ona biri yol göstermiş ve milletinin geleceğine yön veren tesadüfler... 

Milletini dili ile dini ile yazdığı kitapla bilimle tanıştırsın! Millet de hemen kabul etsin… MUCİZE ADAM! MİLLETİNE HEDİYE EDİLMİŞ İNSAN! Tesadüf diyebilir misiniz? 

Atilla İlhan: Ölümünden sonra düşünce ve değerlendirmeleri; maalesef kasıtlı olarak halkımızdan saklanmış, bir nevi yasaklanmış ve... Anlayışı ile hakikati ve hatırası yozlaştırılmış olan Atatürk'ü; yeniden ve gerçek özellikleri ile tanımamız gerektiği ortadadır. BU MİLLİ VE ÖNEMLİ İHTİYAÇTIR.

Atatürk'ün özel fotoğrafçısı olan Hasan Efendi'nin evi yanmış ve Atatürk'ün çekilen fotoğrafları evle birlikte kül olmuştur. Yine tesadüfen, 5 Eylül 1973 tarihinde İstanbul Film Arşivi’nin deposunda çıkan yangın sonunda Atatürk'ün tek olan fotoğrafları yanmıştır.

Prof. Dr. Ahmet Akgül Hoca’mızın "Bizim Atatürk" isimli kitabının önsözünde geçen yayınevine ait şu cümleyi kıymetli buldum: Okunması ve tanınmasına VATANİ VE VİCDANİYİ GÖREV SAYDIK! 

1938'den itibaren Atatürk yasağı getirilir. İlk anısına izin verilir, karga kovalaması ve sen Mustafa ben Mustafa… O’NU YOK ETME DÖNEMİ BAŞLAR. Devlet matbaalarında Hasan Ali Yücel'in “medeniyet Yunan'dan yayılmıştır” tezleri doğrultusunda tercüme ettiği Yunan klasikleri olan 100 temel eser basılıp okullara dağıtılır,  çocuklara ezberleterek okutulurken Nutuk 1950'ye kadar basılmaz.  Paralardan, altınlardan, okullardan, resmi dairelerden resimleri kaldırılan bir dönem. Kinle… 

 Yapılan yanlışlar ondan sonra, hem de O’nun adı kullanılarak; 100 yıl “O yapmış gibi”  anlatılır.

 1950'den sonra anıları olanlar yazmaya başlarlar. Kalabilen, yaşayabilenler, vicdan azabı çekerek, enteresandır yazdıkça hatırlarlar. O kadar az sayıdadır ki O’nu anladıkça yeni yeni kitaplar basılır. Esaslı araştırma kitapları 2000 yılından sonra yazılmaya başlar. Yazanlar çoğunlukla tarihçi değildir.  Tıp Profesörü Utkan Kocatürk,  Tıp Profesörü Oktay Kadayıfçı “Atatürk Gibi Beyefendi ve Şık Olmak” Mimar Metin Aydoğan "Ülkeye Adanmış Bir Yaşam”, "Atatürk ve Türk Devrimi”, Mühendis Yüksel Mert gibi çoğunluğu Atatürk'ün anlaşılmamasının üzüntüleri ile çok kıymetli eserlerini yazmışlardır. Eserleri ile özür dileyenler olur: "Ben Yüksel Mertoğlu Atatürk'ten Özür Diliyorum”, "Atatürk'ten Özür Diliyorum” Gürbüz Evren, Profesör Haydar Baş "Hoş Geldin Atatürk," ölümünü inceleyen Hüseyin Hakkı Nalçacı "Anıtkabir'in Gözyaşı”, Dr. Eren Ayçiçek'in "Mustafa Kemal Olmak “, Matematik Profesörü Dr. Ali Dönmez ’in "Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nda Çektiği Zorluklar,  Dağ Başını Duman Almış”; "Atatürk Olmasaydı”, "Beklenen Adam”, "Atatürk Bugün Olsaydı”, "Bir Solukta Atatürk” eşsiz abide kitapları ile Cemal Kutay, "Fikirlerimizin Rehberi-Bir Ömre Bedel” eseri ile Erol Mütercimler,  "Güneşi Özledik”  Ruşen Eşref Ünaydın, "Affet Bizi Atam” Mehmet Tanrıverdi, "Beni Çok Ararsınız”  ve "Mustafa Kemal'den Geriye Kalanlar” Ziya Elitez ve  adlarını yazamadığım hepsine şükranlarımı iletmek istediğim onlarcası… Hepsi bir gün O’nu anlayamamanın üzüntüsü ile anlaşılması için yazılmış eserlerdir.

 "Akşam sekizde oturduk sabahın altısına kadar. Bana bir saat gibi geldi. Yani bir altı saat daha devam etseydi hiç yorgunluk hissetmeyecektim.”  Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak 

Bir deryayı, bir dehayı, bir filozofu anlatmak da zor, anlamak da zor…

“…Bunu, bugün sizlere, onu görmeyenlere, onu yaşamayanlara, fakat ruhlarında onun hararetini duyanlara ve için için onun hasretini çekenlere, ben nasıl canlandırabilirim? Bir kâinatı size ben nasıl anlatabilirim? Ben kendim bu sonsuzluk âleminin enginlerine ve derinliklerine ne kadar nüfus edebildim ki, bunu sizlere, bir fotoğraf objektifi gibi aksettirebileyim. 

Ya yanlış anladıklarım… Gerçek büyüklerin çok kere nasipleri yanlış anlaşılmak değil midir? Sokrates ve Muhammed, tarihin başka nadir simaları yanlış anlaşılmadılar mı? diyen Bir Kainatı Nasıl Anlatabilirim başlıklı yazısında Hasan Cemil Çambel “O’nun masasını Atina gençliğini etrafına toplayan Eflatun'un yarım yuvarlak mermer masasına, etrafına hekimleri toplayan Şarlman’ın uzun masasına, Sans-Souci Sarayı’nda Voltaire’le münakaşalar yapan Büyük Frederick’in yuvarlak masasına” benzetir. 

Eşi görülmemiş bir hayat cephe, savaş ve barış günleri…

 Aldığı her karar, yaptığı her savaş onun lehinde, tesadüfen onun istediği şekilde sonuçlansın. Bu kadar tesadüf düşündürücüdür…

Mustafa, Mustafa Kemal yapılır. O andan itibaren görevlendirilmiş gibidir. Kurtuluş ve kuruluşa hazırlanır. Harp Okulu’nda konuşma sanatını öğrenir, şiirden uzaklaşır, tarih sevgisi kazanır. 

19 Mayıs'a kadar yaşantısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olma yolunda staj gibidir. Bu yolda karşılaştığı tehlikelerden bir el sanki onu korur. Cephede korkmadan yürür. Kurşun saatini isabet eder, onlarca suikasttan tesadüfen ( ! ) kurtulur. Hayatı mucizelerle ve kalp gözü ile görme örnekleri ile dolar. Yolu açılır. Konuşup da yolunu çevirmediği, ikna etmediği kimse olmaz. Devrimleri yaparken de mucizeler devreye girer. Millet formatlanmış gibidir. Kıyafetleri ile yetmiş iki millet görünümlü halkı tek tip kıyafete dönüştürür. Hemen her şeyi halk da hemen kabullenir. 

Ve görev bitmiştir. Gerisine halkına bırakır. Ölüm bahanedir.

İngilizler 3.000 gencine sorar, en nefret ettiğiniz lider kimdir? Cevap Atatürk'tür. 100 YIL GEÇMİŞ, İngiliz genci unutmamıştır. Neden bizde düşman var anlaşılması güçtür. İngiliz henüz hayatta iken sömürgelerinde ayaklanma fişeği atan adamı "din düşmanı "ilan eder. Bu amaçla yerli, gönüllü grupları, fesli ajanlarını kullanırlar. Binbir yalanlarla kötülerler. 100 yıl, 1000 yıl dine kötülük yapanlar İslamiyet’i hurafelerden temizlemeye çalışmış adamı din düşmanı ilan eder...

Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya