yandex
SOYAĞACI | Gürbüz Turgay | Köşe Yazıları | Niğde Anadolu Haber
  • DOLAR
    38,8135
    %-0,09
  • EURO
    44,1180
    %0,26
  • G. Altın
    4.172,95
    %0,74
  • Ç. Altın
    6.662,82
    %0,00
  • BIST
    9.494
    0
  • BITCOIN
    110,544.215
    0.62
  • ETHEREUM
    2,594.552
    0.81
  • DOLAR
    38,8135
    %-0,09
  • EURO
    44,1180
    %0,26
  • G. Altın
    4.172,95
    %0,74
  • Ç. Altın
    6.662,82
    %0,00
  • BIST
    9.494
    0
  • BITCOIN
    110,544.215
    0.62
  • ETHEREUM
    2,594.552
    0.81
Gürbüz Turgay

SOYAĞACI

: 11-03-2024

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin baba tarafı Kızıl lakabı ile bilinir. Kızıl, Oğuz (Kocacık) Yörüklerinden kaynaklanan kızıldır. Atatürk'teki sarışın ve yeşil- mavi gözlü oluş Türk boylarında, Oğuz boylarında çok görülen özelliktir.  Dedesi Hafız Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet Emin de sarışın mavi gözlüdür.  Konya Karaman yöresinde görülen özelliktir ve onlar da Kızıl Oğuz Yörüklerinden olduklarını söylerler. Rumeli'de Kızıl Oğuz Yörükleri, Kocacık Yörükleri olarak ifade edilir. Sarışın, mavi, yeşil göz Kuman Kıpçak Türklerinin de fiziki özelliğidir ve yoğun olarak Karadeniz Bölgesi'nde görülürler.  Kuman Türklerinden Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde de görülür ve onlardan bugün Atatürk'le aynı boydan olduklarını ifade edenler bulunmaktadır. Yıllar önce Selanik'e göçmüşlerdir. Ali Rıza Bey Selanik doğumludur. 

Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi'nin Makedonya'nın Debre, günümüz adı ile Yukarı Jupa Belediyesi'ne bağlı Kocacık Taşlı Mahalledeki evinin yerine Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA)  tarafından Atatürk Anı Evi yapılmıştır. O günlerde eğitim veren kişiler hafız olarak anılırdı. 

 Efendi kelimesi ise Osmanlı'da seyyid ve mevla kelimelerinin karşılığı olarak, tahsilli, saygıdeğer ve itibar sahibi kimseler için kullanılan kelimelerdir.  Bu kelime aileden kazanılmış değerdir ve bu nedenle yeni doğan çocuklar efendi olarak anılır, kızlar ise sultan… Ali Rıza Efendi'nin soyu ile ilgili araştırma yapan emekli İmam Mehmet Ali Öz her aşamasını isim ve belgelerle göstererek Ehl-i Beyt’e dayandırır.  Ve anne ile babasının bir seviyede akrabalıklarını gösterir.  Ali Rıza Efendi'nin babası Mevlevi Şeyhi Hacı Ahmet Efendi,  onun babası Mehmet Nurettin Efendi, onun babası Selanik Kocakasımpaşa Mahallesi İmamı Halveti Şeyhi Seyit Şeyh Ali Rıza Efendidir. Onun babası meşayıhtan Mevlevi Şeyhi Hacı Ahmet Efendidir. Onun babası da Selanik Mevlevihanesi postnişini Şeyh Hasan Efendi'dir.  Mehmet Ali Öz Hoca ayrıca hem Zübeyde Hanım'ın hem Atatürk'ün soyundan Mevlevi Kadiri ve Halveti şeyhlerinin varlığını da Osmanlı arşiv belgeleriyle ispatlamıştır.  Ayrıca Zübeyde Hanım'ın kardeşi Hasan Efendi'nin günümüzde yaşayan torunlarından ulaştığı bir kitapçığı, Abdülkadir Geylani Hazretleri ve Kadiri yolundan gelenler tarafından kullanılan “Evrad-ı Kadiriye” isimli bir dua kitabını da takdim etmiştir.  Yenikapı Mevlevihanesi’nin Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'ye kefil olduğu bir belgeye ulaşmıştır. Övücü bütün özellikleri sayan ifadelerle dolu bu belgede sonuç olarak ve önemlice “Ashab-ı malumat bilinen bir aileden geldiği” vurgulanır. 

Ali Rıza Efendi (1841-1886),1466 yılında Konya Karaman'dan önce Sarıgöl’e oradan da Langaza’ya yerleşen Sofuzade Feyzullah Efendi ve Ayşe Hanım’ın çocuğu olan Zübeyde Hanım’la evlenir. 

Vefatı ile cenazesi bugün Selanik'te Rotondo olarak bilinen Horatacı Süleyman Efendi (Sinan Paşa) Camisi'ne gömülür.  Sinan Paşa, XVI. yüzyılda yaşamış, III. Murat ve III. Mehmet dönemlerinde beş defa sadrazamlık yapmış,  Kahire’den Bursa'ya, Üsküp’e kadar Osmanlı topraklarının hemen her yerine vakıf, camii, medrese, han, hamam, kütüphane,  sebiller yaptırıp vakfetmiş kişidir. Onun vakıf eserine gömülmüş olması aileden gelen efendiliğindendir. 

Atatürk'ün günümüzde yaşayan akrabaları,  dedesinin kardeşi Kızıl Mehmet Emin Efendi’nin  torunlarından olan, Erbatur ve Söğütlügil aileleridir.  Hafız adları ile o günlerde eğitim veren kişi olduklarıdır. 

Sofuzade Feyzullah Efendi'nin babası İbrahim Ağa,  annesi Ematullah Hanım’dır. İbrahim Ağa'nın babası da Molla Hasan'dır.  Feyzullah Efendi'nin dedesi Nakibzade Seyyit Hacı Abdullah Hami’dir.  Nüfus kayıtlarında Zübeyde Hanım'ın dedelerinden Sofuzadelerden, Ahmet oğlu Sofuzade Mehmet Sadık Efendi ve çocukları Seyyid Hasan ve Seyyid Hüseyin olarak kayıtlıdır. 

 Bu konuda en önemli bilgi ve belgeler, emekli İmam Mehmet Ali Öz tarafından belgelenmiş ve ona kısmet olmuştur.  Onun kitaplarında Osmanlı kayıtları ile belgelediği bilgilere göre Nakipzadeler diye anılmaları, Osmanlı döneminde idam edilen 3 Şeyhülislamdan biri olan Rumeli Kazaskeri ve uzun yıllar Nakibüleşraflık makamına sahip olan Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi'den gelmektedir. Nakibüleşraflık makamı sadece peygamber soyundan gelenlere verilen makamdır. Bu nedenle Mevlana'nın hocası Şems-i Tebrizi soyundan geldiklerini belgelerle izah ve ispat etmektedir. Emekli bir imama nasip olması da düşündürücüdür.

 Feyzullah Efendi üç defa evlenmiştir.  Birinci eşinden Hüseyin ve Hatice,  ikinci eşinden Zehra ve Hasan,  üçüncü eşinden Ayşe doğmuştur. Zübeyde Hanım'ın evliliğine vesile olan Hüseyin dayısıdır. Kendisi hiç evlenmemiş, hayır işleriyle uğraşmıştır.

 Makbule Hanım'ın “Biz öksüz kaldığımızda imdadımıza yetişen derhal Selanik'e gelip annemi, Mustafa’yı beni ve Naciye ile dadımızı alarak çiftliğe götürdü”  dediği bu Hüseyin dayısıdır. Sofuzadelerden soyunun devam ettiği aileler Hasan dayısı tarafıdır. (Aldırma, Sümer soyadları ile ) (5) 

Sofuzade  Feyzullah Efendi'nin üçüncü eşi, yani Zübeyde Hanım'ın annesi Molla Emine Hanım idi. Bu nedenle kendisine de Molla Zübeyde denir. 

 Feyzullah Efendinin sülalesi Sofuzade ve Nakibzadeler olarak bilinir.  Sofuzadelerin kökü Akkoyunlu Beyi Cemaleddin İsfahani’ye kadar uzanır.  Sofuzadelerden Atatürk'ün 13. kuşaktan dedesi Hasan Can, Yavuz Sultan Selim'in musahibi idi. Mezarı Bursa Yeşil Türbe’de Osmanlı Devleti'nin kurucularından Mehmet Çelebi Han'la yan yanadır. Türk oğlu Türk’tür. 



İFRAT, TEFRİT ve ANT

Günümüzde kullanılmayan kelimelerdir. Cümlelerle, örneklerle izah edilebilir. Kısa ve öz tanımları “aşırıya kaçma” dır. Dini manada yorumları, örnekleri farklı, sosyal durumlara göre tanımları örnekleri farklıdır. Çağımıza göre geriye dönük aşırılık veya çağda örneği olmayan aşırılıkları anlatır. Eski terazilerde düşünün, bir kefesi ifrat diğeri tefrit. Günümüzde uygulamada bir kefesinde din varsa diğerinde ahlak olduğu gibi! Her ikisi de günümüz toplumuna uymayan, tuhaf karşılanan duruşlardır… Bu nedenle toplumsal çatışmalar ve karışıklıklara sebep olabilmektedir…

            Şehir içinde iş için çıktım. Trafik yoğun.2000’li yılların başında Türkiye’de ilk defa dile getirdiğim “Vitrindeki Türkçe fotoğraf sergili sunum" yapmış, o tarihten sonra hep vitrinlere ve tabelalara bakar olmuştum. Bu gün de öyle oldu, arabamla yavaş yavaş ilerlerken tabelaları, vitrinleri okumaya başladım. Londra’dasınız ve tabelalar, vitrin yazıları hep Türkçe! İnsan nasıl gurur duyar, İngilizler Türkleşmiş dersiniz. Bu caddede her şey, hepsi İngilizce, tek kelime Türkçe yok ve İstanbul’dayım. Tabelalarda ve vitrinlerdeki her yazı İngilizce. İçlerinde öyle kelimeler var ki içer girip mağazada çalışanlarına sorasım geliyor, eminim mağaza sahibi de manasını bilmiyor… Kaldırımlarda geçenler de giyinmemiş gibi, her tarafı fışkıran kıyafetler. Sinirlenerek dönerken düşünmeye başladım. Biraz dikkat edince başka tuhaflıklar da görmeye başladım. Milleti geri zekâlı, aşağılık görenlerle kendilerini İngiliz kolonisinde vatandaş sananların ülkesinde gibi bir şehir.

           Aslında dikkat edersek hayatımızın her aşamasında bu çarpıklıklarla dolu değil mi? 55 yıl önce Verem Savaş Dispanserinde personelim olan, Dr. Yakup Ekici’nin kardeşi Ahmet bey, birlikte arabaları ile Almanya yolculuğu yaparlar. Durdukları iki ülkede Ahmet Bey fotoğraf makinesine bakar. Almanya’ya gelirler. Orada aynı makineyi görür, şaşırır: Üç ülkede de fiyatlar kuruşuna kadar aynıdır. Hâlbuki aynı yıl bizde komşu iki eczanede asprinler farklı fiyattadır. Pazarda 30 lira olan domates markethouselerde 190 999 lira ! Bir mağazada  fiyat şaşırttı:39 999 lira olan televizyon Cartfour kartı olanlara 17 888 lira ! En güvenilir diye aldığım balı tanıyamadım. Peyniri katkısız, kırmızı boya katılmamış biber gören var mı? Kahverengi toz boyanın piyasada zor bulunduğunu ve fırıncıların aldığını duyunca şaşırmıştım. Temiz toplumlarda bu tür düşünce AKILLARDAN GEÇMEZ. Ahlakla din çatışması var gibi…

         Çocukluğumuzu hatırlarım. İnsanlar birbirlerine güvenir, ürün alırken hile var mı diye düşünmez, müdür veya genel müdür, belediye başkanı, imar müdürü dediler mi çok itibarlı, öğretmen en bilgili… Ortak özellikleri hep güven verirlerdi. Saygın kişilerdi. Çalmış, çırpmıştır, asla ve asla akıllardan geçmez, itibarlı kişilerdi… Kıyafetler de tek milletin özellikleri vardı. Kıyafetler de tek tipti. Baş müftü de başpapaz da resmi kıyafetli idi.  Valiler çocuklara makamlarını verir, karşısına otururdu. Adaleti anlatmaya gerek yok. Her meslekte mesleğine yakışmayan, kıyafetleri ile şaşırtan ve güven sarsan, itibarsız bir o kadar da bilgisiz diplomalılar doldu ki, o eskiden gördüğümüz çok saygın profesörlerin yerini fışkırırcasına feto kılıklı, arapça bilmeyen ilahiyat  profesörleri aldı….Yıllar önce idi, sonsuzu yan yatmış sekiz diye tarif eden kişinin okulu bitirip matematik öğretmeni olduğunu, bölme işlem bilmeyen mühendisin memleketimde amir olduğunu, fizik bölümünü bilek gücü ile 12 yılda bitirebildiğini bildiğim kişinin üniversitemizde hoca olduğunu ,dörtten ikiyi çıkarmayı bilmeyen kişinin memleketimde hakim olduğunu; benim kulağımı dayayarak koyduğum teşhisi dört MR,iki ultrason,kan tahlilleri ile iki gün sonra teşhis edebilen üniversite proflarını görmek varmış. Fetocu olduğu için iki hastanede başhekim olanını, profesör olup dekan başhekim olduklarını gördüm. Kadın doğum uzmanının reçeteye leçete, icap nöbetine hicap dediklerini görmek kısmet oldu.20 yıl önce bir meslek lisesini bitirmiş gencecik kuzunun aniden elektronik bilgisayar mühendisi olduğunu ,marangozun tarih öğretmeni olup memleketimde gururla gezdiğini, MEB da yakalanan sahte öğretmene Niğde’de Yılın Öğretmeni ödülü verildiğini, vergi iadesi zarfında toplama işlemi yaptığında 136 olan birler basamağı için 36 yazıp  elde var 1 mi yoksa 6 yazıp elde var 13 mü diyeceğim diyen ,ameliyat bilmeyen uzman cerrahları, tifo duymamış dahiliyecilerin memleketimin en itibarlı doktoru olduğunu…Bir şehrimizde 40 000 sahte diploma kağıdı bulunmuş şaşırmıştım. Belediye başkanları, genel müdürler, partiler… Şükürler olsun, hiç olmazsa onları görünce aklımızdan kötü şeyler geçmiyor. İmamlar mı diyorsunuz. Aaaa… Aşkolsun, onlar da çok vefalılar, her uygun durumda dualarından makamlarını veren, düzenli maaş aldırtan, vatanı kurtardığı söylenen kişiye dualarını eksik etmiyorlar. Namibya’da olduğu gibi altı makam arabalı, kırk yerden maaş alanlar, evlerinde kilolarca altın, valizlerle dolarlar, Londra’da, Atina’da daireler olanlar, dokunulmazlık ve nimetler fışkıranlar bizde yok şükürler olsun… Çok yoruluverdim. Neden, neden !

          Kısa ve öz ne olabilir derken aklıma ilk gelen kültürle yoğrulmuş toplum. Güven, doğruluk, vatandaşlık bilinci, çalışkanlık ve ülkeyi yükseltmek hedefli fertler ve ülke! Beynin çalışması ve öğrenmeyi benimsemesi bol tekrarlarla olur. Okullardan hatırlarız, ne kadar tekrar edersek, en iyi öğrenir, en iyi uygular, en iyi not alırız. O halde güvenli bir ülke için, meclis dahil topluma bir ANT mı tekrarlatsak! Uyulan bir ant… Çalışkan, doğru, hedefi olan toplum yetiştirmek için bir ant… Ruh sağlığımız için, kardeş olmak için, okuduğunu anlayan diplomalar için, tek olmak için…Hatta kıyafetlerimizde bile, 

İfrat ve tefrite kaçmadan!

Ya da eski elektrik anahtarı gibi kulağını çevirince her şey normale dönüverse!

Ne dersiniz? 

Yazının Devamı

KUT-ÜL AMARE ZAFERİNİN 109.YILI

Gök kubbenin Osmanlı’nın üzerine çöktüğü günler. Tam dokuz cephede bol şehit vererek çarpışır. Topraklarını terk eder. O sırada bir zafer kazanılır. 30 000 İngiliz esir alınır. Millete bir moral gelir. Başka cephelerden de zafer beklenir ama nafile. Keşke bir film yapılsa düşüncem TRT tarafından gerçekleştirilir ve yıllar geçer…

Koronalı günlerde, Kayaardı’ndaki bağ evimizde komşumuzla Faruk Bey’le (Bilgin) bir kahve içimi sohbet ederken, konu I. Dünya Savaşı’ndan açıldı. ”Babam, çok geç evlenmiş, 35 yaşında” dedi;

devam etti ve sonunda “neler çekti bu millet, gençler bilmeli “ diyerek sözü bitirdi. “Ayla” filmi gibi,

filmlere konu olabilecek bir tesadüftü ve ben duymuştum. Bir hediye güzelliğinde sevinçle. Bu

güzelliğin unutulmasına gönlüm razı olamazdı. Oturdum, hemen yazdım ve paylaşmak istedim. Meğer

Faruk Bey’ in babası Emin Bey, I. Dünya Savaşı’na katılmış, esir düşmüş. Savaş başlayacak gibi

hissedilince, babası genç Emin Bey’i İstanbul’a, medresede okuyarak “ askerlikten kurtulabilmesi “

için İstanbul’a gönderir. Oraya gittiğinde veterinerlik okulunun yatılı öğrenci aldığını duyar, oraya

kayıt yaptırır. Okulunun ikinci senesinde, savaş başlar “tamam, siz baytar (veteriner) oldunuz !

“diyerek cepheye, Kut-ül Amare’ ye gönderirler.


 Yola çıkmadan Beyoğlu’nda bir kahvehaneye yolu düşer. Cepheye gideceğini öğrenen yaşlıca adam “ gel senin bir falına bakayım “ der. Titreyerek terler içinde kalır ve ” Evladım, sen yedi deniz ötesine gideceksin, muhtelif badirelerden sonra nihayet seni tekrar döndürdüm ”der. Heyecan içinde oradan ayrılır ve yola koyulur. Dokuz cephede savaşan ordunun hali çok kötüdür. Bu süre içinde birliğin erzakları da bitmiştir. Öyle ki, veteriner olan Emin Bey’e albay da dahil olmak üzere komutanları “hasta raporu ver, şu atı keselim “ derler. Bu arada bir gün ,bir İngiliz uçağı düşer . Çıkardıkları subayı tedavi ederler. Kut-ül Amare savaşı 30 bin İngiliz, komutanları ile birlikte esir alınarak zaferle sonuçlanınca, esir subaylara esir muamelesi yapılmaz.

 Her subaya bir İngiliz subayı emanet edilir. Emin Bey’e de bir İngiliz subayı verirler. Zaman

içinde iyi bir arkadaşlıkları oluşur. Ancak İngiliz saldırıları sonunda tehlikeli hal alır, kendisinin esir

olacağını düşünen Emin Bey, kaçmasını sağlar ve yaşayıp yaşayamayacağından şüphesi olduğunu,

cebindeki o güne göre yüklü miktar parasını “Mümkün olursa bunu Niğde’deki aileme gönder” sözleri

ile rica ederek ona teslim eder. Ve düşündüğü gerçekleşir, Türk ordusu yenilmiş, Emin Bey de esir

düşmüştür. Beyoğlu’nda Fala bakan ihtiyar adamın dediği gibi, o günlerin ifadesi ile denizaşırı olan

Hindistan’da Bombay esir kampına gönderilir. Subaylar ve erler ayrı kamplardadır. Aklında kalan küçük bir ayrıntıyı da ilave eder: İngilizler esirlere subay maaşı öderler. Kampta İngiliz’in ezeli huyu olan,ayrılıkçı siyaseti burada da başlar. Her Cuma hutbesinde, imam efendi İngilizler’in isteği

doğrultusunda söylemlerde bulunur. Sonunda subaylarda tepkiler oluşur ve bir cuma namazı sonrası

imamın üzerine çullanırlar. İmam tesadüf eseri Emin Bey’in elleri arasında ölür. 

Bunun üzerine arkadaşları ,nasıl olsa kendisinin de öldürüleceğini, öyleyse İngiliz askerlerinden birinin üzerine atılmasını ve bir kurşunla ölümünün daha kolay olacağını tavsiye etseler de bu panik esnasında Emin Bey kendisini Bombay sokaklarında bulur. Üzerindeki kıyafet nedeniyle sığınacak bir yer ararken bir mescit görür, girer. Cuma, ikindi, yatsı namazları biter, Emin Bey hala oradadır. Durumu fark eden Hintli Müslümanlar görünmemesi için tahtırevan ile bir eve götürürler. Bir yıl geçer. Evlerde arama yapan İngiliz polisi Emin Bey’i bulur. Görünüşü ile Hintlilere benzemeyen Emin Bey’i tutuklarlar. Nereden kaçtığı sorusu üzerine başka yerdeki er kampını söyler. Bundan sonra er kampı hayatı başlar. Subay olduğunu bilen Türk askerleri, adetleri gereği saygılı davranırlar. ”Yemeğin iyi tarafını buna verdiklerini ,kendisi otururken herkesin ayağa kalktığını” fark eden İngiliz askerleri ,durumu üstlerine bildirirler. Hemen komutanın odasına getirirler. Odaya girince Emin Bey “şok” olur!

Karşısındaki komutan, o arkadaşı olan İngiliz subayıdır ! Komutan belli etmez, “ alın götürün !” der.

Aradan 10 -15 gün geçer. Komutan Emin Bey’i çağırır. Bu kadar zamanda neden kendisine yakın

davranmadığını mahcup vaziyette izah eder. İngiltere’ye gidecek gemi beklediğini ve o gemide

kömürcülük görevi ayarladığını söyler. Bu arada Niğde’ye göndermek üzere kendisine verdiği Osmanlı

parasını muhafaza ettiğini, imkan olup gönderemediğini anlatarak kendisine teslim eder. Ancak gemi

İskenderiye’ye gelince inmesini, elindeki Osmanlı parasının kendisini ele verebileceğini söyleyerek

yüklü miktar da İngiliz parası verir. Bu arada Kurtuluş Savaşı başlamıştır. 

Emin Bey savaşa katılmak için, kara ulaşımının zorluğu nedeniyle Niğde’ye uğramadan Ankara’ya gitmeye karar verir. O zaman için çok zor olan yorucu bir yolculukla Ankara’ya ulaşır. Subay olduğunu ispatlayamaz. İki şahit bulur ve Kurtuluş Savaşımıza veteriner asteğmen olarak katılır...

Kurtuluş Savaşımızın zaferle son bulduğu sevinçli günlerden sonra, terhis olarak evine döner.

Görenler sevinç değil şaşkınlık içindedir. Çünkü :

Öldü diye onun “ helvası “ dağıtılmıştır!

O günlerin yazılmayan, ”keşke yazsalardı “ diyerek üzüntümüzü dile getirdiğimiz fedakâr

kahramanlarımızın çok küçük bir anısını “geçmişten, sanki cımbızla bularak kurtarmanın sevinci ile

paylaştım. Bir gün film olması ümidiyle, O kahramanlarımızı sevgi ve şükranla anıyoruz.


Dr. Gürbüz Turgay

Yazının Devamı

DİN DEVLET YÖNETİMİNE ÖRNEK

“ Dinle politika yapmaya örnek olarak 93 Harbine girişi gösterilir” Bütün akıllı kimseler bu harbe karşı idi. Yenileceğimize şüphe yoktu. Yalnız şeriatçılar ve taassup adamları Rusya’ya meydan okumakta idiler. Bütün camilerde savaş namazı kılınmakta idi. Sonunda Bulgaristan bizimken Ruslar Yeşilköy’e geldiler! Berlin Kongre’sinde İngilizlerin ve dostların yardımı ile paçayı zor kurtardık. 

“ Sağlık Komisyonunda frengi aşısı meselesini konuşuyorduk. Konya Milletvekili Hoca Ömer Vehbi Efendi, ‘ Bulaşma ancak Allah’ın izniyle olabilir. Doktorların söyledikleri gibi temaslarıyla Allah’ın izni olmadıkça bulaşmaz’ dedi. Bunun üzerine, “Ben seni bir frengili ile temasa geçireyim de bakalım sen Allah’ın izni ile yakalanır mısın, yakalanmaz mısın?” 

Kuluçka makinesi haram 

Aşı haramdır. ( Frenk icadı ve o hayvandan yapılmış…) 

Kuran Türkçe olmaz 

Vali Mithat Paşa Selanik’te ıslahhane açar. Müslüman ile Hristiyan çocukları aynı sırada oturamaz diye ayaklanılır. Okul kapatılır, Mithat Paşa görevden alınır. 

Arkadaşlar, yüzyıllardır sürüp gelen zihniyetleri, adetleri ve gelenekleri kökünden çıkarıp atabilmek itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir. Güç bir meseledir. Örnek: Ben kendimden bahsettim. Benim rahmetli anam beni terbiye ederken bana derdi ki, “ Padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var” Herhalde büyük bir şey, manevi, gökten inmiş bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine malik olan insan ne olacaktı? Dehşet veren bir şey! 

Başka dinden olanlar, gönüllü yazılarak Osmanlı vatanı için devlete başvuruyorlar. “Kâfirlerin harp etmesi caiz değildir. Onlar, Müslümanlarla bir arada harp ederlerse Allah’ın gazabına uğrarız. Hristiyanlar Halife ordusuna hizmet edemezler. Onlara düşen şey haraç ve cizye vermektir. Hâlbuki anayasaya göre onlar da Osmanlıdır…” 

Horoz melek gördüğünde öter ve hemen Allah’tan dilek dileyiniz 

Eşek şeytan görmedikçe anırmaz ve anırırsa hemen Allah’ı anınız 

Yemeğe sinek düşerse, sineği yemeğe batırarak çıkarın; çünkü sineğin bir kanadında hastalık, diğer kanadında şifa vardır! 

Yetmiş dertten kurtulmanın yolu yemeğe tuz koymaktır!

Yemek sağ elle yenmelidir; çünkü şeytan sol elle yer! 

Meyveler mutlaka 1-3-5-7 gibi tek rakamla yenmelidir!

Esnemek şeytan işi, hapşırmak Allah işidir!

Kanuni Sultan Süleyman’ın rüşvetçiliğiyle meşhur sadrazamı Rüstem Paşa,

Mısır Valisi olabilmek için tüm devlet katını rüşvete boğan Mahmut Paşa, 

İran Serdarı Mustafa Paşa ordugâhında bütün alt görevleri satıyordu. 

Yahudi Banker Hirsch’ten rüşvet alan Nafia Nazırı Garabet Artin Davut Paşa,

Sadrazamlığı 50 bin altına satın alan Topal Recep Paşa, 

Huzuruna gelen davacıdan birkaç bin akçe alıp lehine karar veren; ancak davalı kendine daha fazla rüşvet verirse bu kez onun lehine hüküm veren Lazkiye Kadısı Mehmet,

Taraftarlardan rüşvet almadan dava görmeyen Yenişehir Naibi Bekir, 

Kimi makamları rüşvet karşılığı satan Şeyhülislam Mehmet Ataullah Efendi, 

Her yıl gemi inşa ettirmek için devlet kasasından ödenek alıp, görevde kaldığı 25 yıl boyunca bir tek gemi yaptırmayan ve 3 milyon sterlin değerindeki bir servete sahip olan Bahriye Nazırı Hasan Paşa 

Zimmetine geçirdiği 7 milyon 500 bin dolar ile ABD’de yatırım yapan Sultan 2. Abdülhamit’in akıl hocası Arap İzzet Paşa. 

“ Selim Sabit Efendi, Maarif-İ Umumiye tarafından 1857 yılında Paris’e gönderildiğinde 27 yaşında bir öğretmendir. Türk ailelerinin çocukları için açılan Mekteb-i Osmani’de ders veren Selim Sabit Efendi, Fransızca, matematik ve fen bilimleri alanında da eğitim alır. Paris’ten dönen Selim Sabit Efendi, Süleymaniye’de bir ilkokulda öğretmen olarak görevlendirilir. Sınıfta, kara tahta, sıra ve harita kullanır. Kara cüppeli softalar bu yeniliklere kızar. Yenilikçi Padişah tarafından ‘Yenilikleri hayranlıkla izliyorum, ancak taassubu da dikkate alarak yavaş yavaş yapsın’ sözü ile uyarılır. 2. Abdülhamid döneminin gazabına uğramış aydınlardan biridir. Yazmış olduğu Osmanlı Tarihi adlı kitabında padişahın tahttan indirilişinin karşılığı olan ‘ hal ‘ kelimesini kullandığı için öğretmenliğine son verilir… işsiz kaldığı için yokluk içinde çok sevdiği Sarıyer’deki evinde gözlerini dünyaya kapayan Selim Sabit Efendi” 

Aydınlanma tarihimizin ilk pedagoglarından Selim Sabit Efendi, erkek çocukların mutlaka kadın öğretmenler tarafından eğitilmesini savunur. Kadının eğitiminin erkeğe nazaran daha sabır ve şefkat dolu olduğunu ileri süren bu aydın insan, kadının çalışma hayatına katılmasının da öncülerindendir. 


Dr. Gürbüz TURGAY’ın “ Neden Atatürk Hepimizin 1 “ isimli kitabından alınmıştır. 



Yazının Devamı

İSİMLER YASAK

Nüfus teskerelerindeki “Hamid” adları benim küçüklüğümde Hâmid’e değişti. Nasıl ki Reşad veliahdın da adı olduğu için kardeşiminkinin sonradan Neşet’e çevrildiğini biliyorum. Semtimizden birisinin veliaht Reşad Efendi’ye mürekkep sattığı için uzaklara sürülmüş olduğunu fısıltılardan sezmiştim. 

Eski Türkiye’de “Cumhuriyet” sözü “şapka” sözü kadar kötü ve korkulu idi. Yobaz lügatindeki manası ile “ gâvurluk” mahiyetinde idi. 

                Cumhuriyete değin Anadolu köylüsü, Cuma namazını köyünde kılamıyordu. Çünkü Ehli Sünnet imamlarına göre Cuma namazı köylerde kılınmaz, çarşı ve pazarı olan kasabalarda kılınabilirdi. Kural bu olduğundan zavallı Anadolu köylüsü Cuma namazını kılabilmek için işini ve köyünü terk ederek kasabaya inmek zorunda kalıyordu. Bu zorunluluğa uymayanlar ise devlet tarafından cezalandırılıyordu. 

Doktor muayenesi haram

Diş taktıran cünüp, kasket giyen kâfir 

Çalgılı düğün günah

Davul zurna şeytan işi


El almak ve vermek hadiseleri tarikatlar ile ilgili bir adaptır. Şöyle ki: bir havalide tarikatın bir kolunu temsil eden bir şeyh veya efendi olur. Bu zata katılıp takip etmek ondan ve tarikatın feyizlerinden istifade etmek isteyenler olabilir. 

Bu kişiler şeyhin elini tutup hem tarikat alma hem de günahlarından tövbe istiğfar etme ve bir daha günah işlememeye niyet etme anlamında bir manevi bağ teşkil eder. Bu durumda şeyhin kuvvet ve dirayeti ne kadarsa, kendi müritlerine tasarruf eder. Mürit de “ Şeyhim beni nezaret ve takip ediyor” diye şeyhinden çekindiği için günah işlememeye azami dikkat eder. 

TÖVBE ALMAK 

Buna göre bir tövbenin makbul olabilmesi için günahı terk etmek, günah işlediğine pişman olmak, günahı bir daha işlememeye azmedip söz vermek, eğer işlenen günah kul haklarıyla ilgili ise bu durumda hak sahibi ile helalleşmek, Allah’tan af dilemek gerekir. Tövbe alma ritüelinden sonra boy abdesti alınır. Göz kapatılarak, ölümümüzü düşünme, hayal etme törenidir. 

RABITA 

Sonraki günden itibaren her gün en az beş bin kez “ Allah’ı kalpten düşünüp zikrederek ders yapılıyor” Akşam namazından sonra göz kapalı vaziyette şeyhin yüzü hatıra getirilerek “ rabıta” denen tören yapılır. Gelişme olursa şeyhin alnından senin alnına mavi bir nur akarmış. Genellikle yatsı namazından sonra da toplulukla birlikte yine göz kapalı “ hatme” yapılır. Halka şeklinde herkesin dizi birbirine değerek halka yapılır. Hatma’de tüm tarikat büyüklerinin isimleri sayılarak dua edilir. En son bir dua ve Fatiha okunarak sonlanır. 

DEVİR VE GÜNAH AFFI 

Ölünün ıskat ( Günahlarının affı ) için vasiyet ettiği mal veya geride bıraktığı malın üçte biri, üzerinde olan namaz ve oruç borçlarını ödemeye kâfi gelmiyorsa bu takdirde devir usulüne başvurulur. 

Hesaplamalarda her namaz borcuna 1 lira gibi bir bedel eklenebilir. Bu hesaplamayı bir örnek ile açıklarsak çok daha iyi anlaşılacaktır. 

Örneğin bir kişi 70 yaşında vefat etmiş olsun. Kişinin sorumlu olduğu ibadet borç yılı 12 yaş baz alınarak 70-12 işlemi uygulanır. Bu işlem sonucunda 58 yıllık bir borç ortaya çıkmaktadır. Günde 5 vakit namaz borcu ayda 150 namaz borcu ile çarpılmaktadır. Bir yılda 12 ay olduğu için 150x12 işlemi uygulanır. Bu işlem sonucunda 1800 adet namaz vefat eden kişinin bir yıldaki borcu olarak kabul edilir. 1800 rakamı daha önce hesaplanan 58 yıllık borç ile çarpılır. 1800x58 işlemi sonucunda ortaya bir yılda 104.400 namaz borcu çıkmaktadır.    

TELKİN 

Telkin, kabre konan ölüye sorgu meleklerine vereceği cevabı öğretmek veya anımsatmak için yani bir çeşit kopya verme demektir. Telkin, ölmek üzere olan kişiye kelime-i tevhidi; definden sonra ise kabri başında ölüye iman esaslarını hatırlatmaya denir. 

Fes kutsaldır, fesi çıkarıp atmak mukeddesata yapılan hakaret sayılır. Bu manayı bilen Mahmut Esat Bozkurt, ŞAPKA DEVRİMİNİ ŞU SÖZLERLE anlatır. “ Şapka giymek bu milletin hesabına bir Musul fethinden üstündür” 

Dr. Gürbüz TURGAY’ın “ Neden Atatürk Hepimizin 1 “ isimli kitabından alınmıştır. 


Yazının Devamı

KÖYDE NAMAZ

Cumhuriyete değin Anadolu köylüsü, cuma namazını köyünde kılamıyordu. Çünkü Ehl-i Sünnet imamlarına göre, cuma namazı köylerde kılınamaz, çarşı ve pazarı olan kasabalarda kılınabilirdi. Kural bu olduğundan zavallı Anadolu köylüsü cuma namazını kılabilmek için, işini ve köyünü terk ederek kasabaya inmek zorunda kalıyordu.

Doktor muayenesi haram

Diş taktıran cünüp, kasket giyen kâfir 

Çalgılı düğün günah 

Davul, zurna şeytan işi

Fes kutsaldır, fesi çıkarıp atmak, mukaddesata yapılan hakaret sayılır. Bu manayı bilen Mahmut Esat Bozkurt, ŞAPKA DEVRİMİNİ ŞU SÖZLERLE anlatır. "Şapka giymek, bu milletin hesabına bir Musul fethinden üstündür."

Sarıkla kılınan iki rekât namaz sarıksız kılınan yirmi beş namaza bedeldir.

Sarıkla kılınan bir cuma, sarıksız kılınan yedi cumaya bedeldir.

Sarıkla kılınan iki rekât namaz, sarıksız kılınan yetmiş rekâta bedeldir.

Sarıkla kılınan bir namaz, öteki namazlara on bin sevap farkla üstün gelir.

Allah'ın, Cuma günleri cami kapılarında görevlendirilmiş birtakım melekleri vardır ki bunlar beyaz sarıklı kişiler için Allah'tan af dilerler.

"Hocalar, halkı direnmeye teşvik ettiler. Arnavutluk'ta, Bosna'da. Bağdat'ta isyanlar başladı. Hatta İstanbul'da bile ayaklanmalar oldu. O kadar ileri gidildi ki, caddelerde görülen Sultan, halk tarafından taşlandı. Anlatılanlara göre, bir gün, İkinci Mahmut, İstanbul’u Galata'ya bağlayan köprüyü atla geçerken halk tarafından çok saygı gören ve Saçlı Şeyh diye bilinen bir derviş hemen atının dizginini yakalamış ve ona, "Gavur padişah! Alçaklığa karnın hâlâ doymadı mı? Bu günahının hesabını Allah senden soracak. Müslümanlığı yıkıyorsun. Peygamberin lanetini hepimizin üzerine çekiyorsun!” diye saldırdı. Sultan, "Bu deli galiba" dedi. Ama derviş öfke içinde ona şöyle cevap verdi: "Deli ha! Hayır, ben deli falan değilim. Deli olan, senin gibi gâvur padişah ile alçak yardımcılarındır. Allah benim dilimle sana sesleniyor. Ona uymaktan ve gerçeği söylemekten başka bir şey yapmıyorum. O, beni şehitlik mertebesine ermekle ödüllendirecek"

Dervişin dileği yerine geldi: "Götürüldü ve boynu vuruldu."

Buna rağmen, İkinci Mahmut çizdiği yolda cesaretle yürümekten çekinmedi. Kavuğu kaldırdı ve fesi getirdi... Hatta o zamanlarda "Fransız başlığı" diye başlamıştı.

Başlangıçta kötü görülen fes, bir süre sonra gerçek bir prestij aracı oldu. Moda ona yavaş yavaş benimsenen bir görünüş vermekteydi.

Üç kişiden fazla fotoğraf çektirmek yasak

Tablo, fotoğraf, resim haramdır 

Tatil yapmak haramdır

1908 Meşrutiyetine kadar İstanbul'da elektrik yasaktı.

Heykel yasaktı, onun yerine vilayet merkezlerine saat kuleleri yapıldı.

Ordunun tüfekleri daima boş, komutanlarının çoğu alaylı idi, yani okuma yazma bilmezlerdi. Büyük şehirlerde kışla önlerinde takunyalı subaylar görülürdü. Liselerde edebiyat okunmazdı. Avrupa gazeteleri yasaktı. Şairler hakkında yazı yazmak yasaktı. İstanbul sokakları eli bıçaklı semt kabadayıları ve haraççıları ile Anadolu ve Rumeli dağları eşkıya ve çetelerle dolu idi.

Rüşvet yağın gelir kaynağıdır. Kıbrıs İngilizlerin eline geçtiğinde, polisleri toplamışlar, "maaşlarınızı artırdık, bundan sonra rüşvet almayacaksınız” demişler. Dairelerde parasız iş yaptırmak imkânsızdır. 

Abdülhamid döneminde otomobil, elektrik ve telefon da yasaktı. Tek denizaltımız, padişahın vehmine dokunduğu için Haliç'te karaya çekilmişti. Donanma gemilerinin kamaralarında şemsiye ile oturulduğunu işitirdik.

Ramazanda su bulundurmak yasak

Atatürk döneminde aşar vergisi kaldırılınca:

Din vergisi olan aşarı kaldırdılar, tarlanın bereketi kaçtı, diye tutturdular.

Fotoğraf çektiren cehennemlik


Yazının Devamı
Copyright © 2023 Tüm Hakları Saklıdır Dada Medya
Web Tasarım - Sosyal Medya Yönetimi - Reklam Ajansı - Video Çekim - Grafik Tasarım - Niğde Ajans