Yıllar önce idi.Bir doktordan Niğde’de kanserin sık olduğunu duymam ile kanser etkenlerine ilgim arttı.Aynı yıllarda E 332 gibi E katkılı gıdalar ve kanserle ilgileri dile getirilmiş,kullandığımız ürünlerle eşleştirilmişti.O tür gıdalar Niğde’de evlere pek girmiyordu.O halde başka ürünler ve maddeler etkili olmalıydı.Hemen hepimizin evine giren,her sofrada bulunan,yöremize has ürünler olmalıydı.Beslenme ile ilgili ilk okuduğum kitap Çin Mucizesi idi ve en çok satan kitaplardan olmuştu.Daha sonra da okuduklarım sonucunda ürperten bilgilere ulaştım.Evet,istisnasız her eve giren,her sofrada bulunan,her gün hepimizin yediği çok hoşlandığımız gıdalar kanserojendi.Şokolmuştum.Ben de yiyor ,kesemiyordum.Tabii çok çok azalttım…Niğde’de de bölgesel kanser türleri tespit ettim.Mesela bir köyde sadece gırtlak kanseri…Bir profesörün sözleri ile içtikleri suya yorumlamıştım.Aynı yıllarda pekmez toprağının da yüksek oranda kanserojen asbest içerdiğini duymuş,araştırmıştım.Bir üniversitede bu konuda araştırma yapıldığını duymuş,getirtmiştim.Pekmez toprağı kanserojendi.İlgili kişilere konuyu araştırması için teklifte bulunmuştum.Pekmez toprağı kullanan ve kullanmayan köylerde kanser oranlarını hiç olmazsa bir on yıllık araştırmalarını,başka yollarla pekmez yapımı konusunda halkı bilgilendirmelerini söylemiştim.Mesela Tokat Zile pekmezi margarin gibidir,sertolur.Ekmeğe sürülerek yenir,muhafazasında sorun çıkarmaz.O bölgede yumurta akıyla pekmez yapıldığını duymuştum,ilgililere bu bilgileri aktardım,tavsiyelerde bulundum.
Pekmez,hemen her evde bulunan ,gençliğimizde bardak bardak içirilen gıda kaynağımızdı.Enerjiverir,zekaya etkilidir ,hastalara destek verir denilirdi.Teneke teneke içen evler olurdu…İçinde pekmez toprağı vardı !
Meyve sularının kaynatılmasıyla Ph’sı 3-4 iken ,pekmez toprağı katılarak taneciklerin ,tortuların dibe çökmesini sağlaması yanında şıranın bazik ortamdan asidik ortama dönüşmesini,Ph ‘sının 6-6,5 olmasını sağlar.Bilinen o hoş tadını ve kıvamını verir.Raf ömrünü uzatır.Bu demektir ki,artık bu çağda temini çok kolay,son derece ucuz PH METRE’leri kullanmaya başlamamız bilimsel yoldur ve kullanmamız ve alışmamız gerekir.
Halk dilinde ak toprak,beyaztoprak,höllük,ceren toprağı diye anılırken bir çok yörede pekmez toprağı diye anılır.Hatırlarım,”Pekmezi pekmez yapan pekmez toprağıdır” sözü yöremizde kullanılırdı.Pekmeze kıvamını veren,bozulmamasını sağlayan katkı maddesidir.Bilimsel yönü ile pekmezin Ph’sınıayarlar.Bu toprak % 50-90 oranında kireç,kalsiyum karbonat içerirken yöresel olarak değişmek üzere ağır metaller içermektedir.Bunlar özellikle şiddetli kanserojen olarak bilinen kurşun ve asbesttir.MTA Genel Müdürlüğünün bir yayınında yöremizde yaptıkları incelemede Niğde ( …. ) köyünden alınan toprakta asbest bulduklarını ifade etmişlerdir.
Her pekmez toprağı asbest içermemekte,pekmeze katıldığında kanserojen olmadığı söylenmektedir.Ancak asbestin sadece tozunu bir kere bile teneffüsü tehlikeli oranlarda kanserojendir.Eski inşaatların yıkımında maske takılması,uzak durulması bildirilir…
Yine de tedbirli olmak açısından başka yöntemler kullanılmalıdır.Yaygın olarak kullanılan yöntem yumurta akı,karbonat ve ekşi mayadır.
Gönül ister ki ,başta üniversitemiz ,Valilik,SağlıkMüdürlüğü,ÇevreSağlığı,Halk Eğitim birlikte araştırma yapar,bilgilendirir,eğitim verir…
Bütün bu yazıyı yazmama sebep olan şey,bulunduğum Ege yöresinin bir kasabasında reçel,salça yapışlarını anlatırlarken pekmezde kullandıkları katkı maddesi oldu.Heyecanlandım.Literatürdeyoktu,üstelikcinsi de fark etmiyormuş:
ODUN KÜLÜ !
Mustafa Kemal yeni birliğinde bir gün eğitime çıktıkları sırada bir grup yöre halkını savaş düzeninde kendilerini izlediklerini görür. Diğer komutanlar hemen ateş açılmasını isterler. Mustafa Kemal, kararlı bir şekilde “Kimse ateş açmasın. Ben onları iyi tanırım. Dürüst insanlardır. Biz onlara ateş etmedikçe, onlar da bize ateş etmezler” der ve atını sürer, yanlarına gider. Konuşur ve yerli halk çekilir. Diğer subaylar büyük bir zafer kabul ederler. Zaferi hemen saraya bildirmek isterler. Bunun zafer olmadığını, kendilerinin çekildiğini anlatır.
Mustafa Kemal boş durmaz, kitap okur. Notlar tutar, 22 Ağustos 1905. Ahmet Mithat Efendi’nin Cinayet Yahut Öreke Taşı romanını okur. Bu kitap, Türk edebiyatının ilk polisiye romanıdır. “ Kendimi İstanbul’da hissettim” der. 11 Kasım 1905. “ Benjamin Franklin’in biyografisine ait bir eseri okudum” der ve onun insanların uymak zorunda olduğu 13 erdemli davranışı not düşer. ( Ölçülü olmak, Sessizlik, Düzenlilik, Kararlılık, Tutumluluk, Çalışkanlık, Samimiyet, Adalet, Ilımlılık, Temizlik, Huzur, İffet, Alçakgönüllülük) Bu özellikler, hayatında da uygulayacağı davranış güzelliklerinden olacaktır.
Fırsat buldukça Suriye’nin her yerini gezmeye çalışır. Havran ve Kuneytıra’da çıkan ayaklanma ve anlaşmazlıkların bastırılmasındaki askeri kudreti, halk ve memleket sevgisi ile arkadaşlarına örnek olur.
Bir gün Şam sokaklarını gezerken tesadüfen oraya sürülmüş Dr. Mustafa Cantekin’le karşılaşır. Cantekin, Tıbbiye son sınıfta tutuklanmış, üç yıl ceza almış, Şam’da ticaret yapmaktadır. Konuşmalarının konusu imparatorluğun içine düştüğü durum ve alınması gereken tedbirlerdir. Doktor “ Darbe yapılmalı”, Müfit ise “ Savaşmamız gerek. Özgürlük için ölmeliyiz” der. Mustafa Kemal düzeltir:
“ Sorun ölmek değil, amacımızı gerçekleştirmektir” diye yanıt verir onlara.
VATAN VE HÜRRİYET CEMİYETİ
Bir gece “ Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni” kurarlar, 1906. “ Yalnız özgür insanlar vatana yararlı olabilirler. Yalnız o insanlar vatanı kurtarıp kollayabilirler. Bütün gelişmelerin temeli özgürlüktür.”
Cemiyetin birer şubesini Beyrut, Yafa ve Kudüs’te kurarlar. Beyrut’ta Müfit’le birlikte Ali Fuat’la buluşurlar. Ona 5. Ordu bölgesinde Cemiyetin gelişme imkânı yok, Makedonya’da hızlı bir gelişme olabilir, der. Vapurla Yafa’dan önce İskenderiye’ye, sonra da Selanik’e geçer. Annesine kavuşur. Dört ay geçici rapor alır. Rapor dikkat çeker. Çünkü onun görev yeri “ gidip gelmesi uzak bir yer” olarak seçilmişti… Selanik’te Ömer Naci ve diğer arkadaşları ile buluşur. Nisan 1906’da Cemiyetin Selanik şubesi kurulur.
Bir gece Müstahkem Mevki Komutanı Şükrü Paşa’nın evine gider. Ona Cemiyet başkanlığı teklif eder. Karşılığında Şükrü Paşa: “ Beni yakma!”der…( cesaret ve korkusuzluk, kararlılık!)
Bu sırada Saray’ın haberi olur. Hemen Şam’a geri döner. Hakkında açılan soruşturma 5. Ordu Komutanı Mareşal Hakkı Paşa’nın yardımı ile kapatılır. 20 Haziran 1907’de ( kolağası) kıdemli yüzbaşı olur. İki yılı dolmuştur. Yine Hakkı Paşa’nın koruması ile isteği doğrultusunda Manastır’daki 3. Ordu merkezine tayini çıkar.
Şam’dan geçici olarak Selanik’e gelir. Selanik’te eski arkadaşı topçu Hüsrev Sami Kızıldoğan, Ömer Naci, Bursalı Tahir ve Öğretmen Okulu Müdürü Hoca Mahir de onlara katılır. Mustafa Kemal onlara, Şam’da kurdukları Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin ilkelerini anlatır. Arkadaşları kendisini hayranlıkla dinlerler. Hüsrev Sami, “ Niye burada da böyle bir örgüt kurmuyoruz?” diye sorar. “ Rumeli’nin ve Makedonya’nın koşulları böyle bir örgütün burada kurulmasına elverişli değil mi ? “
Mustafa Kemal,
“ Elbette daha elverişli” diye yanıt verir. “ Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve kuruluşun esası özgürlüktür. Tarih, bugün bizlere bazı büyük görevler yüklüyor. Bu amaçla Şam’daki cemiyeti kurdum. İstibdatla savaşa başladık. Şimdi gizli çalışmak ve örgütü geliştirmek zorundayız. Sizden özveri bekliyorum. Bu kahredici istibdat rejimine ancak devrimle yanıt vermek gerekir. Köhneleşmiş olan bu yönetimi yıkmak, ulusu egemen kılmak ve vatanı kurtarmak için sizi göreve çağırıyorum”
Mustafa Kemal’in bu konuşması odada büyük bir coşku yaratır. Toplantıya katılanların her biri teker teker söz alarak,
“ Seninle aynı düşünceyi paylaşıyoruz” derler. “ Vatan ve Hürriyet’in Selanik Şubesini hemen burada, bu akşam kuracağız”
Hüsrev Sami, belinden tabancasını çıkararak masanın üzerine koyar,
“ Arkadaşlar” der, “ Mustafa Kemal’in söylediklerine uyacağımıza, vatan ve özgürlük için gerektiği zaman canımızı vereceğimize hemen yemin edelim “
Tabanca elden ele dolaşır. Her biri teker teker silahı öperek, “ Namusumuz üzerine söz veriyoruz, vatanı kurtarıncaya kadar savaşacağız” derler.
Mustafa Kemal,
“ Arkadaşlar” der, “ Vatanı kurtarmak için şimdi her zamankinden çok gayret ve özveri gerekiyor. Endülüs tarihinin son sayfalarını okuyunuz. Göreceksiniz koca bir devlet nasıl yıkılıp gitmiş. Biz Endülüs’e benzemeyeceğiz. Bütün arkadaşlarımızın bunun bilincine varıp canla başla çalışmaları gerekir. Tembellikten hiçbir şey çıkmaz. Hiç durmadan, yorulmadan bütün tehlikeleri göze alarak savaşacağız. Biz Arapları değil, vatanı kurtarmak için Trablus’a gidiyoruz. Vatanın sınırları nereye kadar uzanıyorsa orada savaşacağız”
“ Türkiye, Atatürk’ü Allah’a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk’e!
“ Daniel Dumoulin
SELANİK
Şam’da 1,5 yıl kaldıktan sonra Manastır’daki 3. Ordu’ya tayin oldu. Aynı zamanda Üsküp Selanik Demiryolu Müfettişliğine atandı. Hareket Ordusu Kurmay Başkanlığı bildirisini yazdı. 3. Ordu Kurmay Başkanı oldu. Yaş 28! 1910… Kara Vasıf, Kazım Özalp, Nuri Conker ve Şükrü Naili’yi alarak cepheye gitti. Bir aydır bastırılamayan Arnavutluk isyanını bastırdı.
Osmanlı ordusu ezici bir zaferle Edirne’ye ilerliyordu. İşte tam o sırada Enver Bey bir süvari birliğinin başına geçerek, bütün askerlerden önce 21 Temmuz 1913’te Edirne’ye girdi ve bir kurtarıcı gibi karşılandı. Oysa bu zafer hiç de onu başarısı değildi ama zaferin meyvelerini herkesten önce toplamasını bildi.
Enver Bey, artık ulusal kahraman sayılıyordu. Albay bile olmadan generalliğe yükseldi. Hanedandan Naciye Sultan’la evlendi. Harbiye nazırlığını da üstlenerek Genelkurmay Başkanlığına atandı.
KAYNAK : Op. Dr. Gürbüz TURGAY’ın “Neden Atatürk Hepimizin 1” isimli kitabından
EFSANE RUMMENİGGE ve adalet
Bayern Münih’in yönetim kurulu başkanı, efsane futbolcu Rummenigge, 2013’te, kulüpler birliği toplantısı için Katar’a gider.
Dönüşte, Münih havalimanına iner.
“Gümrüğe beyan edeceğiniz mal var mı?” diye sorarlar.
“Yok” der.
Bizim havalimanındaki polisler gibi sırıta sırıta hatıra fotoğrafı çektirelim diyeceklerine, “bavulu aç” derler.
Çünkü orası Almanya…
Vay efendim ben Rummenigge’yim, efsaneyim filan, istersen cumhurbaşkanı ol, hikaye…
“Bavulu aç!..”
İki tane Rolex saat çıkar bavuldan. 50’şer bin Euro’dan iki Rolex.
Kaçakçılıktan gözaltına alınır!
“İçişleri bakanını arayayım da, gelsin benim önüme yatsın” diyemez.
Demeye kalksa, biliyor ki tutuklanır.
Augsburg gümrük dairesinin başvurusuyla, Landshut mahkemesinde yargılanır.
“Adalet bakanını arayayım da, şu savcıya telefon etsin, baskı yapsın, beni kurtarsın” diyemez. Demeye kalksa, biliyor ki, bakanı da tutuklarlar!
Deliller incelenir.
140 gün hapis cezası verilir.
İstersen paraya çevir, istersen gir içeri yat denir.
“Parasını ödeyeyim” der.
Hay hay derler, “kaç para maaş alıyorsun, günlük gelirin kaç paraya denk geliyor?” diye sorarlar.
Günlük gelirini 1785 Euro olarak beyan eder. 1785 Euro’yu 140’la çarparlar, 249 bin 990 Euro’yu geçirirler Rummenigge’ye!
Saatler 100 bin Euro, ceza, 250 bin Euro.
(Gelirin ne kadar yüksekse, cezan da o kadar yüksek oluyor. Hırsız zenginse, fakir hırsıza nazaran daha ağır bedel ödüyor. Alman sistemi, yolsuzlukta bile sosyal adaleti sağlıyor. Kaçırılan malın değeriyle ilgilenmiyor, kaçıranın malının mülkünün değerine göre ceza kesiyor. Mesela, günlük geliri iki katı olsaydı, aynı miktarda kaçakçılık için, 250 değil 500 bin Euro geçireceklerdi Rummenigge’ye.)
Neyse, 250 bin Euro’yu öder.
“Artık gidebilir miyim” diye izin ister.
“Dur hele bakalım” derler, “sen bu saatleri kaç paraya satın aldın?” diye sorarlar. Faturayı göstermesini isterler.
Eee, fatura yok.
“Hediye edildi” der.
Hani, bizim bakana “nedir bu sana gelen kutular?” diye sormuşlar, bizim bakan da “hediye çikolata geldi, hediye Türk geleneğidir” demiş ya…
Rummenigge de öyle demiş yani…
“Hediye Arap geleneğidir, şeyh cebime sokuşturdu” demiş.
Gel gör ki, Almanya’da da bi gelenek var. 50 Euro’dan pahalı hediyeye yüzde 30 vergi ödemek zorundasın.
Dolasıyla, bi 30 bin Euro da burdan geçirirler Rummenigge’ye!
“Artık gidebilir miyim” diye izin ister.
“Dur hele bakalım” derler.
Almanya’da 90 günden fazla hapis cezası alırsan “sabıkalı” oluyorsun. Paraya çevirdim filan, nafile… İstersen Rıza Sarraf gibi altına çevir, gene olmuyor.
Sabıkanı “sıfırla” yamıyorsun.
Sicil kaydına sabıkası işlenir.
Saatler kendisine teslim edilir.
“Buyrun, artık güle güle takın, iyi günlerde kullanın" denir. Adalet bu mu dersiniz. Yoksa...
Yazının DevamıO YAŞTA, KENDİNE GÜVEN
“Ya kurmay olmasaydın?” sorusuna, “Kesin güvenim vardı” diye cevap verir.
Kendisi de kurmay olmak üzere Harp Akademisi’ne başlayan Ali Fuat ile aynı sırada oturur. Arkadaşlarını da seçer. “ Giyinişi, yürüyüşü, konuşması ve her davranış ile Mustafa Kemal'e benzemeye çalışan ve o öğrendi diye dansa başlayan Arif Adana ( Ayıcı) da aynı sırada oturmak istiyor, vallahi benden uysal arkadaş bulamazsınız” diye ısrar ediyordu.
“ Dur hele, sılaya gidip dönelim, kolay” cevabını veriyordu.
“Mustafa Kemal, Harp Akademisi’nden ayrılmayarak atandıkları görevleri başına gitmek üzere hazırlanan yeni subay arkadaşlarıyla ve bilhassa Rumeli'ye gideceklerle ilgileniyor, onlarla uzun uzun konuşuyor, öğütlerde bulunuyordu. “Bize en uygun iklim Makedonya’dır” diyordu!
Selanik'e gittiği zaman, bu genç subaylarla ilişki kuracak, hem kendilerinden yeni bilgiler alacak hem de öğütlerde bulunacaktı! Okulda kurulacak gizli örgüt, ilk meyvelerini Makedonya’da verecekti. Rumeli'ye gidenler, üç yıl sonrası için bizlere bir ortam hazırlamış olacaklardı.”
Artık bir görev verilmiş ve odaklanmıştır. Hedefi o günlerde netleşmiş, görev dağılımı yapar. Tesadüfen bu söyledikleri tek tek gerçekleşecektir! Tesadüf!
Harp Akademisi’nde öğretmeni olan Fevzi Bey, Çanakkale Savaşlarında Anafartalar Kolordusu kumandanı iken Liman Von Sanders Paşa tarafından verilen görevi kabul etmediği için kumandandan düşürülerek emekliye sevk edilir, yerine Mustafa Kemal atanır.
Yine bir tesadüf olur, Mustafa Kemal hocasının yapamadığı görevi hem kabul eder hem de başarır.
BİR TESADÜF, GERİLLA NEDİR?
“ İsyanı bu köyde çıktı varsayın”
“ İstanbul’daki yönetime karşı, yurdun Anadolu kesiminde ayaklanmalar başlamıştır” Bu probleme karşı şu soruları ekler:
“ Başkaldırmalar neden çıkmış olabilir? Ne kadar genişleyebilir? Hükümet güçleri bu ayaklanmaları nasıl bastırabilir? “
Mustafa Kemal ayağa kalkar; “ Neden Dudullu dediniz de başka bir yer göstermiyorsunuz?” Nuri Bey: “ Tatbikat sorunlarında mümkün olduğu kadar gerçek durumları bulmaya çalışmak gerekir. Bir isyan ya içerde ya dışarıda olabilir. “
“ Ne demek istediğimi anladınız mı ? “
Onun ne demek istediğini anlar gibi olmuştuk. Fakat bunu orada açıklaması mümkün değildi. Dersten sonra Mustafa Kemal, Nuri Bey'in arkasından gitti.
“ Efendim bu söylediğiniz gerilla gerçek olabilir, değil mi?”
“ Olabilir, fakat artık bu kadarı yeterli”
Bu tesadüf müdür? Çünkü 17 yıl sonra bu gerçekleşecek, vahşi emperyalizme, bir millete zulüm uygulayan işgale karşı halkı harekete geçirecek ve başında da Mustafa Kemal olacak! Sanki olacaklara bir bir hazırlanmaktadır. Atatürk, Demokrat Diktatör kitabının Bulgar yazarı Paraşkev Paruşev sözlerini şöyle bağlar: “Geleceğin önder askerinin düşüncelerini gerçekleştirebilmesi için, olgunlaşma yıllarının geçmesi, olayların gelişmesi gerekmektedir. Ama bugünden sonra Mustafa Kemal'in her düşüncesi, her adımı, geleceğin kararlı davranışına yöneliktir.”
UYKUSU
Sabahları nöbetçi subay onu zor uyandırmaktadır. Ona sorar: “ Sabahları neden geç uyanıyorsun?”
“ Uyuyamıyorum işte!” der. Ancak ısrarlı soru karşısında,
“ Arkadaşlar, ben sizler gibi yatar yatmaz uyuyamıyorum. Ben tan atana kadar gözümü kırpmıyorum”
Bu kaygıları, bu düşünceleri uykusuna şekil verir. Bir hikmettir. Yoksa yaptığı her şeyin bir ömre sığması mümkün olabilir miydi?
Fırsat buldukça dışarıda geziler yaparlardı. Bunlardan birini Büyükada’da geçirmeye karar verirler. Orada Ali Fuat'a Manastır Askeri Okulu’ndaki hayatını anlatır. Namık Kemal'den şiirler okur. Ali Fuat da kendi sevdiği şiirleri okumaktadır ona. Bir ara bakışlarını ateşe diken Mustafa Kemal: “ Fuat, eğer edebiyatla resimi, matematiğe bağlı olduğum gibi sevseydim, okulun duvarları arasına kapalı kalmaz, mehtaplı gecelerde okuldan kaçar, şiir yazmak için buralara gelirdim, sabahları da resim yapardım”
Harp Okulu’nda dışarıdan dergi, kitap, gazete getirip okumak yasaktır. Bu tür gizlice getirilen yayınlardan, kitaplardan okuldan atılma tehlikesi vardır. Ona rağmen o günlerde arkadaşları ile sık sık toplanıyor, ateşli konuşmalar yapıyordu.
Sanki tarihçi, sanki edebiyatçı ve şair gibi…
“…Tarih göstermektedir ki, devrimler önce düşünce olarak belirir, sonra hakça benimsenir. Düne kadar bizim bir ilimiz olanlara bakınız… Söz gelimi, Bulgaristan'ın bir İvan Vazo’vu var. Bu ulusal ozan, şiirleri ile ulusunu özgürlük ve bağımsızlığa çağırıyordu. Ulusuna, tarihine aşık olan şair, kısa sürede halkça benimsendi. Şiirleri ezberlendi. Beş yüz yıl kendi tarihinden koparak Türklere ırgatlık eden Bulgarlar, bugünkü durumlarına onun gösterdiği yoldan ulaştılar… Sırpların da Filip Viçniç adlı, halkında ulusal duyguları uyandıran, onların içine bağımsızlık tohumlarını saçan, kör bir ozanları var. Yunan ozanı Konstantin Pigas şiirleri ile Girit halkını kurtuluş savaşına çağırıyordu… Macar ozanı Petöfi, bütün zorluklara rağmen halkını özgürlüğe çağırmaktan caymadı… Şimdi Osmanlı İmparatorluğu’nun dayanaklarının neden daha hızlı bir biçimde sarsıldığını anlamaktayız. Ordumuzun başına yeteneksiz komutanlar atanmış. Abdülhamid'in ise, Avrupa politikasından haberi yok. Ayrıca maaş alamayan subaylar var. Orduda erler eğitilmiyor. Padişah ise sarayında yalnızca keyfini düşünüyor. Başında böyle bir hükümdarı olan devletin korunması güç…
KAYNAK : Op. Dr. Gürbüz TURGAY’ın “Neden Atatürk Hepimizin 1” isimli kitabından
(Eski Niğde Valisi Hüseyin Ögütçen'den bir anı)
“Bizim üniversitede okuduğumuz 1940’lı yıllarda okul tatil olduktan sonra 15 gün askeri kamp vardı. Bize bir piyade tüfeği ile asker elbisesi verirlerdi.
1944 yılının haziran ayında Ankara, Söğütözü’nde Karabiberler Çiftliğinde kampa çıktık. O zaman Ankara, Saraçoğlu Mahallesi’nde biterdi.
Kamp komutanımız bir albay, yardımcısı ise Kurmay Binbaşı Sıtkı Ulay idi.
Kampa son gün son saatlerde katılmıştım. Benim gibi geç gelenleri ayrı bir çadırda toplamışlardı. On kişilik çadırda konservatuardan ve diğer fakültelerden öğrenciler vardı.
Yataklar dikim evlerindeki atölyelerde asker elbiselerinden artan kumaş kırpıntılarından yapılmıştı. Boyları 1,5 metre kadardı. Yatak içlerinde boş iplik makaraları, teller bile vardı.
Benim yatağımın yanında başka bir fakülteden upuzun boylu, ince yapılı bir arkadaş vardı. Dizden itibaren bacakları yatağın dışında kalıyordu.
İlk defa kaldığı böyle bir çadırda ve yatakta sabaha kadar uyuyamadığını sanıyorum. Zaten sonraki gün bu uzun boylu arkadaşımızı bizim çadırdan aldılar, yanımızdaki bir başka çadıra verdiler.
Bizim çadırımızda bir gece kalan uzun boylu arkadaşımız, bizim manganın yanındaki diğer bir manganın başında idi.
Çünkü manganın erleri boy sırasına göre dizilirdi. Fakat bu uzun boylu arkadaşımızın bulunduğu mangada şımarık bazı çocuklar vardı.
Manganın kıta çavuşu uzun boylu, yağız, doğulu bir delikanlı idi.
Mangaya doğu şivesi ile saka dün (sağa dön), sula dün (sola dön) komutu veriyordu.
Bir gün bu manganın çavuşu, mangasından biraz uzakta başka bir manganın kıta çavuşu olan hemşerisinin yanına gitmişti.
Mangadaki öğrenciler çavuşu taklit ederek doğu şivesi ile “saka dün, sula dün” diye yüksek sesle komut vermeye başladılar.
Manga ’da, çavuşu taklit etmeyen, doğru komut veren sadece bir kişi vardı.
O da Manga’nın başındaki uzun boylu arkadaşımızdı.
Taklit edilmesine üzülen kıta çavuşu geri döndüğünde manganın başında bulunan uzun boylu arkadaşımıza: ”Teessüf ederim. Senin aile terbiyen noksan” dedi.
Manga’nın başındaki uzun boylu arkadaşımız çavuşu taklit etmediği halde tam askerce bir selam verdi ve sesinin çıktığı kadar bağırarak: ”Özür dilerim. Bir daha yapmayacağım komutanım“ dedi.
Herkes hayret ve şaşkınlıkla bu durumu seyrediyordu. Kendisine “aile terbiyen noksan” denilen uzun boylu arkadaşımız, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü idi.
Bu durum karşısında herkesin ayıpladığı şımarık ve terbiyesiz öğrenciler bir daha kıta çavuşunu taklit etmeye cesaret edemediler.
Kampla ilgili diğer bir anım da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü ile ilgilidir.
Kampın açılışından birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü at üstünde kampı ziyarete geldiler.
Erdal İnönü kampın en uzun boylu öğrencisiydi.
Mevhibe İnönü uzaktan oğlunu asker elbisesi ile görünce heyecanlanmış, İsmet İnönü‘ye dönerek, “ Bak, Erdal orada” demişti.
İsmet İnönü başını çevirmeden “Onların hepsi Erdal” cevabını vermişti.
Beni de meslek hayatımda en çok etkileyen sözlerden biri, İsmet İnönü’nün “Onların hepsi Erdal” sözü olmuştur.
Kaymakamlık ve Valilik yaptığım yerlerde özellikle Hakkâri’de, bütün çocukları kendime, kendi çocuklarımdan daha yakın hissettiğimi belirtmek istiyorum.
Kampı ziyaretin akşamı -ne de olsa ana kalbi- Mevhibe İnönü oğluna iki kuştüyü yastık göndermiş. Erdal İnönü’nün “Kamp asker ocağı sayılır, herkes aynı koşullar altında yaşamaya alışmalıdır, bu yastıkları geri götürün” dediği duyuldu...
Görüldüğü üzere başbakan, oğluna çürük raporu almamış, yeri için de torpil kullanmamıştır…
…Arabası bozulur. Soğuk kış günü mesai bitiminde arkadaşına
- “ Evime bırakabilir misin” diye sorar.
Yola çıkarlar, yolu tarif eder, “ Tamam, dur der”
Arkadaşı şaşırır " ama burası Çankaya Köşkü " der... O kişi Fahri Korutürk'ün oğludur.
MEB Hasan Ali Yücel döneminde yurt dışına burslu öğrenci sınavı yapılır. Hasan Ali Yücel’in oğlu da katılır ve kazanır. Aile terbiyesi müsaade etmediği için hakkından feragat eder. Yerine arkadaşını gönderir. Biriktirdiği harçlığını da ona verir. Yurt dışına giden kişi beyin cerrahisinde yön veren efsane isim Prof. Dr. Gazi Yaşargil'dir.
BİR DÖNEMİN EĞİTİMİNE GÖRE AİLE TERBİYESİ EKSİK OLANLAR BUNLARDI.
O döneme ait, bu tür aile terbiyesi benzeri çok sayıda anı bulmak mümkündür. Çünkü yaşam tarzı, kültürün alışılmış parçasıdır. Koçlar, Sabancılar bu terbiye ile büyümüşlerdir. Ne demeli bilemem ama
Ah eskiler. Ve eski Türkiye…
13 Mart 1899'da İstanbul’daki Harp Okulu’na ( Harbiye ) katılmıştır. Öğretimin ikinci ayında kendisini kabullendirir ve sınıf çavuşu seçilir. Oradaki tanışmalarını Ali Fuat Cebesoy anlatır.
İkimiz kapıdan birlikte çıktık. Yan yana yürüyorduk. Fakat kolundaki üçü kırmızı ve bir sarı şeridi fark edince duraladım. Askerlikte kıdem ve rütbe esastı.
- Siz öne geçin çavuşum, ben sizi takip edeyim.
Bu cevabımdan memnun oldu. O önde, beni arkada dâhiliyeden çıktık.
İşte, Türk tarihine şan ve şeref veren aziz rahmetli arkadaşım Mustafa Kemal'i böyle tanımıştım. Üzerinden altmış küsur yıl geçmiş olmasına rağmen o cuma akşamını hala ve bütün heyecanı ile hatırlarım. Mektebin esas koridorunu geçerken koluma girdi:
- Önce yatakhaneye çıkalım, size yatacağınız yeri göstereyim. Sonra dershaneye gideriz, dedi.
Mustafa Kemal:
- Dershanemiz karanlık, fakat bizim yüreklerimiz aydınlıktır, dedi.
- Hangi okuldan geldiğimi sordu. Moda'daki Fransız Sen Josef Lisesi’nde okuduğumu söyledim. Sustu. Bir şey daha sormak istediğini, fakat tereddüt ettiğini anladım.
- Askeri bilgi derslerinden imtihan verdiniz mi?
-Hepsinden imtihana girdim. Yalnız geometri ve cebir gibi dersleri Sen Josef’te Fransızca okuduğum için bunlara ait soruların cevaplarını Fransızca vermek istediğimi söyledim. Heyet kabul etti.
Birden elimi sıktı:
- Çok iyi, çok iyi, birbirimize yardımcı olacağız. Merak ettiğim bazı Fransızca eserleri okumak için sık sık sözlüğe bakıyorum. Bundan sonra sizden faydalanmaya çalışacağım. Çavuş işaretinin üzerindeki sarı şerit dikkatime çekmişti. Neye işaret ettiğini sordum. Meğer Fransızca imtihanına girmiş, başarı kazanmış, ondan dolayı bu şeridi de ilave etmişler. O zamanlar Türk okullarında yabancı dil öğrenimi kolay değildi. Kendi kendisine çalıştığı ve büyük gayret sarf etti muhakkaktı. Toplam yedi yüz elli kişiyi bulan sınıfta kendisi gibi dil bilenlerin sayısının parmaklık sayılacak kadar az olduğunu söyledi…
- Bu sırada “Fuat, Fuat” diye birisinin bağırdığını duydum. Başımı çevirdim, Mehmet Ali Ağabeyim bize doğru geliyordu. Kendisine sınıfımızın çavuşunu tanıttım. El sıkıştılar. Okulun üçüncü sınıfında olan ağabeyim “Mustafa Kemal Efendi’yi gıyaben tanıyorum” dedi. “Manastır’dan gelen arkadaşlar onu çok methettiler”
-Harp Okulunun birinci sınıfında iken Ali Fethi Okyar ikinci, Enver üçüncü sınıftadır. Kazım Karabekir bir yıl, İsmet İnönü iki yıl sonra girecekler. İlk yıldan sonra kitaplara sarıldığını söyleyen Mustafa Kemal, “ Matematik merakım devam ediyordu. İkinci sınıfta askerlik derslerine merak sardım. Güzel söyleme ve yazma hevesim devam etti. Dinlenme zamanlarında kompozisyon çalışmaları yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor; bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim diye yarışma ve münakaşalar yapıyorduk” diye anlatır.
- Kazım Zeyrek (Karabekir) ile de Ali Fuat tanıştırır.
-Önce büyükannemin, sonra da babamın elini öptük. Babam:
-Fuat'la kardeş gibi geçiniyormuşsunuz, memnun oldum. İnşallah meslek hayatında birbirinizden ayrılmazsınız, dedi.
Arkadaşım mahcup bir gençti. Büyüklerin yanında mahcubiyeti daha da artardı. Yemekte biraz açıldı. O geniş kavrama kudreti ve keskin zekâsıyla bazı sorularına verdiği cevaplar, babamı bir an şaşırtmıştı. Babam:
- Seni çok sevdim oğlum. Kuzguncuk’taki evimize de beklerim, dedi. Bana da:
- Seni de tebrik ederim. Böyle değerli ve iyi bir gençle arkadaşlık kurmuşsun. Okul sıralarında başlayan arkadaşlıklar kolay kolay sarsılmaz, dedi.
- İsmail Fazıl Paşa; gördüğü bu cevherde tanıdığı ve yaşadığı güzellikleri erken fark edenlerden olmuş, daha sonra Mustafa Kemal'in kurtuluş için çare aradığı günlerde “Mustafa Kemal Paşa, beni çağırdığı anda gelmez ve emrine girmezsen namerdim” demiş ve 29 Temmuz 1919'da Ankara'ya gelmiş, ilk Milli Hükümetin Bayındırlık Bakanı olmuş ve makamında ölmüştür.
OSMAN NİZAMİ PAŞA VE ERKEN FARK EDİLİŞ, BİR TESADÜF
Ali Fuat ( Cebesoy) anlatır:
Kuzguncuk’a yeni yaptırdığımız binaya taşınmıştık. Birkaç hafta sonra babam:
“Mustafa Kemal Efendi'yi göreceğim, beklediğimi kendisine söyle ve al getir” dedi. 1902 yılı haziran ayı (21 yaş), bir perşembe günü Mustafa Kemal ile beraber Kuzguncuk'a geldik. Mustafa Kemal akşam yemeğini bizde yiyecek, yemekten sonra İstanbul'a dönecekti. Akşam Fethi Okyar’la randevusu vardı. Eve gelince babamı evde bulduk. Elini öpen arkadaşımın; O da yüzünden, gözünden öptü.
“ Oğlum burası senin evin sayılır, niçin sık gelmiyor da davet bekliyorsun?” diye sitemde bulundu. Yemekten sonra ayrılması gerektiğini söyleyince: “Kesinlikle olmaz, yarın Fuat’la beraber dönersiniz. Hem sizi çok değerli bir tuğgeneral ile tanıştıracağım. Kendisine senden birkaç defa söz etmiştim. İlgi gösterdi ve “Bu çocuğu ben de görmek isterim” dedi. “Yarın bize öğle yemeğine gelecek”
Babam, daha sonra, arkadaşı Osman Nizami Paşa hakkında bilgi verdi. Paşa, ağırbaşlı, iyi öğrenim görmüş bir kurmay subaydı, kumandanlıktan çok kendisini bilime vermiş bir askerdi. Almanca ve Fransızcayı ana dili gibi bilirdi, edebiyatlarını da iyice kavramıştı. İngilizceyi de yanlışsız konuşurdu.
“Biraz olumsuz yaradılışlıdır!” Babamın bununla neyi kastettiğini anlamadım. Yalnız kendisiyle serbestçe konuşmamızı önerdi.
Osman Nizami Paşa, Meşrutiyet yıllarında Berlin'de büyükelçilik, Balkan Savaşı'nda Bayındırlık Bakanlığı yapmıştır. Ertesi gün öğleden önce Osman Nizami Paşa ile tanıştık. Daha doğrusu Mustafa Kemal tanıştı. Babamın bu eski arkadaşını ben birkaç defa görmüştüm. Konuşma “ülke geleceği” üzerine devam ediyordu. Mustafa Kemal, Paşa’nın gelecek hakkındaki sözlerine hayretle ve irkilerek dinliyordu.
-Paşa “İstibdat yönetimi bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı anlamda bir idare, ülkeyi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum…”dedi…
- “ Paşa Hazretleri, Batılı anlamdaki yönetimler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap olduğunda bugün iş başında olanlar, yerlerini korumaya kalkarlarsa, o zaman buyurduğunuzu kabul etmek gerekir. Kuşaklar içerisinden her konuda güvenilir insanlar çıkacaktır.”
Osman Nizami Paşa buna yanıt vermez. Sorular sorar, cevaplarını ilgi ve dikkatle dinler. Aynı gün akşam Harp Okulu’na dönmek zorunda olduğumuz için, General’in iznini almak üzere yanına gittiğimiz zaman şu sözleri söylemişti: “Mustafa Kemal Efendi oğlum, görüyorum ki İsmail Fazıl Paşa seni takdir etme konusunda yanılmamış. Şimdi ben de aynı düşüncedeyim. Sen, bizler gibi yalnız erkânı harp subayı olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin, ülkenin geleceği üzerinde etkili olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende ülkenin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri eşsiz kabiliyet ve zekâ belirtilerini görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum. “
Aslında utangaç olan arkadaşım, bu övgü karşısında başını önüne eğdi. “Paşa Hazretleri, bana gereğinden fazla övgü gösterdiniz” diyerek teşekkür edip, Paşa’nın uzattığı eli öptü.”
Öğrenimine Harp Akademisi’nde devam eden Mustafa Kemal, zekâsı ve yetenekleriyle herkesin saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerinin yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye de meraklıydı. Harbiye ve Harp Akademisi'nde memleket meseleleri ve millet davası ile ilgilenmesi sebebiyle aydın ve inkılapçı bir subay olarak tanınmaktaydı.
“Düşüncelerimizi, sayıları binleri bulan Harp Okulu öğrencilerine aşılamak için gizli bir örgüt kurmuş, el yazısı iki nüsha dergisi çıkarmıştık. Önderimiz Mustafa Kemal'di. Gelebilecek en büyük sorumluluk onun omuzlarında idi. ULUSLARI UYANDIRACAK OLANLAR, ANCAK DÜŞÜNCE ADAMLARIDIR diyordu. Bu amaçla daima her bulduğunu okuyor, okuduklarını yorumluyor ve vardığı sonuçları aktarıyordu. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit, felsefe, tarih… Charles Darwin’den evrim kuramlarını. İçeriğine tepki duyduğu Fener Rum Patrikhanesi yayınlarını kaçırmıyordu. Arkadaşlarına, “ Bir kurmay subay mutlaka yabancı dil bilmelidir” diyordu. Tatillerde Selanik'e gittiğinde, bir Fransız okulunun yaz kurslarına katıldı. Harp Okulu öğrencilerine yasak olmasına rağmen Beyoğlu'nda sahibi Fransız olan bir pansiyon kiraladı. Orada hem yabancı dilini hem de yayınları takip ediyordu. Kendi arkadaşları içerisinde dış dünya ile ilgisini imkânlarını zorlayarak, gelebilecek tehlikeleri göze alarak, gizli yollardan dış dünya ile ilişki kurma cesareti gösteren tek kurmay adayıdır.
Harp Okulunu 21 yaşında 10 Şubat 1902'de Piyade Teğmen olarak bitiren Mustafa Kemal, kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafını hemen annesine gönderdi ve Harp Akademisi’ne hak kazandı.
KAYNAK : Op. Dr. Gürbüz TURGAY’ın “Neden Atatürk Hepimizin 1” isimli kitabından