Deprem felaketleri yaşadık, defalarca. İstanbul Depreminden 20 gün sonra Niğde Müzesinde DEPREM FOTOĞRAF Sergisi açmıştım ve ilgilenmesi gereken bir kişi gezmemişti. Seçilerek çerçevelenmiş her fotoğrafın altında utanılması gereken, tekrar etmemesi için vurgulu sözler yazılı idi. Ders almadığımızı defalarca gördük, gördüm. Asfalt yolun ortasına kadar uzanan İSTİLACI bina ruhsatından, İstanbul’da heyelan olabilecek yere FORE KAZIKSIZ ve hiç TEMELSİZ çok katlı bina gördüm. Güneş girmeyen mesafede yapılmış en az otuz katlı onlarca binadan meydana gelmiş mahalle… İkinci bir deprem yaşadık, adını ASRIN FELAKETİ koyduğumuz acılar gömdüğümüz felaket.
HEPSİ MÜHENDİSLİK UTANCININ ESERİ FELAKETLER. Aynı şiddette Endonezya’daki depremde ölen üç kişi idi… Ruhsat makamında imzası ile hiç kimsenin ceza almadığı asrın felaketi…
Sen Katil misin başlıklı, bir profesörümüzün yazısını gazetemizde yayınlatmıştım. Bu yazı da bizlere ders olacak, o ülke insanlarına onlarca yıl güven ve mutluluk yaşatan, yine bir Türk profesörümüzün anısıdır.
OKUNASI BİR YAZI
“Uzun zamandır bir Amerika şehrinde yaşıyorum. (…) Burası 70 bin nüfuslu küçük bir şehir. (…) Her tarafı yemyeşil, en işlek caddeler, en yoksul mahalleler bile. Evlerin çoğu iki katlı ve bahçeli. Şehrin dört yanı ormanla çevrili. (…) Nedir bu yeşilin sırrı diye hep düşünürdüm. Sonra bir olayla karşılaştım, yeşili kimin ve hangi usullerle koruduğunu öğrendim. Sizinle paylaşmak istiyorum.
Yıllar önce bir ev yaptırmak istedim. İnşaattan hiç anlamam, ama anlayan bir akrabam var. Aklımı çeldi, şehrin değerli bir yerinde güzel bir arsa var, alalım dedi. (…) Arsa dört tane bahçeli ev yapacak kadar geniş. Ancak şehir planında buraya bir ev yapılması uygun görülmüş. Bize belediyeye başvurun, belki iki eve müsaade ederler, dediler. Biz de başvurduk.
Belediye bize dedi ki: ‘Önce bütün komşularınıza iadeli taahhütlü bir mektup gönderecek ve bu arsaya iki ev yapmak istediğinizi bildireceksiniz, sonra komşulardan gelen cevaplarla birlikte filan gün tekrar bize gelin.'
Komşularımıza birer mektup gönderdik, şimdi gelen cevapları özetliyorum; bir komşu diyor ki; ‘-Evlerimizin önünden geçen yol dardır. Bu yoldan geyikler geçer. İki evin en az iki arabası olacağına göre dar yolun trafiği artacak. Geyikler tehlikeye düşecek.' İkinci komşumuz şöyle diyor; ‘-Biz çocuklarımızı her gün okula götürüp getiriyoruz, trafiğin çoğalmasını istemeyiz.' Üçüncü komşu; ‘-Bu arsada iki büyük çam ağacı var. Bunlar kesilmemeli, sökülüp arsanın başka yanına dikilmeli.' Dördüncü komşu; ‘-İki ev yapılırsa evler anayola arsa içinden bir yolla bağlanacak. Bu yol asfalt veya beton olacak. O vakit bu yolun iki tarafındaki ufak ağaçların köküne su gitmeyecek ve kuruyacak.' Başka bir komşu; ‘-Evin planını görelim, bakalım bizim evlere yakışacak mı?' Bir başka komşumun derdi şu, önlü arkalı geniş bir bahçesi var ve etrafında çit yok. ‘-Bana komşu gelirse bahçesini çitle ayırmasın. Ne o bahçesini sınırlasın, ne ben. Böylece geniş yeşilliğimiz kaybolmamış olur.'
CEVAPLARA ŞAŞTIK
Biz Türkiyeliyiz. Cevaplara şaşarak belediyeye gittik. Öyle ya, biz arsa alacağız, ev yaptıracağız, kime ne? Benim yaptıracağım eve neden bu kadar insan burnunu sokuyor? Bu nasıl demokrasi?
Oturup belediye ile konuştuk. Bütün istekleri yerine getirmeye söz verdik. Ancak geyikler için çözüm bulamadık. Çevredeki ormanlar gerçekten geyik cenneti. Bu güzel hayvanlar yem bulamazsa şehrin kenar mahallelerine inerler, bahçelerdeki elmaları, şeftalileri yerler. Biz bazen bu hayvanlar için bahçeye meyve filan atarız. Bu ürkek hayvanlar ilkin bizi görünce kaçıyorlardı. Sonra alıştılar, kulaklarını dikip sürmeli gözleri ile bizi tartıyorlar, zarar gelmeyeceğine inanırlarsa kaçmıyorlar. (…)
Komşuların mektuplarını gösterdikten sonra belediye bizden evin planını komşulara göndermemizi istedi. Gönderdik, planı belediye de inceledi. Planımız komşulardan olumsuz bir tepki almadı. (…)
Belediyenin karar vereceği gün projeyi savunmak bana düştü. Neler söylemedim? Bir göçmen kuş olduğumu, kentin bizi çok iyi karşıladığını, iki kızımın burada eğitildiğini, hiçbir kanunsuzluğa katılmadığımı, vergimi düzenli ödediğimi, bir eğitim kurumunda şehre hizmet verdiğimi filan anlattım. Dinleyenler ‘-Çok etkili oldu, karar olumlu çıkacak' dediler. Karar bildirildi. İlkin kentin kanun ve nizamlarına uyma gayretimiz için kibar bir şekilde teşekkür edildi. Sonra isteğimizin reddedildiği açıklandı.
Sebep şuymuş: Bu bölgede bizimkine benzer çok arsa varmış, bize iki ev için müsaade verilirse, öbür arsa sahipleri de iki ev için başvururlarmış. Bize olur deyip onlara olmaz diyemezlermiş. Oralarda böyle geniş arsalara da ikişer ev yapılırsa şehrin yeşillikler içindeki görüntüsü bozulur, güzelliği gölgelenirmiş.
SEVİNDİRİCİ SONUÇ
Ben bu karara sevindim, üzülmedim. İşlerini bu kadar ciddiye aldıkları, şehrimizin üzerine böyle titredikleri için içim neşeyle doldu. Bir şehrin güzelliğini korumak ciddi bir işmiş. Neden güzel bir yerde yaşadığımı o gün anladım.
Sonra belediyenin başka marifetlerini daha öğrendim. Bahçede ağaç kesmek yasakmış. Ağaç yaşlı ise yerine yenisini dikmek koşulu ile kesebilirmişim. Bahçe çimenleri uzar da kestirmezsem, belediye birini gönderir kestirirmiş, parasını benden alırmış. (…)
ALATURKALIK
Neyse akrabam olan inşaatçı belediyeye yeni bir ev planı sundu. Alaturkalık bu ya (kendini Türkiye'de zannedip) çatı katına planda olmayan (kaçak) bir oda kondurmuş. Ertesi gün belediye bu odayı yıkmadığı her gün için 2500 dolar ceza keseceğine dair bir ihbarname gönderdi. Akrabam o gece uyumadı ve odayı yıktı. (…)
Ben bu yazıyı niye yazdım? Umarım ki belediye başkanlarımızdan biri okur da belki bazı şeyler öğrenir, belki de örnek alır. Acaba çok mu iyimserim, ne dersiniz?
Indiana Üniversitesi'nden emekli Profesör İlhan Başgöz
Sevgili İsmail Özmen ağabeyimin vefatına ne kadar üzüldüysem Akpınar dergisinin yayınına devam etmesine de o kadar sevindim.Çocukluğumdan beri dergilere özel bir ilgim vardı.Ortaokul liseli yıllarda Varlık dergisi,yıllar sonra yazarlarından olma gururunu yaşadığım ve ilk sayısından itibaren biriktirdiğim Bütün Dünya Dergisi ve onlarcası…Niğdemize ait güzellikleri de veren kültürel yazılarla dolu Genç Arkadaş,Süha Tekten kardeşimizin çıkardığı,Türkiye’de kimsenin adını duymadığı N.Tesla’yı tanıttığım,ülkemiz için Tesla’yı bilmemizin neden önemli olduğunu ,Nuri Demirağı ve buluşçu insanlarımızı da anlattığım güzelim Gelişim Niğde, H.Berkay Tav’ın Niğde Haberci dergileri de bunlardandı.Kayboldular.Dergileri itina ile okur,bazen yazılara uygun cevaplar yazar,her yeni sayıyı evimize sevdiğimiz bir misafir gelecekmiş gibi duygularla beklerdim.Herbiri ile ilgili ilginç anılarım oldu.Dergideki bir yazımı kimlik kartı gibi kullanarak faydalanmamın mutluluğunu yaşadım.Dergi dostluklarım da oldu,Mete Akyol,Halit Kıvanç,Rektör Alemdaroğlu ile dostluklar kurdum.
Bu duygularla dergicilik nedir ,sıkıntıları,nasıl olmalı, emekler…hep düşündüğüm şeylerdi.Niğde tarihinde özel bir yeri olan ,Halk Evlerinin yayını olarak çıkarılmış,1941 yılına kadar 61 sayı.sayısında halkevlerinin kapanması ile yayın hayatını sonlandırmıştır.İşte İsmail ağabey yıllar sonra Niğde folklorü ,kültürü,edebiyatı ve Türkçe,Türk Dünyası ile ilgili yazılarla Akpınar dergisini yayın hayatına yeniden kazandırdı.Adil İzci’nin kitaplarında iğde ağacını bile anlattığı güzel arkadaşlıkların olduğu Murtaza Bey
Sokağının bir ucunda otururdu ve diğer akrabaları da komşumuzdu.Evden çıktığımda hep onun ıssız evini görürdüm.Yıllar sonra dergi ve gazetelere yazdığı yazıları ile tanıştım.Gönül dostluğumuz olmuştu.Bazen gazete yazıhanelerinde karşılaşır kısa sohbetlerimiz oluru.Uzaktık ama biliyorum hep yakındık.İlgi alanlarımız Türkçe ,Niğde ,Niğde kültürü,hüzünlendiren folklörü bizi bağlıyordu.Her karşılaştığımızda ona NİĞDE KÜLTÜRÜNE KATKILARINDAN dolayı hep teşekkür ettim.20 yıl önce çirkinliklerini anlattığım VİTRİNDEKİ TÜRKÇE fotoğraflı sunumumum için de o bana teşekkür etmişti…Vefatı ile onu anlatmak için şu iki kelimeyi uygun gördüm:NİĞDE VEFALISI.
Kolay değil KÜLTÜRE KATKIDA BULUNMAK.En az onun kadar önemli bulduğum BUNU DÜŞÜNMEK...Hele dergiyi toparlamak,yazmak,basılması aşaması,dağıtımı...Ben de bir sayfayı yazmanın bir aldığını,kitap yazarken ömrümden ömür aldığını yaşadığım için…Düşünüyorum da ne büyük emek...katkıda bulunmayı DÜŞÜNMEK daha önemli dedim ya.Makamlara oturanlar iyi bir sey yapıyorum SANIP Niğde kent kültürüne darbe vururken İsmail ağabeyim hem de görünmeyen ama zihinlerde yer edip kaybolmaya ramak kalmış anekdot,kişi,anı vs leri ebedileştiriyor...sevinçle yeni kent yapıyorum diyenlerin Sungurbey kütüphanesini ve o bir neslin düğününü yaşamış düğün salonunu yok edişini,yerine hançer gibi ucubenin dikilmesi...Niğdenin Sesi Gazetesinden Fuat Tuğrul,Hamle Gazetesinden İsmet ve Ali Osman Sayın,Süha Tekten,Berkay Tav,Kazım,Gülistan Durutürk,Arif Acındı…Ömürleri Niğde kültürü için matbaalarda geçen hatırladıklarım…Önceleri üstünü bugün ne olduğu bilinmeyen FİLATELİS Kulübü olan ,ama uzaklardan gelen kültür abidelerinin buluşma yeri olan,her anı ile Niğde kültürünün yaşanmışlıklarının anlatıldığı,Atatürk’ün Niğde’ye geldiğinde bir anısını orada duyan Münir Tüylü kardeşimizin bana aktardıklarından makale yaptığım,o anlatılamayacak İLK KÜLTÜR MERKEZİ DİYEBİLECEĞİM Aile Pasta Salonunun yıkılışı…Anlatılır mı…Niğde Haberci dergisine yine bu konuda yazdığım 23 Nisan İlkokulunun önce isminin değiştirilmesini ve sonra taşınmasını anlattığım yazıyı okuyan İzmir'de oturan bir hemşehrimiz telefonla arayıp hüznünü bana ağlayarak anlatmıştı : OKULUM ŞİMDİ YOK MU demişti...İnönü,Sakarya ve son direnen Dumlupinar İlkokullari...Ahmet Pınarı soğuğun insanı dondurduğu,nefesin havada donduğu yıllarda cebinde bir avuç kuru üzüm ve bir Fertek halkası ile Niğde’ye yürüyerek gelip dönen minik yavruların soğuktan korunmak için (!) sığındıklarını defalarca duyduğum,hüzünle dinlediğim ,okuduğum o Ahmet Pınarı...Hemen ilgili kişiye müracaatta bulunduğumda NUMARA ILE SÖKTÜK,YENIDEN YAPACAGIZ yalanıi yıkımına örnektir.KÜLTÜR... bilinmezse 6 harfli kelime olur.Son kale diyebileceğim eski Niğde Vilayet, Hükümet binası yıkılırsa nereden bileyim benim sehrimi?İş Bankası önündeki ayakkabı boyacısı Niyazi ile mi bileceğim ! Şehrim diye gelip Hükümet Meydanına şöyle bir bakalım.Önce Atatürk heykelinin kinle ters döndürülüşünü görür şaşırırsın.Halbuki o binanin silüetini bulundurmak için 10 metrelik kısmını sembolik olarak bırakıp ,hem de devlet var anlayışı ile merkez karakolu yapılabilirdi… Bir iz var mı şimdi benim şehrimden? Kime anlatabilirim ki !Yaz tatilinde Niğde’ye geldim.Hizmet sevinci ile kültüre hançer saplandığını duyduğum Fertek...Liyakatsiz kişilerle önce KÖYE GELDIN’ i hatırlatan o güzelim sağlı sollu tünel gibi ağaçlı yolu,imarsızlığı...ve son olarak TAHSiLLERI ILE ANI DEPOSU OLARAK köylerine dönen vali,müdür,elçi vs.hepsi gurur abidesi insanların anılarının MERKEZ BANKASI olan FERTEK GAZINOSU nün yok edilişini duydum.Orayı görünce hüznüm perçinlenir,zihnimdekini koruyayım bari diyerek hala,amca oğullarını ziyarete gidemedim.Kültür bu işte...o içinde olsaydı eğer ,satan SATMAZ;olmasını ümit ederdim ve de beklerdim ki alan da ALMAZ,KIYIP DA ALAMAZDI. Kimin aklına gelir hizmet için GÖLÜ YOK ETMEK ! İşte her alanda yoğunca yıkımını gördüğümüz olaylardan GÖRÜNENLER ine örnekler.
İsmail ağabey o zihinlerde yer eden ,görünmeyen eserleri kitaplarla,makaleleri ile ölümsüzlestiren KÜLTÜR SAVASÇISI idi.Ümit ederim ki genç kardeşlerimiz ismi ile tarihimizde yer tutan AKPINAR DERGİmizi yaşatırlar.Biliyorum,mekanı en iyi yerdir,ayrıca o hep bilenlerinin kalbinde kalacaktır.
Güle Güle kültür,pardon
GÜLE GÜLE sevgili ağabeyim.
Bütün güzellikleri bizlere yaşatan VAROL NİĞDE VEFALISI,KÜLTÜR SAVAŞÇISI
Yazının DevamıBüyük İskender, Aristo'ya "Ele geçirdiğim topraklardaki insanları da ele geçirmek istiyorum" demiş. "Onları da egemenliğim altında tutabilmem için ne yapmalıyım?"
Aristo, önce ne yapmak istediğini sormuş. Büyük İskender yapmak istediklerini sıralamış:
1-Ülkenin ileri gelenlerini sürgüne gönderebilirim.
2-Ülkenin ileri gelenlerini hapsedebilirim.
3-Ülkenin ileri gelenlerini kılıçtan geçirebilirim.
Aristo bunları dinledikten sonra cevap verir:
1-Cezaevine kapatırsan, cezaevleri kültür merkezine döner. Buralardan militan yetişir!!!
2-Sürgüne gönderirsen, oralarda toplanıp başkaldırırlar.
3-Kılıçtan geçirirsen intikam hırsıyla büyürler, ilerde tahtını sallarlar.
Şu tavsiyelerde bulunur:
-HALKIN ARASINA NİFAK TOHUMLARI EKERSİN
-ÖNCE KAVGA SONRA SAVAŞ EDECEK HALE GETİRİRSİN
-HALK BU KIVAMA GELDİĞİNDE DURUMA EL KOYARSIN
-KENDİNİ HAKEM OLARAK KABULLENDİRİRSİN
-HER İKİ TARAF SENDEN ÇÖZÜM BEKLERKEN
Ç Ö Z Ü M E G İ D E N T Ü M Y O L L A R I T I KA R S I N
Kısa bir süre sonra halkın, kendi isteğiyle senin egemenliğin altına girdiğini göreceksin!
2500 yıl öncesine ait bu teklif ABD’nin ORTADOĞU POLİTİKASI olur. Belki de…
Gürbüz Turgay
Yazının DevamıGünümüzde kullanılmayan kelimelerdir. Cümlelerle, örneklerle izah edilebilir. Kısa ve öz tanımları “aşırıya kaçma” dır. Dini manada yorumları, örnekleri farklı, sosyal durumlara göre tanımları örnekleri farklıdır. Çağımıza göre geriye dönük aşırılık veya çağda örneği olmayan aşırılıkları anlatır. Eski terazilerde düşünün, bir kefesi ifrat diğeri tefrit. Günümüzde uygulamada bir kefesinde din varsa diğerinde ahlak olduğu gibi! Her ikisi de günümüz toplumuna uymayan, tuhaf karşılanan duruşlardır… Bu nedenle toplumsal çatışmalar ve karışıklıklara sebep olabilmektedir…
Şehir içinde iş için çıktım. Trafik yoğun.2000’li yılların başında Türkiye’de ilk defa dile getirdiğim “Vitrindeki Türkçe fotoğraf sergili sunum" yapmış, o tarihten sonra hep vitrinlere ve tabelalara bakar olmuştum. Bu gün de öyle oldu, arabamla yavaş yavaş ilerlerken tabelaları, vitrinleri okumaya başladım. Londra’dasınız ve tabelalar, vitrin yazıları hep Türkçe! İnsan nasıl gurur duyar, İngilizler Türkleşmiş dersiniz. Bu caddede her şey, hepsi İngilizce, tek kelime Türkçe yok ve İstanbul’dayım. Tabelalarda ve vitrinlerdeki her yazı İngilizce. İçlerinde öyle kelimeler var ki içer girip mağazada çalışanlarına sorasım geliyor, eminim mağaza sahibi de manasını bilmiyor… Kaldırımlarda geçenler de giyinmemiş gibi, her tarafı fışkıran kıyafetler. Sinirlenerek dönerken düşünmeye başladım. Biraz dikkat edince başka tuhaflıklar da görmeye başladım. Milleti geri zekâlı, aşağılık görenlerle kendilerini İngiliz kolonisinde vatandaş sananların ülkesinde gibi bir şehir.
Aslında dikkat edersek hayatımızın her aşamasında bu çarpıklıklarla dolu değil mi? 55 yıl önce Verem Savaş Dispanserinde personelim olan, Dr. Yakup Ekici’nin kardeşi Ahmet bey, birlikte arabaları ile Almanya yolculuğu yaparlar. Durdukları iki ülkede Ahmet Bey fotoğraf makinesine bakar. Almanya’ya gelirler. Orada aynı makineyi görür, şaşırır: Üç ülkede de fiyatlar kuruşuna kadar aynıdır. Hâlbuki aynı yıl bizde komşu iki eczanede asprinler farklı fiyattadır. Pazarda 30 lira olan domates markethouselerde 190 999 lira ! Bir mağazada fiyat şaşırttı:39 999 lira olan televizyon Cartfour kartı olanlara 17 888 lira ! En güvenilir diye aldığım balı tanıyamadım. Peyniri katkısız, kırmızı boya katılmamış biber gören var mı? Kahverengi toz boyanın piyasada zor bulunduğunu ve fırıncıların aldığını duyunca şaşırmıştım. Temiz toplumlarda bu tür düşünce AKILLARDAN GEÇMEZ. Ahlakla din çatışması var gibi…
Çocukluğumuzu hatırlarım. İnsanlar birbirlerine güvenir, ürün alırken hile var mı diye düşünmez, müdür veya genel müdür, belediye başkanı, imar müdürü dediler mi çok itibarlı, öğretmen en bilgili… Ortak özellikleri hep güven verirlerdi. Saygın kişilerdi. Çalmış, çırpmıştır, asla ve asla akıllardan geçmez, itibarlı kişilerdi… Kıyafetler de tek milletin özellikleri vardı. Kıyafetler de tek tipti. Baş müftü de başpapaz da resmi kıyafetli idi. Valiler çocuklara makamlarını verir, karşısına otururdu. Adaleti anlatmaya gerek yok. Her meslekte mesleğine yakışmayan, kıyafetleri ile şaşırtan ve güven sarsan, itibarsız bir o kadar da bilgisiz diplomalılar doldu ki, o eskiden gördüğümüz çok saygın profesörlerin yerini fışkırırcasına feto kılıklı, arapça bilmeyen ilahiyat profesörleri aldı….Yıllar önce idi, sonsuzu yan yatmış sekiz diye tarif eden kişinin okulu bitirip matematik öğretmeni olduğunu, bölme işlem bilmeyen mühendisin memleketimde amir olduğunu, fizik bölümünü bilek gücü ile 12 yılda bitirebildiğini bildiğim kişinin üniversitemizde hoca olduğunu ,dörtten ikiyi çıkarmayı bilmeyen kişinin memleketimde hakim olduğunu; benim kulağımı dayayarak koyduğum teşhisi dört MR,iki ultrason,kan tahlilleri ile iki gün sonra teşhis edebilen üniversite proflarını görmek varmış. Fetocu olduğu için iki hastanede başhekim olanını, profesör olup dekan başhekim olduklarını gördüm. Kadın doğum uzmanının reçeteye leçete, icap nöbetine hicap dediklerini görmek kısmet oldu.20 yıl önce bir meslek lisesini bitirmiş gencecik kuzunun aniden elektronik bilgisayar mühendisi olduğunu ,marangozun tarih öğretmeni olup memleketimde gururla gezdiğini, MEB da yakalanan sahte öğretmene Niğde’de Yılın Öğretmeni ödülü verildiğini, vergi iadesi zarfında toplama işlemi yaptığında 136 olan birler basamağı için 36 yazıp elde var 1 mi yoksa 6 yazıp elde var 13 mü diyeceğim diyen ,ameliyat bilmeyen uzman cerrahları, tifo duymamış dahiliyecilerin memleketimin en itibarlı doktoru olduğunu…Bir şehrimizde 40 000 sahte diploma kağıdı bulunmuş şaşırmıştım. Belediye başkanları, genel müdürler, partiler… Şükürler olsun, hiç olmazsa onları görünce aklımızdan kötü şeyler geçmiyor. İmamlar mı diyorsunuz. Aaaa… Aşkolsun, onlar da çok vefalılar, her uygun durumda dualarından makamlarını veren, düzenli maaş aldırtan, vatanı kurtardığı söylenen kişiye dualarını eksik etmiyorlar. Namibya’da olduğu gibi altı makam arabalı, kırk yerden maaş alanlar, evlerinde kilolarca altın, valizlerle dolarlar, Londra’da, Atina’da daireler olanlar, dokunulmazlık ve nimetler fışkıranlar bizde yok şükürler olsun… Çok yoruluverdim. Neden, neden !
Kısa ve öz ne olabilir derken aklıma ilk gelen kültürle yoğrulmuş toplum. Güven, doğruluk, vatandaşlık bilinci, çalışkanlık ve ülkeyi yükseltmek hedefli fertler ve ülke! Beynin çalışması ve öğrenmeyi benimsemesi bol tekrarlarla olur. Okullardan hatırlarız, ne kadar tekrar edersek, en iyi öğrenir, en iyi uygular, en iyi not alırız. O halde güvenli bir ülke için, meclis dahil topluma bir ANT mı tekrarlatsak! Uyulan bir ant… Çalışkan, doğru, hedefi olan toplum yetiştirmek için bir ant… Ruh sağlığımız için, kardeş olmak için, okuduğunu anlayan diplomalar için, tek olmak için…Hatta kıyafetlerimizde bile,
İfrat ve tefrite kaçmadan!
Ya da eski elektrik anahtarı gibi kulağını çevirince her şey normale dönüverse!
Ne dersiniz?
Yazının DevamıGök kubbenin Osmanlı’nın üzerine çöktüğü günler. Tam dokuz cephede bol şehit vererek çarpışır. Topraklarını terk eder. O sırada bir zafer kazanılır. 30 000 İngiliz esir alınır. Millete bir moral gelir. Başka cephelerden de zafer beklenir ama nafile. Keşke bir film yapılsa düşüncem TRT tarafından gerçekleştirilir ve yıllar geçer…
Koronalı günlerde, Kayaardı’ndaki bağ evimizde komşumuzla Faruk Bey’le (Bilgin) bir kahve içimi sohbet ederken, konu I. Dünya Savaşı’ndan açıldı. ”Babam, çok geç evlenmiş, 35 yaşında” dedi;
devam etti ve sonunda “neler çekti bu millet, gençler bilmeli “ diyerek sözü bitirdi. “Ayla” filmi gibi,
filmlere konu olabilecek bir tesadüftü ve ben duymuştum. Bir hediye güzelliğinde sevinçle. Bu
güzelliğin unutulmasına gönlüm razı olamazdı. Oturdum, hemen yazdım ve paylaşmak istedim. Meğer
Faruk Bey’ in babası Emin Bey, I. Dünya Savaşı’na katılmış, esir düşmüş. Savaş başlayacak gibi
hissedilince, babası genç Emin Bey’i İstanbul’a, medresede okuyarak “ askerlikten kurtulabilmesi “
için İstanbul’a gönderir. Oraya gittiğinde veterinerlik okulunun yatılı öğrenci aldığını duyar, oraya
kayıt yaptırır. Okulunun ikinci senesinde, savaş başlar “tamam, siz baytar (veteriner) oldunuz !
“diyerek cepheye, Kut-ül Amare’ ye gönderirler.
Yola çıkmadan Beyoğlu’nda bir kahvehaneye yolu düşer. Cepheye gideceğini öğrenen yaşlıca adam “ gel senin bir falına bakayım “ der. Titreyerek terler içinde kalır ve ” Evladım, sen yedi deniz ötesine gideceksin, muhtelif badirelerden sonra nihayet seni tekrar döndürdüm ”der. Heyecan içinde oradan ayrılır ve yola koyulur. Dokuz cephede savaşan ordunun hali çok kötüdür. Bu süre içinde birliğin erzakları da bitmiştir. Öyle ki, veteriner olan Emin Bey’e albay da dahil olmak üzere komutanları “hasta raporu ver, şu atı keselim “ derler. Bu arada bir gün ,bir İngiliz uçağı düşer . Çıkardıkları subayı tedavi ederler. Kut-ül Amare savaşı 30 bin İngiliz, komutanları ile birlikte esir alınarak zaferle sonuçlanınca, esir subaylara esir muamelesi yapılmaz.
Her subaya bir İngiliz subayı emanet edilir. Emin Bey’e de bir İngiliz subayı verirler. Zaman
içinde iyi bir arkadaşlıkları oluşur. Ancak İngiliz saldırıları sonunda tehlikeli hal alır, kendisinin esir
olacağını düşünen Emin Bey, kaçmasını sağlar ve yaşayıp yaşayamayacağından şüphesi olduğunu,
cebindeki o güne göre yüklü miktar parasını “Mümkün olursa bunu Niğde’deki aileme gönder” sözleri
ile rica ederek ona teslim eder. Ve düşündüğü gerçekleşir, Türk ordusu yenilmiş, Emin Bey de esir
düşmüştür. Beyoğlu’nda Fala bakan ihtiyar adamın dediği gibi, o günlerin ifadesi ile denizaşırı olan
Hindistan’da Bombay esir kampına gönderilir. Subaylar ve erler ayrı kamplardadır. Aklında kalan küçük bir ayrıntıyı da ilave eder: İngilizler esirlere subay maaşı öderler. Kampta İngiliz’in ezeli huyu olan,ayrılıkçı siyaseti burada da başlar. Her Cuma hutbesinde, imam efendi İngilizler’in isteği
doğrultusunda söylemlerde bulunur. Sonunda subaylarda tepkiler oluşur ve bir cuma namazı sonrası
imamın üzerine çullanırlar. İmam tesadüf eseri Emin Bey’in elleri arasında ölür.
Bunun üzerine arkadaşları ,nasıl olsa kendisinin de öldürüleceğini, öyleyse İngiliz askerlerinden birinin üzerine atılmasını ve bir kurşunla ölümünün daha kolay olacağını tavsiye etseler de bu panik esnasında Emin Bey kendisini Bombay sokaklarında bulur. Üzerindeki kıyafet nedeniyle sığınacak bir yer ararken bir mescit görür, girer. Cuma, ikindi, yatsı namazları biter, Emin Bey hala oradadır. Durumu fark eden Hintli Müslümanlar görünmemesi için tahtırevan ile bir eve götürürler. Bir yıl geçer. Evlerde arama yapan İngiliz polisi Emin Bey’i bulur. Görünüşü ile Hintlilere benzemeyen Emin Bey’i tutuklarlar. Nereden kaçtığı sorusu üzerine başka yerdeki er kampını söyler. Bundan sonra er kampı hayatı başlar. Subay olduğunu bilen Türk askerleri, adetleri gereği saygılı davranırlar. ”Yemeğin iyi tarafını buna verdiklerini ,kendisi otururken herkesin ayağa kalktığını” fark eden İngiliz askerleri ,durumu üstlerine bildirirler. Hemen komutanın odasına getirirler. Odaya girince Emin Bey “şok” olur!
Karşısındaki komutan, o arkadaşı olan İngiliz subayıdır ! Komutan belli etmez, “ alın götürün !” der.
Aradan 10 -15 gün geçer. Komutan Emin Bey’i çağırır. Bu kadar zamanda neden kendisine yakın
davranmadığını mahcup vaziyette izah eder. İngiltere’ye gidecek gemi beklediğini ve o gemide
kömürcülük görevi ayarladığını söyler. Bu arada Niğde’ye göndermek üzere kendisine verdiği Osmanlı
parasını muhafaza ettiğini, imkan olup gönderemediğini anlatarak kendisine teslim eder. Ancak gemi
İskenderiye’ye gelince inmesini, elindeki Osmanlı parasının kendisini ele verebileceğini söyleyerek
yüklü miktar da İngiliz parası verir. Bu arada Kurtuluş Savaşı başlamıştır.
Emin Bey savaşa katılmak için, kara ulaşımının zorluğu nedeniyle Niğde’ye uğramadan Ankara’ya gitmeye karar verir. O zaman için çok zor olan yorucu bir yolculukla Ankara’ya ulaşır. Subay olduğunu ispatlayamaz. İki şahit bulur ve Kurtuluş Savaşımıza veteriner asteğmen olarak katılır...
Kurtuluş Savaşımızın zaferle son bulduğu sevinçli günlerden sonra, terhis olarak evine döner.
Görenler sevinç değil şaşkınlık içindedir. Çünkü :
Öldü diye onun “ helvası “ dağıtılmıştır!
O günlerin yazılmayan, ”keşke yazsalardı “ diyerek üzüntümüzü dile getirdiğimiz fedakâr
kahramanlarımızın çok küçük bir anısını “geçmişten, sanki cımbızla bularak kurtarmanın sevinci ile
paylaştım. Bir gün film olması ümidiyle, O kahramanlarımızı sevgi ve şükranla anıyoruz.
Dr. Gürbüz Turgay
Yazının Devamı“ Dinle politika yapmaya örnek olarak 93 Harbine girişi gösterilir” Bütün akıllı kimseler bu harbe karşı idi. Yenileceğimize şüphe yoktu. Yalnız şeriatçılar ve taassup adamları Rusya’ya meydan okumakta idiler. Bütün camilerde savaş namazı kılınmakta idi. Sonunda Bulgaristan bizimken Ruslar Yeşilköy’e geldiler! Berlin Kongre’sinde İngilizlerin ve dostların yardımı ile paçayı zor kurtardık.
“ Sağlık Komisyonunda frengi aşısı meselesini konuşuyorduk. Konya Milletvekili Hoca Ömer Vehbi Efendi, ‘ Bulaşma ancak Allah’ın izniyle olabilir. Doktorların söyledikleri gibi temaslarıyla Allah’ın izni olmadıkça bulaşmaz’ dedi. Bunun üzerine, “Ben seni bir frengili ile temasa geçireyim de bakalım sen Allah’ın izni ile yakalanır mısın, yakalanmaz mısın?”
Kuluçka makinesi haram
Aşı haramdır. ( Frenk icadı ve o hayvandan yapılmış…)
Kuran Türkçe olmaz
Vali Mithat Paşa Selanik’te ıslahhane açar. Müslüman ile Hristiyan çocukları aynı sırada oturamaz diye ayaklanılır. Okul kapatılır, Mithat Paşa görevden alınır.
Arkadaşlar, yüzyıllardır sürüp gelen zihniyetleri, adetleri ve gelenekleri kökünden çıkarıp atabilmek itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir. Güç bir meseledir. Örnek: Ben kendimden bahsettim. Benim rahmetli anam beni terbiye ederken bana derdi ki, “ Padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var” Herhalde büyük bir şey, manevi, gökten inmiş bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine malik olan insan ne olacaktı? Dehşet veren bir şey!
Başka dinden olanlar, gönüllü yazılarak Osmanlı vatanı için devlete başvuruyorlar. “Kâfirlerin harp etmesi caiz değildir. Onlar, Müslümanlarla bir arada harp ederlerse Allah’ın gazabına uğrarız. Hristiyanlar Halife ordusuna hizmet edemezler. Onlara düşen şey haraç ve cizye vermektir. Hâlbuki anayasaya göre onlar da Osmanlıdır…”
Horoz melek gördüğünde öter ve hemen Allah’tan dilek dileyiniz
Eşek şeytan görmedikçe anırmaz ve anırırsa hemen Allah’ı anınız
Yemeğe sinek düşerse, sineği yemeğe batırarak çıkarın; çünkü sineğin bir kanadında hastalık, diğer kanadında şifa vardır!
Yetmiş dertten kurtulmanın yolu yemeğe tuz koymaktır!
Yemek sağ elle yenmelidir; çünkü şeytan sol elle yer!
Meyveler mutlaka 1-3-5-7 gibi tek rakamla yenmelidir!
Esnemek şeytan işi, hapşırmak Allah işidir!
Kanuni Sultan Süleyman’ın rüşvetçiliğiyle meşhur sadrazamı Rüstem Paşa,
Mısır Valisi olabilmek için tüm devlet katını rüşvete boğan Mahmut Paşa,
İran Serdarı Mustafa Paşa ordugâhında bütün alt görevleri satıyordu.
Yahudi Banker Hirsch’ten rüşvet alan Nafia Nazırı Garabet Artin Davut Paşa,
Sadrazamlığı 50 bin altına satın alan Topal Recep Paşa,
Huzuruna gelen davacıdan birkaç bin akçe alıp lehine karar veren; ancak davalı kendine daha fazla rüşvet verirse bu kez onun lehine hüküm veren Lazkiye Kadısı Mehmet,
Taraftarlardan rüşvet almadan dava görmeyen Yenişehir Naibi Bekir,
Kimi makamları rüşvet karşılığı satan Şeyhülislam Mehmet Ataullah Efendi,
Her yıl gemi inşa ettirmek için devlet kasasından ödenek alıp, görevde kaldığı 25 yıl boyunca bir tek gemi yaptırmayan ve 3 milyon sterlin değerindeki bir servete sahip olan Bahriye Nazırı Hasan Paşa
Zimmetine geçirdiği 7 milyon 500 bin dolar ile ABD’de yatırım yapan Sultan 2. Abdülhamit’in akıl hocası Arap İzzet Paşa.
“ Selim Sabit Efendi, Maarif-İ Umumiye tarafından 1857 yılında Paris’e gönderildiğinde 27 yaşında bir öğretmendir. Türk ailelerinin çocukları için açılan Mekteb-i Osmani’de ders veren Selim Sabit Efendi, Fransızca, matematik ve fen bilimleri alanında da eğitim alır. Paris’ten dönen Selim Sabit Efendi, Süleymaniye’de bir ilkokulda öğretmen olarak görevlendirilir. Sınıfta, kara tahta, sıra ve harita kullanır. Kara cüppeli softalar bu yeniliklere kızar. Yenilikçi Padişah tarafından ‘Yenilikleri hayranlıkla izliyorum, ancak taassubu da dikkate alarak yavaş yavaş yapsın’ sözü ile uyarılır. 2. Abdülhamid döneminin gazabına uğramış aydınlardan biridir. Yazmış olduğu Osmanlı Tarihi adlı kitabında padişahın tahttan indirilişinin karşılığı olan ‘ hal ‘ kelimesini kullandığı için öğretmenliğine son verilir… işsiz kaldığı için yokluk içinde çok sevdiği Sarıyer’deki evinde gözlerini dünyaya kapayan Selim Sabit Efendi”
Aydınlanma tarihimizin ilk pedagoglarından Selim Sabit Efendi, erkek çocukların mutlaka kadın öğretmenler tarafından eğitilmesini savunur. Kadının eğitiminin erkeğe nazaran daha sabır ve şefkat dolu olduğunu ileri süren bu aydın insan, kadının çalışma hayatına katılmasının da öncülerindendir.
Dr. Gürbüz TURGAY’ın “ Neden Atatürk Hepimizin 1 “ isimli kitabından alınmıştır.