Beni tanıyın, ben Aladağlarım. Yüzyıllardır Torosların kalbinde, gökyüzüne meydan okuyarak dimdik dururum. Eteklerimde barındırdığım köyler, vadiler ve doruklar, yalnızca birer coğrafi şekil değil; geçmişin, doğanın ve insanların birlikte dokuduğu birer hikâyedir. Siz beni sarp doruklarım, derin vadilerim ve heybetli zirvelerimle tanırsınız; ama ben, daha fazlasıyım. Gelin, size kendimi anlatayım.
Ben Torosların bir parçasıyım, ama yalnızca bir parça değil, onların en ihtişamlısıyım. Yüksekliğimle gökyüzüne dokunan dört büyük zirvem var. Demirkazık benim en gururlu doruğumdur, 3756 metreye ulaşarak tüm Toroslara hükmeder. Ardından Kızılkaya gelir, 3725 metreyle gökyüzüne selam çakar. Kaldı Dağı, 3688 metreyle heybetli duruşunu sergilerken, Vayvay Tepe 3565 metre ile güneyimdeki sessiz muhafızım gibidir.
Bu zirveler, yalnızca yükseklikler değil; aynı zamanda geçmişin, doğanın ve insanın iç içe geçtiği birer yaşam alanıdır. Karlar altında uyuyan buzullar, ışıltılı göller ve zorlu rotalar… Her biri birer maceranın, birer hikâyenin başlangıcıdır.
Bana gelen yol, her zaman bir hikâye ile başlar. En sık tercih edilen giriş noktası, Niğde-Çamardı üzerinden Çukurbağ Köyü’dür. Bu köy, benimle tanışacağınız ilk duraktır. Eğer Demirkazık’a tırmanacaksanız, Demirkazık Köyü’ne uğrarsınız. İki köy arasındaki 5 kilometrelik yol, sizi yavaş yavaş benimle tanıştırır. Çamardı’dan Çukurbağ’a ulaşmak kolaydır; asfalt bir yol sizi karşılar.
Demirkazık Köyü’nde, dinlenmeniz için konforlu bir dağ otelim var. Yıl boyu açık olan bu otel, dağcıların ve gezginlerin yorgunluklarını atmalarına olanak sağlar. Ayrıca pansiyonlar ve diğer konaklama mekânlarım da vardır.
Beni en iyi Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında ziyaret edersiniz. Yaz mevsiminde karşınıza çıkan manzaram, sarp doruklarımın karla kaplı hâliyle bütünleşir. Ancak şiddetli güneş ışınlarım, sizi hazırlıksız yakalayabilir. Açık renkli, pamuklu giysiler ve güçlü bir koruma ile bana gelmelisiniz.
Benim üzerimde yapılan tırmanışlar genellikle şu rotalarda toplanır: Demirkazık, Yedigöller, Kaldı ve Turasan tırmanışları.
3756 metreye ulaşan Demirkazık, benim en yüksek doruğumdur. İlk kez 17 Temmuz 1927’de Dr. G. Künne tarafından fethedilmiştir. Ancak kışın benimle mücadele eden ilk cesur Türk dağcıları, 29 Şubat 1969’da Dr. Bozkurt Ergör ve Sönmez Targan olmuştur. Demirkazık’a çıkmanın yolu, genellikle Sokulupınar Kamp Alanı’ndan başlar. Burada sürekli akan sular, kampçılar için birer nimet gibidir.
Tırmanışlarım arasında, Narpuz Vadisi’nden başlayan güneydoğu sırtı rotası, teknik zorlukları az olan bir yol sunar. Ancak Batı ve Kuzey yamaçlarım daha tecrübe isteyen, ipli ve çivili tırmanış tekniklerini gerektirir. Çımbar Vadisi’nin derinliklerinden geçerek benim en zorlu yüzlerimle yüzleşirsiniz.
3100 metre yüksekliğimde yer alan Yedigöller Vadisi, adını taşıyan yedi göl ile büyüleyici bir manzaraya sahiptir. Buraya ulaşmak için Çukurbağ Köyü’nden başlayarak Çelikbuyduran Pınarı’ndan geçer, vadime varırsınız.
Kızılkaya Tırmanışı, bu vadideki en heyecanlı rotadır. Kuzeyindeki buzul gölüm Şirin Göl, doruğa çıkan dağcılara dorukların yerini gösterir.
Güneyimde yer alan Turasan Dağları, size Akdeniz’in orman örtüsü ve yaban hayatının zenginliğini sunar. Bu bölgede yükselen Vayvay Tepe ve Boruklu Tepe, gezi ve tırmanışlarınızda farklı bir atmosfer yaratır. Ben sadece görkemli bir dağ değilim; aynı zamanda sınırlarınızı test eden bir meydan okuyucuyum. Sert hava koşullarım, ulaşılması güç zirvelerim ve doğamın haşinliği, beni ciddiye almanızı gerektirir. Her adımınızı dikkatle atmalı, kazalara neden olabilecek dikkatsiz davranışlardan uzak durmalısınız.
Ben Aladağlar, doğanın sessiz ve güçlü bir anıtıyım. Gelin, bana tırmanın, doruklarımda yıldızlara dokunun. Ama unutmayın, benimle tanışmaya gelirken saygınızı ve cesaretinizi de getirin. Çünkü ben, tarih kadar eski, doğa kadar haşinim ve ebedi bir yolculuğun başı dumanlı bekçisiyim.
Tarih, bazen toprağın üstünde, bazen de derinliklerinde saklanır. Yeryüzünde yükselen kaleler, saraylar, mabetler kadar, yeraltında açılan maden galerileri de tarihin sessiz tanıklarıdır. Bir şehrin kaderini yalnızca üstündeki taşlar değil, altında sakladığı cevherler de belirler. İşte Niğde, hem gökyüzüne uzanan dağları hem de yerin altındaki hazineleriyle tarih boyunca önemli bir madencilik merkezi olmuştur.
Anadolu’nun tam kalbinde yer alan bu şehir, binlerce yıl boyunca madenciliğin yükünü omuzlamış, Hititlerden Bizans’a, Selçuklulardan Osmanlı’ya kadar pek çok medeniyetin cevher deposu olmuştur. Celaller bölgesindeki maden ocakları, Su Deliği Galerisi, Kestel ve Sarıtuzla’daki antik madencilik izleri, Niğde’nin madencilik geçmişinin ne kadar köklü olduğunu kanıtlar. Ancak bu konuda en büyük dönüşüm Osmanlı döneminde yaşanmıştır. 18. ve 19. yüzyıllarda, Osmanlı Devleti, Bereketli ve Bulgar Dağı madenlerini imparatorluğun en önemli madencilik merkezleri hâline getirmiştir.
Madenciliğin İlk İzleri: Antik Çağlardan Osmanlı’ya
Niğde’nin madencilik tarihi, yalnızca Osmanlı ile sınırlı değildir. Bronz Çağı’ndan itibaren bu topraklarda madencilik yapıldığı kanıtlanmıştır. Özellikle Celaller bölgesinde, eski madencilerin ateşle kaya çatlatma yöntemi kullandıkları anlaşılmıştır. Kestel ve Sarıtuzla’da yapılan kazılarda, kalay madenlerinin işlendiği ve bu cevherlerin Göltepe’deki atölyelerde şekillendirildiği tahmin edilmektedir.
Hititler, Ulukışla’daki Porsuk (Zeyve) Höyüğü’nde madencilik yapmıştır. Ancak Roma ve Bizans dönemlerinde Niğde’de madencilik faaliyetleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Osmanlı öncesi beylikler döneminde de bölgedeki madenciliğe dair net bir kayıt yoktur.
Ayrıca dünyanın ilk maden senedi Bolkar Dağlarında bir kayaya hiyeroglif yazı ile kazınmıştır.
Osmanlı Döneminde Niğde Madenciliği
Osmanlı, bu bölgeyi egemenliği altına aldıktan sonra, Niğde’nin madenlerini devlet kontrolünde sistemli bir şekilde işletmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti, para basımında, savaş sanayisinde ve sanayi üretiminde kullanmak üzere büyük miktarda metale ihtiyaç duyuyordu. Devletin en büyük madencilik merkezlerinden biri de Niğde Sancağı olmuştur.
Bereketli Madeni: Osmanlı’nın Gümüş ve Kurşun Kaynağı
Bereketli Madeni, Osmanlı’nın en büyük maden ocaklarından biri olarak kabul edilir.
1841 ve 1846 tarihli Osmanlı belgelerinde, Bulgar Dağı Madeni’nin Bereketli Madeni’ne bağlı olduğu belirtilmiştir.
Osmanlı Devleti, bölgedeki küçük madenleri Bereketli Madeni’ne bağlamış ve burayı merkezi bir üretim alanı hâline getirmiştir.
Buradan çıkarılan kurşun ve gümüş, Darphâne-i Âmire’ye gönderilerek Osmanlı’nın para basımında ve mühimmat üretiminde kullanılmıştır.
Bulgar Dağı Madeni: Osmanlı’nın En Değerli Madenlerinden Biri
Bulgar Dağı Madeni, gümüş, kurşun ve altın üretimiyle Osmanlı’nın en önemli madenleri arasına girmiştir.
1825 yılından itibaren düzenli olarak işletilmeye başlanmıştır.
19. yüzyılda Bulgar Dağı Madeni’nde yılda:
800 kıyye (1 ton 25 kg) gümüş,
80.000-100.000 kıyye (102-128 ton) kurşun üretilmekteydi.
Madendeki en verimli ocaklardan birinde yılda 120 kıyye (153 kg) gümüş çıkarılabileceği kaydedilmiştir.
20. yüzyılın başlarına gelindiğinde 1908’de Bulgar Dağı Madeni kapatılmıştır.
Maden İşçileri: Ağır Şartlar Altında Bir Hayat
Madenlerin işletilmesi kadar, bu madenlerde çalışan işçilerin hayatı da tarihin kalbinde gizlidir. Osmanlı, maden işçilerine bazı vergi muafiyetleri tanımıştır, ancak çalışma koşulları oldukça zor olmuştur.
Madenciler, Osmanlı’nın olağanüstü vergilerinden (tekâlif-i örfiyye ve şukka) muaf tutulmuştur.
Bulgar Dağı Madeni’nde çalışan Rum madenciler, belirli dönemlerde vergiden muafiyet hakkı elde etmişlerdir.
1845 kayıtlarına göre Bulgar Dağı Madeni’nde 50 kadar Rum aile çalışmaktaydı.
Bazı işçilere maaşlarının düzenli ödenmediği ve şikâyetlerin Osmanlı arşivlerine yansıdığı belgelerde geçmektedir.
Bu işçiler, gün ışığından uzak, karanlık maden galerilerinde çalışarak Osmanlı hazinesini doldurmuşlardır.
Madenlerin Taşınması: Cevherin Uzun Yolculuğu
Osmanlı Devleti, çıkarılan cevherleri başkente ve tersanelere ulaştırmak için deve kervanları ve at arabaları kullanmıştır.
Kurşun ve gümüş gibi ağır metaller, genellikle deve kervanlarıyla İstanbul’a taşınmıştır.
Demir ve bakır gibi metaller, limanlara ulaştırılarak gemilerle sevk edilmiştir.
Nakliyede Aşiretlerin Rolü
Madenlerin taşınmasında, Saydıkışla, Bozdoğan, Karacebelü , Karakabalu, Şerefli ve Boynuinceli aşiretleri görev almıştır.
Bu aşiretler, deve kervanlarıyla cevherleri taşıyarak vergi muafiyetlerinden yararlanmıştır.
Post Madeni'nden çıkarılan demir, Adana’daki Karataş İskelesi’ne nakledilerek Osmanlı donanması için işlenmiştir.
Sessiz Kalan Maden Ocakları ve Unutulmuş Hikâyeler
Zamanın değişmesi ve teknolojinin ilerlemesi, yeni yollar, yeni fabrikalar, yeni makineler getirdi. Bu süreçte 1908 yılında Bulgar Dağı Madeni kapandı. Çekiç sesleri sustu, madenciler başka işlere yöneldi. Ama toprak unutmaz.
Bugün, Niğde’nin eski maden ocakları sessizliğe bürünmüş olsa da, tarihî kayıtlar ve arkeolojik buluntular, bu toprakların madencilik geçmişini gözler önüne sermeye devam ediyor.
Kim bilir, belki bir gün bir seyyah, bir arkeolog ya da meraklı bir çocuk, Niğde’nin eski maden galerilerine girip toprağa kulak verir. Ve orada, tarih boyunca yankılanan kazma ve çekiç seslerini, alın terinin sessiz çığlığını duyar. Çünkü toprak, kendisine emanet edilenleri asla unutmaz.
Her gün üstünden geçtiğim yolların, gölgesinde soluklandığım ağaçların, sıra sıra uzanan binaların… Hepsinin altında, zamanın çoktan unutturduğu bir mezarlık yatıyor. Yıllar önce Niğde'nin şimdiki merkezi şehrin eski mezarlığıydı. Selçuklu’dan kalma taşlar, üstlerinde solmuş yazılar, toprağa karışan isimler… Sonra bir gün, bir karar verildi. Asri mezarlık yapılacak, eskisi kaldırılacaktı. Ve kaldırıldı. Kazma kürek sesleri yankılandı toprakta. Sanki kıyamet kopmuş ölüler mezarlarından kalkıyordu. Mezar taşları söküldü, kemikler başka yerlere taşındı, bazıları kayboldu. O taşlar şimdi nerede bilmiyoruz. Belki bir binanın temeli oldular, belki bir kaldırım taşının altında kaldılar. Belki de bir köprünün harcına katıldılar.
Bazen buralarda yürürken düşünüyorum… Şu an bir Selçuklu prensesinin ellerine mi basıyorum? Bir savaşçının göğsüne mi? Bir annenin dualarla toprağa verdiği yavrusuna mı? İçimi garip bir hüzün kaplıyor. Kimdi onlar? Nasıldı yüzleri? Kimi beklediler, kime hasret gittiler? Şimdi neredeler?
Bu topraklar bir zamanlar ne savaşlar gördü, ne aşklar sakladı, ne hayalleri kucakladı… O cengâverler şimdi hangi savaşın içinde? O ak saçlı annelerin gülümseyen yüzleri hangi rüzgâra karıştı? Sevdalar dindi mi? Kinler unutuldu mu? Yoksa her şey, her acı, her mutluluk, zamanın avuçlarında eriyip gitti mi?
Ve en çok da şu gerçek yakıyor içimi: Gün gelecek, bizim de mezarlarımız böyle dümdüz edilecek. Bizim de üzerimizden, bizden habersiz yürüyüp geçecekler. Bir zamanlar var olduğumuzu bile bilmeyen insanlar, tıpkı bizim bugün yaptığımız gibi, geçmişi unutarak yepyeni hayatlar kuracak. Adımız unutulacak. Hiç yaşamamış gibi olacağız.
Bütün bunları düşündüğümde içime tarifsiz bir hüzün çöküyor. Dünya, aslında baştanbaşa bir mezarlıktan başka bir şey değil. Üst üste yaşanmış hayatlar, alt alta yığılmış ölüler… Ama biz, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi hırsla, öfkeyle, açgözlülükle saldırıyoruz hayata. Birbirimizi eziyoruz, kalp kırıyoruz, insanları yok sayıyoruz. Ama sonunda ne olacak? Bizden öncekiler ne götürdü ki biz bir şey götürelim?
Belki de hayattayken yapabileceğimiz en güzel şey, bir gönül kazanmaktır. Bir yarayı sarmak, bir yetimin başını okşamak, bir garibin elinden tutmaktır… Çünkü mezar taşlarımız bir gün silinip gider, adımız unutulur ama birinin kalbine dokunan iyiliğimiz, belki de tek gerçek mirasımız olur.
Bu yüzden şimdi durup düşünelim. Bugün birine iyilik ettik mi? Kırılmış bir kalbi onardık mı? Bir gönülde iz bıraktık mı? Çünkü dünya, ne bir hırsa ne bir öfkeye ne de zerre kadar bir kibire değmiyor. Bugün varız, yarın yokuz işte. Ama geride bir iyilik bir onurlu duruş bırakabilirsek. Belki de tek ölümsüz gerçek budur.
Toros Dağları… Zirveleri bulutlarla dans eden, etekleri kekik ve sümbül kokularıyla bezenmiş bir doğa harikası. Yaz aylarında serin esintileriyle yorgun gönüllere ferahlık veren bu dağlar, yüzyıllardır Çamardı halkının yaşamına şekil vermiştir. Sadece görkemiyle değil, sunduğu doğal zenginliklerle de yöre halkının ilham kaynağı olmuştur. İşte Torosların bu eşsiz armağanlarından biri, bugün ülkemizin dört bir yanına yayılan ve dillere destan olan Çamardı dondurmasıdır.
Torosların Eteklerinden Doğan Lezzet
Hikâye, Osmanlı döneminde Çamardı’da yaşayan Mahmut Usta ile başlar. Toros Dağları’nın serin yamaçlarında keçi sürüleri güden, dağlardan yabani orkide kökleri toplayarak salep üreten bu mahir usta, bir yaz günü yepyeni bir lezzetin temelini atar. O yıllarda Çamardı’da yaz aylarında Toros yaylalarından getirilen karlar, serinletici tatlılar yapmak için kullanılırdı. Özellikle karsambaç adı verilen şeker ve kar karışımı, bölge halkının vazgeçilmez tatlılarındandı.
Mahmut Usta, bir gün elindeki artan salebi ziyan etmek istemez ve bir deneme yapar. Salepli karışımı süt ve şekerle harmanladıktan sonra Toroslar’dan getirilen karların arasına gömer. Bir gece boyunca serin Toros rüzgârlarının etkisi altında bekleyen karışım, ertesi gün bambaşka bir hâle bürünür. Sakız gibi uzayan, kadife gibi bir kıvama kavuşan bu tatlı, Mahmut Usta’nın şaşkınlık ve hayranlıkla tadına baktığı bir mucizeye dönüşür.
Toroslar: Doğanın Büyüsü
Toroslar, yalnızca görkemli dağlar değildir. Bu dağlar, hayatın kendisidir. Yüksek zirvelerinin baharında karlar yavaş yavaş erir, yerini rengârenk çiçeklere ve kokusu yüzyıllarca hafızalarda yer eden bitkilere bırakır. Kekik kokusu rüzgârla dalga dalga yayılır, sümbüller ve çiğdemler Torosların yamaçlarını bir gelin gibi süsler. Keçiler, bu zengin bitki örtüsünden beslenir ve sütleri, doğanın bu büyüsünü bir bardak dolusu lezzete taşır.
Bu süt, Çamardı dondurmasının vazgeçilmez temelidir. Yörede yetişen yabani orkide köklerinden elde edilen salep ise dondurmanın kıvamını ve benzersiz dokusunu sağlar. Dağlardan getirilen saf karlar ise hem dondurmayı soğutmak hem de yapım sürecine doğanın özünü katmak için kullanılır. İşte bu yüzden Çamardı dondurması, Torosların ruhunu ve doğallığını taşır.
Çamardı’nın Köylerinden Gelen Destek
Çamardı dondurmasının hikâyesinde köylerin payı da büyüktür. Burç, Çardacık, Mahmatlı, Üskül, Çukurbağ, Elekgölü, Yelatan ve Kışlakçı köyleri, bu lezzetin doğuşuna eşsiz katkılarda bulunur. Bu köylerde yetişen keçilerin sütü, Toroslar’ın bitki örtüsünün zenginliğini damaklara taşır. Dağların koyaklarından getirilen Toros karları, Çamardı dondurmasının üretim sürecine benzersiz bir tazelik katar.
Bu köyler, sadece malzemeleri değil, bu zanaati kuşaktan kuşağa aktaran ustaları da yetiştirir. Bugün, ülke genelinde 9 bin Çamardılı dondurmacı, bu kültürü ve lezzeti yaşatmaya devam ediyor. Onların sayesinde Çamardı dondurması, yalnızca yerel bir lezzet olmaktan çıkmış, Türkiye’nin dört bir yanında tanınan bir tatlıya dönüşmüştür.
Unutulmaz Efsane: Torosların Beyaz Geyiği
Rivayete göre, Mahmut Usta’nın bu özel lezzeti keşfetmesinin ardından bir gece rüyasına beyaz bir geyik girer. Toros Dağları’nın zirvesinde ona yaklaşan bu zarif hayvan, ustaya şu sözleri söyler:
“Bu dağların karı, çiçeklerin özü ve keçilerin sütü kutsaldır. Bu kutsallığı insanlara sunarken sabırla çalış ve doğallıktan asla vazgeçme. Senin yaptığın bu lezzet, yüzyıllarca insanların mutluluk kaynağı olacak.”
Mahmut Usta, bu rüyanın etkisiyle, yaptığı her dondurmanın içine bu öğütleri işler. O günden sonra Çamardı dondurmasını tadan herkesin, bir gün rüyasında Torosların beyaz geyiğini göreceğine inanılır.
Çamardı Dondurması: Torosların Sofralarımıza Gelen Armağanı
Bugün Çamardı dondurması, sadece bir tatlı değil, aynı zamanda bir memleket sevgisinin ve doğaya duyulan saygının simgesidir. Her kaşıkta Toros Dağları’nın ferahlığını, keçilerin sütünden gelen saflığı ve salebin kattığı mucizeyi hissedersiniz. Bu lezzet, sadece bir tat değil, Torosların destansı hikâyesidir.
Bu yüzden her seferinde şunu hatırlayın: Bir parça Çamardı dondurması yediğinizde, aslında Torosların büyülü zirvelerine, kekik kokulu yamaçlarına ve sabırla çalışan ustaların emeğine selam gönderiyorsunuz.
Bolkar Dağları’nın yükseklerinde, Anadolu’nun sessiz tanıkları gibi duran ters laleler, yalnızca birer çiçek değil, aynı zamanda toprağın derinlerinden yükselen birer hikâyedir. Bu nazlı çiçek, boynu bükük haliyle ne geçmişin hüznünü saklayabilir ne de efsanelerin büyüsünü. Ters lale, Anadolu’nun hem acısını hem de aşkını dile getirir.
Ters lale, binlerce yıl boyunca farklı dinlerin ve kültürlerin ortak hüznünü taşımıştır. Hristiyan anlatılarında, Hz. İsa’nın çarmıha gerilişine tanık olan Hz. Meryem’in gözyaşlarının düştüğü yerden filizlendiği söylenir. Müslüman rivayetlerinde ise Hz. Hasan ve Hüseyin’in Kerbela’da katledilişi, bu çiçeğin boynunun büküklüğüne sebep gösterilir. Ancak Anadolu’nun bağrında yankılanan bir başka efsane, Bolkar Dağları’nda açan ters lalelere bir aşk hikayesiyle hayat verir.
Nazende ve Mahir’in Efsanesi
Bolkar Dağları’nda yaşayan güzel Nazende ile genç çoban Mahir’in hikayesi, ters lalelerin sembolizmini daha da derinleştirir. Nazende, köyün en güzel kızıydı; Mahir ise sürüsünü dağlarda otlatan sessiz bir delikanlı. Nazende’nin ailesi, köy ağasının oğluyla evlenmesini isterken, Nazende kalbini Mahir’e kaptırmıştı. İki genç, her fırsatta Bolkar’ın eteklerinde buluşur, sevdalarını yıldızların altında paylaşırdı.
Ne var ki, bu aşk köyün sınırlarını aşar ve dedikodulara dönüşür. Ailesi, Nazende’nin Mahir ile görüşmesini yasaklar ve genç kızın kaderini köy ağasının oğlu ile evlenmeye bağlar. Fakat iki genç, ayrılmayı kabullenemez ve çareyi dağın zirvesine kaçmakta bulur.
Ancak aşkları, onları koruyacak kadar güçlü değildir. Köyün adamları, silahlarla peşlerine düşer. Mahir, Nazende’yi korumak için kendini feda eder ve hayatını kaybeder. Sevdiği adamın cansız bedeni başında diz çöken Nazende, acının ağırlığına daha fazla dayanamaz ve kendini dağın uçurumlarından aşağı bırakır.
Çiçeğe Dönüşen Hüzün
O günden sonra, Bolkar Dağları’nda ters laleler açmaya başlar. Nazende’nin gözyaşları ve Mahir’in dökülen kanı, bu çiçeğin rengini kırmızıya, duruşunu ise boynu bükük bir hale getirmiştir. Köy halkı, her bahar ters laleleri gördüğünde Nazende ve Mahir’in hüzünlü aşkını hatırlar ve çiçeğe “Nazlı Çiçek” adını takar.
Anadolu’nun Sessiz Şahitleri
Ters lale, yalnızca Bolkar Dağları’nın değil, tüm Anadolu’nun ortak acılarına bir ayna tutar. Kerbela’nın hüznüyle de beslenir, Ferhat ile Şirin’in kavuşamayan aşkıyla da. Osmanlı döneminde, sümbül ve nergis kadar değerli bir çiçek olan ters lale, hüzünlü geçmişini ve nazlı duruşunu hiçbir zaman kaybetmez.
Ters lale, Anadolu’nun yüreğinde saklı binlerce hikâyeden yalnızca bir tanesidir ama onun sessiz güzelliği, kalplerde derin izler bırakır.
Her köşede, her sofrada, her dükkânda karşımıza çıkan, halkın tatlısı diye bilinen, fakir fukaranın neşesi, kalpleri sarıp sarmalayan halka tatlının anavatanının Niğde iline bağlı Çamardı ilçesinin Üskül Köyü olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Oysa bu mütevazı ama bir o kadar lezzetli tatlı, yalnızca Türk mutfağının değil, halkının da bir parçasıdır. Şerbetli hamur tatlıları arasında kendine has bir yeri olan halka tatlısı, adeta bir geleneksel lezzet olarak her köyde, her kasabada, her şehirde karşımıza çıkar.
Yüzyıllar öncesinde, bir zamanlar, Üsküllü ustalar tarafından yağ, şeker ve unun birleşiminden yaratılmış bu eşsiz tatlı, zamanla ülkenin dört bir yanına yayılmıştır. Ustalar, başlarına tepsilerini alıp, sırtlarında sabırla çalıştıkları tatlıyı, duraklarda, pazarlarda, hatta her sokak köşesinde satışa sunmuşlardır. Üskül’den, Çardacık’tan, Kışlakçı’dan, Bekçili’den, Elekgölü’nden göç eden Çamardılı tatlıcılar, hemşerilerinin gözünde köylerine olan bağlılıklarını ve azimlerini simgeliyor. Evlerini, yuvalarını tatlı yaparak geçindiren, yıllarca gurbetin yolunu tutan bu ustalar, Çamardı'nın adıyla anılan bu tatlıyı her karışıyla ülkenin dört bir köşesine taşımıştır.
O zamanlar ilkokuldan sonra, çocuk denebilecek yaşlardayken, hayallerini bırakıp gurbetin yokuşlu sokaklarına, soğuk rüzgârlarına karışan Çamardılılar, tatlılarını satmak üzere gittiği her yerde, memleketlerini anlatmayı, kültürlerini yaymayı bir görev bildiler. Bu uzun yıllar süren emekle, Çamardılılar, her köyde, her kasabada, zamanla bu tatlıyı yapıp satmayı bir yaşam biçimi haline getirdiler.
Çamardılı birinin “Tatlıcı mısın?” diye sorulması, bu geleneğin, bu lezzetin toplumda ne denli kökleştiğini, neredeyse bir kimlik haline geldiğini gözler önüne serer. Ve bir tatlıyı anlatırken, Çamardı köylerinden bahsetmek kaçınılmazdır. Zira halka tatlısı, sadece bir tatlı değil, bir kültür, bir yaşam biçimidir.
Zamanla halk arasında satılan bu tatlıya farklı isimler verilmiş olsa da, Çamardılıların o tatlıya verdikleri değer her zaman büyüktür. Birçok kişi, tatlıyı başka isimlerle adlandırmaya çalışsa da, bu tatlının bir nimetten başka bir şey olamayacağını savunuyorum. O tatlı, fakirin neşesi, işçinin sofralarında bir soluk, çocuğun sevinci, köylünün gururudur. Şaka bir yana, bizlere bir köşe başında, bir okul önünde, bir parkta halk tatlısını satan Çamardılı esnafla karşılaşmak hiç de zor değil. Hangi kahve dükkânına giderseniz gidin, hangi okulun önüne uğrarsanız uğrayın, her yerde bu tatlıyı yapan birine rastlamanız mümkündür.
Adana halkı, zaman zaman bu tatlıya sahip çıksa da, gerçekte halka tatlısı, kökenini Çamardı'dan alır. Hatta Çamardı'nın girişine, tatlı ve dondurma resimleriyle bezenmiş bir tabelanın asılması, bu yeri onurlandırmak için gayet yerinde olacaktır: “Tatlı ve Dondurmanın Anavatanına Hoş Geldiniz.” Bu şekilde, tatlının memleketi olan Niğde ve Çamardı, yüzyıllardır süregelen bu geleneksel lezzeti halkla buluşturmanın gururunu daha geniş kitlelere sunmuş olacaktır.
Çamardı halka tatlısının yapımı aslında oldukça basit ve pratik olsa da, lezzetinin derinliğini oluşturan unsurlar arasında, kullanılan özel un ve pancar şekeri önemli bir yer tutar. Yalnızca kaliteli malzemelerle yapılan bu tatlı, çıtır çıtır bir dokunuşla şerbetiyle buluştuğunda tadından yenmez hale gelir. Ancak son yıllarda, bazı yerlerde ucuza satılmak amacıyla glikoz ve ucuz yağ kullanılarak yapılan tatlılar, hem tatlarının bozulmasına yol açmakta hem de bu eşsiz lezzetin ününü zedelemektedir.
Çamardı halka tatlısı, sıcakken, daha çıtır, daha şerbetli ve enfes bir lezzet sunar. Bu tatlının bir diğer sırrı ise, yanında sunulan dondurmayla birleşimidir. Tatlının sıcaklığı ve dondurmanın serinliği, damağınızda unutulmaz bir tat bırakır. Bu tatlının, damak tadına göre farklı şekillerde tüketilmesi de mümkündür.
Halka tatlısı, tıpkı Antep’in baklavası gibi, memleketimizin gururu haline gelmiş, tüm Türkiye’ye kazandırılmış bir lezzet olarak korunmalı ve yalnızca kaliteli malzemelerle yapılmasının önü açılmalıdır. Niğde, sadece yerel halkına değil, her bir bireye bu tatlıyı, bu kültürü sunmalı ve tüm dünyaya tanıtmalıdır. Bu tatlı, yalnızca alım gücü yüksek olanlara değil, toplumun her kesimine hitap etmekte ve bir o kadar erişilebilir olma özelliği taşımaktadır.
Çamardılı tatlıcılar, Niğde'nin ve Çamardı'nın bu lezzetinin, her bir köşede yaşatılması için ellerinden geleni yapmalı, tatlının gerçekte ne olduğunu, kültürümüzün bir parçası olduğunu anlatmaya devam etmelidirler. Bu lezzet, geçmişin, bugünün ve yarının tatlısıdır. Afiyet olsun!