Bir Sessiz Çöküşün Perde Arkası
Türkiye son yıllarda bir sorunla sessizce yüzleşiyor: Bahis bağımlılığı. Artık kimse bunu “şans oyunu” olarak adlandırıp geçmesin; ortada büyüyen, derinleşen ve görmezden gelindikçe daha çok can yakan bir toplumsal kriz var.
Dijital çağın sunduğu hız, bu krizi görünmez ama çok daha yıkıcı bir hale getirdi. Bugün kumar masası dediğimiz şey kırmızı halılı salonlarda değil; cebimizde taşıdığımız telefonlarda, televizyon reklamlarında, maç aralarında beliren canlı kupon önerilerinde.
Bir araştırmacı olarak sahada gördüklerim, dinlediğim hikâyeler ve sessiz tanıklıklar beni tek bir sonuca götürüyor:
Bu ülkede insanlar para değil; umut, zaman, aile, onur ve gelecek kaybediyor.
Gençleri Avlayan Bir Sistem: Sessiz Bir Pazarın Büyük Kazananları
Eskiden kumar, belli bir kesimin gizli alışkanlığıydı. Bugünse en parlak hedef kitlesi gençler. Üniversite öğrencileri, lise çağındaki çocuklar, işe yeni başlamış genç yetişkinler… Hepsinin ortak bir noktası var: Ekonomik zorluk, gelecek kaygısı ve “bir ihtimal daha var” düşüncesi.
Bahis şirketlerinin reklam stratejilerine bakınca tablo daha da netleşiyor:
Ünlü futbolcuların yüzleri,
YouTube fenomenlerinin önerileri,
Sosyal medyada sahte “kazandım” videoları,
Telegram gruplarında sözde “banko kuponcular”.
Bunların hepsi gençleri avlamak için sistematik biçimde tasarlanmış bir ağ. Bir sosyal medya yöneticisinin bana söylediği şu cümle hâlâ aklımda: “Gençleri yakaladığın an uzun süre bırakmıyorlar. Çünkü ilk kazanç bağımlılık için yeterli.”
Bu cümlenin ardında milyarlarca liralık bir ekonomi yatıyor. Kazanan belli: Sistem.
Kaybeden ise çoğu zaman fark edilmeden kenara çekilen, borç batağına düşmüş, geceleri uyuyamayan bir genç.
Sahadan Notlar: Kırık Hikâyeler
Araştırmacılık bazen dinlediklerinizi unutmanıza izin vermez. Bir baba, oğlunu bahis borcu yüzünden evden atmak zorunda kaldığını anlatırken ağlamamak için dişlerini sıkmıştı. Bir üniversite öğrencisi, kredi kartı borçlarını ailesinden gizlemek için okul harçlığını kesmek zorunda kaldığını söylemişti. Bir başka genç, “Kazandığım gün dünyanın en güçlü insanı gibi hissediyorum, kaybettiğimde ise hiçliğe düşüyorum,” demişti.
Bu cümleler birer araştırma verisi değil; gerçek hayatın içinden parçalar.
Bahis bağımlılığı sadece para kaybı değildir. İnsanın kendini kaybetmesidir.
Bilim Ne Diyor? Acı Gerçekler
Nörologlar kumarın beyinde tıpkı kokain gibi dopamin salgılattığını söylüyor. Yani mesele sadece yanlış bir alışkanlık değil; kimyasal bir bağımlılık.
En tehlikeli kısmı ise şu: Kumar bağımlılığı fark edilmeyecek kadar sessiz ilerliyor.
Bir psikolog, görüştüğümüz bir söyleşide şöyle demişti:
“Kumar bağımlılığı, bağımlı olan kişinin kendine bile itiraf etmediği bir hastalıktır.”
Bu nedenle “İsterse bırakır”, “Biraz dikkat eder geçer”, “Kendi hatası, kendi suçu” gibi cümleler, bilimsel olarak geçersizdir.
Bahis bağımlılığı irade meselesi değil; tedavi gerektiren bir durumdur.
Ekonominin Görünmeyen Düşmanı: Yasa Dışı Bahis
Türkiye’de yasal bahis gelirleri resmi raporlara göre milyarlarca lira. Ancak buzdağının görünmeyen kısmı çok daha büyük: Yasa dışı bahis siteleri. Bu sitelerin kontrol ettiği kara para trafiği:
Ekonominin kayıt dışı kısmını büyütüyor,
Vergi kaybını artırıyor,
Organize suç ağlarına kaynak sağlıyor,
Gençleri borçlandırarak iş gücünü zayıflatıyor.
Yani bahis, sadece bireyin değil, ülkenin ekonomisinin de kanını emiyor.
Toplumsal Sessizlik: Kimin İşine Yarıyor?
Bugün spor kulüplerinin forma reklamlarına bakın. YouTube’da maç yorumu yapan kanallara bakın. Futbol ekonomisine, sosyal platformlara, influencer pazarına bakın. Bahis şirketlerinin gölgesi her yerde.
Kimse yüksek gelir kapısını kapatmak istemiyor.
Bu suskunluk da bağımlılığı büyütüyor.
Bir teknik direktör bir keresinde bir toplantıda şunu söylemişti:
“Takımdaki gençlerden bazıları idman sonrası bahis konuşuyor. Bu iş artık soyunma odasına kadar girdi.”
Soruyorum:
Bir toplumda daha ne olursa mesele ciddiye alınır?
Ne Yapabiliriz? — Somut Çözüm Önerileri
Bu sorunu çözmek için duygusal değil, yapısal adımlar gerekiyor. Öneriler üç başlık altında toplanabilir:
1. Devlet Düzeyinde
Yasa dışı bahis sitelerine erişimin değil, finansal akışlarının engellenmesi
Bankacılık ve ödeme sistemleri üzerinden daha sıkı kontrol sağlanmalı.
Gençlere yönelik reklamların tamamen yasaklanması
Spor kulüpleri dâhil, her platformda.
Kumar bağımlılığı için ulusal destek hattı ve ücretsiz psikolojik yardım
Tıpkı alkol ve madde bağımlılığı gibi ele alınmalı.
Okullarda ve üniversitelerde bilinçlendirme programları
Gençleri bilgilendirmek, en etkili önleyici mekanizma.
2. Aile Düzeyinde
Çocukların dijital harcamaları takip edilmeli.
Geceleri telefonu kapatmama, para isteği, ani duygu değişimleri gibi belirtiler ciddiye alınmalı.
Yargılamak yerine iletişim kurulmalı.
3. Bireysel Düzeyde
Birkaç defa “şansını denemek” masum görünür ama en tehlikeli eşiktir.
Kumarla ilgili harcama veya düşünce yoğunluğu fark edilirse profesyonel destek alınmalı.
“Kazandığımın yarısını yatırayım, bu sefer döner” düşüncesi bağımlılığın ilk işaretidir.
Gerçek Şans Nedir?
Gerçek şans; bir kuponla zengin olmak değildir.
Gerçek şans;
Emek verip karşılığını alabildiğin,
Gençlerin hayal kurmak için bahis sitelerine değil, eğitime yöneldiği,
Kolay paranın değil, alın terinin değer gördüğü
bir ülkede yaşamaktır.
Bugün “şans oyunu” diye pazarlanan şey aslında bir hayat çalma makinesi.
O makinenin durması için önce gerçeği görmek, sonra çözümü konuşmak gerekiyor.
Ve en önemlisi: Bu sessiz çöküşü artık sessiz izlememek gerekiyor.
Vesselam...
Çağımızın en parlak icadı olan internet, aynı zamanda en büyük sosyal hastalıklarımızdan biri hâline geldi.
Cebimizdeki küçük ekranlar sayesinde bilgiye saniyeler içinde ulaşıyoruz; ama aynı hızla ihtiyaç duymadığımız, hatta bize zarar veren içeriklerle de dolduruluyoruz.
İnternet, bugün dünyanın en büyük bilgi çöplüğüne dönüşmüş durumda.
Daha kötüsü, bu çöplükte yaşamaktan son derece memnun görünen milyonlarca insan var.
Sosyal medya kullanım oranlarına baktığımızda tablo daha da çarpıcı.
Türkiye’de nüfusun yarısından fazlası aktif sosyal medya kullanıcısı ve insanlar bu platformlarda saatler harcıyor.
Peki neden?
Çünkü çoğumuzun hayatında dolduramadığı boşluklar var: işsizlik, yalnızlık, değersizlik hissi, sosyal çevre eksikliği…
Beğeni almanın verdiği o küçük dopamin patlaması, bir süreliğine de olsa bu boşlukları kapatıyor.
Bugün beğeni kültürünün esiri olmuş durumdayız.
“Kaç kişi beğenir?”,
“Bu fotoğrafı kimler görür?”,
“Takipçi sayım arttı mı?” gibi sorular, modern insanın iç sesine dönüşmüş durumda.
Ünlülerin hayatlarına özeniyor, okumadığımız kitapların yazarlarını hayranlıkla paylaşıyor, kime ait olduğunu bilmediğimiz sözleri savuruyoruz.
Algoritmaların şefkatiyle alışveriş yapıyor, kargo ücretinden kaçmak için ihtiyaç duymadığımız ürünleri tıklayıp sepete ekliyoruz.
Sosyal medya yalnızca alışkanlıklarımızı değil, beden algımızı da biçimlendirdi.
Kadınlar “kusursuz vücut” peşinde ölümüne diyetler yaparken, erkekler kas yığını olma çabasında.
Kimse kendi bedenini beğenmiyor.
Kimse olduğu hâline razı değil.
Özgüvensizlik çağı tam olarak burada başlıyor.
Bir sanat eserinin önünde durup onu izlemek yerine fotoğraf çekip paylaşmayı tercih eden bir toplum olduk.
Birlikte yemeğe çıkıp sohbet etmek yerine, tabağın fotoğrafını paylaşmayı, hatta bir insan yardım beklerken bile video çekmeyi çoğunlukla tercih edilebiliyor.
Bu noktada sosyal medya artık sadece bir platform değil; insanı duygusuzlaştıran, yalnızlaştıran bir yaşam tarzına dönüşmüş durumda.
Peki bu çöküşü durdurmak mümkün mü?
Kolay değil.
Çünkü sosyal medya da en az sigara ve alkol kadar bağımlılık yapıyor.
Önce bağımlı olduğumuzu kabul etmek gerekiyor.
Telefonla geçirilen süreyi sınırlamak, aileyle ekransız zamanlar yaratmak, bir akşam yemeğini telefonsuz geçirebilmek bile önemli bir başlangıç olabilir.
Unutmayalım: Hayat ekranlarda değil, hâlâ birbirimizin gözlerinde akıyor.
Eğer bir şeye saplanacaksak, bu nefret söylemine, kıyas kültürüne, sahte hayatlara değil; üretime, pozitifliğe, yaratıcılığa olsun.
Gerçek hayat hâlâ burada.
Yeter ki yüzümüzü ona çevirebilelim.
Vesselam...
Yazının DevamıSosyal sermaye, 21. yüzyıla yön vermek isteyen kurumların en önemli kaynağını oluşturacaktır. Sosyalsermaye, sadece ağlar ve ilişkiler anlamına gelmemekte; aynı zamanda güven, normlar ve ortak değerler gibi unsurları da içermektedir. Bu unsurlar, kurumların hem iç işleyişini hem de dış çevreyle etkileşimini şekillendirmektedir.
Sosyal sermaye, kurumların yapısını ve yenilikçiliğini yeniden biçimlendirmesi sonucunda performansını artırmakla kalmayacak, aynı zamanda temel yapılarını ve inovasyon yeteneklerini de kökten değiştirecektir.
Sosyal sermaye, 21. yüzyıl kurumların hantal, hiyerarşik yapılardan kurtulup, daha akışkan, katılımcı ve sürekli öğrenen, yenilikçi platformlara dönüşmesinin temel itici gücü haline gelmektedir.
Ekonominin gelişim evreleri incelendiğinde sırasıyla ticaret çağı, sanayi çağı ve bilgi çağı yer almaktadır.Ticaret çağının en önemli kaynağını finansal kaynaklar oluşturur iken sanayi çağı ile birlikte insan kaynakları bilgi çağında ise sosyal kaynaklar önemli kaynaklar olarak yer almaktadır.
Bu dönüşüm, zaman içinde "zenginliğin" ne anlama geldiğinin ve kurumların, bireylerin rekabet avantajı sağlamak için nelere yatırım yapması gerektiğinin de bir göstergesidir. Her çağ, kendinden önceki çağın birikimi üzerine inşa edilmiş ve yeni bir değer anlayışını beraberinde getirmiştir.
21. yüzyılda kurumsal gelişim için finansal kaynaklar, beşerî kaynaklar ve sosyal kaynaklar etkin bir şekilde kullanılmalıdır. 21. yüzyılda kurumsal gelişim ve sürdürülebilirlik için yalnızca tek bir kaynağa odaklanmak yetersiz kalmaktadır. Başarılı kurumlar, finansal, beşerîve sosyal kaynakları etkin bir şekilde entegre etmeli ve yönetmelidir. Bu üçlü, birbirini tamamlayan ve güçlendiren bir ekosistem oluşturmaktadır.
21 yüzyılda kurumlar için başarı, bu üç kaynağı bir piramidin değil, birbirine sıkıca bağlı, dinamik ve etkileşimli bir ekosistemin parçaları olarak görmekten geçmektedir. Bu dengeli ve entegre yaklaşım, belirsizliklerle dolu bu çağda kurumlara rekabet avantajı ve sürdürülebilir büyüme olanağı sunmaktadır.
Gelişmeyi hedefleyen kurumlar için finansal kaynaklar sahip olduğu maddi kaynakları, beşerîkaynaklar sahip olduğu mesleki kaynaklar ile birlikte bilgi ve yetenekleri, sosyal kaynaklar ise sahip olduğu sosyal bağları toplumsal değerleri bilgi paylaşımı kanallarını karşılıklı ilişkileri ve güveni oluşturmaktadır.
Bu üç kaynağın birbirini tamamlayıcı doğası, 21. yüzyılda sürdürülebilir başarıya ulaşmak isteyen her kurum için vazgeçilmezdir. Finansal güç olmadan yatırım yapılamaz, beşerî sermaye olmadan bu yatırımlar hayata geçirilemez ve sosyal sermaye olmadan ne finansal ne de beşerî sermaye tam potansiyeline ulaşabilir.
Finansal kaynaklar, sosyal kaynaklar ve insan kaynakları kurumun yapısı içerisinde çok önemli üç faktörü oluşturmaktadır. Kurumsal verimlilik bu üç faktörün etkin bir şekilde kullanılması ile mümkündür. Buüç faktörün (finansal, sosyal ve insan kaynakları) bir organizasyonun yapısı içindeki merkezi rolü ve kurumsal verimlilik için kritik önemi tartışılamaz. Sadece var olmaları değil, etkin bir şekilde kullanılması kilit noktadır. Bu etkin kullanım, sadece her birini ayrı ayrı değil, birbirleriyle olan etkileşimlerini de optimize etmeyi gerektirir.
Bu üç faktörün etkin birleşimi, sadece anlık verimliliği değil, aynı zamanda kurumun uzun vadeli sürdürülebilirliğini, adaptasyon yeteneğini ve inovasyongücünü de garanti etmektedir. 21. yüzyılın karmaşık ve rekabetçi ortamında, bu faktörleri ayrılmaz bir bütün olarak ele almak, başarılı kurumların temel stratejisi haline gelmiştir.
Yaptığım araştırmalar neticesinde finansal ve beşerîkaynaklar çalışanların fiziksel ve güvenlik ihtiyacını karşılarken sosyal kaynaklar ait olma, saygı görme ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar.
Bu analiz, Abraham Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisiyle mükemmel bir uyum sergilemekte ve kaynakların çalışanların farklı motivasyon seviyelerini nasıl karşıladığını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.Bu bakış açısı, kurumsal gelişimi ve çalışan memnuniyetini anlamak için son derece değerli olarak kabul edilebilir.
Bu ayrım, kurumların çalışanlarını sadece ekonomik varlıklar olarak değil, aynı zamanda sosyal ve psikolojik ihtiyaçları olan bireyler olarak görmelerinin önemini vurgulamaktadır. Finansal ve beşerî kaynaklar "temel direkleri" sağlarken, sosyal kaynaklar kurum içindeki "hayatı" ve çalışanların en üst düzey potansiyellerine ulaşmasını mümkün kılmaktadır.
Sosyal kaynakların gelişme sürecinin incelenmesi sonucunda, çalışanların birbirlerine, kurumlarına ve yaşadıkları çevreye güven duyması ile karşılıklı ilişkileri oluşturması ve bağlarını güçlendirmesiyle ve son olarak da bu bağlar üzerinde bilgiyi etkin bir şekilde iletmesiyle mümkündür.
Kısacası, sosyal kaynaklar bir kurumda kendi kendine oluşmamakta; bilinçli bir çaba ve uygun bir kültürle beslenmesi gereken bir süreçtir. Bu süreç, güven tohumlarının ekilmesiyle başlamakta, karşılıklı ilişkilerin dallanıp budaklanmasıyla büyümekte ve sonunda bilginin verimli bir şekilde meyve vermesiyle olgunlaşmaktadır.
Yaptığım bir çalışmaya göre çalışanların güven düzeylerinin gelişmesi onları daha yenilikçi ve daha üretken kılmaktadır. Karşılıklı bağları güçlenen bireyler daha yardımsever ve takım halinde hareket edebilir iken network ile birlikte elinde olan finansal ve beşerîkaynaklarını yenilikçi fikirler üretmek için değerlendirirler.
Çalışmamın ortaya koyduğu bu sonuçlar, özellikle bilgi çağı'nda sosyal sermayenin bir "lüks" değil, stratejik bir zorunluluk olduğunu net bir şekilde göstermektedir. Kurumlar, sadece finansal tablolarına veya insan kaynakları sayısına bakmakla kalmayıp, çalışanlar arasındaki güveni, bağları ve ağları ne kadar iyi yönettiklerini de düzenli olarak değerlendirmelidirler. Bu, 21. yüzyılda sürdürülebilir rekabet avantajı sağlamanın anahtarıdır.
Yazının Devamı
İş tatmini, bir çalışanın genel işine ve çalışma ortamına verdiği pozitif tepki olarak tanımlanmaktadır. Aynı zamanda iş tatmini, çalışanın işinden memnuniyet veya memnuniyetsizlik düzeyinitemsil etmektedir. Yapılan işin kalitesi, çalışanın işe ilişkin beklentileriyle ne kadar eşleşirse, iş tatmini de o kadar yüksek olmaktadır.
Dijital teknolojiyi başarılı bir şekilde kullanabilen profesyoneller, yazılımlar sayesinde görevlerini çok hızlı ve kolay bir şekilde tamamlayabilmekte; ortaya çıkan sorunlara çözüm bularak kendilerini yetkin görebilmektedir. Dijital teknolojileri kullanma konusunda tecrübesiz olan, görevlerini gereği gibi yerine getiremeyen, yazılım ve bilgi sistemleri ile ilgili sorunlara çözüm üretemeyen profesyoneller kendileriniyetersiz hissetmekte ve yaptıkları işten tatminsizlik yaşamaktadır.
Dijital dönüşüm, en genel anlamıyla yapay zeka, nesnelerininterneti, ileri analitik,robotik sistemler vekatmanlı imalat gibiileri üretim teknolojilerininüretim alanındaki çeşitlikullanımlarını ifade etmektedir. Dijital dönüşüm sürecinde büyük gelişmelerezemin hazırlayan enönemli gelişme bilgisayarınicadı olmaktadır. Daha sonra internetin, bireyselbilgisayarların ve cep telefonlarının icadı büyükdeğişiklikleri hızlandırmaktadır. Kişilerin, işletmelerin, kuruluşlarınve sistemlerin mekanve zamandan bağımsızolarak birbirleriyle iletişim ve etkileşimiçinde olmalarını sağlayanbu dijital gelişmeler,bir yandan küreselyaşam standartlarını iyileştirirken, diğer yandanmasum gibi sorunlarıda beraberinde getirmektedir.
Dijital araçların çoğalması tüm dijital dönüşümsürecini hızlandırmaktadır. Ancak son dönemde teknolojinin gelişmesi ve iş ortamlarında dijitalleşmenin değerinin artmasıyla birlikte, dijital dönüşümün çalışanların iş tatmini ve iş-yaşam dengesi üzerindeki etkisidaha da önemli hale gelmiştir. Dijitalleşmenin esasolarak artan üretkenlik, verimlilik, müşteri memnuniyeti, pazar genişliğive daha ilgi çekici işler sebebiyle iş tatmini ileolumlu bir ilişkisi bulunmaktadır.
Ancak artan zamanbaskısı, yeni teknolojilerin kabulü, çalışanların teknolik yeniliklere uyumu, yeni finansal kaynaklar ve zayıf iş-yaşamdengesi gibi unsurlar iş tatminini azaltmaktadır. Ayrıca dijital dönüşümün çalışanların iş tatmini üstündeki etkisinin; gençler, yaşlılar, yöneticiler,çalışanlar ve kadınlar gibi çalışan gruplarınagöre değişiklik göstermesi de diğer karşılaşılması muhtemel zorluklar arasındadır.
İş tatmini kısaca, çalışanların işlerini ne ölçüde sevdikleri şeklinde nitelendirilmektedir. Ancak, çalışanların memnuniyet duyguları olduğu için, memnuniyetsizlik duygularının da olması kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle, çalışanların iş tatmini, çalışanın ne yaptığına bağlı olarak olumlu ve olumsuz durumlara ayrılabilmektedir. Eğer çalışan işinin iyi olduğunu hissediyorsa, bu işinden memnun olduğunu göstermektedir. Çalışanların iş tatmininin yüksek veya düşük olması, bir dereceye kadar çalışanların işlerinin tüm yönlerindeki durumunu yansıtmaktadır. Örneğin, daha yüksek iş tatmini daha iyi iş performansı sonuçlarına yol açabilirken, daha düşük bir iş tatmini seviyesi çalışanların işten ayrılma olasılığını artırabilmektedir.
Literatürde Cijan vd., (2019), çalışmalarındadijital dönüşümün çalışanların iş tatmini ve iş-yaşam dengesiüzerindeki etkisini araştırmışlardır. Bu araştırmanın sonuçları, dijital dönüşümün çalışanların iş tatminini artırdığınıve iş-yaşamdengesini etkilediğini göstermiştir. Ratna ve Kaur ise (2016) araştırmalarında teknoloji kullanımının iş-yaşam dengesi, iş performansı,işyeri sağlık ve güvenliği, iş tatminive üretkenliküzerindeki etkisini araştırmakta ve yeniteknoloji kullanımının iş performansını önemli ölçüde etkilediği sonucuna varmışlardır.
İstihdam kalıplarında değişikliklere yol açan ve ileri teknolojileri bünyesinde barındıran yeni üretim süreçleri, çalışanların beklentilerini yükseltmiş ve dijitalleşmenin iş dünyasına etkisi konusunu araştırmacılar için çekici hale getirmiştir. Bu nedenle, dijital bir çalışma ortamında araştırmalar, çalışanların dijitalleşme algılarının genellikle iş performansları, iş tatminleri ve kurumsal bağlılıkları üzerindeolumlu bir etkiyesahip olduğunu göstermiştir.
Çalışanların bilgi ve iletişim teknolojisi algılarının iş-aile dengesi, tükenmişlik ve iş tatmini üzerindeki etkisini araştıran çalışmada, bilgi teknolojisi unsurlarının iş tatmini üzerinde olumlu bir etkisi olmasına rağmen bilgi teknoloji gereksinimlerinin iş üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olduğu tespit edilmiştir.
Farivar ve Richardson’un (2021) araştırmalarında iş yeri dijitalleşmesi ile iş-yaşamtatmini arasındaki ilişkide, sosyal medya kullanımının iş-yaşam çatışmasıyla pozitifyönde ilişkili olduğu ve işler ile iş-yaşam tatmini arasında olumsuz bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Bu nedenle iş yerinin dijitalleşmesi, özellikle sosyal medya platformlarının çalışma saatleri dışında kullanımı dolayısıyla iş tatminini olumsuz etkilemiştir.
Dijital uygulamalar çalışanlarınzaman yönetimi iyileştirmekte ve verimliliği artırmaktadır. Mobil erişim, çalışanların işle ilgilibilgilere ve iletişimlere herzaman, her yerden erişmesine olanak tanımaktadır. Eğitim ve etkinlikler düzenleyerek çalışanlarıniş-yaşam dengesi konusunda farkındalıklarının artırılması, çalışanlarda dijital okuryazarlık seviyelerinin artırılması vedijital teknolojinin etkin şekilde kullanılması önem arz etmektedir. Dijital iletişim ögeleri,işgörenler arasındaki iletişimi geliştirerek ekipişbirliğini desteklemektedir. Dijitalleşmenin iş tatmini ve iş-yaşam dengesive üzerindeki uzunvadeli etkisinin araştırılması, bireysel farklılıkların dikkate alınması olumsuzetkilerin en aza indirilmesinde önemlibir adım olmaktadır.
Bu kapsamda yapılacak araştırmalara öneri olarak; konu kapsamının, insan kaynakları yönetimi, örgütsel yönetim, liderlik, örgüt iklimi, motivasyon faktörleri, kişisel gelişim, kurum kimliği gibi konularla genişletilmesi, Ayrıca bu kapsamdaki çalışmaların bölgesel, ülkesel ve uluslararası seviyede anket uygulamalarının yapıldığı bilimsel çalışmaların yapılması alana çok daha fazla katkı sağlayabilir.
Yazının Devamı